Köye Özel Yazı
Genel Konular
Köy Güldürüsü
Boş

Genel Konular


Bu sayfa, GENEL konulardaki düşünceleriniz, yorumlarınız, eleştirileriniz, değerlendirmeleriniz için ayrılmıştır.
Yazılarınızın sitenin kapatılmasına neden olmayacak içerikte olacağına inandığım için kurallar sıralama gereği duymuyorum. Saygılarımla. A.A.

23.Yaşar Günel - Yazma - 30 Ekim 2018
22.Muzaffer Bal - Ayı Dergisi - 15 Mart 2016
21.Cevat Günel - Daldan Dala: Okumak – Danacık – Adam Olmak Vs - 03 Kasım 2013
20.Muzaffer Bal - Akrep Döner Kendini Zehirler - 30 Ekim 2013
19.Muzaffer Bal - Kitap Okumak - 18 Eylül 2013
18.Yılmaz Bakar - Gurbet Turnuvaları Üzerine - 21 Mayıs 2012
17.Muzaffer Bal - Zorunlu Bir Eleştiri - 28 Nisan 2012
16.Muzaffer Bal - Kökünden Koparılan Toplumlar Geleceği Kuramazlar - 18 Nisan 2012
15.Kazım Aydoğan - Bizim Yazarlarımıza - 11 Mart 2012
14.Kazım Aydoğan - Ne İçindeyizdir Ne De Dışında - 10 Mart 2012
13.Muzaffer Bal - Doğa Ve İnsan - 10 Mart 2012
12.Kazım Aydoğan - Ayrımcılık Üzerine - 02 Mart 2012
11.Ersin Öztürk - Bazı Kişiler Vardır Ki... (Kişilik İrdelemesi) - 24 Şubat 2012
10.Muzaffer Bal - Çağdaşlaşma - Kıyafet Ve Beyin İlişkisi - 16 Şubat 2012
09.Yazı - Kazım Aydoğan - Okur-Yazarlık, Okuma Alışkanlığı Ve Maslow'un Gereksinimler Hiyerarşisi-01/02 - 08 Şubat 2012
08.Muzaffer Bal - Ünlü Yeniköylü Ressam Sait Günel - 20 Ocak 2012
07.Esma Korkmaz - Güzel Kar, Çirkin Argo - 09 Aralık 2011
06.Muzaffer Bal - "Sulucakarahöyüklü Hace Bektaş İle Atinalı Timon" Yazısının Eleştirisi - 24 Kasım 2011
05.Ali Aydoğan - Çok Yönlü Becerilerle Donanmanın Önemi - 21 Ekim 2011
04.Esma Korkmaz - Ayrılıklar Olmaz Olsun Esma Korkmaz - 14 Ekim 2011
03.Hatun Aydoğan - Tüm Ortam Ve Koşullarda Dürüst Olmak - 11 Ekim 2011
02.Ersin Öztürk - Eleştiri Nedir? Nasıl Yapılır? - 28 Eylül 2011
01.Ali Aydoğan - Aydın Olmak - Okumak - 17 Eylül 2011


23. YAŞAR GÜNEL – 30 Ekim 2018 - Ankara
Y A Z M A


Yaz, fiiline eklenmiş olan olumsuzluk eki” ma” ile kurulan bu cümle, yazma konusunun zorluğunu açık bir şekilde anlatmaktadır. İşte bu zorluğu yaşam deneyiminden – yazarlık, yayıncılık- bilen Muzaffer ağabeyin yeni kitabım dolayısıyla takdirini ifade eden sözlerine teşekkür ederek “ yazma “ konusunda bir şeyler ifade etmek /yazmak istiyorum. Bunu da yakında çıkacak, geniş kapsamlı bir romanımın yazım süreci üzerinde anlatmak istiyorum. Her şeyden önce yazma, bir süreç ve gönül işi. Bir iç ses; kitaplarla haşır neşir bir sosyal çevre sizi okuyup araştırmaya iter. Bazıları – ben bu kanaatte olanları yaşamımda gördüm- yazma işini kalemi eline alıp bir şey alıp karalama sanır. Amiyane bir benzetmeyle bir nesneyi bocayı küpüne sokup çıkarmak gibi, basit bir sanır ama bu iş, sanatın her dalı için öyle değildir. Picasso,” Bir çocuk gibi sade, duru çizmek için yıllarımı verdim.” der. Yine Picasso bir cafede oturuken onu tanıyan bir kadın” Aaa, Picaso burada, “ der, masasına yanaşıp izin isteyip oturur. Biraz sohbetten sonra kadın, “Sayın Picasso bana bir eskiz çizer misiniz, hatıra olarak saklayayım. ”der. Picasso, garsondan kâğıt kalem ister, bir eskiz çizip kadına veriri. Kadın “ Beş dakikada çizdiniz “ deyince Picasso:” 35 yıl artı beş dakika” der. Önümüzdeki günlerde mizanpaja ( sayfa düzeni) vereceğim “ Köprü Kehaneti “ adlı eserimde – roman- açık kömür ocağı çalıştıran İsmet adlı bir kişin; ailesi, köyü, çevresi, ocağı çevresinde gelişen olayları işledim. Konuya daha iyi vakıf olmak için MTA’ya gidip kömür ocaklarıyla ilgili bilgiler derledim, bu güne kadar hiç duymadığım kavramlarla karşılaştım. Dekupaj: kömür tabakasının üzerindeki toprak örtüsü. Pısoloz: kömür tozu. Perüvü: işçi listesi. Rödovans: maden işletmesini, kantardan çıkacak oran üzerinde pay alacak şekilde bir başkasına devreden sözleşme. Kasur: göçük gibi. İşletmecinin kızı resim ve kemana ilgi duyar, babası, yaşadıkları kasabadaki bir öğretmenle bağ kurup kızına keman ve resim dersi aldırır. İşte burada da resim sanatıyla ilgili bilgiler derledim. Madencinin köyüne Menfez köprü yapılır. Köprü inşaatıyla ilgili bilgiler derledim, sonra da bunları ayrı ayrı bölümler hâlinde yazdım, daha sonra da her bölüm arasında mantık hatası olmayacak şekilde bağ (lar) oluşturdum. Yazı işi bitince en az 7-8 kez, harf hatası, cümle düşüklüğü, mantık hataları olmasın diye okudum. Yaptığım yanlışları tekrar bilgisayar ortamında düzeltip bir daha bir daha okudum, sonra da üç dört çıktı alıp “şunlara bir göz atın hataları varsa altlarını işaretleyin “ diyerek kitap okuyan bazı arkadaşlara verdim, bunları geri aldıktan sonra gözden kaçan hataları tekrar düzelttim. Bunlardan sonra basacak matbaa arayışı devreye girmekte. Matbaa işini halledince, eğer matbaada mizanpaj yapan; kapak düzenleyen biri yoksa bunu da dışarıda yaptırıyorsun. Sonra? Sonra, matbaadan” Bu kitap matbaamızda filan sayıda basılacak yazı alıyorsun, bu yazıyla Kültür Bakanlığı’nın ilgili birimine gidip ISBN (uluslararası yazar takip numarası) alıyorsun, daha sonra da bandrole müracaat ediyorsun. Bandrolleri matbaaya götürüyorsun. Bu arada mizanpajı yapılan metinden bir çıktı daha alıp tekrar okuyor, varsa yanlışları mizanpajı yapan kişiyle düzeltip metni sanat ortamdan matbaaya gönderiyorsun, tabii bu arda yaşam da devam ediyor: alışveriş, yemek, bulaşık, çamaşır, kitap okuma, romana yedirmek içim malzeme toplama. Metni, yaşamından kaynaklanan nedenlerle, kaç defa okursanız okuyun; bulaşık, çamaşır işleri, kütüphane koşuşturması içinde zihin öyle yoruluyor ki,- metni on defa dahi okusanız- bazı hataları göz, adeta kör gibi görmeyebiliyor

Bu romanda madencinin karısının adı Remziye, ben metinde – birkaç yerde- Rezmiye yazmışım ama o kadar okumama rağmen, zihinsel yorgunluk nedeniyle bu hatayı fark edememişim, metni okuyan bir arkadaş uyardı da düzelttim. Her yük sırtında olunca bu gibi hatalar olabilmekte. Dediğim gibi bu iş gönül işi. Peki, diğer yazarlar bu gibi hataları nasıl yapmazlar? Yazar, isim yapmış ya da piyasada ismi öne çıkarılmışsa bu yazarların metinleri birkaç redaktör elinden çıkmakta, hem de uzman Türkçeciler tarafından redakte edilmekte. Bir hata varsa da yazara dönüş yapılıp metin tekrar, ikili, elden geçirilmektedir. Benim yazma işinden maddi beklentim yok, yazmaya başladığımda da bu yönde bir beklentim de yoktu. Son on, on beş yıl âdeta kitap deryası içine daldım, bu bir İÇ SESTİ. Sonra da yazmaya başladım. Takdir- taltif peşinde de değilim. Zamanın akışı içinde kalıcı olan şeylerden biri de yazma. Yazmaya ilk başladığımda – Satı Kadın kitabı- tarihe yönelip hiç işlenmemiş konulara el atmak istedim ama işin pratiğine girince bu işin, niyet etmek kadar kolay olmadığını gördüm; yaşayıp gördüm. Tarih araştırmaları maddi imkân ve çevre işi. Ben, Satı Kadın kitabı için Milli Kütüphane ’ye gidip gelişimde- Türk Tarik Kurumu da sık sık uğradığım yerlerden biriydi- gazeteleri tek tek tararken bazı araştırmacıların elinde son model fotoğraf makineleri olduğunu gördüm, hiç oyalanmıyor, sayfaları çevirip araştırdıkları yerlerle ilgili metin ya da resimleri çekip ev / okullarına götürüp rahat rahat konularına yoğunlaşıyorlardı. Satı Kadın kitabını hazırlarken 1 Mart1935’de beşinci dönemde Meclise giren 17 kadın vekilimizin ailelerine ulaşıp kapsamlı bir kitap hazırlamak istedim ama her biri – aileler- başka illerde oturuyordu ve oralara gidip kalmak, anılar derlemek maddi bir rahatlık gerektiriyordu. Kısacası tarih araştırmalarına yönelmek maddi olanağa bağlı olduğunu anlayınca- yaşımız da biraz ilerlemişti bu tür kokuşturma için- vazgeçtim. Ortaya bir yemek geliyorsa, bu işin mutfak kısmı da vardır, değil mi? İşte, Ali Hoca ve Muzaffer Ağabey, bu işin zorluğunu bilen iki kişi olarak, bu işin mutfağını görmek için lütfedip evime de geldiler. Evimin dağınık olması – her bir kitap bir yerde- onlarda sıkıntı oluşturmadı. Muzaffer Ağabey ve Ali Hoca’ya teşekkür ederken yeni romanımı da Muzaffer Ağabey Ve Ali Hoca’ya ithaf edeceğimi ifade ediyorum, romanın basımı konusunda tarih veremiyorum, finans bulursan kısa sürede basılacak. Basılan kitaplarla bazen fuarlara katılıyorum, buralarda sattığım üç beş kitapla mutfak masraflarını karşılıyorum. Bazen 100- 200 toplu satışlar olunca da oradan gelen parayla de yeni kitabı finanse ediyorum. Bir iki kitabımı da, kitap deryasına dalmış olduğumu bilen bir iki iş adamı karşıladı. Kültür Bakanlığı da; Satı Kadın, Tahta Taşlı Tombala, Sarıkız’ın Not Defteri, Elveda Zuhal kitaplarımda alıp Türkiye genelinde, Bakanlığa bağlı kütüphanelere dağıttı.

Herkese selam saygılar.
Yaşar Günel - ANKARA

-------------------------------------------------

22.Muzaffer Bal – 15 Mart 2016
AYI DERGİSİ

Tesadüfen elime AYI dergisi geçti, çok merak ettim Ayı isminde bir dergi olmasını. İçini biraz karıştırım dedim, iyi ki karıştırmışım. Birçok genç kadın ve erkek yazarların yazılarını gördüm. Bunlardan hadi bir kaçını okuyum dedim, okudukça okudum. Her bir yazı birbirinden güzel yazılar. Kendi veya arkadaşlarının veya ailelerinin yaşamlarını öyküleştirmişler. Daha fazla karıştırdığımda sınamadan, müziğe, röportaj ve her şeyi yazmışlar.

Tespit ettiğim ortak özelikleri: çok özgürce yazmaları, kendilerine hiçbir sansür koymamışlar. Düşündükleri gibi, aklına geldikleri gibi yazmışlar. Belki de amatörce işe koyuldukları için, ama yazılar tam bir profesyonel. Huyumdur dergileri okurken künyelerine bakmadan okurum, belki böyle yapmama neden tesir altında kalırım korkusu. İkinci ve üçüncü sayıları elime geçti onları taradım. Biraz yazar arkadaşları kıskandım dersem yalan olmaz. Çünkü çok iyi düşünülmüş, çok iyi konular seçilmiş. Keşke bende 20- 25 yaşlarında olsaydım, hiç düşünmeden bu harika ekibe katılırdım. Yaşım geçti, onlara yetişmem çok zor. Her ne ise, böyle bir derginin yaşlı okuyucusu olmak bile bana keyif veriyor.
Sadece bu arkadaşlardan özür dileyerek, çok küçük bir eleştiride bulunmak isterim.

Derginin sayfalarının zemin fonu yazıların okunmasını biraz zorlaştırıyor. Ama nereden bilsinler bir dede okuyucuları olacağını.
Ayıyı okurken bir tanıdık isme rastladım, onun yazısını iki kere okudum. Çok çok beğendim belki de şovenist damarım kabardı. Kendi ailesinin öyküsünü yazıyordu. Bazen bu damarım bizimkilerin başarısını görünce kabarıyor ne yapım bu da benim zaafım. Yazının sahibi Dilara Özçelik’ti bu da benim kuzenimin ve arkadaşımın kızı idi.

Dedim tam zamanı şu derginin künyesine bakmak. Künyesinde imtiyaz sahibi Dilara Özçelik. Dilara Özçelik: Kayacıktan, Şengül ve Seyfi Özçelik’in kızı.
Öncelikle Dilara’yı kutluyorum ve tabi anasını, babasını kızlarına verdikleri destekten dolayı.
Ayıyı çıkaran ve yazan tüm genç arkadaşları selamlıyor, dergilerinin uzun ömürlü olmasını diliyorum.

Yine kötü huylarımdan biride kendi toplumuzdan sanat, edebiyat, kültürle uğraşanlar yazmadan edemem.
muzaffer bal - Altınoluk


-----------------------------------------------

21.Cevat Günel – 03 Kasım 2013
DALDAN DALA: OKUMAK – DANACIK – ADAM OLMAK VS
(Muzaffer Bal’ın 18 Eylül tarihli Kitap Okumak yazısı üzerine yazılmıştır.)

Biz kimiz? Ben üstünlüğü hakim olmazsa benden bir şey olur, Danacıkta olsam.
Belki de yarım yamalak biliyorum tam olarak aktaramayacağım, ama okuma ve yazmanın özünü yansıtmaya yeter gibi bence. Nereden öğrendiğimi bilmiyorum (unuttum). Deniyor ki bir çocuk babadan dededen ve diğer büyüklerinden Hikaye, Masal dinlemezse roman yazamaz. Yazarsa da başkasının kitabını kopya çeker, yaratıcı olamaz deniyor.
*
Ben okumaya çalışıyorum. Kitaplarım 2., 3. El kitaplarıdır. 1980’li bir kitabımdan konu aktaracağım, adı Milyonlar Kalkacak Ayağa. Heyecanla açtım ne göreyim; bir şiir kitabı; benim vaktiyle yazıp, yırtıp attığım şiirlere benziyor yani tarzımız aynı. Ama bunu genelde beğendim. Dizelerde alın teri, emek, birlik, yasaklar, barış, renkler ve panzer var. Şiirlerini aşk şiiri gibi işlemiş; ama ben Milyonları arıyorum. Sayfaları karıştırırken aradığımı buldum: Bana biraz palavra gibi gelmişti, çünkü rakam çok yüksekti.

Şair diyor ki: “Sizlere sesleniyorum yoksullar / Başları değiştirin / Tezi yok bu günden / Hep birlikte yürüyelim / Ne siz arkada / Ne de ben. / İster kar altında, isterse yağmur. / 70 Milyon olacağız / Kalkacak milyonlar ayağa / Haykıracaklar özgürlüklerini... şeklinde devam ediyor, aklımda kalan bölümlerini yazdım.Palavra gibi gelen şiir bu sene mayıs - haziran gençliğinin Özgürlük haykırışı tuttu. Ancak içinde biz yaştakiler yokuz. Olanlarımız da milyon değil, ama inkar etmiyorum, yüzler olduğumuzu söyleyebilirim.
*
Tecrübeli olan bizler, gençliği yeterince desteklemedik. Destek verseydik gençler okyanusun piranalarına yem olmayacaktı. Biz yaşlardaki katılan yüzleri tebrik ediyorum, aşağıdaki eleştirilerim onlara değil.
-Benim yaşımdaki balık hafızalılar kahvelerde adını bilmediğim oyunlardan oynuyorlar, bir köşede tv çocuklarını gezi eylemlerinde sulanırken, gazlanırken, yerlerde sürüklenirken gösteriyor. Oralı değiller, balık hafızalılar her hâlde sırayı bekliyor.
-Kentin daha gelişmiş bölgelerde her biri bir masalarda soluk gözlü, bön bön bakışlarıyla birahanelerde birası önünde. Bu mu okuyacak devrim şarkıları yazan kitabı? Kitabı, gazetesi koltuğunun altında bekler gezinin bitmesini.
-İçmekse içerim ben âlâsını .
-Karışık yaş gurupları, var ki duvar diplerinde, köşe başlarında, yandan yandan eylem savaşını seyrediyorlar, Kimin destan yazacağına bakıyorlar ki her şey son bulduktan sonra destan yazan saflarda yer alsınlar ve en önde poz verip fotoğrafta görüntülensinler.
-Ağzına bal çalınıp yalanan veya yalananlar da var, onlar da geminin prangalanmış tayfalarıdırlar. Bilmezler ama her safta poz verirler yine en önde.
-Ne yazık ki bizim zannettikleri gemide birer kürekçi olduklarını bilmezler, özgürlük çığlıkları atan onurlu topluluklara enayiler zavallılar diyebilen şahsiyetsizler de vardır.
*
Bana nasıl tablo yapılır, nasıl portre yapılır diye sorulsaydı bildiklerimi rahatça yazardım, benim işim bu derdim.
Ama Dünya’nın düz mü yuvarlak mı (küre mi) olduğu sorulduğunda nasıl yanıtlamalıyım? Buna en güzel cevabı eşim Hatice’nin anneden dedesi Salih Selvi vermiş, seferiberlik dönemini kasıt ederek şöyle demişti:
“Siz Düynenin düz zamanında yaşıysız. Biz hep dırmandıh dırmandıh bu güne eyle geldik.”
Biz ona göre düz zamandayız elbette, ancak bizim vurdum duymazlarımız bilmelidir ki onların düzlüğü yuvarlak olmaya başladı.
*
Muhalif olanlar birbirini didiklemeyi bırakıp gerçek hedeflerini bilmelidirler. Bırakalım didişmeyi. Bu didişenler biraz da zaten kitap okumasını bilenlerdir, sözüm ona akıllı geçinen entel takınanlardır. Kitap okumasını tarif ettiklerin, okumayı bilen bir kısım, adam sen de bana ne, ben mi düzelteceğim, enayi miyim diyenlerdir. Geri kalan bir kısım ise çalıp çırpıp, hortumlayanların etrafında ki kapı kulu, dilim varmıyor kapı iti demeye, maalesef bu kasap kedisi gibi lümpenlerdir, bizde var mı bilmiyorum.
Diğer bir gurup ta nereden buldu ise birkaç kuruş bulmuş şımarık yaşayan haylazlarımız, bunlardan bizde çokça var biliyorum, Bunlarda ana, baba sömürücüleri ama enayi olmayan katagoride yer alanlardandır.
Geriye sosyalleşmiş bir gurup kalıyor. Benim en güvendiğim bu gurup değer bulamamış satılmaya. Satın alan da olmamış, bir kıvılcım bekliyor birleşmeye, kenetlenmeye ki hazır olsun yeniliğe. Hazır olsun aydınlık meşalesini tutmaya, aklı ve inancı ile yürüsün üstüne, üstüne korusun onurunu alsın özgürlüğünü. İşte o kıvılcımda, satılmamış aydınlardan olmalı. Okutulacaksa bunlar ve ben gibiler okutulmalı, boşa kürek çekme.
*
Daha kimler var, onlara ilgilerinden dolayı teşekkür ediyorum, unutmamışlar memleketimizi, köylerimizi.
Katkı veriyorlar doğamızın korunmasına, örneğin altın arama, siyanürün doğayı zehirlemesine ve börtü böceğin yok olasına doğru ve benzeri olaylara karşı tepkilerini okuyorum.
-Çok doğru yapıyorlar eleştirel yönden bir diyeceğim yok. Hatta teşekkür ediyorum katkı verdikleri için.
-Gezi parkı, Gezi olaylarına karşı desteklerini de kutluyorum.
-Ben de arkadaşlarımızın haklı tepkileri hususundaki konuları, bir doğa fotoğrafçısı olarak ele almak istedim. Hatta yazılarımı hazırladım ancak kabul edersiniz ki yayınladığımız veya yayınlayacağımız “karadorukaa” sitesi yurt içinde bulunmaktadır. Herhangi bir kontrol sonucunda site ve sahibi arkadaşımız Ali AYDOĞAN hedef alınabilir. Site kapatılabilir. Bunca emek boşa gidebilir. Site güvenliğinde, yazı sorumluluğu yazarına aittir diye bir ibare veya güvencede yoktur. Yazıların sorumluluğu yazara ait olsa bile yazarlar yut dışında yaşıyorlarsa kendileri güvende, özgürler demektir, ama sitenin özgürlüğü ve güvenliği yoktur. Daha dikkatli yazılar yazarak el birliği ile siteyi korumamız gerektiğini düşünüyorum. Bana darılmasın bedeni güvende özgür olanlar,
*
Bizim danacıklarımızı kısaca tarif edeyim:
Halkımız tarafından seviliyorlar ki daima onlardan söz edilir, ancak yakın tanıdıklarının arkasından gitmek veya yanında yürümek istemezler, çünkü her türlü güç yapısını bilirler. Örneğin sanatçıysa atölyesi zayıf alet edavat yok derler. İşi nasıl yapacak? Yazar ise daha dün kendilerine ben akıl veriyordum. Ne bilip ne yazacak derler?
Mütahitsen makine parkın yok derler. Makinaları nereden bulacak derler. Askersen kendi çocuğudur selam vermezler. Daha dünkü çocuk derler. Saymak istemiyorum daha çok örnekler sıralaya biliriz bunlara.

-Böylesi var olan insanlara kendi içimizde danacık, (aslında dana bile olamaz) derler ama ihtiyaç duyduğunda ondan bilgi, görüş almaya giderler, ilk yardımı onlardan alırlar,
-Bir örnek vermek gerekirse, şahıs hastalandığında iğnesini yaptırmaya, yaralandığınde yarayı sardırmaya hemen x kişi askerde sıhıye idi hem de kaç yıl önce asker olduğunu bilmesine rağmen, onu çağırın derler.
-Kırk işçi, bir başçı felsefesi ile yetişmesine rağmen karşı topluluktan yana olmanın da bilincindeler.
Halkımızın dedikleri Danacık, bir şey yapmayı bilip hizmette var olanlardır. Hizmette olmayanları bir hiç bile saymazlar.
Şimdi bana güleceksiniz ama yinede yazacağım. Kırıntı’da, Kayacık’ta bu hizmeti kimler yapıyor bilmediğimden onları yazamıyorum. Ankara’da Yeniköy’de bana yani Cevat Günel’e cenaze hizmetini gör, Kuranını oku demiyorlar. Yeniköy’de Garabeyin Hakkı’sını, Aslanbey’in Dursun’unu Memmet dayıların Kazım’ını (tekeyi) çağırıyorlar kuranı okusunlar diye, burada bana önem bile vermezler, tam not onlarındır.

Buradan anlıyorum ki elinden iş gelenlere Danacık deseler de sözde diyorlar, özde değil. Bunları danacık olmaktan çıkarınız, bir gün mutlak işe yararlar. Öz de danacık olanlar şimdi kendini belirlesin diyorum? Kitap okumayı danacık gibi olanlara önerebilirsin. Benim onlardan tek arzum bazılarından ricam asla bencil ve kibirli olmamalarıdır. Burjuva safına, tarafına geçmemişlere sesleniyorum: Burjuva ve küçük burjuva özentisine kapılmayın, kendinizi aynalardan ve uzaklardan seyir etseniz kendinizden utanırsınız. Birilerinin kötü taklit ini yaptığınızı hemen anlarsınız. Taklit yaşamak,başkasının değirmenine su taşımaktır veya gemisinde prangalı kürekçi demektir,onun gemisini yüzdürmeye yararsınız.
*
Geciksek de, gün uyanma günü, gün aydınlanma günü, gün mücadele günü, gün emeğinin hakkını alma günü, gün yitirilmiş ama kayıp olmamış onur mücadelesi günü, gün gezi ruhunun günü. Birleştirelim elleri gün dünü ve bugünü kavuşturma günü. Gün gezide kayıp ettiklerimizi anma günü.

Selam saygı adam gibi adam olanlarınıza. Taklit yaşayanlar, balık hafızalıktan kurtulun çocuklarınıza yaşanır ortam bırakın.

Cevat GÜNEL - 0533 749 80 59 - ANKARA



-----------------------------------------------

20.Muzaffer Bal – 30 Ekim 2013
AKREP DÖNER KENDİNİ ZEHİRLER

Her canlı yaşamanı sürdürmek için kendi türevi ile tatlı bir yarış içindedir. Bu anlayış bir anlamıyla var olma, yok olma yarışıdır. Örneğin: sık dikilen ağaçlar, güneşten yeterli derecede yaralanmak için gökyüzüne doğru yarışır. Birbirinin güneşini kesmeyecek şekilde ekilenler ise, genişler ve gövdesini büyütür. Bunu çam ormanlarında çok net olarak görürüz. Tabiatın bir parçası olan insanda, ayakta kalabilmek ve de yaşamını sürdürebilmek için kendi aralarında açık veya gizli bir yarış vardır.

Bu yarış çok doğaldır. Bu yarışta bazıları daha çok adımlarını açarak öne geçebilir, bu da doğal. İşte bu yarışta eğer hırs öne çıkarsa, bu hırs giderek yarıştığı diğer insanlara zarar verme noktasına ulaştığı an, işte o zaman, yaşam için bir yarış değil, başkalarını ezmeye, yok etmeye dönüşen hırs haline gelir. Bu ister ekonomik, ister bilgi olsun her ikisi de hırsla elde edilmeye başladığında, diğerlerini ezmeye veya yok etmeye başlar.

Hırslar başkalarına sadece zarar vermez, hırs giderek desinlere dönüşür, işte bu noktadan sonra, desinler giderek kendisine çocuklarına, zarar vermeye başlar. Örneğin: evini döşerken, bir başkasının evinin döşemesine bakarak, o evden daha iyi döşemek için, elindeki avucundakini gider yeni eşyaya yatırır. Evindeki eşyayı da çöpe atar. Şunu düşünmez. Benim eşyam, beni idare eder, onunla idare edeyim, elimdeki avucumdakini de başka ihtiyacıma harcayayım. Daha büyüğü ise, daha büyük harcamalarda ortaya çıkmakta. Örneğin ev yapımında otaya çıkmakta. Filancı şöyle şatafatlı, böyle şatafatlı ev yapmış ben ondan aşağımı kalacağım diyerek, çocuğunun riskini o eve harcar. Bu anlayış, akrebin kendi kendisini zehirlemesidir.

Desinler hastalığı sadece kişinin ekonomik durumuna zarar vermez, ruhsal durumunu da hastalandırır.

Desinler hastalığı, geri toplumların bir hastalığıdır. Gelişmiş toplumlarda bu hastalık, sadece istisna olarak görülür. Gelişmiş toplumlar, kendi hesaplarını yapar ve ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa onu yapar.

Muzaffer bal - Altınoluk - 27.10.213

-----------------------------------------------

19.Muzaffer Bal – 18 Eylül 2013
KİTAP OKUMAK

Kitap okumak, sadece bir alışkanlık olarak görülürse o okuma sıradan bir iş yapma hâline gelir. Bazıları kuran hatip eder gibi kitapları hatim eder. Hangi kitabın hangi sayfasında ne var anında bilgisayar gibi okumaya başlar. Bu ezberleme yöntemi insanı düşündürmez, yormaz, bunun yanında doğal olarak geliştirmez. Dini okumakta da aynı yöntem uygulanır. Din sadece ezberlenir ve uygulanır, din kesinlikle sorgulanmaz. Resmi tarih ve yazılarda aynı din gibi tapulaştırılır, sorgulanmaz, şüphe duyulmaz. Eğer sorgulanır, şüphe duyulursa bütün inancımız yok olur, yok olan inancımızla biz de yok oluruz.

Resmi görüş, çocukluktan itibaren, din gibi aşılanır. Verilen tek yönlü bilgi sorgusuz, sorusuz kabul ettirilir. Aşılayıcı güç her zaman haklıdır, bir şey yaptıysa haklı bir sebebi vardır.

Okurken, düşünürken önce ön yargılarımızdan arınmamız gerek. Kızılbaşlığın en büyük özelliği, her şeyi sorgulamasıdır. Şöyle baktığımızda Kızılbaş ozanları Tanrıyı dahi sorgulamışlardır. Bunun anlamı körü körüne inanmamaktır.

Sadece resmi görüş mü? Hayır, ne okur ve duyarsak mutlaka “Niçin? Neden? Nasıl?” sorularını sormamız gerekir. Bu sorular bizi ön yargılarımızdan arındıracaktır.

Ön yargı her zaman düşünmeyi engeller, bir kere düşünme yapımızı kayıp edip ezberlemeye başlarsak çok şey bildiğimizi zanneder, birçok konuda alıntı sözler söyleyebiliriz. Bu öyle hâle gelir ki, konuyla ilgisi olsun olmasın alıntımızı yapar kendimizin haklılığını hemen kabul edilmesini isteriz. Bu bizi dogma dediğimiz bakış açısına sürükler, her okuduğumuza boyun eğmemize neden olur.
Bu sorgusuz, sualsiz okumaya binlerce örnek vermek mümkün, yer kaplamaması için gerek görmüyorum.

Yine de farklı bir yerden örnek vermek isterim: Dedelerimiz, babalarımız inşaat ustasıdırlar, gurbette çalışırlar, gurbetten köye gelince, gurbet anılarını anlatırlar. İlk söze başladıkları konuşmalar genelde şu biçimdedir:
“Bizim inşaatta bir mühendis vardı, yahu herif okumuş ama hiçbir şey bilmiyor. Adam ne derse biz tersini yapıyoruz. Yahu sen kitap okumuşsun ama ben dedemden babamdan beri ustayım dedim ve ben bildiğimi yaptım.”

İşte ben bildiğimi yaptım sözü o ustaların hiçbir şey öğrenmediğinin göstergesidir. Bu tamamen ön yargının etkisinden kurtulamamaktır. Okumakta aynı, eğer ön yargıdan kurtulamasak, neden, niçin nasıl gibi soruları sormasak okumak için okuruz ki bu okuma çok işe yaradığını sanmıyorum.

Muzaffer Bal - Altınoluk. 17.9.2013

-0-

Beynine, belleğine, aklına sağlık Muzaffer Bey.

Ne yazık ki teslim bayrağını çektiğimiz eğitim sistemi ezberciydi, şimdi daha da ezberci. Bunun sonucu olarak okumak da ezberci oluyor vurguladığınız gibi.
Ezbere okumak, kör kabullenişi doğurur; bilinçle kavrayarak okumak, kavrananın uygulamasını sağlar.

Ezber uygulamalar da öyledir.
Anımsarsınız; Birleşmiş Milletlerin kültür kuruluşu olan UNESCO, 1991 yılını tüm dünyada “Yunus Emre Sevgi Yılı” olarak kutlamıştı. Okullarımızda koridorlar Yunus Emre fotoğraflarıyla, şiirleriyle süslenmişti.(!) Öğrenciler onun şiirlerini seslendirmiş, TV’larda Yunus Emre’nin sevgiyle yoğrulmuş düşünceleri örnek olarak gösterilmişti. Ne yazık ki bunca etkinlikten sonra gözlemlediğim sonuç şuydu:

Yine sevgisizlik.
Yine kedinin kuyruğuna teneke bağlamak.
Yine sevgilisiyle buluştu diye genç kızları katletmek.
Yine din, dil, ırk, ideoloji yönünden benden değilsin diye birbirlerini boğazlamak.
Yine yerdeki masum bir bokböceğini ayağıyla ezmenin keyfini yaşamak.
Yine komşusunun açığını yakalayıp dedikodusunu yapmak.
Yine çatık kaşı tercih etmek.
Yine vahşet filmleriyle iç dünyamızı karartmak.
Yine...
Yine...
Yine...
Hani sevgiyi öğrenmiştik, öğretmiştik, sevgiyi işlemiştik? Hepsi boşmuş. Çünkü özde öğrenmemişiz, kavramamışız.

Evet, hiçbir şey bilmesek de her şeyi biliriz. Arabadan anlamasak da alıcıya uzun uzun tavsiyelerde bulunmayı severiz. Bilgisayardan anlamasak da “Amaaan seni kazıklamışlar, bu kadar para verilir miydi buna?” diyecek kadar bilgili geçiniriz. Yüzde birlik bilgi kırıntısını yüzde bin oranında göstermeye bayılırız. Bu da ezberciliğimizin bir sonucu değil midir?

Muzaffer Bey,
Okuduğunu kavrayan insan, kavradıklarını yaşamında uygular; aksi ezberdir, boştur.
Okuduğunu kavrayan, okumanın gerekliliğine inanan insan okutmanın, ama bilinçli okutmanın gereğine inanır ve bu konuda çaba harcar; bilinçli okuyucu sayısının artmasında doğal bir görev üstlenir ve elinden geleni yapar. Gönderdiğiniz yazıyla tıpkı sizin yaptığınız gibi.

Çok teşekkürler, saygılar.
A.A. - Ankara - 18 Eylül 2013

----------------------------------------------------------------------------------------------



18.Yılmaz Bakar - 21 Mayıs 2012
GURBET TURNUVALARI ÜZERİNE

Bu güne kadar gurbet üstüne çok şeyler yazıldı çizildi. Fakat yurt dışında yaşayan biz gurbetçiler için en anlamlı olanı gurbet turnuvaları idi.

Almanya'nın çeşitli şehirlerinde yaşayan Kırıntılı, Yeniköylü ve Kayacıklı gurbetçilerin dayanışmasını, gençlerimizin kaynaşmasını sağlamak amacıyla, her yıl Almanya'nın bir şehrinde organize edilen gurbetteki futbol turnuvaları, yirmi yıldır dayanışmanın en güzel örneğini teşkil ediyordu.

Yirmi yıl önce ilk turnuvaya katılan ve henüz bıyıkları yeni terlemeye başlayan gençlerimiz, şimdi kırkına merdiven dayamış, saçlarına aklar düşmüş insanlarımızda çok güzel anılar ve hatıralar bırakmıştır.

Ekonomik nedenlerden dolayı, yurt dışına gelen ve ülkemizden binlerce kilometre uzaklarda yaşamak zorunda olduğumuz, havasına ve suyuna bir türlü alışamadığımız bu gurbet ellerde en büyük tesellimiz, köy derneklerimizin düzenlediği köy geceleri, düğünlerimiz yanında, bizce en önemlisi olan senede bir kez de yapılsa, bu gurbetteki futbol turnuvaları bizim için büyük bir neşe ve moral kaynağı oluyordu.

Yıllardır gurbette birbirlerini göremeyenler, bu turnuvalarda buluşunca insanlarımız ne kadar neşelenip mutlu oluyorlardı. Hele ki, İstanbul-Hisarüstü'nde yaşayan gençlerimizin futbol takımıyla gurbetteki arkadaşlarına destek vermek amacıyla, son üç yıldır turnuvalara büyük bir özveri ile katılmaları, biz gurbetçilere ve burada doğup büyüyen gurbetçi gençlere büyük moral vermekteydi. Bu güzel dayanışma örneğini gösteren Hisarüstü gençlerimize, bir gurbetçi olarak hepsine ayrı ayrı sevgilerimi gönderiyorum.

Gurbette iki gün süren turnuvalar, Türkiye'deki köy şenliklerini hiç de aratmıyordu. Hele ki, turnuva için yapılan eğlence geceleri bir başka güzel oluyordu. Davul, zurna eşliğinde pisti dolduran gençlerimiz, kızlarımız gurbette bir araya gelmenin coşkusunu, mutluluğunu bol bol halay çekerek çıkarmaya çalışırken, biz yaşlılar da bir yandan halay çeken gençlerimizi izlerken, bir yandan da sevdiklerimizle bol bol sohbetler ederek hasretlerimizi gidermeye çalışıyorduk.

Yılmaz Bakar - Almanya

-------------------------------------------------------------------

17. Yazı - Muzaffer Bal - 28 Nisan 2012
ZORUNLU BİR ELEŞTİRİ

Zamanı geldi diye düşünüyorum, mütevazı olmayı artık doğru olmadığını düşünerek bu geniş eleştiriyi yazmak görevim oldu. Beni takip edenler bilirler, ben toplumuzda sanat, edebiyatla uğraşanları takdir etmekle kalmayıp onları elimden geldiği kadar tanıtmaya çalıştım. Bu onların tanınmadığı için değil, onların toplumuza örnek olması içindi. Yani gelecek kuşağı teşvik etmek içindi.

Hem ben hem de Kararadorukaa sitesi elinden geleni yaptı. En azından benim bu övgü yazılarıma sayfalarını açtı. Benim ve Karadorukaa sitesinin (kapıdan kalkan danacık) sözünü çürütmeye çalıştı. Bir şeyi gördüm kapıdan bu danacıklar gerçekten kendilerini tanımıyorlar. Kendilerini dev aynasında görüyorlar. Yani, kapıdan kalkan danacık deyiminin tam tersi, onlar kalktığı kapıyı danacık olarak görüyorlar.

Şu unutulmamalı, kapıdan kalkan danacık deyimi nasılsa, şu deyimi unutmamalı 'Kendisini dev aynasında görenler, dev değil cücelerdir.' Peki neden bu kadar sertim, söyleyelim; tüm sanatın farklı bölümleri ile uğraşıp ve benim bildiğim kişileri ya yazdı ya da taktir ettim. Ama bu dostlardan en ufak bir teşekkür bile görmedik. Görmedik derken sadece ben değil, benim bu yazılarıma yer veren karadorukka sitesi adına da söylüyorum. Hemen şunu belirtmek isterim hem benim, hem de karadorukaa sitesinin sizlerin ismine ihtiyacımız yok. Tabi ki sizlerin bizim övgülerimize ihtiyacınız yok, ama unutmayın, içinden çıktığınız toplumum ve bizim sizleri o topluma örnek olarak anlatarak, bu toplumu teşvik etmek diye bir görevimiz ve sizin göreviniz var. Bu görevi yerine getirmek, sizleri küçültmez tam tersine yücelterek, gelecek kuşağa önder olursunuz.

Tam da bu noktada siz sanatın ve de edebiyatın çeşitli dallarında eserler verenler olarak, içinden çıktığınız topluma üsten bakmaya çalışıyorsunuz.
Nasıl kapıdan kalkan danacık sözü, toplumun içinden çıkanları küçümsemekse, o kapıdan kalkan tosunlar, kendilerini dev aynasında görmeleri kadar yanlıştır.

"Biz, toplumuzun gelişmesini hep beraber üstlenmek durumundayız. Toplumları küçümseyenler, unutmayalım kendileri çok büyük olabilir; ama toplumlara hiçbir faydası olmaz."

Belki çok sert bir eleştiri yaptım, önce şunu belirtmek isterim bana göre haklı bir eleştiri. Eğer eleştirilerimde haksızsam tartışalım.

Muzaffer Bal - Altınoluk



--------------------------
Merhaba Muzaffer Bey,
Bilirsiniz, söyleşiler aydınlanma etkinlikleridir. Şu ana kadar pek çok söyleşiye katıldım. Gördüm ki söyleşilere katılanların çoğunluğunun aydın kişiliği, sadece söyleşi salonlarıyla sınırlı kalmaktadır. Bu aydınlar (!) içinde yaşadığı özel topluma (aileye-mahalleye) döndüklerinde tamamen 'edilgen / bana neci / bizim halkımızdan bir şey olmazcı / boş verseneci' bir kimliğe bürünmektedirler. Halkıyla iç içe yaşamasına, yaşam mutluluğunun kaynağını halkından almasına karşın halkına tepeden bakarlar; birikimlerini halkla paylaşmazlar, halkının kent/köy sorunlarıyla ilgilenmezler, problem çözümünde kafa yormazlar; kendinden olan değerleri görmezden gelirler; mini bir övgü, basit bir teşekkürü yapmayı, beğeni sunmayı akıl etmezler; sözün özü, halkına bir soluk kadar yakın olmalarına karşın, aslında yıldızlar kadar uzaktırlar.
Bu nasıl aydın olmaktır?
(Bu açıklamam, tüm aydınları kapsamamaktadır. Aydınlatma yolunda aydın olma özelliğini koruyan aydınlarımıza sevgiler...)
Ali Aydoğan - Ankara



--------------------------------------------------------------------------------------

16. Yazı - Muzaffer Bal - 18 Nisan 2012 -
KÖKÜNDEN KOPARILAN TOPLUMLAR GELECEĞİ KURAMAZLAR

Bilemiyorum ne kadar hakkım var, belki köyle günlük olaylarla ilgili eleştiri yapma hakım olmayabilir. Çünkü köyle bağlarım oldukça zayıf ve hiçbir katkım da yok, bunu biliyor ve bu tür eleştiri yapacakların önünü kesmeye çalışıyorum.

Ben tarihi bir olayda eleştiri yapma hakkına sahip olduğuma inanıyorum. Karadorukaa sitesinde, Kırıntı Köyü'nün bu seneki etkinliklerinin duyurusunu okuyunca birkaç hafta bekledim, acaba bir yanlışlık mı var, eğer varsa düzeltilir diye ama ne yazık ki düzeltilmedi. Karadorukaa sitesinde duyurulan tek şenlik Doruktepe şenliği yani yayla şenliği.

Hemen hafızamı yokladım, bizim bir yayla şenliğimiz yoktu. Ben tam 64 yaşındayım; görmedim, dedem 100 yaşında öldü, ondan da duymadım. Peki, o zaman yoksa olmaz mı? Tabi olur, olur da bir tarihi yok edecek bir şenlik olmaz.

Doruktepe şenlikleri yayla şenlikleri olarak başladığı tarihte bir endişem oluştu. Bu endişemi birkaç arkadaşla da paylaştım. Bu arkadaşlardan bazıları beni yeniliklere açık olmamakla eleştirdi.

Peki, bu endişem neydi? Hemen belirteyim, yukarda belirttiğim gibi köyümüzün tarihinde yayla şenlikleri yok. Kim, nereden ne gerekçe ile çıkardı bilemiyorum. Bu çok da önemli değil, dün yoktu, bu gün olabilir. Benim derdim bu değil, benim derdim bu toplumun tarihsel olarak tüm Kızılbaşların kendi bölgelerinde kurbanlarla Dağ Tanrı inancını kutlarlar. Bizim köyde, aynı inancı Burgababa Törenleri ile kurbanlarını keserek, dolularını içerek kutlarlardı. Bu törenler, hem bir inancın yerine getirilmesi, hem de şenlik olarak düşünülmesi gerekir. İşte bu sene korktuğum oldu Burğababa şenlikleri kalktı, yerine Doruktepe yayla şenlikleri geldi. İşte benim isyanım buna. Hiçbir kimse, yüzyıllardır yapılan bir inanç törenini yok etmemeli ve yok edemez.

Bu basit bir şenlik değil, bu bir toplumun yüzyıllardır uyguladığı ve bu törene gurbetten, yaptığı duvarını yarım bırakıp, bir günlüğüne köyüne gelenlerin tarihi inanç töreni. Bu tarih inanç töreni sadece Kırıntı Köylüleri'nin inanç tarihi değil, bu inanç tarihi tüm Kızılbaşların inanç tarihi.
Bir toplumu yok etmek, onu köklerinden koparmakla olur. Köklerinden koparılan bir toplum yok olmaya mahkûmdur. Yaşayanlar, o toplum değildir, o toplum bambaşka bir toplumdur.

Köklerinden koparılan toplum, geleceği kuramaz.

Muzaffer Bal - Altınoluk

---------------------------------------------
Merhaba Muzaffer Bey,

Doruktepe şenliklerine bir itirazınızın olmadığını, olamayacağını belirtiyor, 'Dün yoktu, bugün olabilir' diyorsunuz. Aşığın Paarı'ndaki geleneksel törenlerin (Burgababa törenlerinin) de öne çıkarılması gerektiğini vurguluyor, gerekçelerinizi sıralıyorsunuz. Kaygınızı anlamak gerekir.

Doruktepe Şenlik alanı, insanda duygu yoğunluğu yaratmayacak özelliklerde engebeli, kuru, itici, duygusuz bir yer. Bunu katılımcıların çoğunluğu da kabul ediyor sanırım.

Doruktepe şenlik alanı, kuranların söylediklerine göre dağlarımızda maden aranmalarına karşı bir kalkan olarak kurulmuştu; elbette buna da saygı duymak, hatta iyi niyete minnettar olmak gerekir.

Ancak şu hatayı yapmamalı: Doruktepe şenliklerini ön plana çıkarıp; Burgababa (Aşığın Paarı) Şenliklerini, sizin ifadenizle 'törenlerini' görmezden gelmemeli. Burgababa şenlik alanı, insanların anılarını açığa çıkarıyor ve o gün duyulan mutluluğun katlanarak artmasını sağlıyor. Bu nedenle Burgababa şenliklerine de gereken önem verilerek yapılış tarihi önceden saptanmalı, cep telefonları duyurularında ona da yer verilmelidir. Köye tatile gelecek halkımız her iki şenlik tarihini bilirse zamanını ona göre ayarlar. Ki, Dernek ve Köy yöneticilerinin bunları önemsediğini biliyorum. Çok yakında Burgababa şenliğiyle ilgili tarih de belirlenecektir sanırım.

(Hisarüstü'ndaki Kırıntı Köyü Dernek Başkanı İbrahim Gündoğan'ın az önce verdiği bilgiye göre Burgababa şenliginin tarihi
Almanya'daki derneğimiz yöneticileriyle yapılacak görüşmelerle belirlenecek ve duyurusu yapılacakmış.)

Hoşçakalın.
A.A.

(Not: Burgababa ile ilgili geniş bilgiyi 'karadorukaa' sitesi, yeteneklerimiz sayfasında Muzaffer Bal'ın sayfasından okuyabilirsiniz. - A.A.)


--------------------------------------------------------------------------------------

15. Yazı - Kazım Aydoğan - 11 Mart 2012
BİZİM YAZARLARIMIZA

Bizim yazarlarımıza seslenmek, onlarla söyleşmek istiyorum.
Evet köyümüzün etnografik, antropolojik, sosyolojik ve hatta psikolojik ve de edebi belleğini, arşivini oluşturmaya katkı veriyorsunuz. Birbirinden güzel konular seçiyor, düşünceler, yazılar üretiyorsunuz. Okurları hem bilgilendiriyor hem de özlemlerini gideriyorsunuz. Geçmişimizin, günümüzün yaşam biçimini anılarınızla gelecek kuşaklara aktarmak üzere gerçekten önemli bir görev yapıyorsunuz. Bu önemi yadsınamaz bir görevdir. Bunun için teşekkür borçluyuz.

Son günlerde bir, iki anı öyküde dikkatimi bir nokta çekmeye başladı: Yazılarda kişisel husumet, argo, kin, nefret söylemlerinin yer aldığını gördüm.

Hakkında yazı yazılan, sataşılan kişilere (o kişi ölmüşse yakınlarına) söz ve savunma hakkı doğmaktadır. Ayrıca etik de değildir. Burada kişilerin topluma mal olmuş lakaplarından bahsetmiyorum. Bu lakaplar yerinde kullanıldığı, incitici ve aşağılayıcı olmadığı sürece, yazıları zenginleştirmekte, güzelleştirmektedir elbette ki.

Argo; dünya dillerinin zenginliklerindendir. Hemen hemen her dil kendi argo sözcüklerini hatta sözlüğünü de üretmiştir. Bizim köyümüz de argolarında diğer köylerden ya da yörelerden pek aşağı kalmamıştır.
Kaldı ki bizim köyümüzün içinde bulunduğu iklim ve topografik şartları, kaynakların kıtlığını dikkate alırsak, kişiler argoyla hem eğlenmişler hem rahatlamışlar, kendilerince bir rahatlama yolu bulmuşlardır. Doğal olarak insanların dili, edebiyatı, günlük şivesi de bu etkileşimden payına düşeni almıştır. Ancak ölçüsü iyi ayarlanamayan, kıvamı tutturulamayan argo sözcükler bazen yazıyı boğmakta, kirletmekte ve okunmaz hale getirmektedir.

Site editörü, sanırım bir iki yazıyı bu nedenlerle yayından kaldırmak zorunda kaldı. Argo hikayeler diye ayrı bir modül açarsa editör, belki yazılar orada yayımlanır.
Sevgi ve saygılar.

Kazım Aydoğan - Çin


--------------------------------------------------------------------------------------

14. Yazı - Kazım Aydoğan -10 Mart 2012
NE İÇİNDEYİZDİR NE DE DIŞINDA

Ne içindenizdir, ne de dışından; ne oralıyızdır ne de buralı; ama hem içindenizdir hem de dışından, hem oralıyızdır hem de buralı.
Ne Karadenizliyizdir ne de Doğu Anadolulu; ama Doğu-Karadenizliyizdir. Yani hem Karadenizliyizdir hem de Doğu Anadolulu.
Erzurumlu Emrah'ın, Bayburtlu Zihni'nin şiirleriyle hüzünlenirken, Erzurum'un dağları, Erzincan'ın bağlarıyla efkâr dağıtır, Akçaabat'ın sık sarayı, Artvin'in ata barıyla coşarız, yavri yavri huma kuşuyla göklere çıkarız, yaz gelince de hemen Kümbet'e doğru koşarız.
Ne Avrupalıyızdır, Ne de Asyalı; ama Avrasyalıyızdır. Yani hem Asyalıyızdır hem de Avrupalı.

Bir ayağımız Asya'da, bir ayağımız Avrupa'dadır. Asya'da oturur, Avrupa'da çalışırız ya da tersi.
Avrasya maratonu düzenleriz, ama birinciler de genellikle Afrika'dandır.
Yani gerçekten de kıtaları buluştururuz.
Tarihi konjonktüre uygun olarak yönümüz; bazen, doğuya doğru giden bir geminin içinde batıya doğru olur, bazen de, batıya doğru giden geminin içinde doğuya doğrudur.
Ne İslam'ın içindeyizdir ne de dışında; Ama hem içindeyizdir hem de dışında.
Allah, Muhammet, Ali üçlemesiyle içine girerken, Ne ararsan kendinde ara, Kudüs'de Mekke'de Hac'da değildirle dışına savruluruz.
Cenazelerimizin arkasından, Kırklı, elli ikili dini ritüellerle islamı yaşatırken, Telli Baba da çaputlarla, Burga baba'nın üstünde tokmaklarla Şamanist gelenekleri anımsatırız.

Okumuş yazmışlarımızdan bir kısmı, diğerlerini; Aleviliği İslamın içine sokmakla, içinde göstermekle suçlarken, diğer bir takımı da tam aksine; Aleviliği islamın dışına çıkarmakla, dışın da göstermekle suçlamaktadır.

Bir kesimimiz, Aleviliğin; antropolojik kodlar, kültürel olgular ve tarihi birikimlerle şekillenen ve zenginleşen bir yaşam tarzı, bir yaşam felsefesi olduğunu söylerken, diğer bir kesimimiz de aksine İslam'ın özü, Ehl-i Beyt dostu, en doğru yorumu olduğu konusunda hemfikirizdir.
Köyümüzden bir ilçeye yetecek kadar Molla çıkarmışızdır. Molla Ali, Molla Vahit, Molla Ruşen v.b , ve en son olarak da Molla Kazım ...

Ne otokrasiyizdir ne demokrasi, ama hem otokrasiyizdir hem de demokrasi, hatta ileri demokrasi.
1930'lu yıllarda kadınlarımıza seçme seçilme hakkı verdiğimizle övünürken, insani gelişmişlik endeksinde 80. olmakla da dövünürüz.

Uzat uzatabildiğin kadar.
Diğer yandan;
Ontoloji, felsefe de kendi adına araştırmaya devam etmektedir, varlık sorununu.
Hem orada hem burada, hem için de hem dışında bulunmak, hem var olmak hem de yok olmak esasında diyalektiğin özünü de ifade etmektedir kanımca.

Einstein madde enerji dönüşümünün fiziksel teorisini yazmış, formülünü oluşturmuştur.
Heisenberg de zaten belirsizlik teorisinde demiş ki; atomun etrafında dönen elektronların hızını bilebilirsen konumunu bulamazsın, konumunu bilirsen de hızını bilemezsin.

İsviçre'deki CERN laboratuarlarında da anti madde kanıtlanmaya çalışılmaktadır bu günlerde. Yani hem var hem yok.
Hem madde hem de anti madde.
Az kalsın Einstein'in relativite (görelilik) teoremi yara alıp, güme gidecekti. Bereket ki nötrinoların, hızının ışık hızından yüksek olduğunu gösteren deneyde ölçümün yanlış yapıldığı ortaya çıktı.

Belki de yarın başka bir keşif bilime değişik bir yön verecek.
Değişim devam edip gidecek, değişmeyen tek şeyin değişimin bizatihi kendisi olduğu, gerçeğini değiştirmeyecek. "Dünya dönmeye devam ederken, bizler de:
Hem psikoloji, hem de parapsikoloji.(Ersin'in kulakları çınlasın)
Hem manyetik, hem de para manyetik,
Bildiğimiz ışık, hem maddedir hem de dalga.
Ama önlemini almazsan Marmara da, Tsunami olur çık yıkıcı büyük bir dalga.
Demeye devam edeceğiz.

Kazım Aydoğan - Çin - 10 mart 2012


--------------------------------------------------------------------------------------

13.Yazı -Muzaffer Bal - 10 Mart 2012
DOĞA VE İNSAN

Bütün inançlarda, doğa canlılardan önce yaratıldığına inanılır. Önce su vardı, sonra toprak, sonra ateş ve bunların birleşiminden insanın "yaratıldığına" inanılır. Bu genel bir inanç, ufak tefek farklılıklar olsa da tek tanrıcı inançlarda böyle inanılır. Yine tek Tanrıcı inançlarda, su hep var olarak kabul edilmiştir.

Bu küçük açıklamadan sonra, esas konumuz onan insan ve tabiat ilişkisine gelmek istiyorum. İnsan "yaratıldıktan" sonra tek başına idi, yanında sadece doğa vardı. Dostu, düşmanı, anası, babası tabiattı. Tabiatla baş başa olan insanoğlu, hem yaşamını sürdürmesi gerekiyor, hem de çoğalması. Yine tek Tanrıcı inançlara göre yaratılan insan erkekti. Erkeğin kaburgasından kadın yaratıldı. İşte bundan sonra tabiata karşı iki kişi idiler ve tabi artık çoğalmaya müsaitiler. Çoğalırken tabiatın vahşetinden korunmak için, tabiatın kucağına sığınmak zorunda kaldılar, tabiat insanı bir taraftan korkuturken, bir taraftan korudu ve böylece çoğalmaya başladı. Çoğalan insanın yaşaması için, tabiatla mücadele etmesi gerekir. Örneğin sellerle, fırtınalarla, yıldırımlarla, çığlarla ve tabi tabiatın diğer canlıları ile kıyasıya mücadele etmesi hayatta kalması demektir. Öyle de yaptı, tabiatla mücadele ederken, yine tabiattan yaralandı insanoğlu. Sele karşı yüksek dağları kullandı, yıldırıma karşı Mağaraları vs. böylece tabiatla kucak kucağa ama hep mücadele içinde insanoğlu gelişti, çoğaldı, tabi tabiatla mücadele içinde beyini de gelişti, artık tabiata hakim olmaya başladı. Yani tabiattan korunmayı öğrendi, ama bu zaman içinde, tabiatı yok etmeyi kesinlikle düşünmedi. Çünkü tabiat insan oğlunun hem barınağı, hem yiyeceği olduğunu ilkel biçimde kavramaya çalıştı. Hatta tabiata yalvararak, kurbanlar sunarak ve zaman geldi tabiata büyü yaparak yaşamını sürdürdü ve çoğaldı. Çoğalırken, tabiatla mücadele içinde, aklıda gelişti ve tabiatın içinde koyun koyuna yaşamayı bıraktı, tabiata kendi menfaati için hakim olmaya çalıştı. Gelişen insan beyini, ilkel teknolojiden, gelişmiş teknolojiye doğru yol alırken, tabiatı da yavaş yavaş o teknoloji ile yok etmeye başladı.

Tabiat yok olan her parçası için, intikam alırcasına isyan etmeye başladı. Ağaçlar kesildi, seller her yeri alt üst etti. Sellerin açtığı yerlerde uçurumlar meydana geldi, bu böyle sürüp gitti. Günümüzde tabiatla olan ilişkimiz, tabiat aleyhine bozuldu. Koynunda çoğaldığımız tabiattan, sanki neden sen bizi koynunda saklayarak çoğalmamıza sebep oldun diye, tabiattan intikam almaya başladı insanoğlu.

Peki, teknolojinin gelişmesi tabiatı yok etmeyi beraberinde getirmek mecburiyetinde mi idi? Bu soruya insanlık adına evet demek mümkün değil, her teknoloji tabiata zarar vermeden, insanoğlunun tabiattan yaralanması mümkündü. Ne yazık ki insanoğlu gözü doymayan bir canlı olduğu için, tabiatı en huardaca kullandı. Ev yaparken tüm ağaçları sıradan kesti, yerine yenisini dikmedi. Kendi hakimiyetleri için kendi aralarında savaştılar, bu savaşlarda ormanları yakıp yıktılar, ormanlardaki tüm canlılara zarar verdiler. Ormanları keserek kaleler inşa ettiler. Yani kendi menfaatleri için tabiatı yok ettiler. Tabiatın içindeki canlılara da, aynen tabiata davrandığı gibi davrandı insanoğlu. Kürk giymek için hayvanları öldürdü, hayvanların derisinden yaralanmak için yine hayvanları öldürdü. Egolarını tatmin etmek için hayvanları tel kafese hapis etti. İnsanoğlu tabiatı kendine rant kapısı yaptı.

Bu gün artık, teknolojinin en son noktasına doğru yol alırken, insanoğlu tabiata daha acımasızca yeni teknoloji ile saldırmaya başladılar. Tüm derelerin önüne barajlar yaparak, dereleri kuruturken, o derenin beslediği yabani bitkiler, tarım alanları, börtü böcek, kurdu kuşu ve insanı öldürdüklerinin farkındalar. O para babalarının kafalarında, geride kalanlar bize yeter, hayır yetmeyecek diyor HES lere karşı çıkan köylüler, çevreciler çünkü onlar tabiattan henüz kopmadılar, tabiatın dengesinin bozulduğu zaman, tabiatın neler yaptığını o insanlar yaşıyor. Bu işten sadece para kazanmak isteyenlerde birer baş sağlığı diliyor ve ekliyor "Allahtan geldi, önüne geçilemez!" Hayır, Allah'tan gelmedi, sen tabiat Tanrıyı yok etmeye çalışırsan o da kendini korur. Denizleri doldurup yol, bina yaparsan denizde bir gün o yaptığın yolu ve binaları yok eder. Çünkü deniz balıklarını ve deniz canlılarını korumak zorunda. Dağları yok ederek ve tabi doğal olarak dağların koynunda, eteğinde beslediği tüm canlıları neye yaradığı bilinmeyen ve de paranın çıkışı ile değerini kayıp etmesi gereken bir maden (altın) uğruna tüm canlıları öldürüyor. İşte insanoğlunun medeniyet diye vardığı nokta, kendini yaratan, besleyen, koruyan, saklayan çoğalması için döşek olan tabiat Tanrıyı para uğruna yok etmeye çalışıyor. Tabiat, insanoğlundan önce vardı, tabiat yok olursa, kendi yaratığı insanoğlunu istemeyerek yok edecek.

İnsanoğlu ile tabiat arasındaki bağı şöyle özetlemek isterim: tabiat insan olmadan yaşar hatta çok daha gelişerek, insan tabiat olmadan bir gün dahi yaşayamaz. Bütün insanlar şunu bilmelidir, tabiata sahip çıkmak aynı zamanda insana sahip çıkmaktır.

Muzaffer Bal / İst.


--------------------------------------------------------------------------------------

12.Yazı - Kazım Aydoğan - 02 Mart 2012
AYRIMCILIK ÜZERİNE

Yaşar Günel'in son yazısının sistemden kaldırılmasına sevindiğimi belirtmek isterim.Yazının içeriği Karadorukaa' nın genel konseptine uygun düşmediği gibi,hümanist ve eşitlikçi felsefeyle de çelişiyordu.
Yazıyı okuyunca şaşırdığımı belirtmek isterim.
Yaşar Bey'i şimdiye değinki yazılarından tanıdığım kadarıyla, insan sevgisiyle dolu biri olarak algıladım ve gerçekten de yazılarını okurken büyük bir keyif aldığımı daha önce de ifade ettim.

Cinsiyet ayrımcılığı ve her türlü ayrımcılık , diskriminasyon hümaniter yaklaşımlardan uzaklaşmaya yol açabilir.

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde özellikle bizim coğrafyamızda Dünya konjoktürünün de dayatmasıyla (Daha doğrusu Ortadoğuya egemen olmaya çalışan emperyal güçlerin dayatması) ayrımcılığın , şovenizmin, ırkçılığın yükselen değer haline getirilmeye çalışıldığına ne yazık ki (ülkemizde de) tanık olmaktayız.

İnsanlar fakında olmadan nefret suçları işlemeye yöneltilmekte ve ilginçtir bu olgu çığ gibi büyümekte ve ülkeyi karabasan gibi sarmakta.

Eğitimci olduğunu sanan bazı zavallıların, içinde bulundukları atmosferin de etkisiyle neler söylediklerine daha geçen günlerde gazetelerde tanık olduk.

Özetlemek gerekirse;her türlü ayrımcılığa karşı insan sevgisini yüceltmemiz gerektiğini bir kez daha hatırlatmak istedim.
Esasında bizlerin böyle olduğundan en küçük şüphem de yoktur.

Herkese saygı ve sevgiler.

Kazım Aydoğan - Çin




--------------------------------------------------------------------------------------

11. Yazı - Ersin Öztürk - 24 Şubat 2012
(Kişilik İrdelemesi)
BAZI KİŞİLER VARDIR Kİ...

Bazı kişiler vardır ki, gerçekten bilgi sahibi, okumuş, öğrenmiş, az çok muhakemesini yapmış lakin yeterince idrak edememiş. Bunlar, gizli ego hakimiyeti altında, lakin inkarcıdırlar. Güç kullanarak üstünlük kurmayacak kadar gelişmişlerdir tabii. Ancak güçlerini, üstünlüklerini farklı biçimde, kendilerince mağara adamı gibi değil, bilgi ile gösterme gayretine düşerler. Bunu açıktan açığa yapmaz, kendilerinden bile gizleme gayretinde olurlar. Kendilerince oldukça adil ve akıllı, toplumdan olumlu/farklıdırlar. Pozitifliği kullanarak karşı tarafı aslında ezik pozisyonda tutar, farklılıklarını hem karşı tarafa hem kendilerine kanıtlarlar. Günümüzde yaygın insan protitipleridirler. Sevgisi az olanlar, toplumca pek sevilmeseler de diğer kesim saygın kişiler olarak yerlerini almışlardır.

Bazı kişiler de vardır ki bilgi ve sevgiden yoksun, dar düşünceli ve cehaletin getirdiği cesaretle fiziki ve varsa maddi gücünü kullanarak kendilerini topluma kabullendirme çabasındadırlar. Aile, çevre sorumluluk anlayışları pek gelişmediğinden arkasını düşünmeden tehlikeye atılmakta sakınca görmezler. Zira cesaretleri, kuvvetleri onlar için üstünlük, toplumda kabulleniş, kendini en iyi ifade etme aracıdır.

Kimileri toplumunu küçümser, dış çevrede yer edinir. Aslında tamamen de uzaklaşmaz toplumundan. Zira arada farklılığını gösterecektir. Yani toplum, köy, çevre pek önemli değildir lakin "ben de varım" dürtüsü ile çoğu zaman ortalamadan çok daha girişken davranış sergiler hatta bazıları fiziki, maddi girişimlerde ön ayak olurlar.

Kimileri sevgide yücelmiş lakin bilgide geri. Ki bunların çoğu toplumca saf olarak kabullenilir.

Bazıları vardır, hem bilgide, hem sevgide yücelmişlerdir ki bunların çoğu toplum içerisinde pek ön saflarda olmaz, iyi, akıllı insanlar olarak kabul görseler de bazı davranış ve düşünceleri dolayısıyla yadırganırlar. Oldukça bilinçli olan bu insanlar toplumun genel yaygın ahlaki, yargı, düşünüş tarzlarından çok farklıdırlar. Yaratımı farklı algılar, farklı konulara yönelir, güncel, dünyasal konulardan uzak, felsefi, sanatsal, psikolojik ve parapsikolojik alanlarda faaliyetlerde bulunmayı severler. İnsanlığın kokaklık, namuslu çalışmanın aptallık, rüşvetin açıkgözlülük kabul edildiği toplumda kuvvetli empatileri ile hem herkesle iç içe hem de geniş algılayışları, farklı değerlendirmeleriyle toplumun dışında yalnız yaşarlar.

Sanırım çoğunluk herhangi bir kalıba oturmamış, değişken kişilik sergileyenlere aittir, ki bunlar bazı konularda oldukça üst düzey düşünce ve davranış sergileyebilecekleri gibi benzer bir konuda tam tersi yansımalarda da bulunabilirler.

Hangi aşamada olursak olalım herkes/sürekli hata yapanlar dahil, pozitif yönlü gelişim içerisindedirler. Bazıları tek seferde açılım yaşarken bazıları defalarca benzer olayları yaşayarak ancak açılım yaşayabilirler.

Unutmamalı ki herkes kendi bilişi, bilinci kapasitesince yansımalarda bulunmaktadır. Bu da aslen doğru/yanlış kalıbı ile kişi yargılamanın hatasını vurgular ki yansımayı yapan kişi kendi bilişi konusunda zaten doğru olanı yapmaktadır. Yani zaten yanlış yoktur. Sadece diğerleri ile tezatlıklar vardır kişi için. Lakin kendisi açısından bakıldığında yaratımın merkezinde kişinin "ben"i vardır ve "ben" varsa yaratan, yaratılan her şey anlam ifade edecektir. "ben" yoksa yaratan, yaratılan her şey isterse sonsuz değere sahip olsun, ne anlam ifade ederki? Aslında "ben" konusu çok daha derin, öz olan, zihin dahil sevgi, bilgi gibi varoluşların ötesindedir. Sadece diğerleri "ben" de yamadır. işte nihai hedefimiz evvela bu "ben" ne ise ona erişimdir ki bu konunun anlatımı kelimeler ötesi, o hâl oluş ile az çok anlaşılabilecek, düşünürlerin/felsefecilerin ulaşmaya çalıştıkları, duyularımızı, algılama kapasitemizi azıcık aşan her ne ise O'dur.

Bu kişilik analizleri bilimsel bir araştırma olmayıp sadece geçenlerde köyümüz derneğindeki bir gözlemimin vesilesi ile nacizane değerlendirmelerimin doğru/yanlış ifadesidir.

E. Öztürk - 24.02.2012


--------------------------------------------------------------------------------------

10 Yazı - Muzaffer Bal - 16 Şubat 2012
ÇAĞDAŞLAŞMA - KIYAFET VE BEYİN İLİŞKİSİ

Garip bir başlık oldu galiba. Çağdaşlaşmayı beynimiz nasıl algılıyor, çağdaşlaşma beynimizi nasıl etkiliyor? Bu sorularla doğru ve cesaretle yüzleşmek gerek. Çağdaşlaşmayı kılık kıyafet olarak anlayan bir anlayış, insan beyninin de kılık kıyafet tarafından geliştirildiğini zannederler. Bir giysiyi reddedip başka bir giysiyi giymeyi çağdaşlık olarak anlama, beynin tembelleşmesine yol açmaktadır.

Çağdaşlaşma, beynin özgürleşmesidir, beynin özgürleşmesiyse, olayları ve okuduğumuz eserleri veya duyduğumuz duyumları çok yönlü nedenini, niçinini sorgulayıp, düşünüp yorumlamaktır. Çağdaşlaşmak, özgürleşmek; her türlü dayatılan görüşün yani aileden, dini inançlardan, siyasi partilerden, devletten aldığımız görüşlerin dışına çıkıp düşünebilmektir.

Kıyafeti çağdaşlık olarak görmek, oldukça ciddi bir yanılgıdır. Bu, dayatmacı görüşlerin bireylere diktasıdır. Kılık kıyafeti zorla değiştirmek devrim değildir.

Bir ülkede kılık kıyafet yasası neden çıkarılır? Eski sistem üzerine yeni sistemi oturtmak isteyenler, eski sistemi hatırlatan, çağrıştıran kıyafetleri yasaklayarak, yeni kıyafetler dayatarak insanların eski sistemden kopacakları, yeni sisteme uyum sağlayacakları yanılgısına düşmektedirler. Hâlbuki beyinler, kılık kıyafetle değil üretim araçlarının gelişmesiyle gelişmekte ve çağdaşlaşmaktadır. Tepeden inmecilik ister aileden, ister inançtan, ister herhangi bir siyasi partiden, ister devletten gelsin bu anlayışlar, insanları tekleştirme anlayışıdır. Bir başka yönü ile üstten dikta edilen ve üstü en iyi bilen olarak algılamak beynin dogmatikleşmesine neden olur.

Dogmatik beyinler, sağlıklı düşünemezler. Dayatmalarla, yönlendirmelerle kolaylıkla kategorize olurlar ve ait olduğu grubu yargılamadan, sorgulamadan olduğu gibi kabul ederler, grubu uğruna hiç düşünmeden canını verebilirler.

Diktaların dayatmaları, insanın beyinin tek yönlü çalışmasına ve giderek tembelleşmesine neden olur. Hâlbuki, beyinin çok yönlü ve sorgulayan olması gerekir. Çok yönlü düşünen ve sorgulayan beyin özgürleşir, çağdaşlaşır. Çağdaşlaşmak; özgür düşünmek, sorgulamaktır, beyinsel aktiviteyi her türlü dayatmacı görüşün dışına tutabilmektir.

Muzaffer Bal / İst.


--------------------------------------------------------------------------------------

09. Yazı - Kazım Aydoğan - 08 Şubat 2012
OKUR-YAZARLIK, OKUMA ALIŞKANLIĞI VE MASLOW'UN GEREKSİNİMLER HİYERARŞİSİ-01

Okur-yazarlığın genel tanımı bir dilin yazınlarını okuyabilme, okunan öğeleri algılama ile kavrama yetisine sahip olunmasıdır. Günümüz bağlamında okur-yazarlık iletişimin bir parçasıdır. Bir dili bilip, konuşabilmenin yanı sıra iletişim kurabilmek için yeterli derecede okuma ile yazmayı da bilmek gerekir. BM´nin Bilim, Eğitim ve Kültür Örgütü UNESCO'nun tanımına göre okur-yazarlık; değişik türdeki yazılı kaynakları, kayıtları kullanarak tanımlama, anlama, yorumlama, bir araya getirme, iletişim kurma ile hesap yapma yeteneğidir. Toplumun geniş bir kitlesine seslenebilmek, bilgisi ile gücünü geliştirerek hedeflerine ulaşması için bireye olanak veren olgudur.
Günümüzde her yıl 8 Eylül günü Dünya Okur-yazarlık Günü olarak kutlanır.

Türkiye'mize geldiğimizde, yapılan saptamaya göre 5 milyon kişi okuma-yazma bilmiyor. Bunların 4.5 milyonu kadın, ötekiler erkek. Bunu genel nüfusa oranlarsak toplumumuzun yüzde 7.1 i okuma-yazma bilmiyor. Başka bir deyişle okuma-yazma bilenlerimiz toplumun yüzde 92.9 unu oluşturuyor.
Diğer yandan ülkemizde ortalama eğitim seviyesi 6.5 yıldır.
Siyaset erbabı, bu rakamların ortalama 4.5 seviyesinden yukarı çekildiğiyle övünmektedir.
Demokrat Eğitimciler Sendikası DES'in yaptırdığı bir araştırmaya göre, kitap okuma ihtiyacı 235. sıradaymış bu yalnız ve güzel ülkemde.
2011 yılında ülkemizde toplam 493 469 643 adet kitap basılmış. Yani kişi başına düşen basılı kitap sayısı 6.8. 2010 yılında bu sayı 5.6 imiş.
Kitap okuma alışkanlığı da binde 4 civarındadır. Yani her bin kişiden ancak 4 kişi kitap okurudur memleketimizde.
Bu istatistiksel bilgilerin bilimsel kesinliği sorgulanabilir elbetteki, ancak rakamların üç aşağı beş yukarı bu seviyelerde olduğunu, yıllardır izlemekteyiz .
Bu arada Kur'an-ı Kerim'deki ilk emir "Oku" dur.

Kazım Aydoğan - Çin

----------------------------------------------
09. Yazı - Kazım Aydoğan - 08 Şubat 2012
OKUR-YAZARLIK, OKUMA ALIŞKANLIĞI VE MASLOW'UN GEREKSİNİMLER HİYERARŞİSİ - 02

ABD'li psikolog Abraham Maslow ihtiyaçlar teorisinde, insanların belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamalarıyla, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha 'üst ihtiyaçları tatmin etme arayışına girdiklerini ve bireyin kişilik gelişiminin, o an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğini söz konusu etmektedir. Maslow'un kişilik kategorileri kendi aralarında bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişme düzeyi karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişilik gelişme düzeyine geçemez.

Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir.
1.Fizyolojik gereksinimler (nefes,besin,su,cinsellik,uyku,denge,boşaltım)
2.Güvenlik gereksinimi(vücut,iş,kaynak,etik,aile,sağlık,mülkiyet güvenliği)
3.Ait olma,sevgi,sevecenlik gereksinimi(arkadaşlık,aile,cinsel yakınlık)
4.Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı)
5.Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü)

Maslow'a göre birey için o an baskın olan gereksinimler hangi kategoriye ait gereksinimler ise, diğer deyişle günlük etkinlikleri ağırlıklı olarak hangi gereksinimleri doyurmaya yöneliyorsa, kişilik gelişmişlik düzeyi de onun istencinden ya da seçiminden bağımsız olarak bu gereksinim kategorisine karşılık gelen düzeyde bulunacaktır.

Belirli bir kategorideki gereksinimler tam olarak karşılanmadan kişi bir üst düzeydeki kategorinin gereksinimlerini algılamaz, böyle gereksinimleri yoktur. Örnek olarak günlük olarak karnını doyurabilen fakat güvenlik içinde bulunmayan, kendini sürekli olarak olası bir tehdit altında algılayan bir insanın, dünya görüşünü geliştirmek için kitap okumak gibi bir gereksinimi yoktur. Belirli bir gereksinim kategorisindeki gereksinimlerin karşılanması durumunda kişi, bir üst kategorideki gereksinimleri karşılamaya yönelecektir. Bu durum kişilik gelişme düzeyini de bir üst düzeye sürükleyecektir.

Özetin özeti:
Bu tablo ortadayken biz daha çok konuşup duracağız, yeni nesillerin nasıl yetiştirilmesi gerektiğini.
Düşünmeyi öğrenebilmiş, öğrenmeyi öğrenebilmiş bir gençlik ideali ne zaman gerçekleşebilecek acaba bu güzel ülkemde?
Gerçek yol göstericinin bilim olduğunu ne zaman içselleştireceğiz toplum olarak?

Bu yazı, özellikle büyük bir keyifle, dikkat ve ilgiyle okuduğum başta Sn. Yaşar Günel ve Sn. Ali Aydoğan olmak üzere tüm ' Bizim Yazarlarımız'a atfolunur.

Kazım Aydoğan - Çin


--------------------------------------------------------------------------------------

08. Yazı - Muzaffer Bal - 20 Ocak 2012
ÜNLÜ YENİKÖYLÜ RESSAM SAİT GÜNEL

07 Ocak 2012 Cumartesi günü, uluslararası ressam Sait Günel'in 30. sanat yılının sergisine gittik. Sait Günel'in birçok dostları oradaydı. Özellikle, Kırıntı'dan, Yeniköy'den dostların gelişleri, beni oldukça duygulandırdı. Demek ki yavaş yavaş artık kendi içimizden çıkan sanatçılara sahip çıkmaya başladık. Bu beni oldukça sevindirdi, çünkü yavaş yavaş kapıdan çıkan danacı söylemini kırmaya başladık.
Evet, Sait Günel içimizden çıkan bir "danacıktı" ama uluslar arası ressam oldu. Kendi deyimi ile kendi tarzını yaratmış bir ressam.
Sait Günel'in resimlerini değerlendirecek resim bilgim yok, sadece görsel olarak çok beğendiğimi söylemekle yetineceğim. Küçük bir sohbetten öğrendiğim kadarı ile öz güvenini yaratması, resmi bir sanat, sanatı toplumcu bir felsefeye oturtması, kendisini uluslar arası ressam yapmaya yetmiş.
Sait Günel hakkında yazmayı düşündüğüm hayat hikayesini, kendisi ile yapacağım sohbetten sonraya bırakıyorum.
Müsaadenizle benim önemli gördüğüm, Sait'in sergisinin mekanından bahis etmek istiyorum.
Bakraç Sanat evi, İstanbul'un Anadolu Yakasında Kozyatağı'nda, apartmanların arasında geniş bir bahçe içinde iki katlı bir Osmanlı binası. Bu bina, İstanbul işgal edildiğinde, valilik bu binaya taşınmış ve uzun yılar İstanbul Valiliği bu binada görev yapmış. Sonra satılmış, şu anda sanat galerisi ve kültürel faaliyetler yürüten aile satın almış. Sait Günel, burada hem resim dersi öğretmenliği yapmakta, hem de o muhteşem resimlerini sergilemekte.
Bir not daha düşmek istiyorum. Yine Yeniköy'den ünlü ressam Sezai Kara'nın Sait'in sergisine Ankara'dan gelerek şeref vermesi benim açımdan oldukça anlamlı ve duygulandırıcı bir hareket olduğunu belirtmeliyim. Teşekürler ressam Sezai.
Ayrıca Kırıntı'dan Abidin Sofuoğlu'nu orada görmek ve yeni yeteneklerimizden Kırıntı'dan geleceğin ressamı Candeğer Bal'ın bulunması beni ayrıca sevindirdi ve gururlandırdı.
Artık "danacıklarımıza" gereken değeri verelim.
Toplumuzdan çıkan tüm yazar çizerleri saygı ile selamlıyorum.
Muzaffer Bal / İst.
...............................
Ek:
Sadece bizim toplumda değil, diğer toplumlarda da kapıdan kalkanlar, ne kadar gelişirse gelişsin, ne kadar ünlenirse ünlensinler danacık olarak görülürler.
Ne acıdır ki, danacık olarak görülenlerin bir kısmı da (en azından kendi kategorisinden olmayan) başka değerleri danacık olarak gördüğü için danacık olmaktan kurtulamamakta ve bu böyle sürüp gitmektedir.
Başkalarını da takdir etme duygularının tüm gönüllerde yer almasıyla bu sorun çözülecektir.

Muzaffer bey, karadorukaa'da gördüğüm, tanıdığım kadarıyla siz takdir etme duygusu gelişmiş birisiniz. Yazar, ozan, ressam ya da başka dallardaki yetenekli insanlarımızı tanıtabilmek için elinizden geleni yaptınız, yapmayı sürdürüyorsunuz. Bunun için size teşekkür etmeyi kendi adıma bir borç biliyorum.

İzninizi almadan böyle bir ek yapmış olmamı umarım hoş görürsünüz. A.A.


--------------------------------------------------------------------------------------

07. Yazı -ESMA KORKMAZ - 09 Aralık 2011
GÜZEL KAR, ÇİRKİN ARGO

Bugün 09.12.2011. Günlerden Cuma. Ankara'ya yılın ilk karı yağıyor. Lapa lapa yağmasa da bayağı yağıyor. Üzerimi giyindim. Şapkamı eldivenimi taktım, şöyle bir yürüyüş yapayım dedim. En büyük zevkim kar yağarken yürümek. Evden çıktım, Tuzluçayır'a doğru yürüyorum. Kar tanelerini gözlerimle okşuyor, teker teker sayarcasına bakıyorum. Öyle mutlu yürüyorum ki anlatamam.
Bir ara aralarında konuşarak yürüyen iki erkek gördüm. Birbirlerine heyecanla bir şeyler anlatıyorlar, sık sık "Korum!" gibi ayıp sözler söylüyorlar. Argo konuşmaları çok çirkindi. Hele böyle uluorta yerde konuşmaları çok daha çirkindi. Çevredekileri adam yerine koymadan böyle konuşmaları kendilerinin adamlığının seviyesini gösteriyordu.
Tuzluçayır'a kadar yürüdükten sonra köşeden tekrar Natoyolu'na döndüm. Şemsiyemin karını silkelerken tam ortadan kırılmasın mı? Sapının yarısı sol elimde yarısı da sağ elimde yürüyorum. Bana doğru gelenler dik dik bakıyorlar. Bu sefer iki sapı birleştirdim, tam kırılan yerden tutuyorum. Elim şemsiyenin ortasında, sapı aşağısında kalıyor. Zar zor şemsiyeyi idare ederek gidiyorum. Bu arada yanımda geçen başkalarından da küfürlü konuşmaları duyuyorum. Yüzüm kızarıyor.
İnsanların bu kadar argo konuşmalarına bir anlam veremiyorum. Keşke diyorum, herkesin ağzından güzel sözler çıksa, güzel duygular dört bir yana yayılsa. Böyle bir ortamda yaşamak kim bilir ne güzel olurdu?
Esma KORKMAZ - Ankara

--------------------------------------------------------------------------------------

06. Yazı - Muzaffer Bal - 24 Kasım 2011
"SULUCAKARAHÖYÜKLÜ HACE BEKTAŞ İle ATİNALI TİMON" YAZISININ ELEŞTİRİSİ

Yaşar Günel arkadaşın çalışmalarını takdirle karşılıyorum. Ama eleştirimi de iletmek istiyorum. Hace Bektaş, evet doğrusu bu, zaman içinde Hacı Bektaş olmuş.
Hace Bektaş, Sulucakarhöyük'e Babai isyanı sonucu gelmiştir. Yani Amasya'dan, bu günkü Hacıbektaş'a gelmiş. Büyük ihtimalle daha önce bu bölgede konaklamışlar ve bölgeyi biliyordu. Babai isyanı sonucun da kardeşi Sivas'ta ölmüş ve kendi daha önceden tanıdığı Çepni boyunun yanına gelmiş. (Bu bilğiyi Burhan Oğuzun esrlerinde görüyoruz. Bir de bir şahıs tanımadığı bir aileye ve yere sığınması oldukça zordur, o dönem için imkânsız gibidir. Yani Horasandan direk bilmediği bir yere gelmemiştir. Bizler efsanelerden sıyrılarak daha gerçekçi bakmaya çalışmamız gerekir.) Burada ocağını kurmuş. Burası önemli, Hace Bektaş tekke oluşturmamış o bir ocak zadedir. Baba İlyas'ın talebesidir. Okuduğumuz kadarı ile Çepni boyundandır. Tamamen çok Tanrıcı inanca sahiptir. Bu küçük açıklamadan sonra kısa eleştirimize geçebilirim.

Yaşar arkadaşın söylediği, Atinalı Timon din adamımı, yoksa cebi dolu sıradan bir vatandaş mı bunu en azından ben anlayamadım. Hace Bektaş'la karşılaştırma yapabilmek için, Timon'un din adamı olması gerekir. Eğer din adamı ise, bunu açık olarak belirtmek gerekir. Din adamı olsa bile bu tür karşılaştırmalar doğru değil.
"İşte, batıdan ve bizden, iki kanaat önderi ve işte farkları."
Bir de bu tür karşılaştırmalar çok isabetli değil. Bu, bizde batı düşmanlığını körükler. Şunu hiç unutmayalım her toplumun iyi ve kötü insanı vardır. Pirsultan' mürüdü Hızır Paşa asmıştır.
Yaşar arkadaş kusura bakmasın, bizler okurken, yazarken biraz daha fazla düşünmemiz gerekir. Hemen şunu belirtmek isterim Kızılbaşlığın en önemli felsefesi ırk, milliyet, din, inanç ayırmaması ve insanın tanrılaşmasıdır. Bu kâmil insanın özeliği, sadece insan olarak eğitilmesidir, batılı doğulu olması değil.

Muzaffer Bal - Altınoluk - 18 Kasım 2011

--------------------------------------------------------------------------------------

05.Yazı - Ali Aydoğan - 21 Ekim 2011
ÇOK YÖNLÜ BECERİLERLE DONANMANIN ÖNEMİ

Birkaç gün önce Mamak-Türkoğlu İ.Ö. Okulu'na gitmiştim. Yöneticilerden Muharrem Doğan'la odasında kısa ama özlü bir söyleşimiz olmuştu. Muharrem Beyin iki anlatısını özetleyerek sizlerle paylaşma gereği duydum.

Birinci anlatısı:
-ABD'de ünlü bir profesörün seçkin asistanı bir gün "tır şoförlüğü ehliyeti" almak için ilgili kursa başvurur. Profesör, şaşırarak nedenini sorar. Asistanın yanıtı çarpıcıdır. "Gerek ülkemin, gerek mesleğimin geleceğinden emin değilim. Bir gün işsiz kalırsam elimde tır şoförlüğü gibi bir becerim olsa fena mı olur?"

İkinci anlatısı:
-Bir Rus Pazarı'na gitmiştim. Çalışan Ruslara mesleklerini sorunca şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşmıştım. Hangi meslekler yoktu ki? Biyolog, kimyager, tıp doktoru, akademisyen, avukat, öğretmen...

Muharrem beyin bu iki anlatısı, birbirini tamamlayan özellikteydi. "Kimin başına ne geleceği belli değildir; önceden değişik önlemler almak gerekir." gibi bir öz düşünce çıkarılabilir.

Özellikle meslek yaşamına yeni başlayan gençlere önerim; mesleğiniz ne olursa olsun, kendinizi "bilgisayar programları, yabancı dil, resim, müzik, yeterince okumak, şiir-öykü yazmak, fotoğraf- film çekmek, genel kültür sahibi olmak" gibi (öncelikle gönlünüzden geçen) özelliklerle donatın. Çok yönlü olduğunuzda özgüveniniz gelişecektir. Bunun sonucunda iş dünyasında daha kolay farkedilme, bir işe daha rahat girme olasılığına sahip olacaksınız.

Ali Aydoğan - Ankara


--------------------------------------------------------------------------------------

04. Yazı - ESMA KORKMAZ - 14 Ekim 2011
AYRILIKLAR OLMAZ OLSUN

Büyüklerimizden neler öğrendikse o doğrultuda gitmeye çalışıyoruz. Bütün yaşayan canlılar gibi anne baba ne öğretirse çocuklarda da o izlenim kalır. Büyürsün belli bir yaşa gelirsin kendini her ne kadar yetiştirsen de bazı şeyler sende kalıcı olur. Bizlerde kalıcı da olsa bile bizler her topluma girebiliriz ve de ayak uydurabiliriz. Bazı toplumda bunlar çok olur.

Bir zamanlar Durdane ile ikimiz aynı kurumda çalıştık. Sabiha isminde bir arkadaşla tanıştık. Gün be gün samimiyetlik arttı. Biz onu tanıyoruz, ne olduğunu biliyoruz tanıyarak yaklaşıyoruz, onu olduğu gibi kabul ediyoruz. Fakat o bizi tanımıyor ya da aklına gelmiyor. Bir gün bizleri ailesi ile tanıştırdı. Gitmeler gelmeler derken daha da samimi olduk. Ailesi bizleri çok sevdi.

Durdane günün birinde onları evine davet etti. Yenildi içildi, akşam herkes yatağına çekildi. Anneyle kızının bir türlü uykusu gelmiyor. Durdane şaka olsun diye gülümseyerek, "Teyze, Alevi yatağı olduğu için mi uyuyamadınız?" dedi.

Bunlar bir anda şoka giriyor. Sabah olur olmaz kahvaltıdan sonra hemen gittiler. Daha sonraki günlerde Sabiha bizlere soğuk davrandı, ilgi göstermedi. İster istemez biz de ona karşı serin olduk.

Aradan geçen zaman içerisinde bir gün daire çıkışı evine gidiyor, annesine sarılıyor, başlıyor ağlamaya ve "Anne, ben onlarsız yapamıyorum. Mezhepleri ne olursa olsun, ben onları seviyorum." diyor. Bunun üzerine annesi de duygulanıyor ve "Aslında onları ben de sevdim, al getir.!" diyor.

Böylece ilişkimiz yeniden başladı. Hatta eskisinden de samimi olduk diyebilirim.
Bu kısa anıyla demek istiyorum ki birbirimizi körü körüne yargılamayalım, olduğumuz gibi kabul edelim. İnsan insandır.

Esma Korkmaz - Ankara


--------------------------------------------------------------------------------------

03.Yazı - Hatun Aydoğan - Ankara - 11 Ekim 2011
TÜM ORTAM VE KOŞULLARDA DÜRÜST OLMAK

Site'ye yazılarıyla katkıda bulunan Yaşar Günel'in Ahlak Erozyonu adlı yazısını okudum. Yaşar'ın yaşadığı kiracı probleminin hemen hemen aynısını ben de yaşadım.

Natoyolu'nda bulunan babamın bana verdiği Gecekondumu bundan 5-6 yıl önce kiraya vermiştim. Kirayı önceleri düzenli ödeyen kiracım kira vermemeye başladı. Zaman zaman 3 ayda veriyor gitgide süreleri uzatıyordu ve sonunda tam üç yıl bana kiramı ödemedi. Üstelikte çok cüzi bir rakamdı, yani ödenemeyecek bir para değildi. Kiracım emekli maaşı alan bir anne ve serbest meslek yapan oğluydu. Kiramı almayı beceremedim. Onlar da kira vermeden nasıl oturabildiler bunu da anlamış değilim. Ben de bir zamanlar 4-5 yıl kirada oturdum ve maaşı aldığım gün kiramı yatırıyordum. Yaşar Günel'in Ahlak'ı sorgulayan bu güzel yazısı içimdeki bu yarayı depreştirdiğinden ben de yazma gereği duydum.

Hangi ortam ve koşullarda olursak olalım dürüstlüğü elden bırakmamalıyız. Böyle duyarlı bir konuya değindiği için Yaşar Günel'i kutluyor kendisine teşekkür ediyorum. Saygılarımla.
Hatun Aydoğan - Ankara


--------------------------------------------------------------------------------------

02. Yazı - Ersin Öztürk - 28 Eylül 2011
ELEŞTİRİ NEDİR? NASIL YAPILIR?

Eleştiriyi yapan kişi tarafından bakacak olursak doğru ya da yanlışlığından ziyade "amaç" kısmı irdelenebilir. Yani kişi tamamen art niyetli ve özellikle negatif yönleri ön plana çıkaran tarz takınabilir. Amaç gerçeğin kendisinden ziyade karşı tarafa zarar vermek, kendi hırçın egosunu tatmin etmektir. Genel toplum bilinç düzeyi sorgulandığından bu tarz eleştirilerin olmasını sıra dışı görmek yanlış olur.

Diğer taraftan kişi eleştirinin negatif/pozitif içeriğinin öneminden ziyade eleştiri konusu hususun iyileşmesi amaçlı pozitif nötrlük içeren yönde izleyebilir.. Bu durumda eleştiri ne kadar konuya maruz kalan tarafından hoş karşılanmasa bile amaç aslında kişi değil ilgili konu ve konunun istenilen doğrultuda yönlendirilmesidir.

Eleştiriyi yapan eyleminde itici olmaktan ziyade negatif eleştiriler bile yapacaksa yapıcı, esnek, çekici, incitmeden ve pozitiflikleri de katarak yaptığında karşı taraf için çok daha etkileyici olacağı gibi kişisel olarak da ilişkilerde istenmeyen hallerin önüne geçebilecektir.

Eleştiriye maruz kalan ise eleştiriyi kimin yaptığı/özel bir kastın olup olmadığı
gibi hususlara hiç yönelmeden direk eleştirinin kendisini irdelemesi, kendini muhalif konumunda da görerek yeni bir gözden geçiş yapmalıdır, denilebilir

Çok kişiler biliyoruz ki köyle fazla ilgisi olmayan, bir eğlencesine, yardımlaşmasına, düğününe, nişanına sosyal faaliyetlerine katılmayan ama her fırsatta ego tatmini için başka yönlerini ön plana çıkarıp ahkâm kesen, akıl satan, sözde olup uygulamada yan çeken. İşte bu kişilerin dahi eleştirilerine her daim açık olmak, kişiliğine, uygulamasına değil, önemi eleştirilerine vermek yönetimin, köy yolunda gerçek çaba sarfedenlerin alçak gönüllü kabullenişiyle küçülebildiği kadar aynı oranda büyüklüğünü de yansıtacaktır.

Köy hepimizin, Soğukpınar'da muhabbeti meze yaparak candan dostlarla, esen yel göğsümüzü okşarken bir de inceden türkü tutturup kim rakıyı fondip yapmak istemez ki. Yok olan maneviyatımızın, duygularımızın geri dönüş yeridir köy, bakirliğimize, saflığımıza tekrar dönüş yeridir köy, sevgiye güzelliğe, birliğe dönüş yeridir köy. Eleştiren de olacak, eleştirilen de; hepsini de sevgiyle saygıyla karşılamak gerek kendimce.

Ersin ÖZTÜRK - İstanbul

--------------------------------------------------------------------------------------

01. Yazı - Ali Aydoğan - 17 Eylül 2011
AYDIN OLMAK - OKUMAK

Aydın bir insan, yaşamı boyunca hem öğrenci, hem de öğretmendir. Öğrencidir; durmaksızın öğrenir, kendini geliştirir. Öğretmendir; öğrendiklerini çevresindekilere aktarır, bilgilerini, becerilerini paylaşır.

Bu yazımda çevremizde gözlemlediğimiz, okumayı çok seven ve gerçekten de durmaksızın okuyan ve kendini aydın sınıfına koyan ama aydın olduğu kuşkulu insan tiplerine kısaca değinmek istiyorum.

Bu insanlar, gerçekten birer kitap kurdudur. Boğazından, eğlencesinden kısarak kitaba para yatırmaktan çekinmezler. Kütüphanelerden ya da arkadaşlarının kitaplığından tam anlamıyla yararlanırlar. Kitapları göz ucuyla, geçiştirerek değil, satırların altını çizerek, notlar alarak okurlar. Bellekleri, tam bir kütüphane gibidir.

Örneğin bir arkadaşım, sadece kırtasiyeden kitap almakla yetinmez, bazen yazarları bulur, bizzat yazarın kendisinden kitabını alır; hem de sohbet ederek, kitabı imzalatarak. Bu arkadaşım, çeşitli konularda kitaplar okur, deyim yerindeyse tam bir ayaklı kütüphanedir, bilmediği yoktur. Yakın çevresinde bilgili bir insan görünümüyle saygı görür. Ne var ki bu arkadaşım, güncelden kopuktur. Yaşadığı çevrenin ve genel olarak ülkemizin sorunlarına ilgi duymaz; çok kıymetli olan elini taşın altına koymaz, yangın bacayı sarsa dönüp bakmaz, duvara tek bir tuğla koymaz, koymayı "boşuna" görür. Bu arkadaşımı kapısı paslanmış kilitli bir kütüphanenin örümcek ağlı raflarındaki tozlu kitaplara benzetirim.

Sözün özü; aydın olmak için günceli yakalamak, okunarak elde edilen bilgileri, günümüz gerçekleriyle kaynaştırmak, karanlığı aydınlığa çevirmek için hiç olmazsa bir muma dönüştürmek gerekmektedir. Aksi hâlde, sadece boş zamanlarımızda canımız sıkılmasın diye okumuş olmak için okuruz; ki, bunun aydın olmakla bir ilgisi yoktur.

Ali Aydoğan - Ankara