A N A S A Y F A
1-Konuk Defteri
2-Kırıntı'nın Başları
3-Tüm Yazı Galeri
4-Tüm Foto Galeri
5-Köy Sitelerimiz
6-Film-A.Aydoğan
7-Film-İnternetten
8-Yitirdiklerimiz
9-Yeteneklilerimiz
10-Medyada Biz
11-"Maden Arama"
12-Duyurular
13-2020-Gif Foto
13-İletişim

2-Kırıntı'nın Başları


degerlendirme-ayrac-cubuklari.jpg

1911-2011 = Yüzüncü Yılında

KIRINTI'NIN BAŞLARI Türküsü'nün Kahramanı RECEP OĞLU İSMAİL'in Yaşam Öyküsü (1881-1911)

Derleyen-Yazan: Ali Aydoğan - Ankara

degerlendirme-ayrac-cubuklari.jpg

kirintininbaslari.baslikresmi15.12.2019.jpg

İ Ç İ N D E K İ L E R


1-İSMAİL KİMDİR?
2-EŞKIYA OLUŞU
3-KURTARILMIŞ BÖLGE - HALKLA İLİŞKİLER
4-BİR GELİNİ EŞKIYALARDAN KURTARIYORLAR
5-KUZUGİL AİLESİNİ KURTARIYOR
6-GELİNCİK TAŞINDAKİ YABANCILAR
7-GEYREZLİ KABADAYI
8-FANATİK DİNDARA AĞIR BİR CEZA
9-HÜSEYİN ÇAVUŞLARI KURTARIYOR
10-CÜCES'İN OĞLUYLA DOST OLURLAR
11-KATIRCI SOYGUNU
12-ÇALLI KAMİL AĞA (Yeni Eklendi-15 Aralık 2011)
13-ANŞA'NIN ALİ'SİNİN GASP EDİLEN ÇAPLASI
14-İSMAİL'İN ADI BİLE KURTARICI
15-SARISAKAL İBRAHİM'LE KARŞILAŞMASI
16-VURULUŞU
17-MEZARININ YAPTIRILIŞI
18-KIRINTI'NIN BAŞLARI AĞITINI KİM YAZDI?
19-İSMAİL'İ KİM VURDU?
20-ÖLÜMÜNDEN SONRA AİLESİNİN DURUMU
21-KAYACIK'IN KURULUŞU, GELİŞİMİ
22-SOYAD BİRLİKTELİĞİ
23- "ÖYKÜYLE İLGİLİ GÖNDERİLER"

Güncelleme: 15 Aralık 2019

degerlendirme-ayrac-cubuklari.jpg

Ö N S Ö Z

Yazının bulunuşuyla birlikte insanlar, yaşadığı dönemlere ait temel bilgileri yazarak gelecek kuşaklara aktarmışlardır. Ne var ki bu, her zaman, herkes için geçerli olmamıştır. Bazı kişi veya toplumlar hakkındaki bilgiler, yazıyla değil ancak kulaktan kulağa aktarımla mümkün olmuştur. Örneğin Pir Sultan Abdal, Yunus Emre hakkında yazılı bilgiler yok denecek kadar azdır; ama onların söylediği ya da onlar adına söylenen şiirler, söylenceler yüzlerce yıldır sözlü olarak kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.

Kırıntı Köyü geçmişi hakkında da yeterli yazılı bilgilere rastlanmamaktadır. Geçmişteki kuşaklar, okuma yazma bilemediklerinden, bilseler bile yazılı anlatım yapmanın önemini kavrayamadıklarından olsa gerek yaşadıkları dönemler hakkında gelecek kuşaklara yazılı bilgiler aktaramamışlardır. Bugün ise yazma teknolojisi, araştırma kolaylığı, internetin yayılması, duyarlılıkların gelişmesi gibi nedenlerle günümüz yaşamı hakkında yazılı belgeler hazırlanmaya, gelecek kuşaklara aktarılmaya başlanmıştır.

Yeterli yazılı kaynak olmayış sorunu Kırıntı'nın Başları ağıtının (türküsünün) kahramanı Recep Oğlu İsmail için de geçerlidir. Her Kırıntılı, tam yüz yıldır (1911-2011) Kırıntı'nın Başları ağıtını duyarak, söyleyerek, mırıldanarak, en azından dinleyerek büyümüştür; ama İsmail hakkında pek bilgi sahibi olamamıştır. Bu konudaki eksikliği giderebilmek amacıyla daha fazla gecikmeden harekete geçmek gerekiyordu; ne de olsa bilgi kaynağı olan yaşlılarımız birer birer göçüp gidiyorlardı.

Recep Oğlu İsmail hakkında, birkaç kişiyi konuşturup notlar aldım. Sadece bu notları aktarma durumunda ortaya çıkan yazı kısa, basit, sıkıcı olurdu. Bunun üzerine, toparladığım bilgilerden birbirine yakın olanları, örtüşenleri birleştirip, ağıtın dizelerindeki bilgiler ışığında genişletince ortaya bu öykü çıktı.

Zevkle okuyacağınızı umuyorum.

Ali Aydoğan - Ankara - 14 Ekim 2011

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.



1-İSMAİL KİMDİR?

İsmail, 1881'de Kırıntı Köyü'nde Şefelli Mahallesi'nde doğmuştur. Bu mahalle; Çakırgil, Şefelli, Çırakgil, Ustagil gibi dört soyun bir araya gelmesiyle oluşmuştur. İsmail, Şefelli soyundan olup kalabalık bir ailenin oğludur. Babasının adı Recep, anasının adı Şemail, kardeşlerinin adları Bekir, Şevket ve Şükrü'dür.

O zamanlar soyadı yasası henüz çıkarılmadığından insanlar, baba adıyla tanımlanırdı. Bu nedenle İsmail, Recep Oğlu İsmail ya da Recep'in İsmail diye çağrılırdı.
Şiran Nüfus Müdürlüğü'nden elde edilen bilgilerden de doğrulandığı gibi Kezban adında bir eşi, 01.05. 1910 doğumlu Gülbeyaz adında bir kızıyla 01.06.1911 doğumlu Hüsnü adlı bir oğlu vardı. Bu durumda İsmail 1911'de vurulduğunda oğlu yeni doğmuş, kızı da bir yaşında olmalıydı. Çocukların çok küçük olduğu, Kırıntı'nın Başları ağıtındaki "Atımı oynatırlar / Suyumu kaynatırlar / Yavrularım küçücük / Vurur da ağlatırlar" dörtlüğünde de anlatılmaktadır.

İsmail'i anlatan Kırıntı'nın Başları ağıtı büyük bir olasılıkla öldürüldüğü yıl yani 1911 yılında söylenmişti. Bu durumda ağıtın tam yüz yıllık geçmişi olduğunu söyleyebiliriz. Bir asırdır dilden dile dolaşan, kulaktan kulağa duyulan, nesilden nesile ulaşan ağıtın ünlü kahramanının uzun boylu, iri yarı olduğu sanılabilir. Tam tersine İsmail, ufak tefek biriydi, oldukça da hırçındı, bir o kadar da cesurdu. Kendisine yapılan en küçük aşağılamaya anında tepki gösterir, kavga çıkarmaktan kaçınmazdı.

Evet, İsmail, sertti, öfkeliydi belki; ama kendisine dostlukla yaklaşanlara karşı insancıl, merhametli bir yüreği vardı. Ona iyi niyetle yaklaşıldığı sürece sakin, uysal, barışçıydı. Sevilen, saygı gören bir insan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer sevilmese on yıl gibi oldukça uzun süre boyunca Kırıntı'da, yakın çevre köylerde kaçak olarak barınamazdı. Nefret edilen biri olsaydı onu ihbar eder, jandarmaya yakalatırlardı. Ayrıca onun adına yüz yıla damgasını vuran bir ağıtın yakılmış olması, üstelik herkes tarafından benimsenmesi onun sevildiğinin başka bir göstergesiydi.

İsmail, etkileyici, güçlü bir görünüme sahip olmasa da mangal gibi bir yüreğe sahipti. Ama kaçaklık yıllarında tehlikeler karşısında sadece mangal gibi yürek yetmiyordu. Savunma ve saldırı amacıyla kaması, tabancası ve tüfeği onun ayrılmaz bir parçası olmuştu. Bu, Kırıntı'nın Başları ağıtındaki şu dörtlükte de belirtilmiştir:
"Üç yüz fişek gezdirdim / Sıra sıra dizdirdim / Karşımdaki düşmanı / Ata ata bezdirdim"


2-EŞKIYA OLUŞU

İsmail, mangal gibi bir yüreğe sahip olduğu kadar da tez canlı, çabuk inanan; bir yandan da namusuna, onuruna düşkün biridir. İşte onu yasalar karşısında kaçak durumuna düşüren, bu özellidir.

Yaklaşık olarak 1901-1902 yıllarıydı. Bir gün köylülerinden biri, İsmail'i bir köşeye çekerek, "Kezban yengeyle Çakırgilin Halil'in ilişkisi var, haberin ola." deyince İsmail beyninden vurulur. Fırladığı gibi evine koşar. O sırada eşi Kezban, evin önünde leğende çamaşır yıkamaktadır. Ne olduğunu, neye uğradığını anlayamadan kocasının saldırısına uğrar ve bir kama darbesini sol göğsünde hisseder. Göğsü, boydan boya kesilmiştir. Can acısıyla bağırırken yere yığılır kalır. Ölmemiştir ama derin bir yara almıştır.

Çakırgilin şimdiki Halil'inin dedesi olan Halil'in suçu var mıdır, yok mudur, bir iftiraya mı uğramıştır bilinmez, ama bilinen bir gerçek vardır, İsmail ona düşman olmuştur. Kendisi, İsmail'den daha boylu poslu, güçlü biridir, gözü pektir, kolay kolay yılmaz; ama kavgacı biri değildir; İsmail'den ne kadar uzak durursa o kadar iyidir. Ama aynı köyde yaşayıp da uzak durmak mümkün değildir?

Halil, bir gün eşi Gülem'le birlikte öküz arabasıyla Ağlık tarafından ekin getirmektedir, Bostanlardaki çeşmenin önüne geldiklerinde karşılarında eli silahlı İsmail'i bulurlar.
İsmail, silahını Halil'e doğrultarak:
-Başkasının namusuyla oynamanın cezasını canınla ödeyeceksin Halil! diye bağırır.
Halil, ne korkar, ne de yılar. O da aynı ses tonuyla karşılık verir:
-Seni kandırmışlar İsmail. Kezban yenge, benim dünya ahret bacımdır. Çekil önümüzden de yolumuza gidelim.

Ok yaydan fırlamıştır bir kez. Haklı ya da haksız, Halil'le adı çıkarıldığı için İsmail karısını bıçaklamıştır, Halil'i nasıl bağışlayabilirdi? Kezban, her ne kadar dilinin döndüğünce iftiraya uğradığını anlatsa da İsmail'in namus damarı kabarmıştır bir kez. Kan akıtarak namusunu temizlemezse köylülerinin yüzüne nasıl bakardı?

İsmail, silahını tehditkâr biçimde sallayarak bir kez daha bağırır:
-Halil, karının ardına sığınma da erkek gibi ortaya çık!
Halil, bu hakarete dayanamazdı. Sert bir hareketle eşini geri itip öne çıkarken:
-Kimsenin ardına sığındığım yok İsmail! diye karşılık verir o da bağırarak.
İsmail, silahını ona doğrultup tam da tetiğe basarken Gülem, son anda yine Halil'in önüne geçer. Bir yandan da:
-Yapma İsmail! Halil'e kıyma! diye yalvarır.

Ne var ki olan olmuş, İsmail, tetiğe basmıştır bir kez. Namludan fırlayan mermi Gülem'in sol kolunu delip geçer.

İsmail, yaptığı hatayı mı anlar, pişman mı olur bilinmez, silahını ikinci kez ateşlemeden hızla uzaklaşıp değirmenlerin bulunduğu Büyükdere'ye yukarı kaçıp gider.

İsmail, üst üste iki yaralama olayı gerçekleştirmiştir. Birinci kurbanı olan eşi Kezban'ın onu şikayet etmemiş olması, adliye koridorlarına düşürmemesi, Çakırgillerin de şikayet etmemesi anlamına gelemezdi.

Karaca'dan (Şiran) görevlendirilen jandarma müfrezesi İsmail'i yakalamak üzere Kırıntı'ya gelir. Evlerde, arazide arama yapılır, İsmail'in yakınları sorgulanır ama İsmail'i ele geçirmek mümkün olmaz. İsmail, kim bilir nereye saklanmıştır? Belki yaylanın başındaki Bölükmeşe'nin derinliklerinde, belki Paltuçukur'un mağaralarındadır. Ya da hiç umulmadık şekilde yazıdaki derelerde veya köy içinde herhangi bir evde, belki de bir merektedir. Hatta Kötüköy'de (Yeniköy) kendine kucak açan bir arkadaşının evinde gizlenmektedir belki de.

İsmail'in kaçaklık öyküsü böyle başlamıştır işte. Kaçaklığın nedeni, ilk başlarda bu yol kesip yaralama olayıdır, ama sonradan bir neden daha eklenir. Şöyle:

Yıl 1901 ya da 1902 olduğuna göre o sıralar yirmi, yirmi bir yaşlarındadır ve askere gitmesi gerekmektedir. Ne var ki bir kez kaçak olmuş, yasaları karşısına almıştır; askerlik yolları ona kapanmıştır artık. Anadolu'nun her genci gibi onda da askere gitme isteği olsa bile yol kesme, adam yaralama suçu nedeniyle hapse atılmamak için askerlik şubesine gitmeyi göze alamaz. O yıllarda kaçak örnekleri çoktur. Eşkıyalar kanıksandığı için olsa gerek halk arasında eşkıyalık doğal karşılanmaktadır. İsmail, pek de derinlemesine yorum yapmadan eşkıya olmayı göze almıştır.



3-KURTARILMIŞ BÖLGE - HALKLA İLİŞKİLER

İsmail'in eşkıyalık veya daha doğru tanımlamayla kaçaklık dönemi yaklaşık on yıl sürmüştür. Bu süre içinde kendisine mesken olarak dağları değil, köy ve yakın çevresini, özellikle de Yeniköy-Yukarı Gersit arasındaki ormanla Kân taraflarındaki Eğri Çayırın Kıranı arasındaki bölgeyi seçmiştir.

İsmail, yaklaşık altı kilometre uzunluğundaki bu bölgede yıllar boyunca jandarmaya yakalanmamayı başarmıştır. Başarısının nedenleri arasında uyanıklığı, becerisi olabilir elbette, ama ne kadar becerikli olsa da köylüler, istese onu devlete ispiyonlayarak hemen yakalatabilirdi. On yıl boyunca ele verilmediyse bu, halkın İsmail'i sevdiğini, benimsediğini gösterir.

İsmail, bir kaçak olsa da eviyle, ailesiyle bağlantı içinde olmuştur hep. Öldüğü yıl bir ve iki yaşlarında iki çocuğunun var oluşundan bunu anlayabiliyoruz. Evet, İsmail, sosyal yaşam alışkanlıklarından kopmamış, aile yaşantısını normale yakın biçimde sürdürmeyi başarmıştır.

İsmail'in ele geçmemesinin başka nedenleri de olabilir. Belki de aslında sanıldığı kadar ünlü, azılı bir kaçak değildi, belki devlet onun yakalanmasını çok da fazla önemsememişti. Öyle ya, kaçaklık yıllarında belki de Halil'in yolunu kesmesinden, Gülem'i yaralamasından daha ağır suçlar işlememişti. Aksi olsaydı müfreze tarafından çok daha sıkı takibe alınabilir, daha kısa sürede saf dışı bırakılabilirdi. Bu kez akla şöyle bir soru gelmektedir: Adam öldürmemiş, zulüm yapmamışsa çevrede adını nasıl duyurmuş, insanlar üzerinde nasıl olmuş da etki, korku yaratabilmişti? Evet, onun adam öldürdüğüne dair bir anlatı yoktur, ama zor durumdakilere yardım ettiğine, halkı koruduğuna dair pek çok anı vardır. Belki de onun bu özellikleri onun ünlenmesine, benimsenmesine neden olmuştur.

İsmail'in bir eşkıya lideri olmadığı kesin, hatta bir grubu olduğu, ya da bir gruba dahil olduğu bile söylenemez. Yine de başka eşkıyalarla işbirliği yaptığı olmuştur. Örneğin Kötüköylü Çete Ahmet, onun en iyi arkadaşlarından, destekçilerindendir, ya da Alucralı Cüces'in oğlu onun arkadaş edindiği eşkıyalardan biridir.

İsmail, kaçaklık süresince esas olarak Kırıntı'da ve kurtarılmış bölgesinde yaşamıştır, ama bu başka yerlere, kasabalara, kentlere gitmediği anlamına gelmez. Zaman zaman yalnız başına ya da güvendiği arkadaşlarıyla uzaklara da giderdi. İsmail, gerek köy çevresinde, gerekse gittiği yerlerde birçok olaya karışmıştır.

İşte bu olaylara birkaç örnek:



4-BİR GELİNİ EŞKIYALARDAN KURTARIYORLAR

İsmail ile Sofugilden Hüseyin Çavuş (Yakup Çavuş'un babası) gerçek birer sırdaş, iyi birer dosttular. Sık sık buluşarak diğer köylere, kasabalara giderlerdi. O zamanlar çevrede motorlu taşıtlar bulunmadığı için yolculuklar yürüyerek ya da eşek, at sırtında yapılırdı.

Yürürken gizlenmek çok daha kolay olduğundan İsmail'in genellikle yürümeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Ama bu, onun atsız olduğu anlamına gelmez. Ağıtın parçası olan "Atımı oynatırlar, suyumu kaynatırlar" dizelerinden at sahibi olduğu anlaşılmaktadır.

Bu iki arkadaş, yaya olarak mı yoksa at sırtında mı bilinmez eşkıyalık veya alışveriş yapmak ya da sadece gezmek amacıyla bir gün Kelkit tarafına giderler. Bir ormandan geçerlerken köylülerden oluşan davullu-zurnalı, gelinli-damatlı bir düğün alayının patika yol boyunca ilerlediğini görürler. Hemen ağaçlar arasına gizlenip ilgiyle izlemeye başlarlar.

Meğerse aynı anda gelin alayını eşkıyalar da izlemektedir. Bunlar, çok geçmeden yolun iki yanından ansızın ortaya çıkarlar. Lider olduğu belli iri yarı biri, öne çıkarak havaya bir kurşun sıktıktan sonra:
-Durun! diye bağırır. Olduğunuz yerde kalın! Yoksa leşinizi yerlere sererim!

Köylüler, büyük bir korkuyla olduğu yerde kalırlar. Eşkıya lideri, sert bir sesle:
-Sizinle bir alıp vereceğimiz yok, der. Gelinle eşyalarınızı bırakıp defolun buradan.

Köylüler, eşkıyalara yalvar yakar olsalar da bir parçacık olsun yumuşatamazlar. Eşkıyaların taştan yüreği sağırlaşmıştır bir kez. Köylüler, içleri kan ağlayarak başları önde uzaklaşmaktan başka çare bulamazlar.

İsmail ve arkadaşı, hem şaşkınlıkla hem de büyük bir öfkeyle olanları izlemektedir. Hüseyin Çavuş dayanamayarak bir ara:
-İsmail, bu olanlara seyirci mi kalacağız? der.
İsmail, işaret parmağını dudağına götürerek:
-Şşşt... Sabırlı ol Hüseyin, der. Kalabalıklar. Uygun bir zamanı bulmadan ortaya çıkarsak onlarla baş edemeyiz.

Beklemeye başlarlar. Eşkıyalar, gelini ve eşyalarını alıp ormanın biraz daha iç kısımlarına çekilir, bir meydanda konaklarlar. Tüfeklerini ortada çatıp bir meydan ateşi yakarlar. Ortada oynaması için gelini zorlarlar. Gelin, ağlayıp yalvarır:
-Ağalar, kulunuz kurbanınız olayım. Ne olur beni bırakın!

Eşkıyalar acımasızdır, gelinin yalvarışlarına aldırmazlar bile. Kahkahalar atarak gelini oynamaya zorlarlar.
İsmail, arkadaşına şöyle fısıldar:
-Tüfekleri ortada çatılı. Ortayı çıkmanın zamanıdır.

Silahları ellerinde ansızın ortaya çıkarlar. İsmail, çatılı silahlara yaklaşırken bir yandan da eşkıya liderine bakarak:
-Ben Kırıntılı Recep oğlu İsmail! diye bağırır. Gelini bırakın ve çekip gidin. Aksi hâlde hepinizin canını alırım.

Silahsız eşkıyalar, ortada çatılı silahlarına ulaşamayacaklarını anlayınca İsmail'in isteğini yerine getirmek zorunda kalırlar. Onlar kös kös uzaklaşınca İsmail, geline yaklaşarak:
-Korkma bacım, der. Bizi köyüne götür de seni erine teslim edelim.
Gelin, mutluluk gözyaşları dökerek İsmail'in ellerine sarılır.

İki arkadaş, gelini kocasının köyüne götürüp teslim ederler. Köyde büyük hürmet görürler; yerler, içerler, vedalaşıp ayrılırlar.

Bu olay, yakın çevrede duyulur. Kırıntılı İsmail, buralarda da ünlenir.
*

Aradan iki yıl kadar geçer. Gelinin köyüne yakın bir yerden geçerlerken İsmail şöyle der:
-La Hüseyin, şu köye gidelim mi? Bakalım bizi tanıyacaklar mı?
Üzerindeki giysiler iki yıl öncekinden çok farklıdır. Şapkalarının siperlerini gözlerinin üzerine kadar indirirler ve doğruca gelinin evine giderler. Kimse onları tanımaz ama konuk sever olduklarından onlar için bir sofra kurarlar. Havadan sudan konuşurlarken, gelin onların tavırlarından, ses tonlarından kuşkulanarak heyecanla kocasına:
-Bunlar beni eşkıyalardan kurtaran adamlar, der.
İsmail, bu sözleri doğrulayınca, gelinle kocası büyük bir saygıyla onların ellerine sarılırlar.
İsmail ve Hüseyin Çavuş, onlardan büyük hürmet görürler ve unutamayacakları bir gün yaşarlar.
*

Bu son bölüm hakkında şöyle bir anatım da vardır:
İki yıl kadar sonra İsmail'le Hüseyin Çavuş, gelinin köyüne gittiklerinde gelin de dâhil kimse onları tanıyamaz. Eşkıya korkusu hâlâ etkisini sürdürüyor olmalı ki onlardan çekindikleri için uzak durur, hatta köyden kovmaya kalkışırlar. İsmail, bu ilgisizliğe, kaba davranışa çok bozulur. Evden uzaklaşırken öfkeyle:
-Yazıklar olsun! Alın köyünüzü başınıza çalın! diye bağırır.
Gelin, onu ses tonundan tanır. Büyük bir utanç içinde ellerine kapanır ve yalvar yakar olarak gitmelerini engeller. İsmail ve arkadaşı, onları bağışlayarak o geceyi köyde geçirir. Gelinin ailesi ve köylüler, onları krallar gibi ağırlarlar.



5-KUZUGİL AİLESİNİ KURTARIYOR

Kuzugil'in soyulma olayı 1908-1909 yıllarında yaşanmıştı. Olay, İsmail'in 1911'de öldürülmesinden sadece birkaç yıl önce gerçekleştiğine göre evet, olsa olsa o yıllardı.

Halk arasında bir söylenti çıkmaya görsün, çığ gibi büyüyerek kulaktan kulağa yayılırdı. Söylentilerin gerçeklik payı kimsenin umurunda değildi. Anlatacak farklı bir şeyler olsun, önemli olan buydu. Gerçek miydi, yoksa birisi laf olsun, torba dolsun, eğlence olsun diye mi ortaya atmıştı bilinmez Kuzugil'de fazlaca altın olduğu söylentileri ağızlara sakız olmuştu. Köşe, dam veya çeşme başlarında; bulgur çekerken ya da mısır kırarken bu konuya değinmeden duramazlardı.

-Öff, Kuzugil'bir küp altın varmış.
-Bulmuşlar! Altını bulmuşlar.
-Kızlarkalesi'nin orada mı yahut da Harmancığın oralarda mı ne, define aramışlar da bir küp altın bulmuşlar.
-Belli etmemek için şimdilik harcama yapmıyorlarmış.

El ağzı çuval ağzı değil ki büzüp kapatasın. Bu söylentiler, sonunda başka yörelerin eşkıyalarının kulaklarına kadar gider. Eh, eşkıya bu; şöhretinin gereğini yerine getirmesi gerek. Birkaç adamdan oluşan bir eşkıya grubu, yata kalka, saklana gizlene Kırıntı'nın Şefelli mahallesinde alırlar soluğu. Kuzugil ailesi, o sırada Hancıgil'in Nazilelerinin harmanında döven sürmektedir. Eşkıyalar, küçük bir araştırmadan sonra o harmanda boy gösterip "Ya altınlar ya canınız!" diye tehdit savururlar. Kuzugil ailesi, şaşırıp kalır. Altın olsa da yarısını, hatta canını kurtarmak için tamamını verseler iyi de altın ne gezer? Hay canı çıkmayasıca uydurukçu köylüler, elin eşkıyasını nasıl da sardınız garibanların başına.

Bu durumda Kuzugil ailesini elin eşkıyasından kim kurtaracaktı? Tabi ki bizim öz eşkıyamız.

Kuzugiller çok şanslıymış ki, tam da o dakikalarda İsmail, Emişen Paarı taraflarından ayrılmış gizlenerek Şefelli'deki evine gelmektedir. Mahalleye yaklaşırken gözlerini dört açarak her yanı kolaçan etmektedir. Olur ya kendisini yakalamak için asker gelmiş olabilirdi. Çok geçmeden asker değil ama eşkıya baskınının farkına varır. Öfkeden kanı damarlarından çekilir. Gururu büyük yara almıştır. Nasıl olur da bir çapulcu sürüsü onun köyünde hem de mahallesinde üstelik güpegündüz soygun yapmaya cesaret edebilirdi!? Bunu onların burnundan getirmese kendisine anlı şanlı Recep Oğlu İsmail demesinlerdi. Boynunda çaprazlama fişeği ve iki elinde birer silahla harmanın üst kısmında kendini gösterir. Boyu kısa olsa da duvar üzerinde dikildiği için olduğundan daha heybetli görünmektedir.

Bulunduğu yer gereği eşkıyalardan üstün durumdadır. Kimsenin kaçmasına fırsat vermeyecek, attığını vurabilecek bir konumdadır. Silahlarını adamlara doğrultarak:
-Ben Recep Oğlu İsmail! diye bağırır. Silahlarınızı atıp teslim olun.

Eşkıyalar, büyük bir şaşkınlık içindedir. Tek kişi de olsa İsmail'in öz güvenli davranışı onları etkiler, yıldırır. Silahlarını ona doğrultmaya fırsat bulamadan vurulacaklarını anlayarak çaresizlik içinde silahlarını yere atıp ellerini kaldırırlar.

İsmail'in bağırarak konuşması komşular tarafından duyulur. Çok geçmeden harmanın çevresi köylülerle dolar. İsmail, silahtan anlayan bir köylüsüne dönerek:
-Şunların mermilerini al, silahlarının mekanizmalarını sök! diye istekte bulunur.
Adam, bunu bir emir gibi algılayarak hemen harmana girer, isteneni yapar. Eşkıyaların tüfekleri, artık birer çam dalından farksız olmuştur.

İsmail, eşkıyalara yaklaşarak yeni bir emir verir:
-Şimdi de soyunun bakalım.
Eşkıyalar, yalvar yakar olurlar.
-Biz ettik ağam sen etme, bizi rezil etme bunca insan içinde, ne olur!
İsmail'gururu incinmiştir bir kez, yalvarmaları duymazdan gelerek buyruğunu yineler:
-Donuna kadar soyunmayanın canını alırım.
Eşkıyalar, soyunmaya yanaşmazlar. Bunun üzerine İsmail, ağzından tükürükler saçarak:
-Madem öyle, benden günah gitti, diye bağırır. En son soyunanı ayağından vuracağım ona göre! Durmayın!

Bu son söz eşkıyaları harekete geçirir. İsmail'in hiçbirini ayağından vurmasına gerek kalmaz; çünkü tümü de göz açıp kapayana kadar aynı anda soyunmuştur. İsmail, ayakkabılarını da çıkarmalarını sağlar.
-Şimdi köyneğinizi birer çuval gibi kullanın ve giysilerinizi içine doldurun.
Bu emri de yerine getirirler.
-Tüfeklerinizi çıkrık gibi omzunuza koyun, giysilerinizi bir ucuna asın.
Buyruğu ikiletmez, söylenileni hemen yaparlar.
-Düşün önüme! der İsmail.

Onları Abdallı'ya giden yoldan yürütür. Köylüler için bir eğlence doğmuştur. Coşkuyla onları takip ederler. Kalabalık gittikçe artar. İsmail, eşkıyaları Gucikeyn (Küçük İn) Deresi yoluna sokar. Biraz daha ilerledikten sonra Petekliğin Kıranı'nı göstererek:
-Hiç durmadan gidin ve şu tepeyi aşıp Kırıntı topraklarını terk edin, diye bağırır. Eğer, sizi bir daha Kırıntı ya da Kötüköy arazisinde görürsem asla bağışlamam, leşinizi köpeklere yediririm. Haydi bakalım marş marş!

Eşkıyalar koşar adım uzaklaşır, çok geçmeden Petekliğin Kıranı'nı aşarlar. Köylüler, İsmail'i alkışlamaya, adını söyleyerek tempo tutmaya başlar.
İsmail, Gucikeyn Deresi'nin üst kısımlardaki tombul kayalara bir göz attıktan sonra köylülere dönerek:
-Ben sağ oldukça kılınıza kimsenin dokunmasına izin vermeyeceğim, deyince daha büyük bir alkış kopar.

Recip Oğlu İsmail, az önce göz attığı tombul kayaların arasında sadece üç dört yıl sonra sağ gözünden vurularak yaşamını yitireceğini nereden bilebilirdi?



6-GELİNCİK TAŞINDAKİ YABANCILAR

Hani Sarıkızgilin üst yanında, Sığınak Deresi'nde Gelincik Taşı vardır ya, bugün bile halkımızın ilgi alanındadır; işte orada da İsmail'i anmamızı sağlayacak bir olay gerçekleşmiştir.

Bu kez, olayın içinde Sarıkızgilin İbrahim'i vardır. Lakabına Cını denirmiş hani, işte o. İbrahim, epeyce gençmiş o zamanlar. Delikanlı olduğundan kanı kaynamaktadır. Yukarılara doğru bir çevre gezisine çıkar, belki de Dehmen'in Gölünü açmaya gitmiştir, kim bilir bu kadar ayrıntıyı. Biz gelelim olayın özüne.

İbrahim, bir de bakar ki bazı yabancılar Gelincik Taşı bölgesinde gizlenerek, fısıldaşarak yürüyor; kuşkulanır, hemen bir sipere çekilir. Biraz daha izleyince adamların duruşunu, tavırlarını hiç de hayra yormaz. Adamların omuzlarında çaprazlama asılı fişeklikleri, ellerinde tabancaları, tüfekleri yokmuş. Yani tipik eşkıya görünümünde değillermiş, ama yine de İbrahim'e güven vermemişler.

Peki, çiçeği burnunda delikanlı ne yapabilir bu durum karşısında? Tek başına adamları sorgulayacak hâli yok ya! Yapması gereken tek bir şey var? Devletin yasaları karşısında kaçak, köylülerin gözünde kahramanı olan İsmail abiye koşmak. Evet, yaş kıyaslamasıyla bakıldığında İsmail, İbrahim'in abisi konumundadır.

İbrahim, daha fazla zaman yitirirse bu adamların köylülere zarar verebileceğini hesaba katar. Aceleyle, geldiği yoldan geri döner, durumu ilk karşılaştığı büyüklerine bildirir. Büyükleri heyecanlansalar da telaşa kapılmazlar. Ne de olsa, dertlerine çözüm olacak biri vardır, ki o, İsmail'in ta kendisidir. İyi de İsmail, o anda nerededir? Öyle her arayan onu eliyle koymuş gibi şıp diye bulabilir mi? Bulamaz tabi, ama bulabilecekleri bulmak kolaydır bari. Hemen İsmail'in yerini bilenlerle ona haber uçururlar, durumu bildirirler. Gerisi İsmail'e kalmıştır. Köylülere düşen, beklemek, olacakları geriden izlemektir.

İsmail zaten silahlıdır her zaman; ama bu kez tepeden tırnağa silahlanır. Halka, ortalıkta dolaşmamalarını, sessiz olmalarını söyledikten sonra tek başına harekete geçer, gizlenerek Gelincik Taşı'nın yolunu tutar.

Köylüler, soluğunu tutmuş, gizlendikleri yerden Gelincik Taşı'na yukarı kulak verirler. Çok geçmeden, patlayan silahlarla birbirine karışan insan seslerini duyarlar. İsmail'in öfkeli bağırtısını rahatlıkla ayırt ederler.

Köylüler, bir de bakarlar ki, yabancılar Sultangillerin evlerinin yukarı kısımlarından korku içinde kaçışıyorlar, İsmail de peşlerinde, ıslık çalmaya, alkışlamaya başlarlar. Yabancılar, Kân yoluna girerek uzaklaşıp giderler. İsmail, adamları sadece korkutmak amacıyla havaya ateş ettiğinden olayda ölen ya da yaralanan olmamıştır.

Herkes derin bir soluk alır. Kişisel kahramanları, Kırıntılıları bir kez daha kötü adamlardan korumuştur.



7-GEYREZLİ KABADAYI

Recep Oğlu İsmail'in mademki adı çıkmıştı, mademki hakkında yakala ya da vur emri çıkmıştı, mademki geri dönülmeyen bir yola girmişti, o hâlde istediği gibi davranabilirdi. Soygunlar yapabilir, kolay yoldan para kazanabilir, kendisine ya da ailesine küçük bir cennet yaratabilirdi. Ne var ki o, dürüst kalmayı tercih etmişti. Halka asla dokunmadığı gibi varsılların malına da göz dikmemişti. Peki, geçimini nasıl sağlıyor, ailesinin yaşamını sürdürecek geliri nasıl sağlıyordu?

İsmail, Kırıntı'da, Kötüköy'de, Karaca'da, Alucra'da adı duyulmuş bir eşkıya olsa da Giresun'da, Ordu'da, Trabzon'da tanınmıyordu. Bu nedenle diğer köylüleri gibi zaman zaman o da gurbete çıkar, çalışır, üç beş kuruş kazanırdı.

Bir gün atına köstüre taşı yükleyerek satmak amacıyla Giresun Kümbet Yaylası'ın yolunu tutar. O gün yaylanın pazarıdır. Taşları yere sererek müşteri beklemeye başlar. Kötü bir rastlantıyla Geyrezli bir kabadayı da oradadır. Hani her horoz kendi çöplüğünde öter ya, kabadayı, İsmail'in buraların yabancısı olduğunu anlayınca ona meydan okuyarak:
-Çabuk, neyin varsa topla ve çek arabanı! diye tehdit eder.

İsmail, her ne kadar geçim için yollara çıkmışsa da yüreğini, silahını köyde bırakmadı ya; tabancasını belinden çıkardığı gibi kendini sipere atar ve:
-Davranma ulan! diye bağırır. Bana eşkiyalar eşkıyası Kırıntılı Recep Oğlu İsmail derler! Nice eşkıyayı dize getirdim, senden mi korkacağım? Ya defolup gidersin ya da leşini sererim.

Geyrezli kabadayı, meğerse İsmail'in ününü duyanlardan biridir. Tam bir çetin cevize çattığını anlar, geri adım atmak zorunda kalır. Sesinin perdesini indirerek:
-Bağışla beni yiğidim, diye karşılık verir. Razı olursan seninle arkadaş olmak isterim.

İsmail, adamın sesinde, bakışında, duruşunda bir hile sezmez. Silahını beline sokarak ortaya çıkar ve Geyrezli kabadayıya elini uzatır. Gerçekten de arkadaş olurlar. Geyrezli kabadayı, Kırıntılı eşkıyaya övgüler yağdırır, hürmet gösterir, ikramlarda bulunur.



8-FANATİK DİNDARA AĞIR CEZA

İsmail, bir gün Erzincan'dan gelmektedir. Yol boyunda karşılaştığı bir adamla arkadaş olurlar. Yolu kısaltmak, can sıkıntısını azaltmak için havadan sudan, dinden imandan sohbete başlarlar. Adam, fanatik bir dindar, tam bir ayrımcıdır. Başlar aleviler hakkında atıp tutmaya:

-Aleviler dinsizdir, imansızdır, kafirdir, namaz kılmaz, oruç tutmazlar, mum söndürürler, tavşanın geçtiği yeri yedi yıl sürmezler...

İsmail, fanatik boyutlarında olmasa da inançlı bir Alevidir. Çocukluğundan beri Sünni ortamlarda Aleviliğini hep gizlemek zorunda kalmıştır. Kendini hep manevi bir baskı altında hissetmiş, başka ortamlarda asla kendisi gibi olamamıştır. Tüm bunların birikimi olan duygu patlamasını yaşayarak birden adamın yakasına yapışır. Adamı sarsarken bir yandan da şöyle haykırır:

-Ulan ben Aleviyim! Namaz kılsam sana ne, oruç tutsam sana ne! Ulan ne mum söndüsü? Böyle bir iftiraya nasıl da dilin vardı?! Akşam sabah tavşanın bekçiliğini mi yapıyoruz da geçtiği yeri yedi yıl sürmüyoruz!

Adamı tokatlarken bağırıp çağırmayı sürdürür.
-İnsanda birazcık utanma olur yahu! Senin gibi ayrımcılar yüzünden Sünnilerle birbirimize düşüyoruz. Neyse ki Alevilerin Sünnilerin çoğunluğu akıl izan sahibi de kavgasız, çatışmasız yaşayıp gidiyoruz.

İsmail, o kadar dolmuştur ki durmadan konuşmakta, konuştukça öfkesi artmaktadır. Sonunda adamı alır altına, tekme tokat girişir.

Adam, korkudan hiçbir karşılık verememektedir. Söylediğine söyleyeceğine bin pişman olmuştur. Neyse ki İsmail, sonunda sakinleşir de adamcağızı serbest bırakır. Giysilerini adamın başına fırlatırken:
-Adımı, şanımı iyi belle! diye bağırır. Bana Kırıntılı Recep Oğlu İsmail derler. Bu adı hep aklında tut! Tut ve bir daha adam ol. Eğer bir daha Aleviler hakkında atıp tuttuğunu duyarsam, mutlaka seni bulur canını alırım. Yıkıl şimdi karşımdan!

Adam, canını kurtarabilmenin sevinciyle ardına bakmadan kaçar gider.

İsmail, onun arkasından bakarken neler düşünüyordu bilinmez. Belki adama bu kadar sert davrandığı için kendi kendine övünmektedir, belki de yaptığı yanlışlığı anlayıp vicdan azabı çekmektedir. Hiçbir gerekçeyle hiç kimse, hiç kimseye fiziki zorlama yapmamalıdır. Belki son anda bunun bilincine varmış olabilir.



9-HÜSEYİN ÇAVUŞLARI KURTARIYOR

O yıllarda çevredeki en ünlü eşkıyalardan biri de Alucralı Cüces'in Oğlu adıyla ünlenen biridir.

Cüces'in Oğlu, Kavrazlı'dan (Hüsnü ve Alaaddin Öztürk'ün dedeleri) Hüseyin Çavuş'un evinde altın olduğu duyumunu alır. Altınları ele geçirebilmek için bir gün adamlarıyla eve baskın düzenler. Hüseyin Çavuş, altın falan olmadığını söylese de eşkıyalar ikna olmazlar. Cüces'in Oğlu, inatçı bir tavırla:
-Yemin ederim ki bu evden altın almadan ayrılmam! diye bağırır.

Durumun farkına varan komşuları, baskın olayını hemen İsmail'e duyururlar. İsmail durur mu, silahını kaptığı gibi baskıncıları basar. Sarısakal İbrahimlerin evinin duvarını kendine siper yaparak soygunculara seslenir:

-Hey içerdekiler! Aklınızı mı oynattınız? Ne yaptığını sanıyorsunuz öyle! Recep'in oğlu İsmail'in köyünde soygun yapmaya nasıl cesaret edersiniz? Hemen çıkıp giderseniz canınızı bağışlarım. Yoksa etlerinizi doğrar köpeklere yediririm.

Cüces'in Oğlu, yaptığı hatanın farkına varır. Ününü duyduğu bir eşkıyanın köyünde soygun yapmaya kalkışmakla büyük hata yapmıştır. Her ne kadar yanında adamları olsa da içeriye tıkılmış kalmışlardır. İsmail, tek başına gibi görünse de kopacak gürültü üzerine tüm köylüler az sonra buraya koşacaklardır. Bu durumda ev sahiplerini rehin almak da çözüm değildir.

Aslında o da korkusuz biridir. Tükürdüğünü yalamayacak kadar da gururludur. Evden altın almadan ayrılmayacağına yemin etmiş bir kez. Şimdi yeminiyle İsmail arasında sıkışıp kalmıştır. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık hesabı yani.

Hüseyin Çavuş, Cüces'in Oğlu'nun çıkmazını anlayınca kıvrak zekasıyla hemen bir çözüm bulur. Bir altın çıkararak eşkıya başına verir ve:
-Al şu altını da yeminin bozulsun, kimse zarar görmeden bu iş burada bitsin, der.

Alucralı eşkıya, gururu kırılsa da zorunlu olarak bu öneriyi kabul eder, tek altını alıp dışarı çıkar. İsmail ne yapsın, eşkıyaları öldürecek değil ya:
-Sizi bir daha benim bölgemde görürsem gözünüzün yaşına bakmam, şimdi silahlarınızı bırakın ve hemen terk edin buraları, der.

Cüces'in Oğlu, kendilerine hiçbir kötülük yapmaması karşısında İsmail'e minnettar kalarak:
-Mert bir adammışsın Recep Oğlu İsmail, bizi bağışladığın için teşekkür ederim, der.
Silahlarını yere bırakırken İsmail insafa gelir ve:
-Bir eşkıya, silahsız çıplak sayılır, diyerek silahlarını alıp gitmelerini ister.

Cüces'in Oğlu'nun mahcubiyeti ve minnettarlığı daha da artar:
-Bu davranışını hiç unutmayacağım İsmail kardeş, der.
İsmail, ne olur ne olmaz diyerek silahının namlusunu adamların üzerinden çekmez.
-O zaman şunu da unutma Alucaralı! Bilirsin her horoz kendi çöplüğünde öter. Kırıntı ve çevresindeki köylerden uzak durun!

Cüces'in Oğlu, başka bir şey söylemeden silahlarını, adamlarını alır, köyü terk ederek Alucra yoluna düşer.




10-CÜCES'İN OĞLUYLA DOST OLUYOR

Aradan bir yıl kadar zaman geçer. İsmail, bir gün değirmenlerin karşısında Yonus'un Paarı'nda oturmaktadır. Tavırları rahattır ama bir jandarma baskınına karşı da her zamanki gibi tetiktedir. Gerilerden bir çıtırtı gelince kendini çevik bir hareketle çalıların arkasına atar. Bir de bakar ki gelen Aşağı Mahalle'den bir arkadaşı, ortaya çıkar. Tabancasını kemerine sokarken:
-Ulan ben de seni yabancı sandıydım! diye seslenir.
Arkadaşı yanına gelince gözlerini İsmail'in gözlerine dikerek:
-Beni yabancı sansan ne ki, der. Asıl yabancılar buralarda fink atıyor, senin haberin yok.
İsmail, büyük merakla:
-Kimmiş bu yabancı? Nerede? diye sorar.
-Şu Cüces'in Oğlu var ya... Şu Alucralı yani.
İsmail, heyecanlanır.
-Ee, n'olmuş Alucralıya?
-Ne olacak, Yukarı Gersit'ormanlarındaymış. Sakın sana meydan okuyor olmasın bu herif?
-Ulan ben onun!...

Yerdeki tüfeğini kaptığı gibi koşar adım doğuya doğru yollanır. Bir yandan da kuşku içindedir. Alucralı eşkıya olsa olsa Kân'a, Yalnız Mereğe kadar sokulabilirdi. Yukarı Gersit'in ormanında ne işi olabilirdi ki? Yok canım o, Cüces'in Oğlu falan değildir.

Birkaç saat sonra merakını giderir. Ormandaki eşkıya gerçekten de Cüces'in Oğlu'ndan başkası değildir. Gizlendiği yerden bir süre yabancı eşkıyayı izler, inceler. Sonra meydana çıkarak fazla yaklaşmadan silahını ona doğrultarak:
-Hey Alucaralı! diye seslenir. Sana benim bölgeme girmemeni söylemiştim. Canına mı susadın?

Alucralının sakin duruşu, hatta kendisini gülümseyerek dinlemesi İsmail'i kuşkulandırır. Kaşlarını çatarak:
-Ne o Cüces'in Oğlu, korkudan dilini mi yuttun yoksa? diye bağırır.
Alucralı, sakin tavrını sürdürerek ona doğru yürürken:
-Ben ne senden, ne de başka eşkıyadan korkarım Recep Oğlu İsmail! diye karşılık verir. Buraya geldim, çünkü gelişimin senin kulağına kadar ulaşacağını biliyordum. Seni tanımaktan, seninle dost olmaktan başka hiçbir amacım yoktur.

Böyle bir şey beklemeyen İsmail şaşırır kalır. Alucralı sözünü şöyle sürdürür:
-Senin mert bir eşkıya olduğunu duydum hep. Kimseye haksızlık yapmaz, yardıma muhtaçların yanında olurmuşsun. Eğer beni dost olarak kabul edersen çok sevinirim.

İsmail, duygulanır. Tüfeğini indirir ve elini Cüces'in Oğlu'na uzatır. Biri iri yarı, diğeri ufak tefek iki eşkıya, dostluğunun başlangıcı olarak birbirine sarılırlar.

O günden sonra zaman zaman buluşurlar. Bazen Cüces'in oğlu, İsmail'i ziyarete gelir, bazen de İsmail, Alucra topraklarına geçerek onu bulur. Zaman zaman işbirliği yaparlar.




11-KATIRCI SOYGUNU

İsmail, bir gün Alucra'ya gider. Tabi yine her zamanki gibi her olasılığa karşı tanınmamak için önlemlerini almıştır. Bir eşkıya değil de sade vatandaş giysileri içindedir. Öyle ya belki bir tanıyan çıkar, askeriyeye ihbarda bulunabilirdi.

İsmail, gelmişken Cüces'in Oğlu'nu da arayıp bulur, ziyaret eder, onun büyük ilgisi ve hürmetiyle karşılaşır. Ayrılmak üzereyken Cüces'in Oğlu, ona bir öneride bulunur:
-Senin nasıl bir eşkıya olduğunu öğrendim İsmail, bilirim ki soygunlardan uzak dururmuşsun. Yine de sana bir teklifim var. Yarın bir katırcı kervanı Kuman Köyü civarından geçecekmiş.
Arkadaşlarımla katırcıları soymayı düşünüyoruz. Senin de bize katılmanı istiyoruz.

İsmail, şu ana kadar soygun yapmamış bir eşkıyadır. Daha doğrusu adı eşkıyaya çıkmışsa da klasik, bilindik eşkıyalarla pek benzerliği yoktur. O, Kırıntı'nın eşkıyasıdır, kendine özgüdür.
-Kusura kalma, der Cüces'in Oğlu'na. Yol kesmek, halkı soymak bana göre değil.
Cüces'in Oğlu, onu ikna edebilmek için:
-Katırcılar, öyle bildiğin masum insanlardan değiller, der. Onlar ne sahtekârdır bilirim. Kim bilir kimleri kandırmış, soymuş da dönüyorlardır.

Bu sözler üzerine İsmail, öneriyi kabul eder. Kuman'a gider pusuya yatarlar. Katırcılar geçerken önlerine çıkar, saat, para, tüfek ne varsa alırlar. Sıra, paylaşıma gelince Cüces'in Oğlu, İsmail'e şöyle der:
-Üç kişi biz, bir kişi sen, toplam dört kişiyiz; ganimeti dörde böleceğiz.

İsmail, bunu hakaret olarak kabul eder. Kendini bir kayanın ardına attığı gibi tüfeğini çeker ve:
-Adamlarına ancak kendi payından verebilirsin; herşey seninle benim aramda sadece ikiye bölünecek, diye bağırır.

Alucralı eşkıyalar, İsmail'in tüfeğinin karşısında çaresiz kalmışlardır. Şaşkın şaşkın birbirlerine bakarlarken İsmail:
-Çabuk silahlarınızı yere atın, diye buyruk verir.
Adamlar, istenileni yapmak zorunda kalırlar. İsmail, ganimeti eşit olarak ikiye böldükten sonra rakiplerinin tüfeklerinin mekanizmalarını söker. Ayrılmak üzereyken:
- Mekanizmalarınızı şu tepenin arkasına bırakırım, der.

Cüces'in Oğlu, bu davranışın etkisinde kalır. Mahcup bir ses tonuyla şöyle der:
-İsmail, ganimeti dörde bölmeyi teklif ederek sana karşı ayıp ettim. Sen, tek başına üçümüzün tüfeklerine el koyarak bizi teslim aldın. İstersen ganimetin hepsini alıp gidebilirdin, ama yarısını bize bırakarak adaletli davrandın. Sana olan saygım daha da arttı. İstersen ganimetin hepsini alıp gidebilirsin; yeter ki seninle dostluğumuz sürsün.

İsmail, karşılık vermez. Gidip tepeyi aşar, biraz uzaklaştıktan sonra mekanizmaları bırakır ve hızlı adımlarla Kırıntı'nın yoluna düşer.


12-ÇALLI KAMİL AĞA

Recep'in İsmail'i atının sırtında Karaca (Şiran'dan çıkmış, Kırıntı yönünde at koşturmaktadır. O gün veya önceki günler nerelerdeydi, ne yapmıştı bilinmez, oldukça yorgundur. Gözden uzak, güvenli bir yere ulaştığında doyasıya dinlenme ihtiyacı duymaktadır. Kardeş köylerimizden Çal'ın altındaki bir çayırlıktan geçerken kenardaki ağaçlardan birinin yanında atını durdurur, yere atlar. Atını ağaca bağlar, kendisini gölgede çimene uzanır. Otları kıpır kıpır yayılırken atın dudaklarından çıkan sesler İsmail'e ninni gibi gelir ve çok geçmeden uykuya dalar.

İsmail'in uykusu tavşan uykusu gibidir; öyle olmak zorundadır. Çünkü o bir eşkıyadır, yasalar karşısında kaçak durumundadır. Her an için baskına uğrama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gerçekten de öyle olur, asker baskınına değilse bile başka birinin baskınına uğrar. Nasıl mı? Şöyle:

Bir ara uzaklardan gelen bir gürültü duyar. Sesler rüyasının ürünü müdür, yoksa gerçek midir, bir süre anlayamaz. Çok geçmeden gürültüler, şekillenir, anlam kazanır; üstelik hakaret içeriklidir. Öfkeli biri şöyle bağırmaktadır:
-Hey! Ulan çayırımda ne işin var! Defolup git buradan!

Tehdit dolu sözler bu kadarla kalsa iyi, ana avrat dümdüz gidilmektedir.
İsmail, gözlerini açar, hafifçe doğrularak sesin geldiği yöne bakar. Gelenin tehlikeli olabileceğini varsayarak ağacı kendine siper eder.

Öfkeli sesin sahibi, çayırın da sahibi olup aynı zamanda Çal köyünün zenginlerinden, sözü geçenlerinden biri olan ünlü Kamil Ağa'dan başkası değildir. (Elvanların babasıdır)

Çallı Kamil Ağa, yeterince yaklaştığında bile İsmail'i tanımaz. İsmail ise onu tanımıştır. Silahı elde adamın karşısına çıkarak:
-Kamil Ağa! diye seslenir. Dua et ki seni tanıdım; bizden birisin. Yabancı olsaydın tüm küfürlerini sana yedirirdim ya neyse.

Çallı Kamil Ağa, ilk kez gördüğü bu pervasız adama şaşkın şaşkın bakarak:
-Sen de kimsin? diye sorar.

İsmail, dimdik durarak gür bir sesle:
-Bana Kırıntılı Recep'in Oğlu İsmail derler, diye karşılık verir.

Kamil Ağa irkilir. Adını sıkça duyduğu İsmail'e karşı kaba bir davranışta bulunduğu için pişmanlık duyar. Saygı, sevgi, hayranlık karışımı bir ses tonuyla:
-Bağışla beni yiğidim, bilemedim, der.
İsmail'e sarılır ve böylece bu olay tatlıya bağlanır.

----------------------------------------------
Üstteki "Çallı Kamil Ağa" başlıklı anı, araştırmacı yazarlarımızdan Muzaffer Bal'ın gönderisidir. Kendisine çok teşekkür ediyorum. - A.A. 15 Aralık 2011



13-ANŞA'NIN ALİ'SİNİN GASP EDİLEN ÇAPLASI

Kırıntı'nın hem doğusunda, hem batısında birer alışveriş merkezi vardı. Doğudaki Karaca'ya (Şiran) ya da batıdaki Alucra'ya hatta Şebinkarahisar'a ve daha uzaklara ulaşmak için tek ulaşım yöntemi vardı; yürümek. Bazen gruplar hâlinde güle, söyleye gidilir; bazen de çeşitli nedenlerle onca yol tek başına tepilirdi. Satın alınan şeyler elde ya da sırtta taşınırdı. Bu yolculuklar, aslında çok zor olmasına karşın o zamanlar alışılmış, doğal kabul edilmiş, kanıksanmış olduğundan kimse yakınmıyordu. Tam tersine, köyün tekdüze yaşamının dışına çıkıldığı için eğlenceli sayılıyordu.

Anşagilin Ali'sinin henüz çok genç olduğu yıllar. Bir gün Cenik'ten gelirken Şebinkarahisar'a uğrar, bir çift yeni burunlu çapla alır, köye gitmek üzere yürüyerek yola çıkar. Zıharı Köyü arazisinden geçerken köylülerden biri, çaplayı kaba kuvvet kullanarak elinden alır. Ali, çaplasını kaptırmış, onuru zedelenmiş, oldukça üzgün, bir o kadar da öfkeli olarak köye ulaşır. Evine vardığında Recep Oğlu İsmail'i harmanın kuytusunda birileriyle otururken görür.

İsmail ve diğerleri, Ali'de bir farklılık görerek nedeni sorarlar. Ali, olan biteni anlatmaya başlar. İsmail, onu ilgiyle, dikkatle dinler ve sonunda öfkeli bir ses tonuyla:
-Merak etme, çaplayı o adamdan geri alacağım, der.
-Yok canım! diye güler oradakiler. Bir çapla için Ziharı'ya mı gidilir yani?
İsmail, kaşlarını kaldırıp gülümseyerek:
-Gidilir mi gidilmez mi göreceksiniz? diye karşılık verir.

İsmail, ertesi sabah yola çıkar. Yol üzerindeki köylerde, tanıdıklarına uğrayarak dinlenir, tekrar yürümeyi sürdürür. Sonunda Ziharı'ya varır. Köye girdiğinde karşılaştığı kişilere soygun olayını anlatır ve:
-Bana Kırıntılı Recep Oğlu İsmail derler, diyerek kendini tanıtır. Benim köylümden birine yapılan böyle bir haksızlığı sineye çekemem. Hemen o adamı bulun bana.

Köylüler, şaşkın şaşkın bakışırlar. İsmail'i duymamışlarsa bile Alevi oluşuyla ünlenen Kırıntı'yı çok duymuşlardır. İçlerinden biri, iyi niyetli bir sesle:
-Eğer böyle bir olay olmuşsa, çok ayıp olmuş, der. Kusura kalma, hele otur dinlen, bir ayranımızı iç, karnını doyur. Sorar soruştururuz. Çapla hırsızı varsa bulur, sana teslim ederiz.

İsmail'i bir eve konuk ederlerken birkaç kişi köy içine dağılır. Çok geçmeden köylülerden biri ellerindeki çaplalarla döner.
-Al yiğidim, çaplalar biraz kirlenmiş ama yepyeni. Kusura kalma gayri.
İsmail, çaplaları alır, çantasına koyar. Sert bakışlarla adamı süzer:
-Hırsız nerede? Onu getirin bana?

Ev sahibi, hanımının donattığı sofrayı kapı arkasından alıp ortaya koyarken kararlı bir sesle:
-İsmail ağam, der. Çaplalar için gelmişsin, hoş gelmişsin safalar getirmişsin. Hani bir laf vardır, üzümünü ye bağını sorma. Çaplayı alan cahil, bir halt etmiş. Onu tüm köye rezil ederiz, bir de sen cezalandırma. Buyur sofraya, yiyelim, içelim, güzel güzel konuşalım.

İsmail, adamın ses tonundaki, bakışlarındaki kararlılığı görünce daha fazla üstelemez. Üsteleyip de ne yapabilirdi ki? Hırsızı öne çekip de dövecek, sövecek hâli yoktu ya. Şu yaban ellerde adamın derisini yüzerlerdi. En iyisi efendiliği elden bırakmamak, yiyip içip savuşmak. Öyle de yapar. Karnını doyurduktan sonra ayrılmak üzere ayaklanırken:
-Çok sağolun, varolun, der. Yolunuz düşerse Kırıntı'ya beklerim. Hoşça kalın.

Aynı yolları aşarak köye döner ve çaplaları Ali'ye teslim eder. Bu olay, İsmail'in daha da ünlenmesini, ona saygı duyulmasını sağlar. Birçok kişinin gözünde o, sıkıştıklarında başvurulacak kişidir. Öyleyse sevmeye, sayılmaya, en önemlisi de jandarmadan korumaya layıktır.


14-İSMAİL'İN ADI BİLE KURTARICI

Evet, başlıktan da anlaşıldığı gibi öyle zaman oluyordu ki İsmail'in adı bile kurtarıcı olabiliyordu. Bunun örneğini aşağıdaki olayda görebiliriz.

O zamanlar yokluk, yoksunluk diz boyuydu, köylüler yoksuldu. Tüm gereksinimlerini kasabadan, kentten sağlamaya güçleri yetmiyordu. Tarımla elde edilen yiyecekler kış boyunca iyi kötü ayakta kalmalarını sağlıyordu. Şeker, tuz, gaz, bez, lamba camı gibi gereksinimler için para gerekiyordu. Bunun için erkekler, ilkbaharda gurbete gidiyor, mevsimlik işçi, amele olarak çalışıyor, kışın köye dönüyorlardı.

Evin geçimi için erkekler ailesinden uzaklarda çile çeker de kadınlar yan gelip yatar mıydı? Tam tersine, evi çekip çeviren kadınlardı ve asıl ezilen, çile çeken onlardı. İlkbahar gelince rutin ev işlerinin dışında işler de yapar; madımak, anık, mantar toplayabilmek için dağa taşa düşerlerdi. Bunun için Çeküz-Çanakçı ya da Çirmiş yaylalarına kadar gidilirdi. Seyrek de olsa daha uzaklara, Çorak deresine hatta dört, beş saat yol kat ederek ta Yıldız Gölleri'ne kadar gidildiği olurdu.

Bu gidişler çok yorucu olsa da, dizde, belde güç bırakmasa da çok zevkliydi. Madımağa gidebilmek için kıştan gün sayılmaya başlanır, ilkbaharın gelmesi iple çekilirdi. Böylece özellikle kadınlar, yorularak eğlenme, dinlenme fırsatını yakalarlardı. Ama ne de olsa öz güveni yeterli olmayan köy kadınlarıydı; madımak, anık veya diğer ot türlerinden toplamak için dağlara giderken yanlarında mutlaka bir iki erkek olmasını isterlerdi. Öyle ya uzaklara, ıssızlara gidiyorlardı, karşılarına her an bir tehlike çıkabilirdi. Kurttan, ayıdan daha çok yabancı erkeklerden çekiniyorlardı.

Bir ilk bahar günü Hancıgilin Nazilesi ve beş altı kadın, ot toplamak üzere Çanakçı yaylasına giderler. Yol boyunca uykurur, türküler söyler, kahkahalar atarlar.

Paltuçukur'u geçip Çanakçı yaylasına doğru ilerlerken sesleri solukları kısılmaya başlar. Bunun nedeni yorgunluk değildir. Çünkü, kadınların bacakları, belleri kendilerini taşıyamayacak kadar yorgun olsa bile ciğerleri yine en güçlü sesleri çıkarmaya, uykurmaya, türküler söylemeye yeterli olabiliyordu. Öyleyse neden sesleri kesilmişti? Neden uykurmuyor, türkü söylemiyorlardı? Yanlarına erkek almamışlardı da ondan. Erkeksiz oldukları için köyden uzaklaştıkça cesaretleri kırılmaya başlamıştır. Ne var ki geri dönemezlerdi artık; ancak Çanakçı yaylasının düzlerinde madımağı toplayıp sırtladıktan sonra köye dönebilirlerdi.

Çeküz-Çanakçı halkı yaylaya göçmemiştir henüz. Kadınlar, ıssız yaylanın düzüne vardıklarında bol taze madımağı görünce keyiflenirler. Hele çevrede yabancı birileri olmayınca eski neşelerine kavuşurlar. Yine türküler söylemeye, uykurmaya, kahkahalar atmaya başlarlar.

Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez, Karadoruk ormanı yönünden birkaç adamın geldiğini görürler. Onları ilk fark eden Nazile, korkuyla sağa sola bakındıktan sonra:
-Hemen şu yaylaya saklanalım, der.
Yayla dediği yer, dört duvardan ibaret bir çevirgidir. Görünmeden gizlenebilmek için kendilerine en yakın yer orasıdır.
-Adamlar bizi görmeden çabuk olalım! der kadınlardan biri.

Daha uzaktaki kapalı yaylalara ya da köye doğru kaçmaya cesaretleri yoktur. Bir an önce gizlenmeleri gerekmektedir. Nazile'nin gösterdikleri yaylaya atarlar kapağı. Öğlen güneşinde birbirinin gölgesine sığınan koyunlar gibi bir köşeye sıkışırlar. Heyecandan yürekleri güm güm atmaktadır.

Başlarını kuma gömen devekuşları gibi savunmasızdırlar aslında. Gizlenmeye çalışmaları boşunadır. Onları çoktan fark eden adamlar, koşarak gelip dışarıdan seslenirler.
-Hey kadınlar! Dışarı gelin!
Kadınlar, korkudan titreyerek yayladan dışarı çıkarlar. Adamlara bakar bakmaz onların hiç de iyi niyetli olmadıkları anlarlar. Korkuları daha da artar. İçlerinden biri yalvarır:
-Ne olur bizi bırakın da gidelim.
Adamlardan biri, onu duymazdan gelir, kötü bir kahkaha attıktan sonra:
-Vay vay, hurilerin içine düşmüşüz! diye bağırır.
Başka biri sırıtarak:
-Ne kadar da güzelsiniz böyle! der.

Kadınlar, adamların eşkıya olup olmadıkları hakkında bir fikir sahibi olamazlar. Giyimleri, eşkıyaya benzemiyorsa da görünümleri hiç de tekin değildir.
Kadınlar, sayıca onlardan fazla olsa da cesaretleri sıfırdır; onların elinden nasıl kurtulacaklarını hakkında hiçbir fikirleri yoktur.

Neyse ki, sonunda Nazile, aklına gelen bir fikir üzerine harekete geçer. Tüm cesaretini toplayarak elini beline koyar ve:
-Bana bakın hele! diye bağırır. Benim kim olduğumu biliyor musun sen?
Adamlardan biri kahkahalarla gülerken:
-Vay, kimsin bakalım? diye sorar.
-Ben Kırıntılı Recep'in İsmail'inin bacısıyım!

Bu söz, adamlar üzerinde yıldırım çarpmış gibi etki yapar. Kahkahaları yüzlerinde donar. Böyle bir şey beklemiyor olsalar gerek şaşkın şaşkın birbirine bakakalırlar.
-Doğru mu? der içlerinden biri.
Başka bir kadın yüreklenerek:
-Doğru tabi! Ben de amcasının kızıyım! diye atılır.
Adamlar, başka hiçbir şey söylemezler. Bir süre suskun kalırlar. Sonra içlerinden biri, diğerlerine bakarak:
-Bulaşmayalım lan şunlara, durduk yerde adamı üstümüze çekmeyelim, der.
Hemen geldikleri yere geri döner ve ormanlarda gözden kaybolurlar.

Kadınlar, rahatlayarak derin birer soluk alırlar. Buralarda daha fazla kalmanın bir anlamı kalmamıştır. Köye gitmek üzere Paltuçukur ormanına aşağı koşar adım yürürlerken:
-Gördünüz mü, İsmail adını duyunca nasıl da korktular, der kadınlardan biri.
Başka bir kadın, dudağın bükerek:
-Bir sürü adam, neden korktular ki? diye sorar.
Bir diğeri akıl yürütür:
-Kaçak oldukları belli. Belli ki silahsızlar da. İsmail'i, köylüleri üzerlerine çekecek kadar ahmak değillermiş bari.
-İyi ki o kadarcık akılları varmış. Yoksa bize neler yaparlardı kim bilir.
-İsmail iyi ki var! der başka biri. Sadece adı bile bizi kurtarmaya yetti.
İsmail'i minnetle anarak Çeküz-Çanakçı yaylasından hızla uzaklaşırlar.


15-SARISAKAL İBRAHİM'LE KARŞILAŞMASI

Her köyün, kendine has özellikleriyle öne çıkmış insanları olur. Kavrazlı'dan Balıgilin İbrahim de böyle biriydi. Ona Sarısakal da, hoca da denirdi. Bektaşiliği özümsemiş bir bilge kişiydi denilebilirdi ona. Aleviliğin "Gerçeğe Yakınlık" ilkesiyle ilgili bir davranışı vardır ki çoğu insan tarafından örnek olarak anlatılır. Bir de burada özetlemeyi yararlı görüyorum.

Bir gün eşi Elmas eve gelir ve eltisi Karanfil ile gölün başında yaptığı kavgayı anlatır. Durmaksızın Karanfil'i suçlayıcı açıklamalar yapar. "Garafil bana şunu dedi, bunu dedi, neler neler dedi, dediğini bırakmadı, demediği kalmadı..." Sarısakal İbrahim, onu sabırla dinler ve sonunda, sakin bir ses tonuyla, "İyi de Elmas, gör ki sen ne dedin, onu da bir dinlemek gerek?" diye karşılık vererek tarafsızlık, gerçeğe yakınlık özelliğini bir kez daha uygular.

İşte bu Sarısakal, bir gün Hasanağa'nın Dolaştığı Taş'ın oralara gitmek üzere evden çıkar. Daha önce biçtikleri çaşurları döndürerek kurutmak amacındadır. Dimdik yokuşları tırmanıp Çamlık'tan geçerek o zamanki kutsal, şimdiki anıt ağaç olan 700 yaşındaki ardıca yaklaşır. Arasıra dinlense de soluk soluğa kalmıştır. Sırtını ardıca dayayarak biraz dinlendikten sonra Kızlar Kalesi yönünde yürümeyi sürdürür. İlk kayalara ulaştığında birden:
-Davranma yakarım! diye bir ses duyar.

Sarısakal, hiç düşünmeden kendini en yakındaki bir kayanın arkasına atar. Böyle tek başına ıssız yerlere giderken yanına aldığı tabancasını çıkarıp sesten yana sallayarak:
-Sen davranma! diye karşılık verir.
Diğer kayalardan birinin ardından dostça bir kahkaha duyulur.
-Hoca hoca, sakin ol! Ben Recep'in oğluyum.
İbrahim şaşırarak:
-İsmail, sen misin? diye sorar.
-Evet ya benim! diye karşılık gelir. Seni ta aşağılardayken tanıdım ama biraz korkutarak şaka yapmak istemiştim. Helal olsun valla, tahminimden cesur ve çevik çıktın. İşte ortaya çıkıyorum.
İsmail, gülerek ortaya çıkar. Sarısakal da yerinden doğrulur. Birbirine yaklaşarak sarılıp tokalaşırlar.

Recep Oğlu İsmail, böyle biridir işte, bir bakmışsın evinde, bir bakmışsın Paltuçur Ormanı'nda veya Yazı'da, bazen de böyle Kızlar Kalesi yamaçlarında...

Eh, kaçak olmak kolay mı?


16-VURULUŞU

Evet, kaçak olmak hiç de kolay değildir. Evde de, ormanda da, kırda da olsa her an gözlerini dört açmak, sürekli tetikte olmak, uykusunda bile tek gözü açık uyumak zorundadır. Öyle ya her an bir baskın olabilir, ölüm ya da yakalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirdi.

İsmail, sonsuza kadar kaçamayacağının bilincindeydi elbet. Ama ok yaydan çıkmış, kaçak durumuna düşmüştü bir kez. Kaçmak zorundaydı artık, durmadan kaçıyordu. Peki, sonsuza kadar kaçabilecek miydi? Bedeniyle, ruhuyla durmaksızın kaçmanın gerilimine dayanabilecek miydi? Dedeleri, nineleri gibi seksen, yüz yaşlarına kadar yaşama fırsatını bulabilecek miydi?

Geceleri başını yastığa koyup da dış dünyadan koparak kendisiyle baş başa kaldığında bu surular beynini kemiriyordu. Ne yazık ki hiçbirine olumlu yanıt veremiyordu. O da biliyordu hiçbir eşkıyanın uzun ömürlü olmadığını. Ya bir müfrezeyle çatıştıklarında ya da başka eşkıyalarla yaptıkları çatışmalarda, bazen de kör bir kurşunla yaşamını yitiriyorlardı.

Baskın kaygısı taşımadığı zamanlarda, özellikle zifiri karanlıklarda, kışın karda, tipide, yollar kapandığında evinde, ailesinin sıcak ortamında kalırdı. Jandarmanın ev baskınından kuşkulandığı zamanlardaysa çimenleri döşek, yıldızları yorgan yapardı. Ah, kasabada kulakları olsa da jandarmanın ne zaman baskın yapacağının duyumunu alabilseydi, o zaman rahat rahat uyuyabilirdi. Devlet bu, ne zaman baskın yapacağını haber verecek değildi ya, hiç akla gelmedik zamanlarda jandarmayı yola çıkarabilirdi. En sonunda öyle de oldu.

1911 yılının ağustos ayı. İsmail, bu en işlek, hareketli yaz aylarında normalde yapmayacağı bir hatayı yaparak son birkaç gündür evinde kalmaktadır. Onu gevşeten, gizlenme disiplinini bozan tek neden, aylardır jandarma baskınının olmamasıdır. Oysa baskının olmaması, olmayacağı anlamına gelmemektedir.

İsmail, her zaman olduğu gibi sabah erkenden kalkmış, basit işlerle oyalanmaktadır. İçinde nedenini bilmediği bir sıkıntı vardır, sanki görünmeyen bir el boğazını sıkmaktadır. Saat 10:00 civarında dışarıdan gelen bir sesleniş üzerine sıkıntının nedeni anlar.
-Hey Recep Oğlu İsmail! Çık dışarı ve teslim ol!

Duymaya alışık olduğu bir ses değildir. Disiplinli, kararlı bir insanın sert, tok sesidir. Onu canlı ya da cansız yakalayacağından emin bir askerin kesin buyruğudur. Beyninden vurulmuşa döner. Daha önce de jandarma baskınına uğramıştır, ama hiçbir zaman bu kadar heyecanlanmamış, bu kadar kaygılanmamıştır. Ön sezileri kaçaklığın sonuna geldiğini söylemektedir, hem kaçaklığının hem de yaşamının.

Verdiği ani kararla, silahlarını kaptığı gibi sesin geldiği yönün tersi yöne atılarak kendini dışarı atar. Can telaşıyla koşarak kaçmaya başlar. Aşur'un Memetlerinin evinin yanından inip Aşağı Paar'ı geçer. Fevzilerin bostanını dolanıp yokuşa vurarak Molla Aligilin eviyle Abasların evinin arasına ulaşır. Büyük bir hızla koştuğu için soluk soluğa kalmış, tıkanır gibi olmuştur. Bir yerlerden duyduğu bir yöntemi uygulamak için yerden bir avuç toprak alır, ağzına atar, yutar.

Jandarmalar, bu kez Kırıntılı kaçağı yakalamakta kararlıdır. Müfreze komutanı, askerlerine buyruklarını yağdırır:
-Siz şuradan, siz şuradan! Sakın kaçırmayın! Koşun!

Bir kısmını İsmail'in izlediği yol üzerinden takibe çıkartır. Kendisi de iki askerle Yukarı Paar önünden geçerek kovalamayı sürdürür.

İsmail, birkaç saniyelik soluklanmanın ardından yeniden harekete geçer. Abdallı yolunu aşıp Hamzagilin evinin ardından, Şehrigilin evinin önünden geçerek Gucikeyn deresi yoluna çıkar. Soluk soluğa, yüreği güm güm atarak koşmaktadır.

Dereye gelince ikilem içinde kalır. Yayla yolundan ilerleyip Petekliğin Kıranını mı aşmalıdır, yoksa dik yokuşlara vurup Paltuçukur ormanına mı ulaşmalıdır?

Petekliğin Kıranı yoluna girmekten çekinir. Ağaçsız, kayasız, korunaksız yolda kuş gibi avlanması işten bile değildir. Paltuçukur yokuşlarını tırmanmaksa apayrı bir zorluktur. Şimdiden yüreği çatlamak üzeredir, yokuşlara nasıl dayanabilir ki? Ama parça kayaların arkasında dinlenerek birinden diğerine geçip belki amacına ulaşabilirdi. Olur ya şansı yüzüne güler de Paltuçukur'a kapağı atabilirse o zaman jandarmaları atlatmak hiç de zor olmayacaktır.

Bu arada Yukarı Mahalleliler bağırtı, çağırtı üzerine sokaklara çıkmış, olayı korkulu ve üzgün bakışlarla izlemeye başlamıştır. Yıllardır eşkıyalığını kanıksadıkları İsmail'in sonu gelmek üzeredir, ya yakalanıp hapse tıkılacak ya da öldürülecektir. Bu durum, köylüler için kabul edilmez bir sonuçtur, ama yapabilecekleri bir şey yoktur.

İsmail'in eşi, dostu, yakınları, akrabaları büyük bir panik içindedirler. Sağa sola atılır, saçlarını başlarını yolar, ağlayıp bağrışırlar. İsmail'e mutlaka yardım etmeleri gerekmektedir, ama nasıl?

Tek yapabilecekleri şey, jandarmanın dikkatini dağıtmaktır. Her kafadan bir ses çıkmaya başlar.
-Durun! Yapmayın!
-O, İsmail değil!
-İsmail buralarda yok!
-Masum birini vurmayın!
-Yapmayın, etmeyin!

Bu seslenişlere diğer köylülerden de katılanlar olur. Silah seslerine karışan bağırtılarla ortalık ana baba gününe döner. Jandarmanın onları duyup duymadığı belli bile değildir, onlar kendi telaşlarındadır. Eşkıyanın mermilerine hedef olmadan onu ele geçirme derdindedirler.

İsmail, kararını vermiştir. Şansını Paltuçukur yolunda deneyecektir. Yolu çok dik olsa da önüne çıkan seyrek tombul kayaları siper edinerek aralıklarla dinlenebilir, parça parça ilerleyerek hedefine ulaşabilirdi belki. Evet, belki! Kendini kovalayan bir müfreze asker karşısında kurtulma şansı ne olabilirdi ki? Yok denecek kadar az olsa da hapislerde çürümektense şansını denemek en doğru seçenektir o anda, ona göre.

Askerler, iki gruba ayrılmıştır. En başından beri kaçağı geçtiği yollardan geçerek izleyen jandarmalar, Gucikeyn Dere'nin üst kısımlarında sipere yatmıştır. Yukarılardaki kayaları siper almış olan eşkıyanın kendilerine göre daha üstün durumda olmasının sıkıntısını yaşamaktadırlar.

İkinci grup ise, Abdallı'nın hemen üst tarafındaki sırtta bulunmaktadırlar. Bulundukları yer, iri kayalardan yoksundur. Ancak diz boyundaki seyrek kayaların arkasına sığınarak korunabilmekte, ateş edebilmektedir.

İsmail'in Vurulduğu Yer

İsmail, kendi boyundaki üç dört yuvarlakça kaya arasındadır. Bulunduğu yer itibariyle jandarmalara göre çok üstün konumda olsa da artık kıpırdayamayacak durumdadır. Bir üstteki kayalara geçmeye kalktığında aşağıdaki jandarmalara hedef olmasa bile, karşı sırttaki jandarmalar için açık bir av durumundadır. Köşeye sıkışıp kalmıştır, kurtuluş için bir mucize gereklidir.

Abdallı sırtlarındaki askerlerden biri, bir ara yanındaki askere şöyle der:
-Bu eşkıya canımıza kastederek mi ateş ediyor, yoksa bizi üzerinden uzak tutabilmek için öylesine mi ateş ediyor acaba? Dur hele! Bunu anlamanın bir yolu var.

Şapkasını tüfeğinin namlusuna geçirip havaya kaldırır. İsmail, şapkayı görür ve gez, göz, arpacık hizalaması yaparak tüfeğinin tetiğine basar. Şapkanın sahibini vurmak için mi ateş etmiştir ya da şapkanın namlu ucunda olduğunu görmüştür de sırf usta nişancı olduğunu kanıtlamak için mi ateş etmiştir, bunu bilemeyiz artık.

Şapkası delinen asker, sipere yatar, tüfeğini doğrultur, fırsat kollamaya başlar. İsmail'e öfkelendiği, kinlendiği için mi, yoksa o da kendi keskin nişancılığını kanıtlamak için mi bilinmez İsmail'i vurmaya karar vermiştir.

Bu arada İsmail, kendini tam bir çıkmazda görmektedir. Kurtuluş umudunu yitirmiştir artık, ama çıkmadık canda umut vardır diye düşünerek mucizevi bir kurtuluş yolu beklemektedir. Ne var ki yolun sonunun göründüğünün farkındadır. İkilemli düşünceler beynini kemirmektedir. Teslim olmadığına pişman olur gibidir. Belki az bir cezayla kurtulabilirdi, belki bir af çıkardı. Belli mi olur? Acaba şimdi ellerini kaldırıp teslim olsa mıydı?

Böyle ikilemli düşünceler içindeyken bir ara iki kaya arasındaki boşluktan köye ve Gucikeyn Deresi'ne aşağı bakar. Anıları belleğinde geçit yapmaya başlar. Aceleci kararlarıyla yaptığı hatalı davranışları anımsar. Gurur yaparak Kezban'ı bıçaklamakla büyük bir yanlış yaptığını düşünür. Köy yerinde çok dedikodu olur. Biri bir yalan uydurur, gider aşağıda kendi de inanır. Halil, on yıl önce Bostanlarda ne demişti? "Seni kandırmışlar İsmail. Kezban yenge, benim dünya ahret bacımdır. Çekil önümüzden de yolumuza gidelim." demişti de bu sözlere kulak vermemişti. Halil, mert adamdı, belki de doğruyu söylüyordu. Keşke onu dinleseydi.

Giderayak şimdi düşünüyordu da, merak ediyordu. Duygularıyla değil de aklıyla hareket etseydi yaşamı nasıl olurdu acaba? Herhalde bundan kötü olmazdı. En azından geceleri rahat uyurdu. Kaçaklığı süresince az mı acılar çekmişti? Günlerini tavşanlar gibi ürkek geçirmişti.

El aleme korkusuz gibi görünse de, kendini olduğundan güçlü gösterse de gerçek pek de öyle olmayabilirdi. Kendisi de kendisini tanıyamaz olmuştu yıllar geçtikçe. Kaçaklık damgasını yediğinde üzerine bir kalıp oturtulmuş, rol giydirilmişti. Korksa bile korkularını gizlemek zorunda kalmıştı hep.

Bu arada, olayı izleyen Kırıntılıların yürekleri ağızlarındadır. Kendilerinden biri, kayalar arasına sıkıştırılmıştır. Çaresizlik içinde kıvranan İsmail'e yardım edememek en çok da eşi Kezban'ı kahretmektedir. On yıl gibi uzun bir süre yakayı ele vermeyen yiğidinin çaresizliği genç kadının onurunu incitmiştir. İsmail için bir şeyler yapmalıydı, ama ne?

Birden aklına çılgınca bir fikir gelir ve yerinden fırladığı gibi İsmail'in bulunduğu kayalıklara doğru koşar. Amacı jandarmaların dikkatini dağıtarak İsmail'e kaçma fırsatı yaratmaktır. Kezban, bir süre koştuktan sonra planı gereğince kendini yere atıp debelenmeye, bir yandan da gırtlağı yırtılırcasına bağırmaya başlar.

-Vuruldum anam! Yandım! Ölüyrüm! Yardım edin!

Gerçekten de müfrezenin büyük bölümünün dikkatini kendi üzerine çekmeyi başarır. Ona bakan jandarmalar ateş etmeye arar verir.

İsmail, eşinin bağırtılarını duyar. İki kaya arasındaki aralıktan bakınca onun yokuş yukarı koştuğunu, sonra da kendini vurulmuş gibi yere attığını görür. İsmail, eşinin kendisini kurtarabilmek için numara yaptığını anlar. Askerin dikkati dağılmışken sıkıştırıldığı yerden kaçmak üzere yerinden fırlar.

Şapkası delinen öfkeli askere dönelim tekrar. Asker, sonunda aradığı fırsatı bulmuştur. İsmail’in kayaların arasından fırladığını görünce gezden, gözden, arpacıktan diyerek tetiğe basar. Namludan fırlayan mermi büyük bir hızla döne döne İsmail'in sağ gözüne doğru yola çıkar.

İsmail, binlerce avuç biber atılmışçasına saniyelik süreyle sağ gözünde korkunç bir acı duyar, dünyası kararır ve cansız olarak yere yığılır. Her şey bitmiştir İsmail için. Kırıntılı kaçağın on yıllık serüveni, diğer pek çok kaçağın sonuna benzer şekilde noktalanmıştır artık.

Silah sesleri kesilince, çatışmayı uzaktan izleyen köylüler, acı sonu tahmin ederler. Önce ortalığı derin bir yas sessizliği kaplar, ardından her kafadan bir ses çıkmaya başlar:
-Vaah, vuruldu herhâlde.
-İsmail de gitti ha!
-Tüh tüh tüh! Yazık oldu.
-Ama sonunun böyle olacağı baştan belliydi zaten.
-He valla, devletle başa çıkılır mı hiç!
-Su testisi su yolunda kırılır demişler de boşuna dememişler.
-Bunca yıl yine iyi dayandı valla.
-Aşk olsun!
-Helal olsun!

Ailesi, akrabaları ağlayıp ağıtlar dizmeye başlar. İsmail'in kardeşlerinden biri, onun vurulmasının acısına dayanamaz, jandarmalara hakaretler yağdırıp tehditler savurmaya başlar. Komutan, uzaktan onun sözlerini duyar, yakalanması için askerlere buyruk verir. Köylülerden bazıları, telaşa kapılarak İsmail'in kardeşinin başına üşüşüp onu sakinleştirirler, üstelik kadın giysisi giydirerek gizlemeyi başarırlar. Komutan, içi acıyla dolan insanların buna benzer davranışlarına pek çok kez tanık olmuştur; bu nedenle olayın üzerine gitmeyi gereksiz görür.

Rastlantıya bakın ki İsmail'in babası, o gün köy dışındadır. Köylülerden biri, yanındakine:
-Recep dayı gelip de oğlunun vurulduğunu duyunca yıkılır valla, der üzgün bir sesle.
-Recep dayı nerde ki? diye sorar yanındaki.
-Üç dört kişiyle birlikte dün Kemah'a tuz getirmeye gitmişler.
-Yarın gelirler öyleyse. Of, çok kötü. Giderken sapasağlam bıraktığın oğlunu gel de ölü bul, ne acı!

İsmail'in cenazesi o gün kasabaya götürülür. Komutan, yasal işlemler sonrasında cenazeyi teslim almaları için İsmail'in akrabalarından birkaç kişiyi de yanlarında götürür. Akrabalar üzgündür, ağızlarını bıçak açmaz, yol boyunca konuşmazlar.

Onların suskunluğunun tam tersine jandarmalar konuşkandır. Bir ara içlerinden biri, diğerlerinden birine dönerek:
-Demek önce namlunun ucunda şapkanı kaldırarak eşkıyayı denedin ha! O, şapkanı vurunca sen de onu vurdun. Ula amma da kinciymişsin.

İsmail'i vuran jandarma, başını iki yana sallayarak üzgün bir sesle:
-Ne kincisi yahu! dedi. O, şapkamı ustaca vurunca ben de ustalığımı kanıtlamak istedim herhalde.
Bakışlarını cenazeye çevirerek:
-Üzgünüm, yazık oldu, der.

İsmail'in akrabaları bu konuşmaları sadece dinlemekle yetinirler. Ne tek bir söz edebilirler, ne tepkilerini gösterebilirler. İçleri kan ağlayarak duygularını içlerine bastırırlar.

Karaca'ya varırlar. Cenaze başında resmî işlemler yapılır. İsmail'in akrabaları, bir ara komutanın oradaki görevlilere şöyle dediğini duyarlar:
-Şu adama bakın hele, ufak tefek ama çatal gibi yüreği varmış.
Bu mini anı da gösteriyor ki İsmail, askerlerin bile beğenisini kazanmıştır.

Akrabalar, işlemlerin bitişinden sonra cenazeyi alıp köye götürürler. "Kapıda kanım akıyor / Anam gözüme bakıyor / Kan tabuttan akıyor / Yavrularım bakıyor" dizelerinden de anlaşıldığı gibi cenaze, evlerinin önüne konur. Sıradışı bir ölüm oluşu nedeniyle normal bir cenazede olduğundan çok daha fazla gözyaşı dökülür, yürek dağlayan yanık seslerle ağıtlar yakılır.

Cenaze, Büyük Mezarlıklar'a götürülür ve Kötüköylülerin (Yeniköylülerin) de katıldığı büyük bir kalabalık tarafından toprağa verilir.

----------------------------------------------
Muzaffer Bal ve birkaç duyarlı,dikkatli okurumuz ağıtın sözlerini kaynak göstererek İsmail'in öldüğü anda yanında arkadaşı, yoldaşı Yeniköylü Aziz'in de olduğunu,onun da aynı gün öldürüldüğü olasılığından söz etmişlerdir.
Bunun üzerine çeşitli kaynak kişilere başvurup bu konudaki düşüncelerini aldım. O gün Aziz'in vurulduğuyla ilgili hiç bir bilgi ya da söylence duymadıkları konusunda ortak bir fikir açıkladılar.
Bu konuyu aydınlığa kavuşturabilecek daha somut, net bilgileriniz varsa paylaşınız lütfen.
A. A. - 20 Kasım 2011





17-MEZARININ YAPTIRILIŞI

İsmail'in Mezarı

Aradan yarım asırı aşkın zaman geçer. 1960'lı yıllarda bir gün İsmail'in kardeşi Şükrü, Kırıntılı damadı Celal Öztürk'e bir haber gönderir ve "Celal, bizim İsmail'in üstünü yaptıralım." diye önerir. Celal Öztürk, razı olunca 2.500 lira para gönderir.

Celal Öztürk, Anşagilin Bayram'ına giderek:
-Kayınpederim, İsmail'in mezarının yapılması için para gönderdi, bu işi sen yapar mısın? diye sorar.

Bayram Bal, onu kırmaz, hemen işe başlar. Mezarı eşer, kemikleri çıkarır, yeni mezara yerleştirir. Mezar yapım işini tamamladıktan sonra Celal Öztürk'e şöyle bir bilgi verir:
-Kemiklerin yanında mezardan bir bağ da tüfek mermisi çıktı, yine kemiklerle birlikte yeni mezara yerleştirdim.

Bu mermiler belki de Gaga İbrahim'in yapıtı olan ağıttaki, "Üç yüz fişek gezdirdim / Sıra sıra dizdirdim / O hain düşmanımı / Ata ata bezdirdim" dizesinde sözü edilen mermilerdir, belli mi olur?

İsmail'in mezarı, şu anda Kırıntı Köyü Büyük Mezarlığında bulunmaktadır.

----------------------------------------------

Mezar taşındaki ölüm tarihiyle benim yazdığım 1911 ölüm tarihi bağdaşmıyor olabilir. Ben, Şiran Nüfus'undan verilmiş olan belgedeki bilgiyi esas olarak aldım.
A. A. - 20 Kasım 2011

18-KIRINTI'NIN BAŞLARI AĞITINI KİM YAZDI?

Kırıntı'nın Başları ağıtının tamamı değilse bile en azından bir veya birkaç dörtlüğü pek çok Kırıntılı tarafından bilinmektedir. Tam yüz yıla damgasını vuran, Kırıntılılar arasında ortak duygular oluşmasını sağlayan bu ağıtın kim tarafından söylendiği ya da yazıldığı ise pek az insan tarafından bilinmektedir. Bu da şiirin ozanına istenmeden de olsa yapılan bir haksızlıktır. Mademki bu ozan, İsmail'i bir asır yaşatmıştır, daha uzun süre de yaşatacaktır; öyleyse ozan neden bilinmesin, neden yaşatılmasın? Görelim bakalım kimmiş bu ozan?

Abdallı'da duruşuyla, davranışıyla, ilgi alanıyla ilginç bir tip vardır. Selvi'nin Ali'sinin amcası İbrahim'dir bu adam. Burnunun eğriliği nedeniyle Gaga İbrahim diye çağrılan bu adamın beli sakattır. Genç yaşlarda bir ağaç kütüğünü kaldırmak isterken kendini çok zorladığı için incitmiştir belini. Zorunlu olarak hareketleri yavaş olsa da edebi beyni hızlıdır. Sözcükleri kullanmayı çok iyi bilmekte; hizaya sokarak birbirinden güzel ağıtlar söyleyebilmektedir.

Gaga İbrahim, İsmail'in vurulma olayına büyük olasılıkla tanık olmuştur. Nasıl olmasın ki, İsmail, kaçarken onların evinin önünden geçmiştir. Çatışma yeri zaten çok yakındadır. İbrahim'in olayları canlı canlı izlediğine kuşku yoktur. Gözlerinin önündeki çatışmadan ve tanıdığı bir insanın vurulmasından etkilenip yoğun duygular içine girerek İsmail'i anlatan Kırıntı'nın Başları ağıtını dile getirmiştir.

Ağıtın derleyebildiğim bölümleri:

KIRINTI'NIN BAŞLARI

-1-
Kırıntı'nın başları
Kan ağlıyor taşları
İsmail'i vurdular
........ puştları

-2-
Karaca'ya meclis kuruldu
Akan sular duruldu
İsmail'i sorarsan
Saat onda vuruldu

-3-
Aziz kurşun atalım
Taş ardına yatalım
Ata ata yoruldum
Sağ gözümden vuruldum

-4-
Üç yüz fişek gezdirdim
Sıra sıra dizdirdim
O hain düşmanımı
Ata ata bezdirdim

-5-
Aziz haydi kaçalım
Abdallı'dan geçelim
Askere tutulmadan
Şu kıranı aşalım

-6-
Kırandan aşamadım
Aşıp savuşamadım
Babam Kemah'ta idi
Varıp kavuşamadım

-7-
Kapıda kanım akıyor
Anam gözüme bakıyor
Kan tabuttan akıyor
Yavrularım bakıyor

-8-
Atımı oynatırlar
Suyumu kaynatırlar
Yavrularım küçücük
Vurur da ağlatırlar.

-9-
Bir annem üç de bacım
Çekerler benim acım
Hepisi de var ama
İlle anam büyük bacım

-10-
Kırıntı'nın başları,
Civciv öter kuşları.
İsmail'i vurdular
Küskün olmuş kuşları

-11-
Hüsnü atıma baksın
Varsın çayıra çaksın
İsmail'im vuruldu
Gözyaşını akıtsın

Dörtlüklerin biçimsel farklılıkları dikkat çekicidir. Buradan yola çıkarak şöyle bir yorum yapmamız mümkündür: Ağıtın ilk halini, aslını Gaga İbrahim oluşturmuştur elbette, ama bir asırlık sürede kaçınılmaz olarak değişime uğramıştır. Halkımızın mani sevmek, söylemek gibi edebi özellikleri vardır zaten, ağıta kendileri de dörtlük eklemiş olabilirler.

Şöyle ya da böyle, ağıt Kırıntı'nın yüz yıllık geçmişine damgasını vurmuş, insanlar arasında duygusal birlikteliğin sağlanmasında önemli bir görev yapmıştır, hâlâ da yapmaktadır. Üstelik ağıt sadece iki dörtlüğüyle olsa bile Grup Çığ ile ünlenen Mustafa Özaslan'ın seslendirmesiyle yerellikten evrenselliğe doğru ilk adımını atmıştır. İleride daha fazla dörtlüğün kullanılmasıyla THM arşivinde yer alacak şekilde yeniden düzenleneceğini umuyorum.

---------------------------------------------
Yeniköylü öğretmenlerimizden Ali Bayram Kara'dan dinlediğim mini bir anıyı paylaşmak istiyorum:
"Bir gün İbrahim Gündoğan arkadaşla (Şimdiki İst. Kırıntı Köyü dernek Bşk) birlikte bir müzik ortamına gitmiş, THM sanatçımız Arif Şentürk'le karşılaşmıştık. Sohbet edip türküler söylenirken İbrahim bey, Kırıntı'nın Başları Türküsü'nü söyledi. Arif Şentürk, türküye ilgi gösterdi ve türkünün Erzurum yöresine ait olduğunu ancak sözlerinin değişik olduğunu söyledi."Bu anıdan yola çıkarak söyleyebiliriz ki, ünlü türkümüzün sözleri Gaga İbrahim'e ait olsa da müziği bir Erzurum türküsünden esinlenerek oluşturulmuş olabilir.
TSM sanatçımız Kenan Günel, THM sanatçımız Celal Bakar veya diğer duyarlı insanlarımız araştırma yaparak söz konusu Erzurum türküsünün aslını öğrenebilirler. Sözleri bize ait olan ağıtımızın gerçek müziğini dinleyerek yeni, hoş duygular yaşayabiliriz.
A. A. - 20 Kasım 2011




19-İSMAİL'İ KİM VURDU?

İsmail'i vuran askerin uyruğu herkes tarafından ezbere bilinmektedir. Çünkü Ozan Gaga İbrahim bunun yanıtını " Kırıntı'nın başları / Kan ağlıyor taşları / İsmail'i vurdular / Arnavut'un puştları" dörtlüğünde vererek İsmail'i vuranın Arnavut olduğunu işaret etmiştir. Ama acaba öyle midir?

Bu konuda İsmail'in küçük kardeşi Şükrü'nün Kırıntı'da gelin olan kızı Seher Öztürk ve eşi Celal Öztürk'ten alınan bilgilere göre İsmail'i vuran asker, bir Arnavut değil bir Gürcü'dür. Kolay anlaşılırlık yönünden bu söylenceyi de öyküleştirelim.

İsmail'in küçük kardeşi Şükrü, Daldaban'ın Ali'siyle birlikte bir kış mevsiminde çalışmak üzere Fatsa'ya giderler. Bir gün Fatsa'da bir adamla tanışırlar. Gürcü kökenli olan adam onlara:
-Nerelisiniz? diye sorar.
-Gümüşhaneliyiz, diye karşılık verir Şükrü.
Adamın gözleri ışır.
-Yaa! Gümüşhane'nin neresinden?
-Karaca'dan.
Adam, daha da heyecanlanarak:
-Peki, hangi köyünden? diye sorar.

Şükrü'yle Ali, göz göze gelirler. Gerçeği söyleyip söylememe konusunda ikilem içindedirler. Şöyle ki, Kırıntılılar, gurbetteyken köyü sorulduğunda doğruyu söylemezlerdi. Kırıntı, Alevi'dir, yabancı ellerde Alevilik hoş karşılanmamaktadır. Rastlantıyla Kırıntı'yı bilen varsa iş yaşamları tehlikeye girebilmektedir. Zaten inşatlarda güçlükle iş bulabilmektedirler, Alevi oldukları öğrenilince buldukları işten bile kovulabilirlerdi.

İki arkadaş, bu konuda her zaman yaptıkları gibi yine yalan söyleme zorunluluğu duyarak:
-Şiran'ın içindeniz. diye karşılık verirler.
Adam, büyük bir merakla:
-Kırıntı'yı bilir misiniz? diye sorar.
Ali, çekingen bakışlarla:
-Ey tabi, adını duyduk, biliriz, diye yanıtlar.
-Askerliğimi 1911'de Karaca'da yaptım, der adam. Recep Oğlu İsmail adında Kırıntılı bir eşkıya vardı.

Şükrü'nün gözleri faltaşı gibi açılır. Hiç beklenmedik bir zamanda abisinin adı söylenmiştir ne de olsa. Karşılık vermez, üstelik heyecanını gizlemeye çalışır.
-İşte İsmail'le Kırıntı'da çatışmaya girmiştik. Çok becerikliydi. Bizi çok uğraştırdı ama sonunda onu vurarak ele geçirdik. Hem de kim vurdu biliyor musunuz?

Şükrü, elini göğsünün üzerine koyup kalbinin güm güm atışını gizlemeye çalışarak:
-Kim? diye sorar.
Adam, gururlu bir tavırla:
-Ben! der.

Şükrü, beyninden vurulmuşa dönerek acı acı Ali'ye bakar. Adam, onların iç dünyalarında esen kasırgalardan habersiz, İsmail'i nasıl vurduğunu ballandırarak anlatır.
-Ulan, dedim arkadaşıma, bu adam bizi vurmasına mı atıyor, oyalamasına mı? Denemeden bilemezdik. Şapkamı tüfeğimin namlusunun ucunda yukarı kaldırdım. Vay hınzır! Adam gerçekten usta atıcıymış, bir atışta şapkamı deldi. Ooo, demek öyle ha! Tüfeğimi doğrulttum ona, bir güzel nişan aldım. Gez, göz, arpacık hizalaması yapıp bekledim. Adam uyanık, cin gibi, açık vermiyor. Beklemekten dirseklerim uyuşmaya başladı. Derken bir ara başını kayanın ardından çıkarmasın mı? Nişanımı tazeleyip tetiğe bastım. Gittik baktık ki, tam da sağ gözünden vurmuşum.

Fatsalı Gürcü, birkaç saniye sustuktan sonra üzgün bir ses tonuyla yere bakarak:
-Adamı kanlar içinde görünce üzülmedim desem yalan olur, der güç duyulan bir sesle. Şu andaki aklım olsaydı, kesinlikle öldüresiye atmazdım. Onun öldüresiye atması beni çileden çıkarmıştı. Yoksa...

Şükrü, abisini vuran adama nefretle bakar; ama şu anda yapabileceği bir şey yoktur. Adamla aynı havayı solumamak, aynı bulutlar altında yaşamamak için Fatsa'yı terk ederler. Zaten çalışma istekleri de kalmamıştır; köye dönerler.

Şükrü, abisinin katili olarak gördüğü adamı hiç unutamaz, o kışı huzursuzluk içinde geçirir. İlkbahar geldiğinde intikam ateşiyle yanmaya başlar. Fatsa'ya gidecek ve adamı öldürecektir, bu konuda kesin kararlıdır. Gurbet hazırlığını yapar, Alucra, Şebinkarahisar, Eğribel, Kümbet üzerinden yürüyerek Cenik yolunu tutar. Giresun, Bulancak, Ordu, Perşembe derken Fatsa'ya ulaşır. Kan düşmanı olarak gördüğü adamın evinin yerini bildiği için doğruca o mahalleye gider. Bir süre dikkati çekmemeye çalışıp ortalıkta gezinerek fırsat kollamaya başlar. Adamı bir kez bile göremez. Sonunda sorup soruşturur ki adam aylar önce eceliyle ölmüştür. Şükrü, bu sonuca üzülmez, hatta tam tersine sevinir; hiç olmazsa elini kana bulamaktan, bir katil olarak hapse atılmaktan kurtulmuştur.



20-ÖLÜMÜNDEN SONRA AİLESİNİN DURUMU

İsmail, 1881'de doğmuş, 1911'de ölmüştür. Kırıntı'nın Başları ağıtının kahramanı öldüğüne göre bu öykü burada noktalanabilir gibi; ama okuyucular, İsmail'in günümüzle bağlantısı olup olmadığını merak edebilirler. İsmail'in kişisel soyu bitti mi, yoksa günümüzde devamını sağlayan torunları var mı? Öykünün tamamlanması için bu konuya da açıklık getirmek gerek.

Yıl 1916. Ruslar, Erzurum'la Erzincan'ı işgal etmiştir. Gümüşhane'nin de işgali söz konusudur. Bunun üzerine köyler boşaltılır. Diğer köylüler gibi Kırıntılılarla Yeniköylüler de yerlerini yurtlarını terk edip güvenli gördükleri illere göç ederler. En çok Giresun, Samsun, Ordu, Amasya, Tokat, Çorum gibi iller tercih edilir.

İsmail'in eşi Kezban ve çocukları, akrabalarının, yakın dostlarının da yardımıyla Samsun'a giderler. Ayvazgilden Kürt Ali ve ailesi, onların en samimi dostlarındandır. Kürt Ali ve İsmail'in ailesi, bir süre sonra birlikte Samsun'dan ayrılıp Amasya'nın Gümüşhacıköy ilçesine giderler. Yıllar içinde Kezban ve çocukları, aynı ilçenin Sallar Köyü'ne yerleşirler.

Kezban, tek başına çocuklarını yetiştirebilmek için çırpınıp durur. Çocuklarına üvey baba ağız kokusu çektirmemek için evlenmeyi aklına bile getirmez. Sallar Köyü'nün zenginlerinden biri, ona acır, bir evle bahçe verir. Kezban, köyde çeşitli ev işlerinde çalışır. Örneğin kirman çevirip ip üreterek, komşulara makarna kesip yufka yaparak, bağ bahçe işlerinde çalışarak çocuklarını kimseye muhtaç etmeden büyütmeye çalışır.

Aradan yıllar geçer. İsmail'in oğlu Hüsnü, serpilip gelişir, on dokuz yaşındayken bir kıza âşık olur. Bu gönül işinden mi, başka nedenden mi bilinmez ince hastalığa (verem) yakalanır, yirmi yaşında ölür.

Bu arada İsmail'in kızı Gülbeyaz da genç bir kız olur. Sallar'da genç bir erkekle evlenir. Onun da beş çocuğu olur. İkisi ölür. Elmas, Dursun ve Senem adlı çocukları hâlâ yaşamaktadır. Elmas, evlenip Merzifon'a gelin gider ve Bülbül soyadını alır. Dursun Kebapçı, şu anda Sallar'da yaşamaktadır. İsmail'in en küçük torunu Senem ise Sallar'dan Galip Koçyiğit ile evlenmiştir. Günümüzde Ankara, Dikmen'de oturmaktadır.

Senem, dedesi İsmail'in adını, ününü, Kırıntı köyünü büyüklerinden çok duymuştur. Bu adlar onun için birer efsane niteliğindedir. Dedesi ve Kırıntı hakkında güncel bilgiler edinebilmeyi çok istemektedir. Ne büyük bir rastlantı ki Senem Koçyiğit'in damadının anneannesi Alucra'nın Çalgan Köyü kökenlidir.
2007'de bir gün damadı, anneannesinin köyünü görmek üzere Çalgan'a gitmek ister. Kaynanası Senem'e birlikte gitmeyi teklif eder. Senem, eşi ve çocukları, damatla birlikte Çalgan'a giderler. Senem, Çalganlılardan Kırıntı hakkında bilgi alır. Dedesinin köyüne çok yakınlaştığını öğrenince çok heyecanlanır. İsmail ve Kırıntı adları, Senem için artık bir hayal olmaktan çıkmıştır. Buraya kadar gelip de dedesinin köyünü görmemek, mezarını ziyaret etmemek olur mu? Hep birlikte Kırıntı'nın yolunu tutarlar.

Kırıntı'da kendilerini tanıtıp İsmail'in akrabalarını sorup soruştururlar. Sarıkızgilden Celal Öztürk'ün eşi Seher Öztürk ve Hancıgilden Hüsnü Bakar onun en yakın akrabalarındandır. Bu akrabalar ve diğer Kırıntılı komşular, Senem ve diğer konuklarla içtenlikle ilgilenirler. Hep birlikte İsmail'in mezarı ziyaret edilir. Duygusal anlar yaşanır. Gayrın Hüseyin'in zurnasından Kırıntı'nın Başları türküsü dinlenir. Bu görüşmeden Senem de Kırıntılılar da çok mutlu olur.

Senem, 2009'da eşi Galip'le birlikte Kırıntı'yı ikinci kez ziyaret eder. İsmail'in köyünü, akrabalarını tanıdıkça ilgisi daha da artar, üstelik çok da şaşırır. Şaşıracağı kadar da vardır. İsmail dedesinin Gümüşhane'nin Şiran ilçesinin Kırıntı Köyü'nden olmasına karşın, İsmail'in kardeşleri yani büyük amcaları Giresun'un Çamoluk ilçesinin Kayacık köyündendir.

Bu karmaşık ilişki, sadece Senem'in değil birçok kişinin de ilgi alanındadır. Öyleyse bu konuya da kısaca açıklık getirmekte yarar vardır.

21-KAYACIK'IN KURULUŞU, GELİŞİMİ

İsmail'in ailesinin durumu yukarıda irdelenirken açıklandığı gibi 1916'da Kırıntılılar köyü terk etmiş, çeşitli illere göçmüşlerdir. Mustafa Kemal'in 1923'te bağımsızlığı ilan edip Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasıyla birlikte gurbetteki köylülerimiz rahat bir soluk almışlardır. Artık ata topraklarına dönüş zamanı gelmiştir.

1924 yılında dönüş sırasında Kırıntılı bir grup, yolları üzerindeki Şebinkarahisar'da konaklarlar. Şans bu ya, aynı günlerde Mustafa Kemal de oraya uğramıştır. O gün orada olan Kırıntılıların çoğunluğu Kırıntı'nın Yukarı Mahallesi halkındandır. Karşılarına çıkan fırsatı değerlendirerek Mustafa Kemal'le iletişim kurarlar. Ona derler ki:

-Paşam, biz göçmeniz. Aslen Karaca'nın Kırıntı'danız. Ama şimdi yerimiz yurdumuz ne durumdadır bilmiyoruz. Bize el verin, yer gösterin, yurt kuralım.

Mustafa Kemal, o sıralarda buna benzer pek çok istekle karşılaşmaktadır, alışkındır. Bir grup Kırıntılının bu isteğini duyunca yetkilileri görevlendirir. Alucra bölgesinde bulunan Hınzırı adındaki bir Rum köyü bu Kırıntılı grup için uygun görülür. Hınzırı halkının Rusya'ya göç etmiş olmaları nedeniyle köy boştur. Kırıntılılar, o Rum köyüne gider, yerleşirler ve yeni köylerine Kayacık adını verirler.

İlk başta birkaç sülaleden oluşan Kayacık'ın nüfusu, 1940'lara doğru Yeniköy'den, ayrıca komşu Alısız köyünden ve Suşehri'nden gelenlerle artar.

Ne var ki, 1960'lardan sonra yöredeki pek çok Alevi köyü gibi Kayacık da hızla nüfus kaybetmeye başlar. Yeni geçim yolları aramak için halk, akın akın büyük kentlere, özellikle İstanbul'a; ayrıca yurt dışına, çoğunlukla Almanya'ya göç etmektedir.

1970'lerde köyün nüfusu sadece 2-3 kişiyle sınırlanır. Yıllarca kapandı kapanacak gözüyle bakılan Kayacık, 1990'lara doğru yeniden canlanmaya başlar. 1991'de Kayacık Derneği'nin kurulmasıyla birlikte köyü kalkındırma, geliştirme çalışmalarına büyük önem verilir. Amaç köye kesin dönüş olmasa da köyü sahiplenme ve yaz tatillerini köyde geçirmek amacıyla yapılan evlerin sayısı hızla artar.

Yöneticilerin ve halkın güçlü işbirliği ile Kayacık, kısa zamanda çevresinde örnek bir köye dönüşür. 2011 yılında köye ev yapan aile sayısı 66'ya ulaşır. Bir zamanlar neredeyse kapanmak üzere olan köyde kışın bile nüfus 30 civarındadır artık. Bu sayı yaz tatillerinde 200-250 kişiye ulaşmaktadır.

----------------------------------------------

Kayacıklı okurlarımızdan Yakup Pirdal, şöyle bir açıklama yapıp ardından bir soru yöneltmişti:
"Göç edip de yıllar sonra geri dönmek isteyenler arasında Suşehri Pürk Köyü'ne sığınmış olan Kırıntılılar da vardır. İşte bu Kırıntılılar da ortalık durulunca Kayacık'a gelip yerleşenler arasındadır. Pürk Köyü, verimli ve ulaşımı kolay bir arazi üzerinde kurulmuştur. Peki öyleyse, Pürklü Kırıntılılar neden bu verimli toprakları terk edip de dağlar başındaki ulaşımı zor olan Kayacık'a taşınma gereğini duymuşlardır?"
Yanıtı verebilmek amacıyla yaptığım araştırmalarım sonucunda taşınmanın iki nedenini saptadım:
1-Pürk'ün çevresi Sünni köylerle çevrilidir. Pürklü Kırıntılılar, kendilerini güvende hissetmeyerek daha güvenle yaşayacakları Kayacık'a gitme gereksinimi duymuşlardır.
2-Tanışları, akrabaları Kayacık'a taşınınca onlarla iletişim kurmuşlar ve hep bir arada yaşamak için Kayacık'a taşınmışlardır.
A.A. - 20 Kasım 2011



22-SOYAD BİRLİKTELİĞİ

Kırıntı halkıyla Kayacık halkı bir bütündür. Soyadı kanunundan sonra ayrı soyadların sahibi olsalar da aynı sülalenin insanlarıdır. Soyadları şöyle eşleştirebiliriz:

Kırıntı'daki Bakar soyadlılarla Kayacık'taki Bakar ve Özcelik soyadlılar aynı ortak geçmişe sahiptir.
Tümünü sıralarsak:

Bakar = Bakar
Bakar = Özçelik
Öztürk = Çayoğlu
Aydoğan = Abdal
Aydın = Pirdal
Gündoğan = Kelkitli
Günel = Deliboran.

İsmail ölmeseydi ve Kırıntı'da yaşasaydı bu durumda soyadı Bakar olacaktı. Hâlbuki Kayacık'ta yaşayan Recep'in diğer oğullarının soyadları Özçelik olmuştur.

Bu öykünün yazıldığı 2011 yılında yani günümüzde Kırıntılılarla Kayacıklılar etle tırnak gibi ayrılmaz bir bütündür. Kırıntılılar Gümüşhaneli, Kayacıklılar Giresunlu olsalar da, soyadları farklı da olsa akrabalık duyguları, sosyal ilişkileri yoğundur, canlıdır. Kız alıp vermelerle her geçen yıl bu birliktelik daha da kökleşmektedir.

Bu duygusal ve sosyal birliktelik Yeniköy için de geçerlidir. Kırıntı, Yeniköy, Kayacık üçgenine dostluk, kardeşlik üçgeni de diyebiliriz. Bu üç köy, hem kız alıp vererek, hem de geceler, piknikler, şenlikler gibi etkinliklerde bir araya gelerek dostluklarını daha da pekiştirmektedir.

Köyler arasındaki barış, dostluk ve sevginin her geçen gün dalga dalga gelişmesi, genişlemesi dileğimle...

-0-

**Bilindiği gibi eskiden Şiran'ın adı Karaca, Yeniköy'ün adı Kötüköy'dü. Öyküyü okurken duygusal etkiyi artırabilmek için o zamanki adları yazmayı uygun gördüm. Umarım yanlış yorumlanmaz.

*İsmail'le ilgili bu öyküde yer almayıp da sizin bildiğiniz anılar varsa uzun/kısa, önemli/önemsiz diye düşünmeden bana iletirseniz öyküye eklerim. Şimdiden teşekkürler.

*Bu öykünün temelini oluşturan bilgileri ve anıları anlatan kaynak kişiler şunlardır:
İsmail'in torunu Senem Koçyiğit, İsmail'in yeğeni Seher ve eşi Celal Öztürk, Emekli Öğretmen Niyazi Bal, Emekli Öğretmen Durmuş Öztürk, Yeter Bakar, Rıza Aydoğan. Bilgilerini esirgemedikleri için kendilerine çok teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.

Araştıran/Yazan
ALİ AYDOĞAN

degerlendirme-ayrac-cubuklari.jpg

23 - ÖYKÜYLE İLGİLİ GÖNDERİLER

Muzaffer Bal - 16 Aralık 2011
RECEBİN İSMAİL'İN VURULMASI

Recebin İsmail'in vurulması ile ilgili bir başka hikayeyi babamım anlatımıyla aktarmak isterim. İsmail taşları siper yaptıktan sonra, karşılıklı ateş başlar. Halk toplanmıştır, herkesin yüreği azgında sonucun ne olacağını beklerken, tabi ki İsmail'in en yakınları da oradadır. Vakitlerden akşam karanlığı kavuşmak üzeredir. İsmail zaman kazanıp Petekliğin Kıranını aşıp Paltuçukurun ormanında kayıp olmayı düşünmektedir. İsmail'in anası, bunu sezinler ve zaman kazandırmak için, Jandarma ile İsmail'in ateşinin ortasına atılır, atılır atılmaz vuruldum diye bağırır, İsmail anasının çığlığını duyunca bakmak için ayağa kalkar, kalkar kakmaz pusuda hedef alan jandarma ateş eder ve İsmail vurulur. Gerçekte ise anası vurulmamış sadece oğluna zaman kazandırmak ve akşam karanlığına karışarak Paltuçukurun ormanına karıştırmaktır.
Bir not:
Ağıtta saat on diyor babamın anlatığına göre akşam karanlığı diyor. Bu bir çelişki tabi. Buna rağmen ben İsmail'in anasının oğlunu kurtarmak için böyle bir şey yapacağına inanıyorum. Siperde taş üstüne şapka veya bir anlatıma göre papak koyarak, altatılacıgına pek ihtimal vermiyorum. Çünkü çatışmada bir jandarma yok, birçok jandarma var. Onu düşünecek kadarda tercümeli İsmail.

Muzaffer Bal - İstanbul

--------------------------------------------------------------------------------------------

Gönderen: Yılmaz Bakar - 01 Ocak 2012
İSMAİL'E AĞIT

Okurum öykünü ağıt yazarım
Hazinmiş ölümün dolar gözlerim
Bahtın kara imiş,daha ne derim
Namını cihana yayan İsmail.

Jandarmalar gelip köye dayanmış
Vurulmuş İsmail kana boyanmış
Duyanlar dayanmaz yanmış ağlamış
Namını cihana yayan İsmail.

Mermilerle inlemiş köyün başları
Alkana boyanmış harman taşları
İsmail'i vurmuşlar zalimin puşları
Namını cihana yayan İsmail.

Siper olmuş kuzu-koyun deresi
Vurulmuş İsmail derin yaresi
Tükenmiş umutlar yoktur çaresi
Namını cihana yayan İsmail.

Annesi gelip girmiş araya
Vurmayın yavrumu der jandarmaya
Baba gitmiş silahını almaya
Namını cihana yayan İsmail.

İsmail Bakar Kırıntı'da yiğitti
Şöhreti dillerde paşa bey idi
Söylenir dillerde şimdi ağıdı
Namını cihana yayan İsmail.

Cenazesi kalktı baba evinden
Ağıtlar yükselti Kırıntı köyünden
Yiğitliği düşmez oldu dillerden
Namını cihana yayan İsmail.

Mermiyle inliyor Kırıntı'nın dağları
Vuranlar beklemez yazı baharı
Vurulmuş İsmail köyde mezarı
Namını cihana yayan ismail.

BAKARİ'de sana yandı üzüldü
Ağladı gözünden yaşlar süzüldü
Kalleş kurşunlarla toprağa düştü
Namını cihana yayan İsmail.

YILMAZ BAKAR - 01.01.2012-Almanya

--------------------------------------------------------------------------------------------

Muzaffer Bal - 09 Şubat 2012
AZİZ'E NE OLDU?

Aziz, İsmail vurulduğu gün İsmail'le birlikteymiş. Asker baskını olunca birlikte kaçmışlar. Kaçarlarken İsmail'den ayrılarak ters yönde kaçmış olacak ki, Aziz yakalanmamış.

Aziz, o kaçışla kaçmış. Araydan epey bir zaman geçmiş. Bir ekin biçim zamanı Teke Mehmet'in karısı Ağca hala, Kavaklı'da tarla biçerken, tarlanın biraz ilerisinde taşların kovuğundan, Aziz'in kendisini seyrettiğini görmüş ve ona:
-Aziz aç mısın, susuz musun? Gel bir şeyler ye, yanına azık vereyim! diye seslenmiş.

Aziz, yakalanma korkusundan olsa gerek ortaya çıkmamış, oradan kaçıp gitmiş. O gidiş son gidişi olmuş, bir daha ondan haber alınamamış.

Aziz, Meral hala ile nişanlıymış, o gün nişanlısını görme umudu ile gelmiş olma ihtimali yüksek. Evli ve çoluk çocuk sahibi olmadığı için belki de bu nedenle bir daha köye dönme gereği duymamış.

Bir not: Aziz, İsmail'le sadece can yoldaşı değil aynı zamanda her ikisinin de Şefelli'den olması nedeniyle akrabadırlar.

Muzaffer Bal / İstanbul

----------------------------------------------
GÜLSEN ÖZÇELİK UGAN - 01 Temmuz 2012
İSMAİL'İN VURULUŞU

Merhabalar sevgili Ali bey öncelikle "Kırıntının başları türküsünü öyküleştirdiğiniz için" çok teşekkürler. Hep derdim kendi kendime yazılması gerekiyor bunun diye, o güzel yüreciğinize ve kaleminize sağlık. Ben, Recepgillerden Şevket Özçelik'in oğlu Sarı Hüseyin'in kızıyım, Annem 87 yaşında, ölümü ile ilgili bir olayı anlattı.
Ustagillerden Tomah amca daha küçükmüş o zaman, jandarmanın, geldiğini görüyor, koşup İsmail amcamıza haber veriyor, ama jandarma o haber verene kadar, yetişiyor, tabi, ama en azından evden çıkacak ve çatışacağı yere varacak fırsatı oluyor.

Sizin anlattığınız gibi çatışıyor da, çatışma esnasında, herkes de orada tabi, köyde kim varsa.
Köy halkının arasında İsmail'in eşi de bulunuyor. İsmail'in eşi, vuruldum diye bağırırsam, asker başıma toplanır. Benimle uğraşırken İsmail de kaçar diye düşünüyor. Ve "Ahhh vuruldum!" diye bağırıyor. Eşinin vuruldum diye bağırmasını duyan İsmail, sığındığı yerden fırlıyor, tabi ki fırlayınca da kurşunu yiyor.

Annem 87 yaşında. Ustagillerden Hemdullah'ın kızı Aşure Özçelik. Ustagillerin Tomah, annemin amcası olur. İsmail de babamın amcasıdır, Kısacası annemin anlattığı bu, bunları her anlatışında da ağlar.

Her şey için teşekkürler sevgi ve saygılar

Gülsen Özçelik Ugan - 1 Temmuz 2012

-------------------------------------------------------------------------------------------------

HATUN AYDOGAN - hatunay@hotmail.com - Ankara – 04 Nisan 2020
KIRINTI' NIN BAŞLARI TÜRKÜSÜ ve RECEP'İN İSMAİL'İ

Corona günlerinin evde geçen tekdüzeliğindenn sıkıldığım bu günde Karadorukaa' da daha önceki yıllarda da okuduğum, KIRINTI' NIN BAŞLARI türküsünün kahramanı RECEP' İN oğlu İSMAİL'İN yaşam öyküsünü bu gün yeniden, heyecanla, ilgiyle okudum.

İSMAİL' İN yaşam öyküsünü değerli Ali hoca, çok güzel derlemiş, akıcı bir dille yazan, bizlere aktaran Ali Hoca' ya teşekkürü bir borç bilerek, yüreğine, emeğine, kalemine sağlık diyorum. Köyümüzde hep büyüklerimizden, kulaktan dolma hikâyelerle bölük pörçük bildiğim bu yaşanmış kahramanlık öyküsünü yazı dilinde okumak takdire şayan bir emek. KIRINTI' NIN ŞEFELLİ mahallesinden yüreği güzel, mert, gözüpek, her zaman doğruluktan yana olan, haksızlıklara boyun eğmeyen, kendine özgü kişiliği ile bir güzel adam. RECEP' İN İSMAİL' İ. Adına ağıt yakılan İSMAİL' İN TÜRKÜSÜ yüzyıldır dilden dile söylenmekte, anılmakta. Bir kahramandır o. Her yerde, her zaman darda kalan herkesin derdine koşan, çare olan. KIRINTI' YI çerçeveleyen dağlar, içinde bulunduğu coğrafik konum, taşı, toprağı bana her zaman bir şeyler anlatır hissederim. Yüreğimle hep dinlemişimdir, Kan'ın kıranı Kızlarkalesi, Sığınak, Paltuçukur, Petekliğin kıranı, Hıdırellez'in tepesi şahittir pek çok yaşanmışlıklara. Rüzgâr ıslık çalarak yeniden yeniden türkülerini söyler hiç durmadan. İşte bu sarı çiçekli güzel dağlar, bağrında, yöresinde adına türküler, ağıtlar yakılan bir kahramanı, korumuş, kollamış, saklamış. Ne güzel dağlar. İSMAİL' İN TÜRKÜSÜ' nün söylendiği, yankılandığı dağlar.

İSMAİL' İN trajik sonu, hüzünlü hikayesini yeniden okumak; beni de içine çekerek sanki o günlere, o zamanki köye götürdü. İSMAİL Abdallı'dan geçip, Gucikeyn dereye doğru kaçarken, Hamzagilin evinin üstünden, Şehrigilin evinin önünden geçip gitmiş. ( Şehrigilin evinde tamda o anda kim vardı? ) İSMAİL' İN kahramanlık yaşam öyküsünü okurken, gençliğimde bir gazetede okuduğum KOÇERO adlı bir eşkıyanın gerçek yaşam hikayesi geldi aklıma. Kahramanlar nedense benziyorlar birbirlerine. Selam olsun kahramanlara, bu dünyada adından, yaşamlarından iz bırakanlara...
04 NİSAN 2020 Hatun Aydoğan Ankara