Önsöz
1-Yaşar Günel
2-MuzafferBal-GÖÇ
2-Muzaffer Bal
3-İsmail Bakar
4-Onur Aydın
5-Sait Günel
7-Durmuş Günel
8-Tuğrul Bal
9-Mustafa Aydın
10-Mustafa Coşkun
11-Ayhan Aydın
12-KemalGündoğan
13-Hüseyin Bal
14-Necmi Günel
15-Şevket Şahintaş
16-Sezai Kara
17-Yusuf Aydın
18-Ali Öztürk
19-Şükrü Aydoğan
20-Mehmet Çayoğlu
21-Kenan Günel
22-Celal Bakar

19-Şükrü Aydoğan


ANASAYFA

Şükrü Aydoğan, özgün yapıtı olan, dostlukları işlediği Ayı Öyküleri kitabından ayrı olarak birçok dünya klasik öykülerinin uyarlamasını da yapmıştır. Bir süredir, ırk, din ve mezhep ayrımının yanlışlığının anlatıldığı romanını yayına hazırlamakta olup şu anda Emekli-Sen Mamak Şubesi başkanlığı görevini sürdürmektedir.

YUSUF AYDIN

ÖKSÜZ ÇOCUK
(DOSTLUK)

Küçük, yoksul bir köyde dokuz yaşlarında bir çocuk yaşıyordu. Annesi babası bulaşıcı bir hastalıktan ölmüşlerdi. En yakın akrabası olan dayısının yanında kalıyordu. Dayısı, insanlıktan nasibini almamış olan, acıma duygusunu pek taşımayan bir insandı. Geçimini avcılık yaparak; avladığı hayvanların kürkünü satarak sağlıyordu. Kız kardeşi ve eniştesi ölünce yeğenini yanına almak zorunda kalmıştı.
Çocuk, kendini bildi bileli dayısının hayvanlarını otlatıyor, onun buyurduğu tüm işlere koşturuyordu. Bunun karşılığındaysa sadece karnını doyurabiliyordu. Tabii, buna doymak denebilirse. Geceleri ahırda hayvanların yanında yatıyordu. Ahırda bir inek, iki koyun, bir koç ve bir kaç tavukla horoz bulunuyordu. Bu hayvanlar, çocuğa öylesine alışmışlardı ki onun ahıra girmesiyle birlikte sevinçlerini hemen belli ediyorlar, kendine özgü sesler çıkarıyorlardı. Çocuk da bu hayvanları çok seviyordu. Hiçbir zaman onlardan ayrı kalmayı istemiyordu; bunu düşünemiyordu bile. Ancak onların yanında huzur içinde uyuyabiliyordu. Onlardan hiçbir kötülük gelmeyeceğinin bilincindeydi.
Bir sabahın erken bir saatinde çocuk, başını koçun karnına koymuş, mışıl mışıl uyuyordu. Gün ağarmak üzereydi. Dayısının gür sesiyle uyandı. Dayısı, çocuğu ayaklarıyla dürterek sert bir biçimde bağırdı:
-Çabuk giyin ve hazırlan! Benimle ava gelmeni istiyorum.
Çocuk, o güne kadar ava gitmemişti; bu nedenle çok heyecanlandı. Sevinçle:
-Hemen hazırlanırım dayı, dedi.
Dayısı ahırdan ayrılınca çocuk, aceleyle giyindi. Arkadaşlarının her birini ayrı ayrı öperek dışarı çıktığında dayısının hazırlanmış olduğunu gördü. Onun üzerindeki kocaman tüfek, fişeklik ve belindeki tabanca dikkatini çekti:
-Silâhlar ağırsa, elindeki çantayı ben taşıyabilirim dayıcığım, dedi.
Dayısı bağırdı:
-Neyi taşıyıp taşımayacağına ancak ben karar verebilirim; kes sesini sen!
Adam, yiyecek çantasını ve ağır fişekliği taşıması için çocuğa verdi. Bir eline de baltayı tutuşturdu. Dayısı önde çocuk arkada yaylaya doğru yola çıktılar. Avcı, iri yarı, uzun boylu bir adamdı. Uzun bacaklarıyla çok hızlı yürüyordu. Çocuk, ona ayak uydurmakta çok güçlük çekiyordu.
Kaçağın Dere'yi geçip Büyükdere'ye vardıklarında, güneşin ilk ışınları karşı tepelerin üzerinde belirmeye başlamıştı. Yaylanın yarı yolu olarak kabul edilen Kayanınönü'ne geldiklerinde saat dokuz olmuştu. Çok geçmeden Mahmut'un Gözesi'ne vardılar.
Avcı, Çocuktan çantayı aldı; içinden kuru bir ekmek çıkararak suya batırdı. Çok geçmeden yumuşayan ekmeği peynir eşliğinde yemeye başladı. Sonra yeğeni aklına geldi. Ona da iki dilim ekmek ve bir parça peynir verdi. Karınlarını doyurunca yeniden yola koyuldular.
Çiçekliçayır'ın rengarenk çiçekleri, diz boyu yeşillikleri arasından geçerek öğleye doğru yaylaya vardılar. Çamur veya harç kullanmaksızın, taş taş üstüne koyarak yapılan yayla evleri arasında bir süre oturup dinlendiler. Sonra Davudyurdu’na doğru tırmanmaya başladılar. Yolları üzerinde bulunan büyük taşın altındaki buz gibi sudan birkaç yudum içtiler. Bölükmeşe ormanının sol kenarından yukarıya doğru diklemesine tırmanmaya başladılar.
Karaburga tepesinin doruğuna varınca, kıştan kalan karların arasında bulunan düz bir taşın üzerine oturdular. Bu arada soğuk bir rüzgâr esiyordu. Yaz mevsiminin ortasında üşümek işten bile değildi. Avcı ile yeğeni, dağın diğer yanındaki kayalıklara gelince durup çevreyi izlemeye başladılar. Dağın Çorak Yaylası'na bakan yamacında kocaman kayalar, kayaların altında ayı inleri vardı.
Avcı, çocuğa dönerek:
-Sen burada beni bekle; ben aşağıya gideceğim, dedi.
Çocuk, "Tamam." dercesine ona baktı. Avcı, tüfeğini, tabancasını ve mermilerini son kez gözden geçirdikten sonra kayıp düşmemeye dikkat ederek aşağıya doğru yürüdü.
Çocuk, ilk kez bir av olayının yakın tanığı oluyordu. Gözlerini dört açmış, merakla dayısını izliyordu. Çok geçmeden aşağıdaki kayalar arasındaki bir düzlükten ayı homurtuları duyuldu. Bu homurtuları hem çocuk, hem de avcı duymuşlardı. Avcı, dikkatle ayılara yaklaştı. İki yetişkin ayıyla iki yavru ayı görmüştü. Bir kayadan destek alıp tüfekle ayıların üzerine beş el ateş etti. Yetişkin ayılardan ve yavrulardan biri cansız olarak yere serildi. Eşinin vurulduğunu gören diğer ayı, kükreyerek avcının üzerine doğru koştu. Telaşa kapılan avcı, tüfeğine mermi doldurmaya zaman kalmadığını görünce tabancasını çıkardı ve peş peşe ateş etmeye başladı.
Ayı, bir çok mermi yarası daha almasına karşın avcıya yetişmeyi başardı. Ona öyle güçlü bir pençe indirdi ki avcı birkaç metre ötedeki kayaya çarpıp yere düştü. Ayı, öfkesini yenememişti. Avcının yanına giderek pençeleriyle gelişigüzel biçimde vurmaya başladı. Çocuk, korkudan fal taşı gibi açılmış gözlerle olayı izliyordu. Taş kesilmişti sanki, yapabileceği hiçbir şey yoktu. Avcı, ayının pençe darbeleriyle hemen oracıkta öldü. Kanlar içindeki ayı da iyice güçsüzleşmişti; dengesini yitirerek uçurumdan aşağıya yuvarlandı.

Ne yapacağını şaşıran çocuk bir süre hareketsiz kaldı. Aradan ne kadar zaman geçtiğinin ayırtında bile değilken iniltili bir ses duydu. Bir anlık kararsızlıktan sonra sesten yana yürüdü. Ses, yavru ayıdan geliyordu. Bir mermiyle yaralanan ayının bacağından kanlar akıyordu. Çocuk hiç duraksamadan yavru ayının yanına gitti. Çantasından çıkardığı bir bez parçasıyla yarayı sıkıca sardı. Kanaması azalan ve ağrısı kesilen ayı yavrusu inlemesini kesti. Kuyruğunu sallayarak çocuğun yüzünü yalamaya başladı.
Çocuk, dayısının cesedinin yanına gitti. Oldukça soğukkanlı davranıyordu. Silâhları ve mermileri aldı. Tabancayı kullanmasını biliyordu. Tüfekle hiç ateş etmemişti; ama dayısını çok izlemişti. Mermileri eline alarak tüfeğin şarjörüne beş mermi koydu. Namluya da bir mermi sürdü. Emniyeti açtı. Dayısının yaptığı gibi tüfeğin dipçiğini sağ omzuna bastırdı. Birkaç saniye kararsız kaldıktan sonra tetiği çekti. Patlayan tüfeğin sarsmasıyla çocuk sırt üstü yere düştü. Ama düşmesiyle ayağa kalkması bir oldu.
Tüfeğin sesinden çok korkan yavru ayı bağırmaya başladı. Bunu gören çocuk hemen yavrunun yanına gitti. Ona sarılarak öpmeye başladı. Yavru ayı bir tehlikenin bulunmadığını sezerek bağırmasını kesti.
Çocuk, dayısının cesedinin çevresine taşlar dizerek üzerini kapadı.
O sırada ayı yavrusu da ölen ayıların yanına gitmiş, acı acı inleyerek onları koklamaya başlamıştı. Hem bacağından yaralı olan hem de anasını, babasını yitiren yavru, bitkin düşmüştü. Olduğu yerde çöküp kaldı. Çocuk, üzüntüyle ona baktı. Zavallı yavru için yapabileceği bir şey yoktu. Şu anda ikisinin de durumu aynıydı. Ölenlerini geri getiremezlerdi. İkisi de kimsesizdi.
Çocuk, birden karnının çok acıktığının farkına vardı. Çantadan ekmekle peynir çıkarıp yemeye başladı. Ne var ki yedikleri boğazından geçmiyordu. Lokmalar boğazında düğümleniyordu sanki. Yerinden doğrulup yavru ayının yanına gitti. Ona da peynirle ekmek verdi. Yavru, yabancısı olduğu bu yiyecekleri önce kuşkuyla karşıladı. Bir süre kokladı; zararsız olduğuna emin olduktan sonra iştahla yedi.
Bu arada, batıda dağların kızıl ufkunda güneşin son ışınları yok olmaya başlamıştı. Dağlar kararıyor, korkunç bir sessizlik çevreyi kaplıyordu.
Çocuk, bu ıssız dağın yamacında geceyi nasıl geçireceğini düşünmeye başladı. Kayaların arasında kalabilecek bir yer aradı. Normal bir zamanda, böyle bir ortamda yapayalnız kalabileceğini asla düşünemezdi. Şimdi korkuyordu; ama hiç de dayanılmaz bir korku değildi bu.
Yavru ayı, çocuğun hareketlerini dikkatle izliyordu. Sonra garip sesler çıkarmaya başladı, Sanki çocuğun kendisini izlemesini ister gibiydi. Yürümeye başladı. Çocuk onu izledi. Bir süre yürüdükten sonra yavru, kayaların arasındaki bir delikten içeri girdi. Çocuk, içeride ne olduğunu bilmediğinden delikten içeri girmedi. Çok korkuyordu. Ama, dışarıdaki sessizlik daha da korkutucuydu. Karanlıkta her taş, bir canavar, gizemli bir varlık gibi görünüyordu. Ayı yavrusu, delikten dışarı çıkarak ağzıyla çocuğun pantolonunun paçasından tuttu, içeri çekmeye çalıştı. Çocuk, yavru ayının bu isteğine uyarak kayaların arasındaki bu oyuğa girdi. İkisi de çok yorgundu. Çocuk, tabancayla tüfeği yanına alarak olduğu yerde kıvrıldı. Ayı yavrusu başını çocuğun göğsüne koyarak yattı. Çok geçmeden uyumaya başladı. Çocuğun gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Çok tedirgindi. İçindeki korkuyu bir türlü atamıyordu. Tabancayı eline aldı. Gerek yorgunluğun verdiği etkiyle, gerekse silâhların sağladığı güvenle bir süre sonra uykuya daldı.
Sabah uyandığında ayı yavrusunun yanında olmadığını gördü. Gecelediği inden dışarı çıktı. Karşı dağlar, tepeler, yamaçlar aydınlanmıştı. Elinde tabanca olduğu halde, bir süre hareketsiz durdu. Çok geçmeden ayı yavrusu ortaya çıktı. Pençeleriyle geniş yapraklar tutmuştu. Bu yapraklar arasında bal vardı. Balı çocuğun önünde yere bıraktı. Çocuk çantasından çıkardığı ekmekle balı büyük bir iştahla yedi. Yavru ayı ise balı sade olarak yiyordu.

Çocuğun köye gitmesi ve dayısının başına gelenleri haber vermesi gerekiyordu. Ama yavru ayıdan ayrılmak istemiyordu. Yavruyu tutup kendine çekti ve kucağına bastırdı. Bir süre karnının altını okşadı. Neden sonra yaralı bacağındaki sargıları çıkardı. Gömleğinden bir parça bez yırtarak yavru ayının bacağını tekrar sardı. Sonra ona sarılıp öpmeye başladı. Yavru da onun yüzünü gözünü yalıyordu. Çocuk çok üzüntülüydü. Yavru ayıdan ayrılmak istemiyordu. Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Yavru ayı, durağan biçimde yerde oturuyordu. Çok neşesiz olduğu açıkça belli oluyordu. Sanki çocuğun ondan ayrılıp gideceğini anlamış gibiydi. Çocuk, bir süre kararsız kaldı. Gitmeli mi, kalmalı mı? Ne yapmalıydı? Uzun uzun düşündü. Neden sonra yavrunun kendisini besleyecek kadar büyük olduğuna inanarak oldukça ferahladı. Yavruyu bir kez daha öpüp okşadıktan sonra oradan ayrıldı.
Tepeye doğru yürümeğe başladı. Geri dönüp bakmıyordu bile. Ayıyla bir kez daha göz göze gelirse, ondan bir daha kopamayacağından korkuyordu. Tepeye çıkıp diğer yana aştıktan sonra koşar adımlarla Bölükmeşe'ye aşağı inmeye başladı. Büyük taşın yanına gelince durdu ve geride bıraktığı tepeye baktı. Ayı yavrusu da tepeye kadar gelmiş ona bakmaktaydı. Sanki çocuğu yolcu eder gibiydi. Çocuğun gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı.
Çocuk, büyük taşın altındaki kaynaktan su içtikten sonra yolunu sürdürdü. Issız yaylaların arasından geçerek Madenin Dere'ye doğru yürüdü. Normal zamanlarda, Madenin Dere'den ödü patlardı. Ama son yaşadığı olaydan sonra şimdi hiçbir korku duymuyordu. Sanki birkaç saatte yaşlanmış gibiydi.

Köye vardığında garip duygular içerisindeydi. Kendini köyün yabancısı gibi hissediyordu. Doğruca dayısının evine gitti. Yengesine tüm olanları anlattı. Zavallı kadıncağız, hiç beklemediği bu acı haber karşısında bağıra çağıra ağlayıp dövünmeye başladı.
Avcının başına gelenler bir anda tüm köyde duyuldu. Köylüler, avcının evinin harmanında toplandılar. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes kendine göre yorumlarda bulunuyordu. Her yeni gelen, en doğru haberi kaynağından duymak için çocuğu soru yağmuruna tutuyordu. Çocuk, aynı açıklamaları kaç kez yinelediğini çoktan unutmuştu bile.
Kimileri avcıya çok acıdı. Kimileri de "Ava giden avlanır," diyerek düşüncesini açığa vurdular. Avcının karısı, hem ağlıyor hem de konuşuyordu.
-Çok söyledim ama, avcılıktan bir türlü vazgeçiremedim. Zaten, bir gün böyle bir haber alacağımı biliyordum.
Köylüler, avcının cesedinin nasıl getirileceğini konuşuyorlardı. Bazıları, hemen getirmek yanlısıyken, bazıları da sabahı beklemenin uygun olacağını öneriyorlardı.
Köylülerden biri, çocuğu yanına çağırdı ve yumuşak bir sesle:
-Dayının cesedi nerede? dedi. Açık bir yerde mi?
Çocuk:
-Evet, dedi. Bir kovuğa götürmeyi denedim; ama gücüm yetmedi Yine de taşlarla çevirdim ve üstünü kapattım.
Köylü:
-Aferin oğlum, dedi. Cesedin üzerini kapamakla çok iyi etmişsin.
Onları dinleyen diğer bir köylü:
-O bölge ayı yatağıdır, dedi. Kurtlar, ayıların yaşadığı yerlerde pek gezmezler. Bizim dağların ayıları da zaten ot obur hayvanlardır; kolay kolay et yemezler. Cesede kuşlar da dokunamaz. Çünkü çocuk çevresini ve üzerini taşlarla örmüş. Bence, avcının cesedini getirmeye yarın gidelim.
Bir adam, çocuğa hayranlıkla baktı:
-Amma da cesurmuşsun! diye övgüde bulundu. Ben olsaydım, sabaha kadar korkudan ölür giderdim.
Cesedi getirecek olanlar, sabah erkenden atlarla yola çıktılar. Çocuk da atlılardan birinin terkisine oturmuştu. Öğlene doğru cesedin yanına vardılar. Cesedi bir atın üzerine koyarak iplerle sıkıca sardılar. Köylüler cesetle uğraşırken çocuk, kimseye sezdirmeden yavru ayıyı aramaktaydı. Çevredeki kayaların arasını ve oyukları tek tek gözden geçirdi. Ne yazık ki yavru ayıyı bir türlü göremedi; İçin için ağlamaya başladı.
İşlerini bitiren köylüler, köye doğru yola çıkmaya hazırdılar artık. Bir kayaya oturup sessizce gözyaşları döken çocuğun bu durumuna bir anlam veremediler; "Dayısına ağlıyordur." diye düşündüler. Sonunda çocuğu da yanına alarak yola çıktılar. Köye gelince neredeyse kokma noktasına gelen avcıyı daha fazla bekletmediler. Cenaze işlemlerini kısa zamanda tamamlayarak avcıyı Kıranın Ardı'ndaki küçük mezarlığa gömdüler. Akşam olunca avcının karısı, çocuğu yanına çağırdı. Bir anne sevecenliğiyle:
-Dayının sana ne kadar kötü davrandığını biliyorum, dedi. Ama, ben seni çok seviyorum. Kabul edersen evimizde birlikte yaşayalım. Artık, sen benim biricik evladımsın.
Bu sözleri duyan çocuk çok sevindi. Kadının ellerini öptü ve ağlamaklı bir sesle:
-Beni kendi çocuğun gibi gördüğün için teşekkür ederim, dedi.
Çocuk, artık, bundan sonra dayısının evinde yaşamaya başladı.
Aradan günler geçti. Yavru ayı çocuğun aklından bir türlü çıkmıyordu. Bir gün, sabah erkenden evden ayrıldı. Saatlerce yürüyerek Çorak Yaylası'nın yamaçlarına vardı. Yavru ayıyla yattığı oyuğa baktı. Uzun zamandır orada bir hayvanın yatmadığını anladı. Çünkü çevresinde ne ayak izleri ne de hayvan dışkıları vardı. Çocuk, yavru ayıyı göremeyince yüreğinde tanımı güç acılar duydu. Gözlerinden ince ince yaşlar akıttı. Çevreyi uzun süre aradı, taradı; ama yavru ayıya rastlayamadı. Sonunda köye dönmeye karar verdi. Akşam karanlığında köye ulaştı.

Aradan yıllar geçti. Öksüz çocuk, güçlü, yağız bir delikanlı oldu. Çok iyi yürekli ve çalışkandı; bu nedenle köylüler tarafından çok seviliyordu.
Çocuk, her yıl en az bir kez, ayı yavrusunu bıraktığı yere gitti. Her gidişinde düş kırıklığına uğrayarak üzgün bir şekilde geri döndü, Çünkü yavru ayıyı hiç göremedi.

Bir kış mevsimiydi, O yıl, kış çok sert geçiyordu. Havalar çok soğuktu. Her taraf karlarla kaplanmıştı. Köyde, yalnız başına yaşayan bir kadının odunları bitmişti. Delikanlı, bu yaşlı kadına odun getirmek için silâhını yanına alarak Paltuçukur ormanına gitti. Kuru bir pelit kütüğünü sökmeye başladı. Tam bu sırada, kurt ulumaları duydu. Hemen yanındaki bir ağaca çıktı. Silâhı yerde kalmıştı. Çevik bir hareketle ağaçtan indi, silâhını alarak tekrar ağaca çıktı. Ağaca çıkışıyla, kurtların ağacın yanına gelmesi bir anda oldu, Çocuk saniyeler farkıyla kurtların elinden kurtulmuştu.
Aç kurt sürüsü, ağacı çepeçevre sardı. Ağacın gövdesine yukarı atlıyor, zıplıyor, yere düşüyorlardı. Ağaç, inceydi. Bu nedenle sallanıyor, kırılacakmış gibi bir izlenim veriyordu. Delikanlı bir eliyle ağacın dalından tuttu, diğer eliyle kurtların üzerine ateş etmeye başladı. Sürüdeki kurtlar, yaralanan ve ölen kurtları parçalayarak yediler.
Kurtlar, dişleriyle ağacı gevelemeye başladılar. Bunları izleyen delikanlının korkusu daha da arttı. Aksilik bu ya silâhındaki mermiler de bitmişti. Delikanlının yapacak bir şeyi kalmamıştı. Az sonra korkunç bir şekilde, parçalanarak ölmek gerçeği tüylerini diken diken ediyordu. Dehşete kapılmıştı.
Tam bu sırada, büyük bir kükreme duyuldu. Ses kayalardan yankılandı. Çok büyük bir ayı, topallaya topallaya, karları yararak kurtların üzerine geldi. Bir kaç kurt, ayıya saldırdılar; ama ayının güçlü pençeleriyle cansız olarak karların üzerine serildiler. Sağ kalan kurtlar, ayıya bir şey yapamayacaklarını anlayınca kaçmaya başladılar.
Delikanlı, ayının topallamasından, onun arkadaşı yavru ayı olduğunu çoktan anlamıştı. Ağaçtan yıldırım hızıyla indi. Büyük bir özlemle ayıya sarıldı. Ayı da bu çocukluk arkadaşının yüzünü gözünü yalamaya başladı. Delikanlının gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Ayının kendisini kurtarmasından daha çok, eski dostuna kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu.
Delikanlı köyde, ayı ormanda yaşıyordu. Ama sık sık buluşarak özlem gideriyorlardı. Ayının varlığı, delikanlı için bir yaşama sevinciydi; mutluluk kaynağıydı.

Şubat 2001
ŞÜKRÜ AYDOĞAN
(Ayı Öyküleri kitabından alınmıştır.)

karadoruk-aa@hotmail.com