Önsöz
1-Yaşar Günel
2-MuzafferBal-GÖÇ
2-Muzaffer Bal
3-İsmail Bakar
4-Onur Aydın
5-Sait Günel
7-Durmuş Günel
8-Tuğrul Bal
9-Mustafa Aydın
10-Mustafa Coşkun
11-Ayhan Aydın
12-KemalGündoğan
13-Hüseyin Bal
14-Necmi Günel
15-Şevket Şahintaş
16-Sezai Kara
17-Yusuf Aydın
18-Ali Öztürk
19-Şükrü Aydoğan
20-Mehmet Çayoğlu
21-Kenan Günel
22-Celal Bakar

2-Muzaffer Bal



ANASAYFA

MUZAFFER BAL

MUZAFFER BAL

ÖZ GEÇMİŞİM
Her ne kadar doğumum nüfus cüzdanımda 1950 yazsa da 1948'de Gümüşhane-Şiran-Kırıntı köyünde doğdum. Cicimali'nin ve Yeniköylü Cafar'ın torunuyum, yani iki köylüyüm. İlkokulu Kırıntı'da, orta ve sanat okulunu İstanbul'da okudum. Dünya görüşü olarak sanat okulu ikinci sınıftan itibaren sosyalizmi seçtim. Hâlâ sosyalist mücadeleye devam ediyorum.
İleri Maden-İş Sendikası'nı kurup başkanlığını yaptım, Zemin Dergisi'nin yayın kurulunda bulundum, yazarlığını yaptım. 1987'de İstanbul'dan bağımsız sosyalist milletvekili adayı oldum. Koral yayınlarını çıkardım.
Hobim olarak, toplumuzdaki kapalı yapıyı kıran, kapalı kapıları aralamaya çalışan tüm arkadaşları desteklemek ve selamlamak. Bunu yanında yazmayı ve okumayı esas iş olarak alıyorum. Tüm okuyan arkadaşların da yazmasını yaşlı biri olarak hadime olmayarak yazmalarını öğütlüyorum.
Kızdığım ve tahammül edemediğim söz ise: Eski sosyalist tanımlaması. Eski sosyalist olmaz; olsa olsa dönek sosyalist olur.
Muzaffer Bal - Altınoluk

yeteneklilerimiz-baslik-incecubuk.jpg

İÇİNDEKİLER: 1-Kutsal Dağ - Burgababa Şenlikleri 2-Hıdrellez 3-Yılbaşı Poğaçası ve Gıliği 4-Mezarlık Üstü - Ölü 5-Yılbaşı Törenleri 6-Eşik ve Ocak 7-Sayı Sayma 8-Kızılbaş Ocakları 9-Görgü Cemi 10-Cem 11-Musahiplik 12-Büyü 13-Anadolu Aleviliği ve Türklük

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-

15.Yazı - 02 Eylül 2019
KISA BİR KÖY GEZİSİ

Üç dört senede bir gittiğim köyüme, bu sene babamın rahatsızlığı dolaysıya gittim.
İnsan, özlemediğini sandığı köyünü, gidince o tabiatını, insanlarını ne kadar özlediğini anlıyor. En azından ben böyle oluyorum. Evet, kısa bir süre kalmama rağmen, bazı yerleri gezmeye çalıştım. Çok uzaklara gidemedim ama olsun, Sogilin kalesinden yaylayı, Soğuk Parı, Burgababayı, Çiçekli Çayırları gözledim. Bu yetmez tabi, yetmesi, o topraklara ayak basmak gerekir. Ama gözlemekle kendimi avuttum.

Kale, gözlem olarak oldukça iyi bir seçenekti. Kaleden bakarken kalenin arka yüzüne, yani büyük dere tarafına bakmamak şartıyla. Kalenin arka yüzüne meraktan bakım dedim. Tam bir baraj ( gölet ) katliamı ile göz göze geldim. Yüzlerce bitki, kaleye özgü iki üç metre uzunluğunda, sanki birileri özel olarak yontarak üst üstte, yan yana koymuş, işte o taşlar yok edilmiş. Çok fazla incelemeye yüreğim dayanmadı ve hüzünle gözümü dağlara çevirerek kendimi teselli ettim.

İbil’in koruduğu meşeye baktım, tabiat kendini nasıl yenilediğini gördüm. Bu meşeyi meşe olmadan da biliyordum.
Kaleden Sofuğile doğru baktığımda, dikilen çam ağaçlarının muhteşem görüntüsü beni büyüledi. Bu çamları diken ve dikmesine vesile olan herkese minnet borcumuzun olduğunu anladım. Kaleden çamlıktan aşağı kendimi saldım.
Yine bir sabah sabah saat 7 da kaldım, aklıma ardıç ağacı geldi. Çocukluğumda, gençliğimde bir ardıç ağacı vardı Sagarın Kavga’nın üst tarafında, kutsal sayılırdı. Acaba ne oldu diye merak ettim ve evden çıkıp eski yayla yolu olan cılga yola düştüm. Daha bizim evden 50 metre ayrılmıştım harika çam ormanına rastladım. Harika çam ağaçları büyümüş ve etrafa da kozalakları ile kendileri çam ekmeye başlamışlar. Yüzlerce yeni fidan boy göstermiş. Biraz dini inancım olsa idi ve de dua bilseydim dikenlerin tümüm geçmişlerine dua ederdim. Dikenlere ve vesile olanlara minnet borcumu bildirerek yoluma devam ettim. Eskiden insanların ziyaretgâh saydığı ve taşlarla çevrili, içinde kuşburnu kömesi olan yerden, ayrılarak yamaya vurdum. Her taraf ardıç kömeleri, kuşburnu kömeleri, yer yer ardıç ağaçları arasından geçerek, etrafı çeşitli ağaçlarla çevrilmiş kutsal ardıcı buldum. Çok değişmiş, gövdesi kalınlaşmış, dalları çoğalmış ve yemyeşil muhteşem bir görünüm almış. Kendisinden müsaade alarak, fotoğraflar çektim. Bu ardıç ağacı deyim yerimde ise kel kor bir ardıç ağacı idi. Kendisine korkarak sordum. “Ne kadar muhteşem olmuşsun” “Sağol, insanlar beni unuttu, belki biraz yalnız kaldım. Canım sıkılmadı değil, sıkıldı tabi. Daha sonra sohbet edeceğim ağaçlar çalılar gelişti, börtü böcek, kurtlar kuşlar çoğaldı. Onlarla, geçinip gidiyoruz işte.” Haydi, hoşça kal diyerek, oradan ayrıldım. Dereden geçip, terek taşın oradan İbrahim amcamın evinin üstünden indim. Oralarda da armut ağaçları gelmeye başlamış.

Bir akşamüzeri, dosttum Ali Aydoğan beni alıp Yeni Köyün Çamlığına götürdü. Çamlık, çok güzel bir şenlik ve piknik alanı olmuş. Doğalığını hiç bozmamışlar. Hele o çeşmelerin tabiata uyumlu olarak yerleştirmeleri, ayrıca küçük taşlardan yapılmış kurunlu çeşmesine bayıldım. İşte dedim, tabiatla uyumlu bu kadar güzel yapılır çeşme. Yeni köylüleri saygı ile selamlıyorum. Müzeleri de bu kadar güzel.
Bir günde, tarlaları gezmek için kız kardeşimle çıktık. Yol boyu her çeşmenin etrafı pet şişesi, poşet, bira şişesi, rakı şişesi ile doluydu. Bu manzarayı görünce, insan ister istemez üzülüyor. Eskiden bunlar yoktu. Çeşme başları tertemizdi. Ha, ardıcı anlatırken bir şeyi unuttum: ardıcın etrafı sadece yapraklarla çevrilmiş tertemizdi.

Tabi ki köyün içini de gezdim. Köyün içi muhteşem, binaları görmüyordum. Evlerin bahçelerindeki ve yollara taşmış renk renk çiçekler beni büyüledi. Köyün içindeki derelerdeki erik ve diğer ağaçlar harika olmuş. Ama derelerin içine bakmasan muhteşemdi.
Köyde, geçmiş tarihlerle ilgili tatlı dedi kodu yapacak insan aradım, aradım ama bir iki kişi dışında kimse yoktu. Herkes üçer beşer “sosyalleşmek” için evlerde kâğıt oynuyormuş. Hâlbuki ben biraz sohbet etmek ve yazılarıma kaynak arıyordum.

Olsun yine de birkaç kişi ile sohbet ettim. Eminegil’in Muharrem’inden yeni yazacağım kitabıma kaynak olacak sohbetler yaptım. Ha uzun dönem görmediğim Kazım Gündoğan’ı (zurnacı) evinde ziyaret ettim ve çok mutlu oldum kendisi de mutlu oldu. Özlemişim.
Birde, doğal olarak GÖÇ kitabımın etkilerini öğrenmek istedim. Hemen hemen her sorduğum kişi kitabı beğendiğini söylediler. Özellikle rahat okunduğunu belirttiler. Herkese teşekkür ediyorum.
Birde tabi eleştiri vardı. Amcamın oğlu İhsan Bal çok yerinde bir eleştiri yaptı. İpek, Süleyman ve Memet ‘in babaları olan Sait’i unutmuş. Bu, gerçekten büyük bir hatta idi. Bundan dolayı, hem İhsan abimden ve İpeğin, Süleyman’ın torunlarından özür diliyorum. Sait: askere gidip bir daha dönmemiş. Bunu bilmeme rağmen atlamışım.

Tabi GÖÇ bana birde ödül getirdi. Öyle edebiyat filan değil, ondan çok, çok önemli güven ödülü. Bu benim için uluslararası ödülden çok daha önemli. Ethem amca (Ethem Bal) 1981 de hazırladığı Baloğlularının soyağacını çerçeveli bir şekilde bana verdi. Bu dünyanın en büyük ödülü idi. Ethem amcanın ellerinden saygı ile öperek, teşekkür ediyorum.
GÖÇÜ, özellikle kendi toplumuma yazdım, dilini de öyle kullandım. Aldığım tepkiler bunda başarılı olduğumu gösteriyor.
Herkese teşekkürler.
muzaffer bal
altınoluk

---------------------------------------------------------------------------------------

14.Yazı - 17 Ocak 2014
KUTSAL AĞAÇ

Anadolu Alevilerinin kutsal ağaçları vardır. Bizim köy ve çevresindeki Alevilerinde de, Ardıç ağacı kutsal ağaçtır. Ağaçlara bez bağlayarak dilek tutulur. Tutulan dileğin gerçekleşeceğine inanılır. Bu inanç, tüm Türklerde vardır. İslâmi inanca göre hurafelik sayılmasına rağmen, hala sürmekte. İslâmiyet’in bez bağlamayı putperestlik saymasına rağmen, hala Anadolu Müslümanlarında azalarak ta olsa sürmekte. Bunun nedeni, Anadolu insanı çoktanrıcı inançlarını, Anadolu topraklarının özelliğinden dolayı olsa gerek, hala sürdürmekte. Zaman içinde, Arap Müslümanlığı giderek, katı kuralları ile, hayatı sardıkça, bu tür inançlar, kültür boyutuna çekilerek, hala hakimiyetini sürdürmekte. Hemen hemen her kırsal yerleşim alanında renk renk bezlerle dalları bezenmiş bir ve birkaç ağaca rastlamak olasıdır.

İslâmi inançla çelişen, çoktanrıcı bu ve bunun gibi uygulamalar nasıl oluyor da bu kadar uzun dönem yaşamını sürdürebiliyor. Bir kere, atalarının inancı olan çoktanrıcılık, insanların genlerine kadar işlemiş. İkincisi kırsal kesimde Müslümanlık, “Anadolu Müslümanlığı” olarak yaşamını sürdürmüş. Bunun nedeni de dini okullar olan medreselerden uzak olması, halkın çoktanrıcı inançlarının İslimi olduğunu düşünmeleri. Halkın, İslamiyet’i okumadan, sadece atadan dededen duydukları ile yaşaması ve aynı zamanda önceki inançlarının devam etmesi sonucunda, karışık bir şekilde, kendisine göre İslâmi bir yaşam tarzını sürdürmesidir. Ağaca bez bağlayan kişiye ne yapıyorsun bu İslamiyet’e ters diye sorulduğunda – benim ağaca bez bağlamamın kime zararı var, ben bir dilek tuttum, olursa olur, olmazsa olmaz. Bu inanç tekke ve yatır ziyaretlerinde ve onlardan dilek dilemede de kendini göstermekte.

Anadolu Alevileri’nde çoktanrıcı inançlar o kadar canlı ki, onlar böyle soru ile karşılaşmak bile istemezler. Ağaca bez bağlayıp dilekte bulunmak, inancın bir parçasıdır. Ağaca bez bağlamak, ağacın kutsallığının sonucudur. Bez sadece ağaca bir armağandır. Ağacın kutsallığının kökleri, Şamanizm’e kadar uzanmakta.

“Şamanlar, çadırlarının önüne bir kayın ağacı dikerler ve bu ağaca çentikler atarlar. Şaman (kam) bu ağacı merdiven gibi kullanarak “gökyüzüne tanrılarla” buluşmaya ve onlardan dileklerde bulunmaya gider.
“Şaman, üzerine yedi veya dokuz gök katını temsil eden yedi veya dokuz taptı ( çentik, kertik) atılmış bir ağaca ya da direğe tırmanır.” Şamanizm Mircea Eliade imge yay. S. 307

Aynı şekilde kurbanlarının kemiklerini kırmazlar ağaçlarının dallarına asarlar. Şamanlar, obalarının kapılarına diktikleri ağaçtan direğe bez bağlarlar ki, uğur getirsin. Anadolu Alevilerinin Cemi’nde alaca değnek huzuru sağlamak için kullanılır. Bu alaca değnek bir kişiye teslim edilir, o kişi cem zamanı alaca deyneği çıkarır, cem yapılmadığı zamanlarda onu saklar ve gözü gibi korur. Kutsal ağaç birçok toplum da , dünyanın sürekliğini, doğurganlığını ifade eder.

“Evren ağacı, yaradılış verimlilik, sırra erme fikir ve kavramlarıyla ve son aşamada da mutlak gerçeklik ve ölümsüzlük fikri ile ilişki içinde bulunur. Böylece Evren Ağacı, Hayat ve Ölümsüzlük Ağacı olur.”

“Gold’lar, Dolgan’lar ve Tunguz’lar doğumdan önce çocuklarının ruhlarının küçük kuşlar gibi Kozmik Ağacın dallarında beklediklerini ve şamanların gidip onları oradan getirdiklerini söylerler.”
“… bir başka temada “ Yazgılar Kitabı- Ağaç” kavramıdır. Osmanlı Türklerinin inanışına göre, Hayat Ağacının bir milyon yaprağı olup her birinin üzerine bir insanın yazgısı yazılmıştır; her insan öldüğünde ağaçtan bir yaprak düşer. Ostyaklar yedi katlı bir göksel Dağın üstünde oturan bir Tanrıça’nın, her insan doğar doğmaz yazgısının yedi dalı bir ağaca yazdığına inanırlar.”
“şamanın da en son Feleğe, Kozmik Ağacın tepesine ulaşınca, orada bir bakıma topluluğun “geleceğini” ve insanın ruhunun “ yazgısını” sorgulamasıdır.” Şamanizm Mirce Eliade İmge yay. Sayfa: 304- 305- 306

Kutsal ağaç inancı, Anadolu da o kadar etkin ki İslamiyet’in okulu olan ve yine İslamiyet’in sembolü haline gelen camilerini süslemekte.

“Hayat ağacı figürü: Sivas Gök Menderese Taç kapısı girişinde sağlı sollu minarelerin sütunlarında bulunur. Eski Türk Literatüründe bu ağaç dünyanın merkezi olarak kabul edilir ve aynı zamanda (şamanın) gökyüzü seyahatinde merdiven görevi yapar.

Bu figürlerde yer alan tasvirlerde kartal tasviri, öbür dünyaya ulaşmakta (şamana) yardımcı olmayı, nar meyveleri cennet bolluk bereketin sembolünü, küçük kuşlar ise göğe uçan ruhları ifade eder.

Hayat ağacı; Kur’an-ı Kerimde de Sidre ve Tuba adlarıyla anılır ve göğün yedinci katında, cennetin ortasında yer aldığı ifade edilir.”

( Hemen , anamızın, babamızın bize seni leylek getirdi – Yine anası, babası olmayanlara, sen ağaç kovuğundan mı çıktın sözlerini hatırlatıyor.) Kutsal ağacın, zaman içerisinde birçok kutsallıkla donatıldığını görüyoruz. Daha sonraları, kutsal ormanlar meydana gelmiştir.

“İliz meşeler Zeos’u ve onun gücü büyüktür. Menophilas kutsal koruluktan odun sattığından, Tanrı tarafından cezalandırıldı ve hayli çile çektikten sonra ( tanrı) oğlu Menopihlios’a babasının suçunu telafi etmesini emretti. O şimdi bütün insanların tanrıyı hafife almamalarını gerektiğini bildiriyor. 0 bunun kanıtını 276 yılının Daisios 30. Günü dikti”

Anadolu Alevilerinin bulunduğu birçok bölgede, ardıç ağacı kutsal sayılmakta. Elmalı bölgesindeki Tahtacılarda ve bizde ( Gümüşhane – Şiran – Kırıntı Köyü ) ve çevresindeki Alevi köylerinde ardıç hep kutsanmıştır. Ardıç ağacının kutsallığı da Şamanizm’den gelmekte.

“Ardıç, başta gelen bir şaman ağacıdır. Tanrıların ve perilerin ağacı olmasından dolayı kutsaldır.” Hacı Bektaş - Efsaneden Gerçeğe Sayf. 126 İréne Mélikoff

Türklerin’de kutsal ağaçları vardı; bunu çeşitli Türk mitolojilerin de görüyoruz.

“Oğuz- Han, İt- Barak kavimi ile savaş yaparken mağlup olmuş ve nehrin ortasındaki küçük bir adacığa sığınmak zorunda kalmıştı. İşte tam bu sırada Oğuz - Han’ın ölen askerlerinden birisi, bir ağaç koğuğunda bir çocuk doğurmuş ve bu çocuğa Kıpçak adı verilmiş”

Dede Korkut şöyle diyor ağaç için:
“Kalırda, koparda yirüm, gün, ortaç,
“Karangu dün içeri yol azsam, umudum allah!
“Kaba ‘âlem götüren Hanumuuz Bayındır Han,
“Kırış güni öngidin depen alpumuz Ulaş oğlu Salur Kazan,
“Atam adın der osan kaba ağaç,
“Anam adın der isen Kağan Arslan,
“Menüm adum sorar isen Oruz oğlu Basat’dur.!”

Türkçesi:
“Dururken, kalkarken yerim senin gibi değil gündüz aydınlıktır.
Karanlık gecede yolumu şaşırtırsam, ümidüm Allah’dadır!
Büyük bayrağımızı taşıyan hanımız, Bayındır Han’dır.
Atamın adını sorarsan kaba ağaç’dır.
Anamın adı nedir dersen Kağan Arslan’dır.
Benim adımı sorarsn, Oruz oğlu Basat’dır!”

Dede Korkur ağaçın kökü ve başı için de şöyle diyor:
“Başun ala olsam başsuz ağaç!
“Dibün ala bakar olsam, dipsüz ağaç! Türk Mitolojisi 1. Cilt Prof. Dr. Bahaeddin Öğel Türk tarih k. 1998 Sayf. 88-89

Şaman ardıç ağcının tohumunu veya kabuğunu yakarak dumanını içine çeker ve kendinden geçer ve davulunun müziğine uyarak ateş etrafında dans eder. Bu, Şaman’ın trans halidir. Artık dünyayla ilişkisini kesmiş, gökteki “tanrılarla buluşmaya” hazırdır. Hacı Bektaş’ın da kendini aşmak ve trans haline gelmek için ardıç ağacından yaralandığını biliyoruz. Hacı Bektaş, Hırka Dağı’na çıkarak ateş etrafında döner, trans haline geçer ve tıpkı Şaman gibi, “Tanrı” ile buluşmaya hazırdır.

“Günümüzdeardıç, Elmalı bölgesi (Antalya vilâyeti) Tahtacılarında kutsanmış ağaç olarak görülmektedir. Kutsal ateş inanışıyla birleşen ardıç, başlı başına bir kutsama öğesidir. Ve dallarına adak eşya ya da kesilmiş saç telleri bağlanır.

Hacı Bektaş’ın; ardıç dalları ile yapraklarından elde edilen tütsünün kendini-aşma durumuna girmede bir araç olarak kullanıldığı yüksek dağlık bir bölgeden, bu ağacın ya da ağaçsıların kutsal sayıldıkları bir yöreden gelmiş olduğunu düşündüren bu öğeleri, Vilâyet nâme’de görmedeyiz.” Hacı Bektaş - Efsaneden Gerçeğe İréne Mélikoff - cumhuriyet kitapları sayf. 126-127

Hacı Bektaş’ın, ibadetini Hırka Dağı’nda yapması oldukça anlamlı, çünkü cem ayini yerine hırka dağında ateş yakıp, ardıç ağacından tütsü alıp, ateşin etrafında talipleri ile sema yapması, bize, Şaman’ın trans durumunu hatırlatıyor. Hacı Bektaş, bana göre İslamiyet’i “kabul” etmesine rağmen, Anadolu’ya bir Şaman olarak gelmiştir. Şaman olarak da ölmüştür. Bunu Hacı Bektaş bölümünde biraz daha açmaya çalışacağız.

Elma Ağacı: Kutsal ağaçlardan biri de elma ağacı ve meyvesidir. Bu gün, hala bizim köyde sürmekte olan bir gelenek var: Düğünlerde, gelin damadın evinin önüne geldiğinde attan indirilmez, damat, evin bacasına çıkar ve gelinin eteğine elma atar. Elma, gelinin kucağına düşerse uğurlu sayılır, düşmez yere düşerse uğursuz sayılır. Bu, ilk bakışta sıradan bir gelenek olarak görülebilinir. Unutulmamalıdır ki, her geleneğin bir tarihi geçmişi vardır. Bizde, bu geleneğin tarihine doğru seyahat ettiğimizde, elmanın ve ağacının kutsallığına varıyoruz.

Her gelenek ve göreneğin bir tarihsel bağı vardır. Bu bağları, efsaneler, masallar ve mitolojiler günümüze ulaştırmakta. Tabi ki, bütün bu anlatımlar, bire bir olması mümkün değildir, zaman içinde, bir çok değişikliklere uğrayarak bize ulaşmıştır. Burada değişmeyen özdür, biz de, bu öze bakmaya çalıştık.

Elma ağacı, eski inançlara da kısırlığı tedavi ettiğine inanılırdı.

“Kara yılan Masalında çocuğu olmayan bir padişah, derdine çare bulmak için vezirleri ile yola çıkar. Yolda dinlenirken Karşı taraftan ak sakalı nur yüzlü beyaz elbiseli (beyaz Şamanlarda iyilik senboli dir) bir derviş gelir, bunlara selam verir, derviş cebinden bir elma çıkarır “ey padişahım, bu elmayı al yarısını sen ye yarısını da sultan hanıma ver, inşallah Allah size bir evlat verir” der kayıp olur. Padişah sarayına geldikten sonra dervişin sözlerini yerine getirir ve “Sultan hanım o gece gebe kalır.”

Bir başka masalda, bir başka şekilde elma kısırlığa karşı kullanılır. “Güzel Ahmed” adlı masal da derviş padişahın derdini padişah söylemeden bilir ve derviş elindeki elmayı padişaha verir, bunun kabuklarını kısır ata yedirmesini öğütler; arkasından padişaha olacak çocuğun adının kendisinin koyacağını belirtir. Doğan çocuğa yıllar sonra “Güzel Ahmed” adın koyar.

“Manas Destanı’nda “ Cakıp, eşini kısırlığını tedavi et etmesi için , kutsal bir kuyunun yanında yükselen elma ağacını ziyarete gönderir; Kazaklarda, kısırkadınlar gebe kalmak için bir elma ağacının dibinde yuvarlanırlar.” Türkiye masallarında Şamanizim - Haziran 2003 yayınlanmamış yük. lisanans tezi . Türk Edebiyat bölümü Bilkent Ün. E.S.B.E.

Yukarıda uzun uzun alıntılardan da anlaşıldığı gibi, kutsal ağaç inancı İslamiyet’ten çok önceleri var. Buraya almadığımız yüzlerce örnek var Türk mitolojilerinde. Kuran’da ise, ağaçların kutsallığını bir kenara barakalım, tam tersine naletlenmiş ağaç var. O da zakkum ağacı, cehennem ağacı olarak bildirilmekte ve cehennemliklerin yemeğidir diye. .

Çok tanrıcı inançlarda, ağaçlar kutsal sayılırken, Müslümanlıkta, bir ağaçta olsa, nasıl olurda cehennemlik olur? Üstelik, Allah bunu bir ayetle tüm insanlara iletmiş.

Muzaffer Bal - İstanbul - 17 Ocak 2014

----------------------------------------------

13. Yazı - 24 Haziran 2011
ANADOLU ALEVİLİĞİ VE TÜRKLÜK

Anadolu Türk Alevileri, Orta Asya'dan getirdikleri Türk inanç ve geleneklerini en canlı bir şekilde yaşatmalarına rağmen; Türk milliyetçiliğini ideolojik olarak savunmazlar. Anadolu Alevileri Türklüğü bir kök olarak kavrar ve onu hiçbir şekilde dünyadaki milletlerin herhangi birinden ne üstün, ne de alçak görür. Anadolu Alevisi, insanı tanrılaştırdığı ve diğer bir deyimle, tanrıyı insanla bütünleştirdiği için, tabiatta en üstün varlık olarak insanı kabul eder. Üstün insanın, herhangi bir ırka mensup olması, inancını değiştirmez.

Anadolu Aleviliği'ne göre, insanlar, ırklarına göre değil, insan ve kamil insan olarak ayrıma tabi tutulur. İnsan: Eğitilmemiş, olgunlaşmamış insandır. İnsanın eğitilmesi, olgunlaşması gerekir. İnsanı eğitip olgunlaştırmak da insanın görevidir. Kamil insan: Eğitilmiş, olgunlaşmış ve tanrı ile bütünleşmiş insandır. Bu felsefi görüş, Anadolu Alevisi'ni, enternasyonal bir anlayışa yönlendirir.

Irkçı ideolojiler, seneler sonra Anadolu Alevisi'nin Türklüğünü keşfetti. Türk İslam sentezini bunların üzerine kurmaya çalışmaktalar. Şimdi bunlardan Prof. Orhan Türkdoğan'nın Alevi Bektaşi kimliği eserinde Ahmet Kösün anlattıklarını anlatırken nasıl Alevi felsefesinin eksikliğini ve Türk İslam sentezinden hareketle İslam'ın sünniliğini nasıl dayattığına bakalım.

'Ahmet Kös, Bektaşilerle Sünniler arasında sizce önemli farklar var mıdır? Varsa bunlar neler olabilir' sorusuna şu yorumu getiriyordu: "Gerek Bektaşilik gerekse Babailik Türk velileri tarafından kurulmuş, Türk tarikatıdır. Bu tarikatların işleniş şekli de Türk- İslam bütünleşmesini yansıtır."
Kös, Türk - İslam sentesi tespitini yaptıktan sonra devam ediyor.

Kuran'ı Kerimleri Türkçe, gülbankları Türkçe nefes şeklinde. Her nefesi buram buram Türk kokan iki tarikat.. Bektaşi ve Babailerin cem ayinleri de eski Türklerde rastlanılan bir geleneğin devamıdır. Örnek olarak Dede Korkut destanında da aynı nefeslere rastlamaktayız. Âyini cem ve ikrar törenleri de tamamıyla Şaman gelenek ve inançlarının bir yansımasıdır.
Alevi ibadetlerinin özü olan Cem, Şaman inancı olarak ilan edilip, sonra da Anadolu Aleviliği Türk - İslam sentezi olarak kabul ediliyor; bu büyük bir çelişkidir. Anadolu Aleviliğini, Şaman inancı olarak kabul edersin, ya da İslam olarak. Bir inanç hem Şaman, hem İslam nasıl olur, bunu iyi düşünmek gerekir. Ahmet Kös de bunun böyle olamayacağını kavradığı için oruç ve namaza başlamış.

"Üç yıl süren korkunç alkolik yaşantıma ne zaman son vereceğimi düşünürken, bir gece çok tatlı ve dokunaklı bir ezen sesiyle uyandım ve kendimi camiie attım. Kıldığım yatsı namazından sonra eve döndüm. bu bende büyük bir manevi tesir yaptı. İşte o günden bugüne kadar beş vakit namazımı kılıyor, orucumu da çok şükür tutuyorum."

"Bu ara eşim de İslâmı tesettüre (kapanmaya) uydu - Alevi Bektaşi kimliği Orhan Türkdoğan timtaş ya. S.245 - 246

Burada şunu açık olarak görüyoruz; Çorumlu Ahmet Kös, sünni manevi baskısına dayanamayıp, Anadolu Alevi kimliğini, Şii kimlikle değiştirmiş ve Sünniliğe doğru yol almış. Kös'ün, ben Anadolu Alevi'siyim demesi, sadece Türkdoğan'ın ideolojisine hizmet eder. Türkdoğan, çok geniş bir alan araştırması yapmış ve büyük emek vermiş; buna saygı duymak gerekir. Doğal olarak kendi ideolojisi olan, Türk - İslam sentezinin yorumunu katarak; Anadolu Alevileri'ni etkilemeyi amaçlamış, bu Tükdoğan'ın en tabi hakkı. Burada bize düşen görev ise; Türkdoğan'ın kendi araştırmasından yaralanarak tezlerini çürütmektir.

Türkdoğan, Alevi - Sünnî kardeşliğini 600 sayfalık kitabında sürekli vurgulamakta, buna katılmamak mümkün değil. Yalnız Türkdoğan bu kardeşliği Anadolu Alevi'sinin, Sünnilikle bütünleşmesi temelinde gerçekleşebileceğini de aynı şekilde savunmakta.

"Allah, Peygamber ve Ali kavramlarının oluşturduğu deseni çoğu kez yanlış algılayan bazı alevi imajı, yaşadıkları ortamda sünni tepkilerin büyümesine neden olmuştur. Genellikle aleviliğin dokusuna kadar sinmiş bulunan bu esrarlı oluşumları ayıklamak Sünni kotla uyum sağlayacak bir çizgiye çekmek gerekmektedir."

Türkdoğlu aynı es. S543-544

Yukarıdaki açıklamasında Alevilerin yanlış bilgileri yüzünden, Sünniler tarafından dışlandığını vurguluyor ve doğrular öğretilince, Sünnilerle bütünleşeceği savunuluyor. Bir defa şunu kabul etmek gerekir, Aleviler kesinlikle bilgisiz değiller. Kendi inançları var ve bu inançları doğrultusunda ibadetlerini yapmaktalar. Eğer bunun aksini kabul ederek; bir 'bütünleşme' istenirse, bu 'bütünleşme' değil, ayrılığın derinleşmesini sağlar. Önce Sünniler, Alevilerin, Alevi inancına saygı duyarak tanımaları gerekir. Alevilik, Kuran terazi alınarak tartılamaz.

'Eski şaman panteonunda Kamlar'ın Kırklar Meclisine yükselirken içki içmeleri, törenleri yürütmeleri, saz çalmaları hepsi günümüzde Alevi geleneğinde tüm güzelliğini korumaktadır. Miraç lama denilen bu kök paradigma ve ondan türeyen değişkenler, kültür unsurları İslam'ın Kur'an modeline tamimiyle ters düşmektedir. Bu nedenle, volk-Aleviliği bu unsurlardan ayıklamak gerekir. Ancak, o zaman Sünni - Alevi bütünleşmesi daha da kolaylaşacak bir eksene oturabilir.. çükü Kur'an ana esprisi ile içkiye, sarhoşluğa karşı bir tutum yansıtan biricik evrensel dindir. Şaman kültür kalıntılarıyla içkiye yatkın bir tutumu gündeme getirmek suretiyle Aleviliği savunmak her şeyden önce Alevi kimliğini yaralar."
Aynı es. S. 545

Burada da çok açık olarak Türkdoğan diyor ki: ey Aleviler, Sünnileşin de bütünleşelim yoksa ayrılıklar devam eder. Kırklar Meclisi Cemi'n ana dayanağı Cem ise, Anadolu Ailevisinin ibadetinin esasıdır. Nasıl olur da Cemi filan bırakın denilebilinir. Alevilerin, Sünnilere namazı, orucu, hacı bırakın gelin bütünleşelim demesi ne kadar gerçekçi ise, Sünilerin, cemi filan bırakın demesi o kadar gerçekçi olur. Bu, çağrının esası şu: Alevilik İslam dışı, siz Aleviliği tamamen terk edin ve gelin "bütünleşelim" bu bütünleşme yerine ayrışmayı getirir.

Türkdoğan, yaptığı alan araştırması boyunca, Anadolu Alevilerinde, İslamın hiçbir uygulamasının yapılmadığının tespitini yapar ki, doğru bir tespit. Bu tespit doğru olduğu kadar, üzerinde düşünülmesi gereken bir tespit. Anadolu Alevi dedesi, talibi, aydını yani gerçek Anadolu insanı, İslamda sadece Allah'ın bir olduğuna, Muhammed onun resulü olduğuna, Kuran'ın Allah'ın ilahi kitabı olduğuna inandığını beyan ederler. Ve de gönülden inanırlar. Bu bize Anadolu Aleviliğnin İslamın içinde bir ayrışım olduğunu göstermez. Eğer öyle olsaydı işler çok kolay çözülürdü. Kuran'ın, her ne kadar değiştiği gibi iddialar olsa da, bu İslami inanca göre geçersizdir; çünkü, Allah Kuran'ın koruyucusu olarak kendisini ilan etmiştir. Allah'ın koruduğu Kuran değiştirilemez. Peki nasıl olur da hem Müslüman olunur hem de Müslümanlığın esasları yerine getirilmez.

Benim araştırmalarımda ve Türkdoğan'ın ve diğer yüzlerce araştırmacının vardığı sonuç çok açık, Anadolu Aleviliği, İslam'ı korunma amacıyla kabullenmiş. Kesinlikle Kuran'ı bilemezlikten değil. Benim bildiğim binlerce Alevi, kuranı hem Arapça'sından, hem de Türkçe'sinden okumuş ve okumakta. Kendi köyümde, benim ilkokula gittiğim senelerde Kuran kursu vardı ve de benim dedem Kuran kursu hocasıydı. Birçok Kuran kursuna giden arkadaşımız hatip edip, hatip kurbanı kesmişti. Alevi dede babası olan Bedrettin Noyan, Kuran'ın şiirsel yazımını gerçekleştirdi; peki nasıl olurda Kuran'ı bilemez? Daha yüzlerce araştırmacı en azından araştırmaları için Kuran'ı okumak zorundalar, bütün bunlar İslamiyet'in Aleviler tarafından bilindiğini fakat uygulamadıklarını gösteriyor. Esas araştırılması gereken bu. Bugün; Sünni kesimde de milyonlarca kişi var ki Kuran'ı eline bile almamış, okuduğunu da anlamamışlar. Kuran sadece ibadet ayetlerinden oluşmamakta 6666 ayetten oluşmakta. Kuran'ı okumak ve anlamak 6666 ayeti okumak ve anlamaktır. O zaman Aleviler cehaletle suçlanamaz, Kuran'ı anlamadan da İslami esaslara uyarlardı; tıpkı Sünnilerin büyük bir çoğunluğu gibi. Sünni inançların büyük baskısı ve katliamları, Alevileri kendi inançlarının üzerine İslam'ı örtü örterek bugüne kadar sürdürmüşler. O kadar zaman geçmiş ki ; İslam'ı örtü giderek üzerlerinde kalınlaşmış ve kendi inançlarını İslam'ı inanç olarak algılamaya başlamışlardır. Bundan dolayı, İslam'ı biz temsil ediyoruz, esas Müslüman biziz diyorlar. Bunu da laf olsun veya korktuklarından değil ona inandıklarından. Ama hangi Müslümanlığı? Tabi ki kendilerinin yaratıp olgunlaştırdığı Müslümanlığa. Tabi ki bu görüşe uygun bir Müslümanlık yaratmak kaçınılmaz oluyor. Peki bilimsel olarak baktığımızda bu görüş İslam'a göre doğru mu? Kesinlikle doğru değil.

Artık Anadolu Alevisi kendisinin oluşturduğu inanç kimliğine sahip çıkarak, bu kimlikle, diğer inançlarla bir arada yaşamayı savunmalı. Diğer tüm inançlar da Anadolu Aleviliğini bu kimliği ile tanımalı ve kabullenmeli ve saygı göstermeli. O zaman Sünnilerle Aleviler barış içinde yaşarlar. Alevi- Sünni barışının yolu, buradan geçmekte; yoksa Aleviliği yok edip, Sünnilikte bütünleşmeyi savunmak barışı dinamitlemektir.

Kitabımın başlangıcından, buraya kadar anlatmaya çalıştım . Anadolu Aleviliği, Çoktanrıcılıktan başlayıp ve birçok inançlardan zaman zaman etkilenmiş, ama özü olan, tabiat tanrı inancını kaybetmemiş ve giderek tektanrıcı inanca doğru evrilmiş ve de tek tanrı olarak bilinmeyeni değil; insanı tanrılaştırmış veya tanrıyı insanlaştırmıştır. Anadolu Alevisi'nin inancı, insan tanrı eksenine oturmuştur. Bu Hallac-ı Mansur'dan başlayıp Hacı Bektaş la devam ederek günümüze gelip yerleşmiştir.

Anadolu Alevisi, sadece İslamiyet'in namaz, oruç, hac gibi uygulamalarını değil onlardan çok daha önemli olan kadın meselsinde de kurandan ayrılmakta. Kadınları ikinci sınıf olarak gören İslâmi anlayışa karşı, insanda cinsiyet ayırmadan kadın, erkek eşitliğini sadece savunmak değil; bilakis yaşamlarında uygulamışlardır. Daha da ileri giderek, kadın dedeler oluşmuş ve cem erkanı yürütmüşlerdir.
Ali Kurt'un açıklamasına bakalım.

"Veli baba ölünce, Ayşe bacı dedelik yapıyor. Çünkü, ördeğin büyüğü de küçüğü de bize göre yüzebilir. Bu durum karşısında pirelenen kişiler, Ayşe Bacıyı Padişaha şikayet ediyorlar, Padişah da Onu Şam'a sürüyor. Ayşe Bacı tam iki bucuk yıl kalıyor, sonra geri dönüyor ve dedeliğine devam ediyor"
Aynı eser S.503.

Alevilikte Şiileşen ve Türk - İslam sentezini savunan; eşi türbana bürünen Veli Kurt, Türkoğlun'a bunları anlatıyor. Sünnilik, Aleviliğin inanç uygulamasının en mütevazısı olan, bir kadının dedelik yapmasına tahammül göstermeyerek, kalkıp kadını Şam'a sürüyor. Bu olay bile, Sünniliğin kadına nasıl baktığını çok net olarak açıklamakta.

Türkoğlu, sürekli bir şekilde, Alevi - Sünni bütünleşmesini öne çıkarıyor. Konuştuğu bazı kişilerin görüşlerini de alarak, kendi görüşünü pekiştirmeye çalışıyor.

"Dedeler yolumuzu bir ticari gibi telakki ettiler. Alevilik yolundan gelen dede , yolsuzlukları önleyeceği yerde (param girsin koynuma, vebalin günahın boynuma) dediler."
Sünni - Alevi bütünleşmesinde, cemaate göre dedelik kurumunun kaldırılması daha da işi kolaylaştıracaktır."Aynı es. S 167

Hemen şunu hatırlatalım, dedelik kurumu, ticarî bir kurum değil; taliplerinden alınan hakkullak, bu da dedelerin geçimlerini sağlamak için değil, dede ocağında, sürekli olarak kara kazanın kaynaması için alınır. Türdoğan, Cemal Abdal Ocağı'na bağlı Alirıza'nın Konuşmasını yukarı aldık. Bu görüşe katılmak mümkün değil, dedeler halkla beraber tarlasını eker biçer, geçimini kesinlikle çalışarak sağlarlar. Onların topladıkları hakkulak olarak isimlendirilen yardım, tamamen taliplerin gönüllü olarak yaptığı yardımlardır. Ali Rıza'nın söylediği münferit olay olabilir. Bu kadar büyük bir cemaatın içinden, mutlaka dedelik kurumunu da lekeleyecek dedeler çıkar, bu tamamen istisnadır. Dedelik kurumu bu tür olaya dayandırılarak kaldırılamaz. Şu unutulmamalı dedelerin dokunulmazlıkları yoktur, her an, taliplerin isteği üzerine, dedenin yargılanması için, Görgü Cem'i kurulabilin ir ve bir üst ocaktan dede çağrılır veya talipler postun karşısında dedeyi dara (sorguya) çekebilir.

Post, Alevilikte oldukça önemli, dedenin dara çekilmesi için, o an posta oturacak bir başka dede yok ise; post boş bırakılır, sorgulanacak dede, postunda dede varmış gibi dara durur, savunmasını taliplerine yapar. Bu tamamen bir iç hukuktur. Dedeler tabi ki Alevi önderleridir; binlerce yıl Aleviliği taşıyıp getirmişler. Doğru Alevlilerin, Sünnileşmesinin önünde, demeleriyle, sazı ile, sözü ile engel teşkil etmekteler. Onlar çağın Şaman'ı. Eğer onlar olmasaydı tanrı insanda nasıl bütünleşirdi? İslam'ı alıp kendi inançlarına çevirerek; inançlarını koruyan da onlar. Alevilerin şöyle bir isteği olsa nasıl karşılanır? Sünniler tarafından imamlık, müftülük tamamen yasaklansın. O zaman Sünnilik varolabiliri miydi?. Veya Alevi Sünni "bütünleşme"si için imamları, müftülükleri kaldıralım dersek gerçekçi bir yaklaşım oluru mu? Olaya parasal açıdan baktığımızda imam ve müftüler Türkiye Cumhuriyetinin tüm vatandaşlarının vergisi ile yaşamaktalar ve de inançlarını bu vergiler sayesinde yapmaktalar. Bir de Alevi dedelerine bakalım, onlar sadece kendi inançlarına bağlı olanların hakkulağı ile ayakta durmaktalar. Bu hakkullahda, dede ocağına gelen misafirlere harcanmakta.

Şimdi bir de bir başkasıyla yapılan söyleşiye bakalım.

"Nitekim, Hacı Bektaş Velinin Amcası oğlu Afadından Koluaçık Hacım Sultanın torunu Hacım sultan Ocağının dedesi avukat İsmail Ünlütürkler" 700 yılık seçeresine dayanarak şu görüşleri ileri sürüyor:

"Aleviler, imam Hanifi'nin yolundadır. Çünkü, İmam-ı Azami Hanefi İmam Cafer'in talebesidir.aslında bütün aleviler sünni, bütün sünniler de alevidir.
Aynı eser S.163

Ünlütürk, İmam Hanifi'nin, İmam Cafer'in öğrencisi olduğunu söyleyerek, tüm Alevilerin Sünni, tüm Sünnülerin de Alevi olduğunu savunuyor. Şimdi Ünlütürk'e sormak gerekir, peki yüzyıllardır neden Alevi - Sünni çatışması sürmekte? Bu çatışmayı dış güçlere bağlamak ne kadar gerçekçi? Tabiiki, toplumlar arasındaki ayrılıklardan dış güçler yararlanmaya çalışır; dış güç ayrılıklar da belirleyici güç değildir. Belirleyici güç, iç dinamiklerdir. Hayatın her alanında ve toplumlarda da belirleyen güç, iç dinamiklerdir. Eğer siz iç çelişkileri doğru ele alıp, doğru çözümler üretemeseniz, çatışmalar kaçınılmaz olur. Alevi kimliğini İslam kimliği olarak görürseniz ve de Aleviliği İslama göre değerlendirmeye kalkışırsanız, inançlar arasında barış değil, çatışmayı savunmuş olursunuz. İmam Hanifi'nin, İmam Cafer'in öğrencisi olması her şeyi aynı düşünmesini gerektirmez, Öyle olsa idi Hanefî Mezhebi kurulmaz, Caferi Mezhebi altında toplanılırdı. Anadolu Aleviliğinin, dünyadaki diğer Alevilerden farklı olduğunu düşünerek tahlillerimizi yapmamız gerekir. Anadolu Aleviliği kitabımızın başından beri ispatlamaya çalıştığımız, kök olarak, Şaman inancının, birçok inançla harmanlandığı ve son olarak insan tanrı - tanrı insan anlayışına ulaşmıştır. Bu inanışın İslamla veya Caferilikle ilgisi yoktur. Ünlütürk, Şii görüşlerini Alevilik olarak kabullendiği için, böyle bir görüşe varması çok doğal. Şiiliğin Anadolu Alevîliği üzerindeki etkileri ayrı bir başlıkta ele alındığı için burada geniş yer vermedik.

Türkdoğan, Alevi gençlerde gelişen Marksist düşüncenin Aleviliği yıprattığını savunuyor. Marksist düşünceye karşı olan Alevileri, öve öve bitemiyor. Şunu kısa olarak belirtelim, her ırktan her dinden ve her inançtan insanlar Marksist düşünceyi savunabilir. Marksızım inanç değil, ekonomik sosyal, bir yönetim biçimidir. Marksist harekete batığımız zaman, Sünnisinden Alavisine, Hıristiyan'ından, Yahüdisi'ne, her dinden, her ırktan insanların var olduğunu görüyoruz. Marksist düşünceye Alevilerin daha yakın durması, Anadolu Alevisi'nin felsefi görüşünün bir sonucudur. Anadolu Alevisi Her şeyi sorgulayan ve geliştiren bir anlayışa sahip olduğu için, düzeni de sorgular, bu onların özgürlük anlayışının bir sonucudur. Türkdoğan, sanki Aleviler Sünnileşince Marksist düşünceden uzaklaşacağını savunuyor. Öyle olsa idi, Sünniler içinde Marksist düşünceyi savunan olmazdı; bugün siyasi yapılamaya baktığımızda bunun böyle olmadığı ortaya çıkıyor. Türkdoğan, Alevi ozanlarını görmezlikten geliyor. Şimdi Şebin Karahisar civarında yaşayan Semerkantlı Behlûl'ün dizilerine bakalım. Bahlûlün, ne zaman yaşadığına dair bir bilgi yok. Yalnız Behlûl ismine ve de aynı bölge de evliya çelebinin seyahatnamesinde rastlıyoruz. (Bu zatın soyu, çok büyük ihtimalle, Gümüşhane'nin Şiran kazasının Yeniköy'de devam etmekte. Bugün Hakka yürümüş olan Behlûl, (Pehrüldane) onun soyundan olma ihtimali çok yüksek.) Bu tahmini açıklamasından sonra dizilerine bakalım.

*Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın / Yapıp ta neylersin bundan sana ne? / Halk ettin insanı saldın cihana/ Salıp ta neylersin bundan sana ne?
*Bakkal mısın teraziyi neylersin / İşin gücün yoktur gönül eğlersin / Kulun günahını tartıp neylersin / Geçi ver suçundan bundan sana ne?
*Katran kazanını döküver gitsin / Mümün olan kullar didara yetsin / Ermeyle yılana Tamuyu yutsun / Söndür şu ateşi bundan sana ne?
*Sefil düştüm bu Âlemde naçarım / Kıldan Köprü yaratmışsın geçerim / Şol Köprüden geçemezsem uçarım / Geçir kullarını bundan sana ne?
*Behlül Danem eder cennet yaratın / Nice kulları Ceheneme attın / Nicesin ateşi aşk ile yaktın / Yakıpta neylersin bundan sana ne?

Bektaşi şairleri - Sadedin Nüzhet (Ergun) - Devlet Matbaası İstanbul 1930 sayf.32


Birde tabiat aşığı olarak bildiğimiz Aşık Veysel'den bir örnek vererek cevap verelim.

BU ALEMİ GÖREN SENSİN
*Bu âlemi gören sensin / Yok gözünde perde senin / Haksıza yol veren sensin / Yok mu suçun burada senin
*Kainatı sen yarattın / Her şeyi yoktan var ettin / Beni çıplak Dışarı-attın / Cömertliğin nerede senin?
*Evli misin ergen misin? / Eşin yoktur bir sen misin? / Çarjı sema nur sen misin / Bu balkıyan nur da senin
*Kilisede despot keşiş / İsa allahın oğlu demiş / Meryam Ana neyinmiş / Bu işin var birde senin
* Kimden korktun da gizlendin / Çok arandın, çök izlendin / Göster yüzün çok nazlandın / Yüzün mahrem perde senin.
*Bin bir ismin cismin var. / Oğlun, kızın ne hısmın var? / Her bir irenkte resmin var / Nerede baksam orada sensin
* Türlü türlü dillerin var / Ne aceyip hallerin var / Ne karanlık yolların var / Sırat köprün nerede senin?
*Ademi sürdün bakmadın / Cennette bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın / Cehennemin var da senin?
*Veysel neden aklın ermez / Uzun kısa dilin durmaz / Eller tutmaz gözler görmez / Bu acaip sırda senin

Aşık Veysel anı makale ropartajlarla Aşık Veysel uyum yayıncılık- sayf.126


İşte Anadolu Aleviliği budur. Bu nasıl, Sünnilikle veya Şiilikle bütünleşir? Şiiler ve Sünniler bu dörtlükleri savundukları an bütünleşme olmuştur. Bir not düşelim, bu şiir uzun yıllarca yasaklanmış. Bir de hala yaşayan bir ozanımızın dizilerine bakalım dedim.

SUAL
*Yüce Tanrım bir sualim var sana / Gel karışma geçde cevap ver bana / Bizleri yaratıp saldın meydana / Bir de övünürsün kulum var diye
*Dersin mahşerde gök bir olur yerle / Ummanlar karışır tüm nehirlere / Bir de cehennemde zebanilerle / Korkutursun bizi zulüm var diye
*Bir gün derdimizi etmedin teskin / Barışık durmadın hep durdun küskün / Birde yalanın var, kılıçtan keskin / Kıldan ince sırat yolum var diye.
*Her daim başımız dertte belada / Bir başka hüzün var her müptelâda / Bir de kandırırsın cennet-i âlâda / Türlü meyva veren dalım var diye.
*Sen Meryem Hanımla gizli neylersin / Bilmem gerçek bilmem yalan söylersin / İncil de Kur' an da beyan eylersin / Bir de İsa adlı oğlum var diye
*Mutlak hakimisin sen kâinatın / Ay, Güneş Arz, gökte hem yedi katın / Göster didarını cemâli zâtın / İşte bu ahvalde halim var diye.
*AŞIK YENER der ki: naz satıyorum / Hâşâ ki ben sana taş atıyorum / Sevgini kalbimde yaşatıyorum / Suç sayma bir durmaz dilim var diye.

Aşık Yener Binbogadan Marmaraya Aralık -2000 - Kendi yayını -; sayf. 761


Bu örneklerden yüzlerce verebiliriz. Anadolu Ailevisi'nin ilerici olması, işte bu görüşlerin sonucu. Eğer, bu sorgulayıcı görüşlerden saparsa, (günümüzde giderek sapılmakta) o zaman, Anadolu Aleviliği gericileşir ve bağnazlaşır. Buna da Anadolu Aleviliği denemez.

Tam yeri gelmişken çok önemli ve de zorunlu açıklama yapmayı gerekli görüyorum. Bu araştırmam boyunca Türk Alevilerini esas aldığım için; Kürt Alevilerinden söz etmedim. Şunu hemen belirtmek gerekir, Anadolu'da, Kürt Alevileri de Arap Alevileri de var ve bu kesinlikle inkâr edilemez. Ancak Kürt Alevileri ayrıca incelenmesi gerekir. Hemen şunu belirtmek gerekir; Anadolu Aleviliği ve Bektaşilik tüm ırkçı görüşleri reddederek tüm ırkları aynı görür. Türk ve Kürt Alevisi kâmil insanda birleşerek Anadolu Aleviliğini oluştururlar. Hem Türk Aleviliği hem de Kürt Aleviliği, Anadolu ve Mezopotamya'nın çoktanrıcı topraklarında kendilerine hayat buldu. Burada şunu belirtmekte yara var, bir kitaba bağlı olmayan inançlar, birçok inançtan beslenir. Anadolu Aleviliği de ister Kürt, isterse Türk olsun birçok inançtan beslenmiştir. Ben genel olarak Anadolu Aleviliğini ve özel olarak ta Tük Aleviliğinin tarihi kökünü tartışmaya çalıştım. Anadolu Aleviliği ne Türk ne de Kürt milliyetçiliğini kabul eder; Anadolu Aleviliği 72 milleti bir tutar.

On sekiz bin alemin, bu kainatın aynıyız
Nüsahi kübra vü suğra mümkünatın aynıyız
Halk olunmuş ne ki var eşyayı Zatın aynıyız
Nur ile pertev salar dünyaya Mührü Mahımızı

Cesarî- Bektaşi şairleri- Nüzhet (Ergun) - Devlet matbaası İstanbul 1930-sayf.43

Muzaffer Bal --- Altınoluk

----------------------------------------------------

12. Yazı - 11 Eylül 2010
BÜYÜ

Gelişmiş gelişmemiş tüm dünyada büyü sürmekte, ilkel büyüden, gelişmiş büyülere kadar uygulanmakta insanlar tarafından. Bu kadar yaygın olan büyünün tarihi köklerine doğru yolculuğa çıkalım. Bu yolculuk, bizi, ilk insanın tabiatla olan mücadelesine kadar götürmekte. Yolculuğumuza bugünden başlatırsak, tek tanrıcı dinlerde büyü kesinlikle yasaklanmıştır. Şimdi tek, tek semavi dinlere bakalım.

Yahudilik. Yahudi kutsal kitabındaki yasaklamalardan anlaşılmaktadır ki yahudi dini büyüsel kavramların etkileri altındaki bir kültür çevresinde gelişti.

'Aslında Yahudi dinine göre büyünün etkisine inanma, Tanrı iradesinin beşerî maksatlara alet olması anlamına geleceğinden, tek bir Tanrı'nın dünyayı idare etmesi inancına ters düşer. Bu sebeple yahudi kutsal kitabında, " Afsuncu kadını yaşatmayacaksın denmiştir." ( Çıkış,22/ 18 ).
Ayrıca, "cincilere ve bakıcılara dönmeyin" "Sihirbazlık etmeyeceksiniz ve müneccimlik etmeyeceksiniz", "Ve cinci yahut bakıcı olan erkek veya kadın mutlaka öldürülecektir"( Levililer, 47 / 8- 14 ).
İslam Ansiklopedisi 6. cilt say. 505 diyanet vakfı yay.

Yahudi kutsal kitabında dikkatleri bir noktaya çekmek istiyorum, o da büyücülere verilen ölüm cezası. Kutsal kitap, cehennemle korkutma yerine, direk olarak öldürün diyor. Hiçbir şekilde burada, insanı eğitme yok; nedeni çok açık, tek tanrıcılığı zorla kabul ettirmek. "Dünyayı tek tanrı idare etme inancına ters düşer." sözü, bu kanımızı kanıtlamakta. Anadolu Aleviliğinde ve Bektaşilikte, insanı eğitmek, olgunlaştırmak, kamil insan haline dönüştürmek esastır. Bu kısa notu düştükten sonra Hıristiyanlığa bakalım.

"Yahudiler büyüyü daha fazla Yahudi olmayanlara ait bir uygulama olarak gördükleri gibi Hıristiyanlar da bu işi Hıristiyan olmayanların yürüttüğünü söylediler. XV - XVII. Yüzyıllar arasında birçok yahudinin engizisyon mahkemelerine çıkarılarak büyücülükle, cadılıcılıkla suçlandığı, cezalandırıldığı ve öldürüldüğü bilinmektedir. Ejd., XI,714 - 715) Tanrı'nın Şehri ve itiraflar kitaplarının yazarı Aziz Augstinus dahil kilise babaları, ilk önemli yazarlar büyüyü putperest kavimlerin bir adeti olarak gördüler. Onlara göre bu din dışı uygulama dinin iyi öğretilmesiyle önlenebilirdi. Kilisenin büyüye karşı bu çizgiyi takip ettiyse de halkta, özellikle şehir dışı yörelerde büyü geleneği devam etti. Buna zaman zaman varlıklı şehirlerin büyü iptilâarı da eklendi. Bütün bu gelişmeler, 1320'de çıkarılan ve büyücülükle cadılığın her ikisini de dinsizlik sayan papalık fermanıyla noktalandı.... Papa VIII. Innocent tarafından cadılık zındıklık olarak ilân edildi. Bu ferman engizisyon mahkemeleri tarafından başta İspanya, Fransa, Almanya ve İngiltere olmak üzere Avrupa'nın çeşitli yerlerinde, 200 yıl boyunca içlerinde pek çok masum insanın da bulunduğu on binlerce kişinin suçlanmasına ve eziyetle öldürülmesine yol açtı.
İslam ansiklopedisi cilt6 - say 505-506 Diyanet vakfı yay.

İslamiyet: İslam dini büyük günahlar arasında saydığı büyücülüğe şiddetle karşı çıkmış, Kuran ve hadiste sihir kökünden türeyen kelimeler kullanılmak suretiyle bu iş açık ve kesin şekilde yasaklanmıştır...

"Büyü menfaat kökenli bir disiplindir; Allah. Peygamber din tanımaz. Bazı durumlarda onları ve kutsal metinleri istismar eder. Büyüde Tanrı'nın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği iddiası vardır. Bütün bunlar büyücüye peygamberden de Tanrı'dan da daha büyük değer vermek anlamını ortaya çıkarmaktır." İslam ansiklopedisi cilt 6 sayfa 506 diyanet vakfı Yay.
Büyüye, neden tektanrıcı dinlerde şiddetle karşı çıkılmış; neden binlerce insan öldürülmüş büyü yüzünden? Bu sorulara cevap vermek gerek. Cevap vermek için hayal gücümüzü kullanarak, tarihin derinliklerine doğru yola devam edelim; İlk insanın yaşamı en yakın çevresini tanımayla başlar. Bu tanıma giderek genişler; her genişleyişte tabiatla karşılaşır. Yaşamını sürdürmek için, karşılaştığı tabiatı önsezisi ile tanımaya ve ona hakim olmaya çalışır. Bu bir yaşam kavgasıdır, ya tabiatın vahşi yapısına yenilecek, ya da onunla bir arada yaşamayı ve ona hakim olmayı öğrenecek. Ulaşamadığı, aklının almadığı zaman ondan korkacak, ona mukaddeslik ve giderek tanrılık unvanı verecek. Şunu hemen belirtelim, tanrılık unvanı, yaratıcılık anlamına gelmemektedir. Sadece ona ulaşamama ve nasıl oluştuğunu anlayamamanın sonucudur.

İnsanın algılama ve kavrama yeteneği geliştikçe, önceden tanrı olarak isimlendirdiği öğeleri, kutsal olarak isimlendirmeye başlamıştır. Örneğin: dağlar, ırmaklar, ormanlar ve birçok hayvan gibi. Bunun yanında, yeni tanrılar oluşmuştur, fırtına tanrısı, deniz tanrısı gök tanrısı, yer tanrısı gibi, birçok tanrı ve tanrıcalar vardır. Tam bu noktada büyü en gelişmiş şekli ile karşımıza çıkıyor, çünkü insan bu olayları çözüp ona hakim olamadığı için ruhları kullanarak tabiat olaylarını etkileyip kendi güdümüne almaya çalışır.

"Şamanlardan, insan yaşamına karşın doğa üstü güçleri kontrol edebildiklerini göstermeleri oldukça fazla istenir. Av başarısız gibi göründüğünde, av hayvanlarını bulmak, kötü ruhları uzaklaştırmak, havaların iyi gitmesini sağlamak, hastaları iyileştirmek de bunun içindedir. Eskimo Şamanı, örneğin Deniz tanrıçası Sedana'nın öfkesini yatıştırmak için trans halinde denizin dibine yolculuk etmek zorundadır. Sedana, yiyecek, yakacak giyinmek için deri temin eden deniz memelerini kontrol eder. Yine o aynı zamanda Eskimoların başına gelen şansızlığı da giderir.
Şamanizm Nevill Durur Okyanus yay. Sayf.30

Tabiata, zaman zaman ruhlarla hakim olurken, bazen de sihirle tabiatı yönetmeğe çalışır, yağmur yağdırmak, fırtına durdurmak vs. gibi.

"1861 yılında W. Radlof Altaylar'da, Abakan ırmağı kaynaklarına yalın bir bölgede gezerken yağmurlu havaya tutulmuştu. Rehberi olan Tölös'lü yadacı ( Wettermacher), yada taşı bulunmadığından bunun yerine Radloff'un yanında bulunduğu ilâçlardan bir kaşık ilâç ateşte ısıttı ve iki elini havaya kaldırıp havanın açılması için şu afsunu okudu.

Kayrakan ! Kayrakan Kayrakıan ! Kayrakan
Alas ! alas Alas ! Alas ! alas ! alas !
Alkança açık Per! Avuç içi kadar açık ver!
Temençe teşik Per ! Çuvaldız kadar deşik ver!


Uktu kişi ürönimin ! Âsil kişinin torunuyum!
Urlû angış tazlı Sedir ağacının köküyüm !
Abu Topbı kıygırgan Abu Tobı diye çağırdım
Ongostoy Kuldurak kıygırgan Ongostoy kaldırak diye çağırdım

Tengerening kindigi yerde ! tanrının ( göğün ) gönbeği yerde
Yerding kindiği tengerede ! Yerin göbeği gökte
Paştığaş taydı aydıp yadım Paştagaş dayımı çağırıyorum,
Alakanca açık Per ! Göğün yolunu aç!
Tengerening yoın aç ! Avuç içi kadar açık ver
Temenece teşik Per ! Çuvaldız kadar deşik ver!

Piyik tûdug kinibile öt! Yüksek dağın arkasından geç !
Abakanıng paşı bie öt ! Abakan dağının başından geç !
Kayrakan ! kayrakan ! Büyük hanak büyük hakan !
Alas ! alas ! alas ! Alas, alas alas !

Doğu Türkleri'nin halk edebiyatında ya da taşı, taşı motifi çok tekrarlanır.

Kırgız - Kazaklar'ın Er Gökçe' destanında, Altın Ordu'nun meşhur kahramanlarından Er Kosay'ın düşman ülkesine akın yaptığında çölde başına gelenler şöyle anlatılmaktadır:

Yanındaki adamlar susadı. Er Kosay'a susuzluktan şikayet ediyorlar. Er Kosay, uzun kulaklı sarı atının ciğerlerinin altından cay taşı ( yad taşı ) çekip çıkardı. Salladı, salladı yere koydu. Havadan yağmur yağdı. Yağmur suyunu içtiler.

Kırgızlar'ın Manas destanının büyük Çinseferi rivayetinde Almanbet adlı kahramanın yağmur yağdırmak için bulutları afsunladığı zikredilmektedir.

Kırgızlar'ın inançlarına göre, cada ( cay ) taşı koyun karnında bulunur. Bu taşla yazın kar yağdırmak mümkündür.

Doğu Türkistan bakşılarının meslek hayatlarını ve âyinlerini düzenleyen 'risale'(tüzük) leri bulunduğu gibi 'yadacılar risalesi' de vardır.

Anadolu'nun bazı bölgelerinde, "yağmur duası" ilgili gelenekler arasında kırkbir taşa dua okuyup suya atmak adeti tespit edilmiştir. Bu adetin de "cada taşı" efsanesiyle bağlı bir gelenek olması mümkündür.
Kuraklık zamanlarında yağmur yağdırmak için cada taşından başka çarelere (tılısımlara) baş vurulur.
Tarihte ve Bugün Şamanizm Tük Tarih Kurumu yay.163 - 164 Abdülkadir İnan

Yukarı da uzunca aktardığımız aktarmadan da anlaşıldığı gibi, insan doğayı kendi emrine sokmak ve onu yönlendirmek için birçok harekete başvurmuştur. Bu hareketlerin özü büyüdür; büyü yolu ile tabiatı kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaya çalışmıştır. Büyü bazen sihir bazen dua olarak isimlendirilmesine karşılık, öz olarak aynı şeydir, büyüdür. Büyü ak ve kara diye ikiye ayrılır. Ak büyü iyilik için yapılan, kara büyü kötülük için yapılan büyü. Her ikisi de tektanrıcı dinlerce yasaklanmıştır.

Büyünün, ilk insanın tabiat karşısında yaşam mücadelesi olduğunu söyledik. İnsan, tabiata yenilip yok olacak, ya da tabiatla mücadele edecek, tabiatı parça parça ele geçiremediği ve algılamadığı olayları ele geçirmek, ona hükmetmek için, en kolay yol olan büyüyü seçmiştir. Büyü, insanın günümüze kadar gelmesinde çok önemli rol oynamıştır. Büyü ilk insanın tabiata karşı mücadelesinde azmini, güvenini ve yaşam hırsını artırmış. Masumhane gelişen büyü, zaman içinde maddi ve manevi menfaatler elde etmeye dönüşmüş. Buna örnek: Yusuf Peygamber, Firavun'a rüya tabiri yaparak yükseliyor ve zengin oluyor. Şunu hemen belirtmekte yarar var; rüya tabiri, fal bakbak büyünün versiyonlarıdır.

Bap 41:
İki yıl sonra Firavun iki rüya görüyor:
Birinci rüya: Irmaktan yedi besili inek çıkarak, sazlar arasında otlarken, yedi zayıf ve çirkin inek onları yiyor.

İkinci rüya: Bunda bir sapta yedi olgun iyi başak çıkıyor, daha sonra cılız ve doğu rüzgârı yemiş, yedi başak çıkarak önceliklileri yutuyor. Firavun bu rüyaların yorumlanması için Mısır'ın bütün sihirbazlarını, bilginlerini çağırıyorsa da kimse yorumlamıyor. O zaman içkici başının aklına Yusuf gelerek, krala söylüyor. Yusuf getiriliyor. Yusuf, "Yedi inek ve yedi başak yıllardır. Mısır diyarına yedi bolluk, yedi kıtlık gelecektir" diyor.
Bunu üzerine Firavun, Yusuf'a en büyük mevki veriyor. Yusuf, bolluk yılında zahireyi ve yiyecekleri topluyor. Kıtlık yılında, onları halka satıyor.

İbrahim Peygamber Muazzez
İlmiye Çığ kaynak yay. Say.37-38

Tanrı ve tanrıcıların ve de tektanrı inanışının ortaya çıkışındaki ile büyünün ortaya çıkışındaki sebepler, örtüşmekte. Bu konuyu, tek tanrıcılığa nasıl geçildi bölümünde tartışacağız.

Büyüyü, bugünkü anlayışla dünün büyüsünü değerlendirirsek yanılgıya düşeriz. Çünkü günümüzde büyü, tabiatla mücadelede aracı olarak değil, tamamen kazanç sağlamak için yapılmaya çalışılmakta. Büyü, arık bir kazanç kaynağı haline dönüşmüştür. Falcılık, sihir, ermişlik ve kayıp şeylerin bulunması, bilinmesi evlenme aracı gibi birçok dalda kullanılmakta. Bunu yapanlar, ister falcı, ister ermiş, isterse medyum isimlerini kullansın, hepsinin gerçek ismi büyücüdür. İnsanın bu kadar gelişmiş olduğu bir dünyada, hala büyüye neden talep var? Her şey arz ve talep sonucu yaşar. Bu kadar gelişmişliğe rağmen, büyücülüğün sürmesi insanın geçmişten kalan ve nesillerden nesillere genetik olarak geçen ilk büyü inancının devamı bu talebi doğurmakta. Bu gelişmişliğe rağmen, insanın büyü talebinin özü, geçmiş çağdaki büyünün özünü taşımakta; her insan çaresizliğe düştüğü zaman büyücüye başvurur. Büyücülerde, insanın çaresizliğe düştüğü durumları çok iyi kullanır. Büyücülerin akıllı, kurnaz ve zeki olduklarını da unutmamak gerekir. Çaresiz insan tıpkı "denize düşen yılana sarılır" gibi büyüye sarılır. Sonuç olarak ilkel insanların büyüsü ile günümüz büyüsünü karıştırmamak gerekir. O ilkel insanın büyüsü 'ilerici' büyü sayılır. Çünkü tabiatı yönetmek ve yaşamını devam ettirmek için bir yaşam kavgası aracıydı. Çağımızın büyücüleri ise, tamamen dolandırıcı, aldatıcı ve büyük rant ve prestij sağlamak için yapılır. Bundan dolayı, Şamanlara, bugünkü büyücüye bakış açımızla bakamayız.

Büyü tabiatla mücadelede bir araç olarak ortaya çıktığını söyledik. Peki, adaklar bir tür büyü sayılmaz mı? Sorusu aklımıza takılmakta. Bana göre, adaklarda bir çeşit büyü sayılır. Çünkü adaklar tabiatın vahşetine karşı, tabiata verilen rüşvettir. Biraz açarsak daha net olarak göreceğiz. Bakın, fırtınadan sonra fırtına tanrısına bir daha fırtına olmaması için kurban kesilirdi. Daha birçok tabiat tanrılarına kurban sunulur. Bunların tamamı insanın tabiat felaketlerine karşı verilen rüşvettir.
Tektanrıcı dinlerde de kesilen adak kurbanları, tabiat yerine Tanrıya kesilmekte. Amaç yine aynı, Tanrı, malımızı ve kendimizi kazadan beladan korusun veya koruduğu için bu sefer de Tanrı'ya şükran olarak kurban kesilir.

Muzaffer BAL
--------------------------------------------------------------------------------------------




4 Eylül 2010
MUSAHİPLİK

Anadolu Alevilerinde musahiplik çok önemlidir. Musahibi olmayan Kırklar Cemi'ne giremez, Kırklar Semahı dönemez. Açıkçası musahip olmayanlar henüz yola alınmamıştır. Musahip olmak, görülmek ve aynı zamanda yola alınıp talip mertebesine yükselmektir. Anadolu Alevilerinde (Kızılbaşlar) Musahip olabilmek için dört baş olmak şartı vardır. Yani evli olmak gerekir. Her evli olan, istediği an musahip olamaz. Musahip geçinme diye bir zaman vardır, bu zaman içinde denenir yani musahip olacak dört baş olgunlaşma dönemi geçirir ve musahip olacaklarını dedeye bildirirler. Dede sorar, soruşturur ve sonra karar verir. Eğer olgunlaştıklarına kanaat getirirlerse, musahip olmaları için cem açılır. Musahipli aynı zamanda, olgunlaşıp yola girmedir. Musahip olmak tüm cemdeki kararlara iştirak hakkını elde etmektir.

( İkrar (biat )Cemi Bektaşilerde Bektaşiliğe kabul Cemidir, Bektaşiler ikrar vererek yola dahil olurlar. )

Musahiplik yol kardeşidir, Kişilerin birbirleri ile dayanışması ve sosyal olarak çok önemlidir. Bir kısım Alevilerde kaldırılmasına rağmen günümüzde sürmektedir. Elmalı'nın Teke Köyünde bir bölümü musahipliği 1920'ler de kaldırmış. Tekke Köyünde çok yaşlı bir Alevi bilgesi ile sohbetimizde, bana, musahipliği neden kaldırıldığını şöyle açıklıyor: Bizim buraya Arnavut bir dede geldi ve dedi ki, bütün Aleviler doğuştan kardeştir, yeniden kardeş olmaya gerek yok. Biz de kaldırdık, ama dağ köylerinde Çepniler var, onlarda hale devam ediyor. Kendisine, bu Arnavut dedesi hangi ocağa bağlı diye sorduğumda, net bir cevap alamadım. Çok büyük ihtimale Bektaşi olması gerekir; çünkü Arnavutlar, Bektaşi'dir. Ayrıca, Bektaşîlikte musahiplik yoktur. Anadolu Alevilerinde farzdır. Şimdi Pir Sultan'ın aşağıdaki deyişine bakalım.

Eğer farz içinde farzı sorarsan
Yine farz içinde musâhip
Dört kapıdan kırk mekandan ararsan
Yine farz içinde farzdır musâhip

Musâhipsiz kişi ceme gelir mi
Ettiği niyazlar kabul olur mu
Muhammed Ali yolundan derman bulur mu
Yine farz içinde farzdır musâhip

Musâhipsiz kişi ceme götürmem
Tecellisi bozuk Hakk'a yürütmem
Musâhipsiz durup oturmam
Yine farz içinde farzdır musâhip

Farz Allah'tan kaldı, ya sünnet kimden
Musâhibin işi daima sırdan
Musâhipli kişi ol Hz. Şah-ı Merdan
Yine farz içinde farzdır musâhip

Pir Sultan Abdal'ım hey kerem-kânı
Yine sensin dü cihanın sultanı
Aşanı buldun Musâhibin kanı
Yine farz içinde farz musahiplik
Pir Sultan
Pir Sultan Divanı Ant yay. S 318

Hemen, hemen tüm araştırmacılar Bektaşîlikte musahipliğin olmadığını belirtiyorlar. Yalnız Anadolu Aleviliği ile Bektaşîliği ayırmayanlar veya iki kategoride incelemeyenler birçok adeti, her iki Alevi kolunda varmış gibi anlatmakta. Araştırmacı Dr. Hüseyin Balın dediği gibi, araştırmalar ve özellikle alan araştırmalarında yer, mekan ve hangi kola ve de hangi ocağa mensup oldukları belirtilmeli. Tüm Aleviler Hacı Bektaş'a bağlıdırlar ama Bektaşi değillerdir. Hata Anadolu Alevilerinde olup farklı uygulamaların olduğunu görüyoruz. Örneğin: Gümüşhane'nin Şiran Kazasının, Kırıntı, Yeniköy, Çal, Şinik köyleri aynı ocağa bağlı oldukları için, bekar musahip yapılmaz, Onlar bekarlıklarında birbirlerine söz verseler bile, dört baş olmadıkları için kesinlikle musahip kurbanı kesemezler. Bence doğru uygulama da bu. Nedeni ise musahipliğin şartlarında yatmakta. Bu şartları yerine, dört kişinin getirmesi gerekir. Musahiplik, dört kişinin ortak kararı ile olur. Bu dört kişiden birinin suçu, tümünü bağlar. İçlerinden biri, yol düşkünü sayıldığında, diğerleri de yol düşkünü sayılır. Bu uygulamanın dışındaki uygulamalar, sonradan uygulamaya konmuş uygulamalardır. Musahiplik anlayışına da terstir. Musahiplerden birinin eşi ölünce, ikinci evlilikte tekrar musahiplik töreni yapılmaz; Yeni eş musahiplik kurallarına uyar. Bunun nedeni ise, eski eşi ile öbür dünyada, tekrar buluşacağı inancından dolayı, eğer yeni eşi ile muhasip kurbanı keser ise, öbür dünyadaki eski eşinin yalnız kalacağına inanılır.

Musahipliği, sosyal bir küçük örgütlenme olarak görebiliriz. Musahiplik demirden leblebi, ateşten gömlektir; bunu giymeye hazır olanlar musahip olabilir. Musahipler aşağıda sıralayacağımız, ateşten gömlek kurallarına uymak zorundadır. Bunun için bin kere düşünüp, bir kere karar verilir. Eşler kardeş sayılır, hatta kardeşten de öte, tek can sayılır, Tek kefen gömleğinin içine dört vücut girmişlerdir. Bunun anlamı şu: (kefen ölümü simgeler,) dört can ölüp yeniden aynı anadan tek vücut olarak doğmasıdır. Tek vücut olarak doğdukları için, çocukları kardeş sayılır ve birbirleri ile evlenemezler.
1-Musahip çocukları birbiri ile evlenemezler. Çünkü musahip olmakla, bir çocuk dört kişinin çocuğu olur. Kardeş sayılırlar.
2- Keseleri birdir: Tüm kazançları tek kesede toplanmış gibi davranılır. Birinin parası diğerinin parasıdır, kazanç saklanamaz.
3- Birbirlerine küfür değil, yüksek sele bağıramaz.
4- Musahiplerden herhangi birinin suçu diğerlerini de bağladığı için, birbirlerini denetlemek zorunda, her türlü kötülüğe karşı, otokontrol uygularlar.

İkrar Cemi başladıktan sonra, musahip olacaklar, önceden belirlenmiş olan rehber babanın öncülüğünde, dedenin karşısına çıkarılır, dede ilk duasını yapar ve hazırlanmaları için gönderir. Rehber, musahip olacakları hazırlar ve boğazlarına birer tülbent bağlıyarak dedenin karşısına getirir. Dara duran musahipler, rehberin “aşk ola” sözü ile, beşi birden meydana (kırklar meydanı) niyaz eylerler ve tekrar dara dururlar
.
Rehber: Hu tarikat erenleri.
Dede:Hu şeriat yolcusu, nereden gelip nereye gidiyorsunuz.
Rehber: Şeriattan gelip tarikata gidiyoruz. Bunu takiben beşi birden ayrılıp dışarı çıkıp tekrar dara dururlar.
Rehber: Hu tarikat erenleri.
Dede: Hu tarikat yolcusu nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Rehber:Tarikattan gelip marifete gidiyoruz. Tekrar dışarı çıkarlar ve dara dururlar.
Rehber: Hu marifet erenleri
Dede : Hu marifet yolcusu nereden gelip nere gidiyorsunuz.?
Rehber: Marifetten gelip sırrı hakikata gidiyoruz.
Dede: Gidemezsiniz, bu yol demirden leblebi, ateşten gömlek, gelişi vardır dönüşü yoktur. Öl ama ikrar verme, Öl ikrarından dönme. İyi düşünün taşının, Benden söylemesi.
Rehber: Tanrı'nın birliğine inanarak Muhammet - Ali yoluna, hünkar Hacı Bektaş katarına girerek, Muhammet'e, Allah'a kul, Hüseyin'e talip olmak için taliplerimle (taliplerin isimleri sayılır) geldik, ölümümüz olur dönüşümüz olmaz. Önünüzde başımız açık, ayağımız çıplaktır. Özümüz darda, yüzümüz yerdedir. Allah Allah eyvallah dedik dara durduk, boynumuz kıldan ince, kılıçtan keskince, İnandık iman getirdik birliğe yettik.
Dede: Eyvallah talip, ikrarın imana yoldaş olsun, Hak, Şah-ı Merdan, yoldan ayırmasın. Diz çökün. Diz çöken musahiplerin üzerine beyaz çarşaf atılır. Bu çarşaf kefendir, yani ölmeden önce ölmekdir. Diz çöken musahiplerden bacılara duvazıman söyletmek için, dede: Hü bacılar üçer duvazıman okuyun der. Bacılar üçer duvazımam okur. (Duvazımam Alevilikde çok önemli, üç duvazımam bilmeyen kadının yemeği yenmez.)
Rehber: Muhammet, Ali yoluna girmek için bir çift kurban getirdim. İşte yularları.
Dede, musahipliğin kurallarını anlatarak, nasihat verir.
dede: Ay, güneş, yer, gök ve buradaki canlar şahit olsun ki sizleri Muhammet Ali'nin yoluna, musahip eyledim, diyerek, musahip olduklarını ilan eder. Daha önce dede tarafından tekbirlenmiş kurman yenilmesi ile musahiplik son bulur. Kurban Anadolu Alevilerinin tüm ibadetlerinde vazgeçilmez bir öğedir.

Musahiplik töreni bölgelere göre değişse de, öz olarak aynı. Yukarıda anlatmaya çalıştığım musahiplik töreni, Esat Korkmaz'ın, Anadolu Aleviliği çalışmasından, Dede olan Durmuş Günel'in, El ele el hakka kitaplarından yaralanarak ve benim gözlemlerime dayanarak özet olarak sunulmuştur.

Musahipliği, Anadolu Alevileri İslamiyet'te var, iddiasını ispatlamaya çalışsa da, bunu belgeleriyle ispatlayamamaktalar. İmam Cafer Buyruğu'na dayandırılan musahiplik, Buyruğun ne zaman yazıldığı, bu Buyruğun İmam Cafer'e ait olup olmadığı kesin değil. Bana göre İmam Cafer Buyruğu sonradan yazılmış ve Anadolu Alevilerinin İslam dışı ibadetlerine destek olarak kullanılmış. Örneğin bir kısım Alevi ve Bektaşilerde musahiplik yok. Eğer İmam Cafer Buyruğu, İmam Cafer tarafından yazılıp kuralları konmuş olsa, Tüm Alevi Bektaşilerde de musahiplik olması gerek. Buyruğun İmam Cafer sözleri olduğunu söyleyenlere, Buyruk'tan bir bölüm aktaralım.
Rehber: -Pirim cemaatın varlığına, Tanrı'nın birliğine inanarak Muhammed -Ali'nin yoluna, Hünkâr Hacı Bektaş katarına girerek.

Bunu İmam Cafer'in söylemesi için, Hacı Bektaş'la aynı dönemde veya sora yaşamış olması lazım, böyle olamayacağına göre; bu sözlerin İmam Cafer'e ait olması mümkün değil.
"Bu Buyruk tümü ile İmam Cafer Sadık'ın sözlerinden oluşur. Onun sözleri açık ve kesindir."
(Birinci baskı -İstanbul 1982)

Bu iki aktarmada Fuat Bozkurt'un hazırladığı Buyruk'tan alınmıştır.
Hiçbir İslam mezhebinde de olmayan musahipliği, Anadolu Alevisi nasıl yaratmıştır? Hiçbir şeyin yoktan var, vardan da yok olamayacağı ilkesinden hareketle, kökenini aramaya çıkalım. Evet hiçbir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz, ancak birçok değişime uğrar. Musahiplik de, birçok değişim sonucu son şeklini almıştır. Şimdi bakalım:

Bütün İslâm'ı kaynaklar ve söylenceler musahipliğin kökenini İslam'a dayandırırlar. Peygamber'in, Medine'deki yeni topluluğun birbiriyle dayanışmalarını sağlamak amacıyla kardeş kılmaları sırasında Ali'yi de kendisine kardeş 'muâhât' edinmesi olayına bağlarlar. Oysa gelenekleşmiş anlayış pek de Türk toplumlarını bağlamasa gerektir. Musahipliğe yakın bir gelenek Türk ve Moğol toplumlarının tarihlerinin çok eski dönemlerinde görülür. Özellikle İskit ( Saka) Türkler bu geleneği çok eski dönemlerinde yaşatmışlardır. Eski Türk toplumlarının töre, gelenek ve kültürlerini yapısı içine taşıyarak yaşatan Ahilerin ve Alevilerin günümüze kadar taşıyıp getirdikleri musahiplik, eski Türklerin " Anda / And&" denilen bu kardeşlik kurma geleneğinden başka bir şey değildir.

Bir Alevilik Yolu Ahilik
Baki Öz can yay. S.232
Diğer bir alıntıda daha açık olarak göreceğiz.

-Eski Türklerde ve Moğollarda, anda adı- ve Moğolların Gizli Tarihi'nde olduğu gibi , Reşîdüdîn'in Oğuznâme'sinde rastlanan kan kardeşi âdeti vardı. Anda sözcüğü, Mahmut el- Kâşgiride, yemin anlamında 'and' biçimine dönüşmüştür. Sözcük, kan kardeşi olan iki kişinin birlikte içtikleri kabı düşündüren 'and içmek'deyimi ile günümüz Türkçesinde yaşamaktadır. Kan kardeşi âdeti Anadolu'da bugün de vardır. Fakat Musahiplikle kan kardeşliği aynı şey değildir.
Buna karşılık, Mahmud el Kaşgari'de anlatılan her tacirin ve zanatğarın, biste adı verilen bir ortağı bulunması adeti, musahip âdetiyle karşılaştırılabilinir.
Musahip adetinin Ahî loncalarıyla, dinsel bir törene dönüşmüş olduğundan şüphe edilmez.

Hacı Bektaş Efsaneden gerçeğe
Cuhuriyyet yay. S.158-159

Musahiplik, kesinlikle İslamî bir öğe taşımamakta, musahiplik tamamen Asya topraklarından Anadolu'ya Türkler tarafından taşınmış. İnsanların birbirlerine destek, yardım ve birbirlerinin karısını, çocuğunu koruma kollama ve maddi olarak birbirlerine yardım etmek için kurulmuş, belki de en küçük sosyal örgütlenme biçimi. Bu giderek dini bir öğe kazanmış. Hz. Ali ile Peygamber'in 'musahipliği' tamamen Anadolu Alevilerinin, Sünnî baskısı sonucu İslamiyet içinde dayanak bulmak için bir çabadan başka bir şey değil. Şimdi kendisi dede soyundan olan prof. Dr. Fuat Bozkurt'a bakalım.

İran halklarından birisi. Hatta Kürtler'le de akrabalıkları var, bu halkın. Bunlar Horhasan civarında yaşamışlar. Soğutlar Asya'nın en kurnaz tüccar insanları. Onlardan Türkçe'ye de bir söz geçmiştir; 'Biste' diye. Bu esnaf kardeşliği anlamına geliyor. Sözcük Türkçe değil. Fakat zamanla Türkler arasında da 'esnaf kardeşliği' manasında kullanılır olmuş. Yani Türk kültürüne girmiş bu kavram. Bir de savaşçı gazilerde bu sözcüğün kullanımını görüyoruz. Savaşa giden insanlar, eşlerin,i çocuklarını, mal ve mülklerini en sevdikleri insanlara teslim ediyorlar."Can yoldaşlığı" kavramı da buradan doğuyor. Eğer gaziler savaşta ölürlerse, karısı bıraktığı arkadaşının kardeşi oluyor. Çocuklar ise onun çocukları olmuş oluyor. Kadınlarla ve çocuklarla asla evlenme diye bir şey söz konusu olamıyor. Can yoldaşı artık o aileye de bakmak göz kulak olmak zorunda. Esnaflar batarlarsa bu sefer onun gönül dostu, can dostu olan arkadaşı batana yardım ediyor.
Orta Asya kadın şamanlar arasında da bir dayanışmanın olduğunu biliyoruz.
Tabi musahipliği herkes farklı kaynaktan başlatıyor. Heyber Kalesi cenklerinden başlatanlar da var elbette.
Şunu söliyeyim ki hiçbir Arap ülkesinde ne cem vardır, ne semah vardır, ne de musahiplik vardır. Bu saydıklarım Asya kaynaklıdır.

Alevilik Bektaşilik Söyleyişleri say.69-71
pencere yay. Ayhan Aydın.

Musahipliğin kökleri İslâmiyet'te aranamayacağı gibi Muhammet'le - Ali'nin müsahipliği, Kırklar Cemi gibi, mükemmel bir kurgu. Eğer Muhammet - Ali ile musahip olsaydı, bugün tüm İslam âleminde musahipliği görmemiz gerekirdi. Peygamber'in sözleri ve uygulamaları Allah'ın emri olarak kabul edilir.

Musahiplik, dört başın tek baş, dört gövdenin tek gövde olması demektir. Ali ile Peygamberin musahip olmaları mümkün değil, çünkü Muhammet çok evlidir. Ali'de, ilk eşi öldükten sonra, çok evlilikle kuralına uymuştur. Tüm Ehlibeyt imamları çok evlidir. Anadolu Aleviliğinde ve Bektaşilikte tek evlilik esastır. Anadolu Aleviliğin de ve Bektaşilikte eşler, çok evlilik yol düşkünü sayılır ve toplundan tecrit edilir, Ceme kesinlikle alınmaz. İmam Cafer'in, musahipliği bilip, uyguladığına inanmak çok zor.

- Ey talip bu sözleri sana söylediğime bu cemaat şahit olsun mu? Vaktin imamı şahit olsun mu? Ay, Gün şahit olsun mu? Yer, gök şahit olsun mu? Ölünceye değin ikrarınızdan dönmeyeceğinize, elinizden geldiğince, gücünüzün yettiğince Allah'a kul Muhammed'e ümmet, Aliye talip olacağınıza, Hüseyin'in yolundan ayrılmıyacağınıza söz veriyor musunuz?
Buyruk say. 59
hazırlayan Fuat Bozkurt - İstanbul 1982

Musahiplere ant içtiriliyor. Bu ant İmam Cafer Buyruğu'ndan alındı. İmam Cafer İslamiyet'i savunan ve şeriat kurallarına uyan bir imam. Peki, nasıl olur da, çok tanrıcı dinlerin inancını, yemin olarak yaptırır musahiplere. Bu ant, bal gibi, Orta Asya topluluklarının, yer, gök, ay ve güneş inancının devamından başka bir şey değil. Biz buna doğa tanrıcılığı diyoruz. İleriki aşamada, doğa Tanrıcılığı'ndan, tek Tanrıcılığa evirilirken hangi noktaya gelindiğini tespit etmeye çalışacağız.

Musahiplik İslam inancı olduğunu ispatlamak için kuranda dahi ayet bulup ispata çalışılmıştır. Bu konuda Hakkı Saygılı'nın soru ve cevaplarla Alevi - Bektaşi inancı eserinde bulabilirsiniz. Eğer kuranda gerçekten musahiplik olsa idi tüm Müslüman alemine musahiplik kurumu olurdu. Bu tür görüşler zorlama görüşlerdir, gerçeği yansıtmamaktadır.

Muzaffer Bal- Altınoluk

--------------------------------------------------------------------------------------------

20 Ağustos 2010
CEM


Alevilerde cem toplu olarak yapılan ibadettir. Ben, burada cemi anlatamayacağım, cemin ibaddet şekline dikkati çekmek istiyorum. Cem, İslâmî bir ibadet olarak yapılsa da, cemin başka bir inancın ibadeti olduğu, araştırma sonucu ortaya çıkmakta. Cem, hem İslami öğeleri hem de çok tanrıcı inanışların öğelerini içinde taşımakta. Bu da çok doğal, yüzyıllardır uygulanan cem ibadeti mutlaka, birçok evreden geçerek şimdiki halini almıştır.

Şimdi, cemdeki İslâmik öğelere bakalım: Birincisi, ibadetin esas yönü tek Tanrı'ya inanmak. Yani Tanrının bir olduğuna, yaratanın sadece Tanrı, her şeye hakim ve muktedir olduğuna inanılır. İkincisi, Kuran, Tanrı tarafından gönderildiğine ve değişmez ilahi kitap olduğuna inanılarak, cemde kurandan ayetler okunur. Muhammed'in son peygamber ve Tanrı'nın elçisi olduğuna inanılır. Ali'nin, Peygamber'den sonra ermiş ve Tanrı'nın en iyi kulu olduğuna inanılır. Ehl-i Beyt'i, taparcasına severler ve ibadetlerin de Allah - Muhammed - Ali üçlemesinin yanında, Ehl-i Beyt'i yani on iki imamları sürekli anarlar. İşte cem ibadetinde ki en önemli öğeler.

Cem ibadeti İslâmî öğeler dışında, Şaman öğeleri taşımakta ve ceme damgasını vuran esas bu öğeler. Dede, Şamanlar da ki kam'ın yerini almış durumda, dedenin görevi, cemi bir düzen içinde yürütmektir. Dede posta oturur, bu post çok önemli, cemin sahibi posttur, dede posta karşı sorumludur. Dedenin etrafında ön halka teşekkül eder, bu halkaya musahip olmayanlar oturamazlar. İleride musahipliğin nereden kaldığını inceleyeceğiz. Birinci halkadan sonraki halkalar kıdeme göre oluşur. Cem bizde kışın yapılır, yaz ayı çalışma ayıdır. Çalışmayı Aleviler ibadetten saydıkları için, onlar tüm sene ibadet yaptıklarına inanırlar. Cem köylerde geniş evlerde yapılır, O sene cem yapacak aileler sıraya konur, sırası gelen, evini cem yapmaya hazırlar. Cemin yapıldığı solonun orta kısmı geniş bırakılır. Bu alana dar meydanı denir. Cem, kadın - erkek karışık ibadet evidir. Bu ibadet evine cemin düzenini bozmayacak her yaşta insan alınır. Buradaki amaç, daha küçük yaş da cemi tanımaları ve cemde olgunlaşmalarıdır. Ceme bir tek düşkünler giremez, bir de küskünler. Küskünler cemde dedenin karşısında dara durarak, küskün olduğu kişiyi söyler ve barışmak isterler ve barıştıktan sonra cemde kalabilirler. Dar olayı çok önemli olduğu için ayrı bir bölümde anlatılacak. İslâm'ı ibadetlerde yukarda söylediğimiz hiçbirine rastlamıyoruz. Şimdi tek tek bakalım.

Cem, hiçbir İslâm'î kaynakta yoktur. Yalnız Aleviler, İslâm dışı düşmemek için, Kırklar Cemi'ni Ali zamanında, bizati Ali'nin yaptığını, sözlü olarak anlatırlar. Daha sonra ne Ali'nin çocukları, ne de torunları tarafından devam ettirildiğine rastlanmıyor. Ali ve Ehlibeyt soyu ibadetini camide yaptıklarını biliyoruz. Eğer gerçekten kırklar cemini Ali yapmış olsaydı, mutlaka ehlibeyt soyu devam ettirirdi. Kırklar Cemi, tamamen baskı veya gönüllü olarak, kendi ibadetlerinin İslam dışı sayılmaması için icat edilmiş bir efsanedir.

Dede ön halkada, ön halkayı oluşturan insanlarla aynı seviyede oturur ve ibadeti oradan yönetir. Tektanrıcı dinler de bu oturuşu, ibadet yerinde göremiyoruz. Bunu nerede görüyoruz? Şamanlarda. Benim araştırmamda da, ilkel ceme Şamanlarda rastlıyoruz.

"Ayıst âyini yapmak için şaman dokuz yiğit ve dokuz kız hazırlar. Bunlar masum ve afif gençler olmalıdır. Şaman, kızları sol yanına, yiğitleri, sağ yanına alıp halka teşkil eder. İlâhiler okuyup dansa başlarlar. Yakut Şamanlığında "amin" yerinde söylenlen "ayhal" ve "uruy" kelimelerini hepbirlikte söylerler. Şaman muhtelif ayısıtlara mehtiyeler söyleyerek göklere çıkmakta devam eder. Kızlardan veya yiğitlerden biri günahlı ise, günahının derecesine göre, 'oloh'(makam)lardan birinde kalır. Şaman böylece dokuz 'oloh'u gerçek ayısıtlar dergâhına ulaşır.

.....Tarihte ve bugün Şamanizm
Mataryaler ve Araştırmalr
Amdulkadir İnan s.37-38
Türk Taih Kurum y. 1995 4. Baskı.....

Bu aktarmayı biraz açalım ve cemle karşılaştıralım. Şamanın yerini dede almış, dokuz kız bir yanına, dokuz kız da bir yanına alarak halka oluşmuş. Cemde de kadınlar, erkekler ve dede birinci halkayı oluşturmakta. Dokuz kızdan veya yiğitlerden biri günahlı ise, günahın derecesine göre makamlardan birinde kalır. Cemde de suçlular suç derecesine göre ceza alır ve cezası dolduktan sonra ceme alınır. Şaman ilahiler söyleyerek dansa başlar ve dansla gök yüzüne yükselirler.

Semah: Semah, Anadolu Alevileri'nde bir ibadettir. Semah, cemlerde on ikinci ve son hizmettir. Semah için meydana çıkan kadın - erkek beraberce duasını alır ve dedenin destur demesi ile dönmeye başlarlar, Semah dönenler; dünyayla ilişkilerini kesmiş Tanrı ile bütünleşmişlerdir, o anda gök yüzüne uçmaya başlamışlardır; ta ki meydancının onları durdurmasına kadar dönerler. Semah kesinlikle folklor değil ve cem dışında eğlence olarak dönülmez. Bakın semah dönülürken dede cemaatı tok sesiyle "Allah Allah, seyir için değil hak için" diye uyarır. Hacı Bektaş da, bugünkü Hacıbektaş'ın 15 km. Güneyinde bulunan sönmüş bir yanardağın tepesine çıkıp, orada bulunan ardıç ağacının altında ateş yakıp, mürüdleri ile semah dönerdi. Hacı Bektaş genel olarak ibadetlerini burada yapardı. Hırka Dağı 1670 metre yüksekliğindedir. Şaman'ında ateş yakıp etrafında döndüğünü, birçok belgelerde görüyoruz. Burada dikkati çeken Ardıç ağacı. Ardıç ağacını, hem Şamanlarda hem de Alevilerde kutsal ağaçtır. Ardıç ağacı ayrı bir bölümde incelemeye çalışacağız. Cemde de Semah havası ile sazın ritmine uyularak semah dönülür, tıpkı uçarcasına ve gök yüzüne yükselircesine dönülür. Cemdeki cemaat semah dönüşünü desteklemek ve toplu olarak o coşkuya katılmak için Allah Allah sesleri arasında sanki meydan da herkes semah dönüyormuş gibi yaşarlar.

Çin şairleri, Göktürk kızlarının raksın (sema etmesini, semah yapmasını) şöyle anlatıyordu: "Döne, döne raks eden yabancı kızlar! Gönlünüz sanki bir saz, elleriniz sanki birer dünbelek, sazlar ve dünbelekler çalınca, kollarınızı açtınız, döne,döne, durmadan dönerek, kar fırtınası gibi, tek ayak üstünde sola ve sağa hiç durmadan bin kere döndünüz."

Başka bir şair şöyle diyordu: "Güzde daldan düşüp titiriyen yaprak gibi, kış rüzgarına tutulup döndüler. Sanki gök kuşağı gibi bir hafif kumaş idiler. Gökte fırtınalı rüzgar gibi döndüler. Bu ne zaman başladı? Ne zaman bitecek?"

.....Türk Edebiyatı Dergisi, aralık 1974 sayı: 36 s. 12 -13 Emel Esinin bu makalesini, Belgin Aygün'ün özel çalışmasından aktarmakta.....


Cem çalgısız, müziksiz, semahsız ve içkisiz (kansız kurban) yapılamaz. Şaman ayininde de, çalgı, raks, ve içki (zaman içinde içkinin yerini şerbet, şekerli su almış) olmadan olmaz. Cem'de kadınlı erkekli aynı halkada bulunulur. İslami hiçbir ibadet bunları kabullenmediği gibi yasaklamıştır. Ehl-ibeyt'de yasaklamış ve imam Cafer çok açık olarak söylemiştir.

Özetle, İmam Cafer'in kendisi bile Ali torunu olduğu için tapınmada Sünni kurallara bir iki ayrıntı dışında tümü ile uyuyordu. Hele hele yukarı almadığımız bir madde var ki şöyle: "Şarap ve öteki içkiler için bir kimse helal derse, o kimse Kuran hükmüne, Ehl-i Beyti de zıt bir söz söylemiş olur.

.....Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik
Nejat Birdoğan Berfin yayınları s. 353 .....



Buradan da açıkça görülmektedir ki, Anadolu Aleviliğinin Caferi Mezehebiyle hiçbir ilgisi yok. Sadece Ali ve On İki imamlar sevilmekte, onlara manevi olarak bağlanarak onları kendi inançlarına dayanak yapmaktalar. Bu dayanak, haksızlığa uğramış insanlara sahip çıkmadan başka bir şey değil. Şeh Bedrettin'e de aynı anlayışla sahip çıkılmıştır; hem de Şeh Bedrettin'in, Sünnî olmasına rağmen. (İlerki bölümlerde bu konuyu daha geniş olarak tartışmaya çalışacağız.) Cemde bağlama olmasa olmaz, Bağlama dede tarafından, ama esas olarak aşık tarafından çalınır. Bağlama, sadece semah dönmek için çalınmaz, bağlama ile geçmiş ozanların şiirleri okunur, tıpkı bir kültür gecesini andırır. Şamanlar da davulu durmadan çalar ve davul sesi ile coşar, gökyüzüne doğru uçar. Cemde de bağlama ile cemaat coşar, kendinden geçer, Tanrı ile bütünleşir. Davul, zaman içinde, Türkistan'da kopuz olduğu gibi, bizde bağlama olmuştur. Burada bir şeyi belirtmek gerekir, günümüzde her yerde, düğünlerde, gecelerde, yani eğlence yerlerinde dönülen semah, şekil olarak benzese de içerik olarak ibadet semahı sayılmaz ve doğruda değildir. Ancak, yüz yılardır ibadetleri yasaklanan Aleviler, semah vasıtasıyla kimliklerini ispatlamak açısından alındığında, 'hoş' görülebilir. Bir anlamı ile yasağa karşı tepki olarak her yerde dönülebilir hale gelmiştir. Hiç unutmamak gerekir, semah On İki hizmetin son hizmeti, dünya ile ilişkisini kesip ve 'Tanrıyla bütünleşme hâlidir.'

Cem'de içki: Bir çok bölgelerde Cem'de içki içilir, bu içkiye dolu denir. Dolu, iki elin arasına bardak alınarak dedenin hü demesi ile bir defada içilir. Dolu bardağı, küçük olur ve içine çok az içki konur. Dolu, ibadetin bir parçasıdır, bundan dolayı, Cem'de ki kadın, erkek herkes içer. Bazı bölgelerde tek bardaktan yudumlar halinde içki sunulur. İçki Şamanlarda olduğu gibi, Anadolu Alevlisinde de kansız kurban sayılır.

"Yargılar serildi, üzerlerine büyük tepsilerle sofralar kuruldu. Sofrayı kuranlar Baban'ın karşısında dar'a durup hayır dualarını aldılar: "Bismişah, Allah, Allah, Lokma hakkına,evliyalar keremine, gerçekler demine, destur'u Pir, izni mürşit yürüyenin lokması yürüye, gerçeğe hü." Her sofra etrafında 6 - 7 kişi oluştu. Sofraya konan küçük bardağa o sofrada bulunan saki az miktarda dem koydu. Baba dem için duasını okudu: "Demlerimiz dem ola, cemlerimiz cem ola.. İbadetlerimiz sahih ve selim ola. Nur ola sır ola, içtiğimiz tuhur ola. Kızıldelili Sultan'ın, Akyazılı Sulta'ın hizmetleri üzerimizde hazır ve nazır ola gerçeğe hü." Baba hü deyince bardak sofradikilere sırayla verildi. Bardağı alan sağ avuç içinde gizliyor ve demi alırken sol el göğsün altında duruyordu.

..... Alevi - Bektaşi Köylerinde toplumsal Kurumlar. Dr. Hüseyin Bal S.238 Ant yay. .....

"Semah törenlerinde içki içilmesi ve bu içkinin kendi adını kullanmayıp "dolu" diye isim verilmesi ve dolu'nun 'tolu' olarak Şaman inancında kurban anlamına gelmesi üzerinde durmuştuk.

.....Şamancılık ve oyunculuk Erhan Tuna
okyanus yayınları s.188.....

İçki, Şamanın esirmesi ve tanrılarla buluşması için çok önemli. İçki vasıtası ile kendinden geçen şaman, gökyüzüne doğru uçar veya yeraltına iner. Dede de, zaman zaman aynı şekilde esirir ve Tanrı ile bütünleşmeye çalışır.

Çerağı: cemi aydınlatmak için yakılan ışığa denir, yakan kişiye de çerağcı denir. Çerağı rasgele yakılmaz, cem sürecince yürütülen On İki hizmetten üçüncüsüdür. Çerağcı, dededen duasını alır ve çerağı yakar. Bu ışık semboliktir, çünkü cem yeri hazırlanmış ve aydınlatılmış olarak ceme başlanır. Sembolik olan ışık, Sünnî insanlar tarafından mum söndürülüyor diye söyledikleri mum, işte bu ışık. Işık birçok anlamı temsil etmekte; gönüllerin aydınlık olması, gönüllerden karanın kalkması, kin ve nefretin cemaattan silinmesi gibi birçok anlam taşımakta. Diğer bir anlamı ise, Ahmet Yesevi ile ilgili. Aleviler her yaptıkları ibadete, bir efsane bularak anlamlaştırmışlardır. Işığa da, kendilerine göre bir temel dayanak bulmuşlar: Hacı Bektaş ve diğer erenler Horasan'dan Anadolu'ya gönderilirken, Yesevi Dergahı'ndan Anadolu'ya kösey atılır ve erenlerin kendi köseyini takip ederek düştükleri yeri mekan olarak seçmeleri söylenir. Erenler, peki biz birbirimizle nasıl haberleşeceğiz diye sorarlar; dergâhtaki şeyh, birinizin yaktığı ateş Anadolu'nun her tarafında görülür (hissedilir) der ve gittiğiniz yerde ateş yakın talimatını verir. İşte Cem'de yakılan bu sembolik ışık, o ışık (ateş) yerine de sayılır. Bu bir manevi haberleşme, gönüllerin aynı olduğunu anlatır. Çırağı uyandırıldığı zaman onlar bilir ki , Anadolu'nun her yerinde bu ışık aynı anda yandı. Büyük ihtimale bu ışık, Şamanizmden Zerduşluğa, Zerduşluk'tan Aleviliğe geçmiştir. Zerduşluk'ta ateş kutsaldır, Alevilik'te de ateş kutsal sayılır. Bütün dinler birbirinden etkilenmiştir ve birbiri ile içice geçmiştir. Esas inanç, her zaman kendini belli eder. Biz de, Anadolu Aleviliği'nde esas inancın öğelerini bulup, tarihi kökenini ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.

Eğer bir kimlik tespiti yapılacaksa, böyle bir araştırmayı ön yargısız tartışmak gerek. Peki cem ibadetine İslâmî dayanak olarak neyi gösterilmekte: Bildiğimiz kadarı ile Ali'nin Kırklar Cemi yaptığı söylenir, yazılır. Biz şimdi kırklar Cemine, İmam Cafer adına yazılışmış Buyruk'tan bakalım ve açıklamaya çalışalım. Buyruktaki Kırklar cemi'ni tam metin olarak almak zorundayız, onun için metnin tamamını aldık.

Kırklar Cemi

Hz. Muhammed bir sabah erken Mirac'a gidiyordu, ansızın yoluna bir aslan çıktı. Aslan, üzerine kükremeye başladı. Muhammed ne yapacağını şaşırdı. Birden bir ses duydu:
<<- Ey Muhammed, yüzüğünü aslanın ağzına ver!>>
Muhammed söylenileni yaptı. Yüzüğünü aslanın ağzına verdi. Aslan nişanı alınca sakinleşti. Muhammed yoluna devam etti. Göğün en yüksek katına erişti. Orada dostuna kavuştu. Onunla doksan bin söz konuştu. Bunun otuz bini Şeriat üzerine idi, insanlara indi. Kalan atmış bini ise Ali'de sırroldu. Cenntette Hz. Muhammed'e bal, süt ve elmadan oluşan bir yemek geldi. Bunlar özellikle seçilmiş yiyeceklerdi. İnsan için sütün yüz yararı, balın yüz yararı vardı. Elma da katılınca bu üç yiyeceğin bin bir yararı bulunuyordu. Balın peteği insanın mayası, sütün memesi ana rahmi, elmanın kabuğu derisi sayılırdı. Tanrı süte sevgiyi, bala, aşkı, elmaya dostluğu bağışladı. Üçünü de cennet ürünü olarak insanlara yolladı.
Muhammed Mirac'tan dönerken şehirde bir kubbe gördü. Bu kubbe çekti. Yürüyüp onun kapısına vardı. İçerde birileri sohbet ediyordu. Hz. Muhammed içeri girmek için kapıyı vurdu. İçerden biri:
-kimsin, ne için geldin- diye seslendi?
Hz. Muhammed:
-Ben peygamberim. Açın içeri gireyim. Erenlerin güzel yüzlerini göreyim!
İçerde:
-Bizim aramıza peygamber sığmaz. Var peygamberliğini ümmetine yap dediler.
Bunun üzerine Muhammed kapıdan çekildi. Tam gidiyordu ki Tanrı'dan bir ses geldi:
-Ey Muhammed o kapıya var!- buyurdu.
Tanrının bu buyruğu karşısında Muhammed yeniden o kapıya varıp kapıyı çaldı. İçerden:
-Kim o? diye sordular.
Hz Muhammet:
-Ben Peygamberim. Açın içeri gireyim. Mübarek yüzlerinizi göreyim,dedi.
İçerden:
-Bizim aramıza Peygamber sığmaz, ayrıca bize Peygamber gerekli değil, dediler.
Tanrı'nın elçisi bu söz üzerine geri döndü. Oradan uzaklaşıyordu ki Tanrı yeniden buyurdu:
-Ey Muhammet, geri dön. Nere gidiyorsun? Var o kapıyı arala!
-Tanrının elçisi yine o kapıya vardı. Kapının tokmağını çaldı. İçerden:
<<- Kimsin?>> diye ses geldiğinde:
<<- Yoktan var olmuş bir yoksul oğluyum. İçeri girmeme izin var mı? >> diye karşılık verdi.
O anda kapı açıldı. İçerdekiler:
<< - Merhaba! Hoş geldin uğur getirdin, gelişin kutlu olsun, ey kapılar açar!>> diye karşılayarak içeri aldılar.
O mecliste kırklar oturmuş aralarında söyleşiyorlardı. Hz. Muhammed
<< - Kutsal kapı, hayırlar kapısı açıldı. Bismillahirahmanirrahim >> diyerek sağ ayağını içeri attı. İçerde otuz dokuz inanmış can otuyordu. Hz. Muhammed bakınca yirmi ikisinin erkek, on yedisinin dişi olduğunu gördü. Hz. Muhammed'in içeri girmesi ile insanlar ayağa kaldılar. Tümü ona yer gösterdi. Hz. Ali de mecliste idi. Hz. Muhammed Hz. Ali'nin yanına oturdu, ama onun Hz. Ali olduğunu anlamadı. Hz Muhamed aklında bir takım sorular belirdi. << Bunlar kimler? Tümü aynı düzeyde, büyükleri hangisi, küçükleri hanğisi?>> diye düşündü. Soru sormayı gereksiz görüyordu, ama dayanamadı.
-Sizler kimlersiniz? Size kim derler? diye sordu.
İçerdekiler:
-Biz kırklarız, diye karşılık verdiler.
Hz. Muhammed:
-Peki sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim? Ben anlıyamadım.
-Bizim ulumuz da uludur, küçüğümüzde uludur. Bizim kırkımız birdir, birimiz kırktır.
-Ama biriniz eksik, o biriniz ne oldu?
-O birimiz Salman'dır, taşraya çıktı. Parsaya (Dervişin gerekli şeylerden toplamaya çıkması) gitti. Ama niçin sordun? Salman da burada. Onu aramızda say dediler.
Hz. Muhammed kırklardan bunu göstermelerini istedi. O zaman Hz. Ali mübarek kolunu uzattı. Kırklardan biri destur diyerek Hz. Ali'nin koluna bıçak vurdu. Hz. Ali'nin kolundan kan akmaya başladı. Bu sırada tümünün kolundan kan çıkıyordu. O anda pencereden bir damla kan girip ortaya damladı. Bu kan taşrada bulunan Salman'ın kolunun kanıydı. Sonra kırklardan biri Hz. Ali'nin kolunu bağladı. Öbür Kırkların da tümünün kanı durdu. O sırada Selman devşirmeden geldi Salman devşirmeden bir üzüm tanesi getirmişti. Kırklar bu üzümü getirip Hz. Muhammed'in önüne koydular ve :
-Ey yoksullar hizmetkârı, bir hizmet et de bu üzüm tanesini paylaştır! dediler.
Muhammed duruma baktı. << Bunlar kırk kişi, üzüm tanesi bir tane. Bu bir üzümü nasıl böleyim?>> diye düşünceye daldı. O anda Tanrı Cebrail'e:
-Sevgili Muhammed zorda kaldı, tez yetiş, Cennetten bir nur tabak al, ilet. O üzümü bu tabak içinde ezip şerbet eylesin, kırklara verip içirsin.
Cebrail cennetten bir nur tabak alıp Tanrı'nın elçisinin karşısına geldi. Tanrı'nın selamını ileterek o tabağı Muhamed'in önüne koydu.
<< - Şerbet eyle ey Muhammet>> dedi.
O sırada kırklar Hz. Muhammed üzümü ne yapacak diye seyrediyorlardı. Birden Hz. Muhamed'in önüne nurdan bir tabağın belirdiğini gördüler. Tabak güneş gibi ışık veriyordu. Muhammed tabağın içine bir damla su koydu. Sonra parmağı ile o üzüm tanesini nurdan tabak içerisin ezip şerbet eyledi. Tabağı kırkların önüne koydu. Kırklar o şerbetten içtiler. Tümü ilk yaradılıştaki gibi sarhoş oldular. Oturdukları yerden ayağa kalktılar. Bir kez << Ya Allah>> diyerek el verdiler. Üryan büryan semaha girdiler. Muhammed de bunlarla birlikte semaha girdi. Kırkların semahı ilahi bir nur içinde sürdü. Semah ederken Hz Muhammed'in başından mübarek imamesi düştü. İmame kırk parça oldu. Kırkların her biri bir parçasını aldı, o parçayı etek yapıp bağladı. Sonra Muhamed bulara pirlerini ve rehberlerini sordu.
Kırklar
<< - Pirimiz Şahımerdan Ali'dir, kuşkusus, tartışmasız! Ve rehberimiz Cebrail Aleyhisselamdır>> dediler.
Bunun üzerine Muhammed, Ali;nin orada olduğunu anladı. Hz. Ali, Hz. Muhammed'in yanına doğru yürüdü. Hz. Muhammed, Hz. Ali'nin geldiğini görünce tecela ve temenna ile Hz. Aliye yer gösterdi. Kırklar da Hz. Muhamed'e katılarak Hz. Ali'ye saygı ile eğilip yol açıp yer gösterdiler. Bu sırada Hz. Muhamed Hz. Ali'nin parmağında Mirac'a giderken aslanın ağzına verdiği yüzüğü gördü."
.....Buyruk ( birinci baskı &#8211; İstanbul 1982) - Hazırlayan Fuat BOZKUR Say. 7-8-9-10-11.....


Anadolu Aleviliği ve Bektaşilik cem ibadetinin İslam'da var olduğunu ve yukarıya tamamını aldığımız, Kırklar Cemi ile ispatlamaya çalışmaktadırlar. Bu anlatı bin yıllardır, kulaktan kulağa söylene gelmiştir. Bugün artık, sözlü halden İmam Cafer'in sözleri olarak yazılı olarak okuyoruz. Kırklar Cemi'nin farklı birçok yazılı ve sözlü anlatımı olmasına rağmen, birbirinden çok küçük nüanslarla ayrılırlar, öz olarak bir farkları yoktur. Hemen şunu belirtelim: Kırklar Cemi diye bir cem, Ali döneminde yaşanmamış ve de daha sonra da Ehlibeyt döneminde de uygulanmamış. Kırklar Cemi'nin uygulandığını gösteren hiçbir belgeye rastlanamamıştır. Hele kırklar cemine Peygamberin katıldığı düşünülürse bu ibadet tüm Müslümanların uyması gereken ibadet şekli olması gerekirdi. İslamiyet'te kurallar birinci olarak Kuran'a bakılır, sonra hadislere ve Peygamber'in uygulamalarına. Şöyle de düşünülebilin ir , Kırklar Cemi Sünnî kesim tarafından kasıtlı olarak görmezlikten gelinmiştir. Tabi bu da mümkün, yalnız Ehli Beyittin, hiçbirinin cem yaptığını gösteren belge yok, sadece anlatım ve İmam Cafer adına yazılmış buyruk var. Buyruk'a baktığımızda, Cem ibadetlerinin bir düzen içinde yapılmasını, farklı cem törenlerinin ortadan kaldırarak daha sistemli olmasını sağlayan kurallar dizisini görürüz. Böylece her dede, kendi öğrendiği gibi değil, kuralları belli olan, cem ibadetine önderlik yapar. Bölgeler arasındaki farklılık da kalkmış olur. Bizce, cemi Ali'den başlatmak ve bir Kırklar Cemi yaratmaya sebep Sünnî baskısının sonucu olsa gerek. Bunun dışında Kırklar Cemi çok önemli mesajlar veriyor. Günümüzün hem siyasetine, hem de inançlarına. Şimdi bu mesajları tek tek ele alıp açıklayalım.

Kırklar Cemi içindeki, çok önemli olan mesajlara tek, tek bakalım:
Birincisi: Peygamber'in Miraç'dan dönerken uğradığı eve girme mizanpajına. Peygamber kapıyı çaldığında içerden kimsin sesine verdiği cevap: Ben Peygamberim. İçerden buna karşılık verilen cevap çok önemli. "Bizim aramıza Peygamber sığmaz, var peygamberliğini ümmetine yap. Peygamber giderken Tanrı'dan kapıya vur, uyarısı üzerine, Peygamber tekrar kapıyı çalar. İçerden kim sesi üzerine: - Ben Peygamberim sizi göreyim dedi, bunun üzerine içerden , - Bizim aramıza Peygamber sığmaz, ayrıca bize Peygamber gerekli değil. Burada dikkati bir yere çekmek istiyorum. Evin içindekiler, kendilerine Peygamber gerekli olmadığını açık olarak söylüyor. İlk kapıyı çaldığında da, git Peygamberliği'ni ümmetlerine yap diyorlar. Ne zaman içeri alıyorlar ona bakalım. Yoktan var olmuş yoksul oğluyum cevabını verdiğinde. Bana göre, içerdekiler otarite, mevki, post kabullenmeyen ve insanı bu mertebelerden sıyrılmış, her insanın eşit yapıya sahip olmasını savunan ve insana sadece insan olduğu için değer veren bir düşünceye sahipler. Onlar için Peygamber'in Peygamberliği hiçbir şey ifade etmiyor. İşte Anadolu Aleviliğinin tüm dikdatör yönetimlere karşı gelişlerinin altında yatan felsefe bu, yani insanı sadece ve sadece insan olarak kabul etmeleri.
İkincisi: Peygamber'in içeri girdiğinde, Ali'yi tanımaması, hem de yanına oturmasına rağmen. Peygamber soruyor, siz kimlersiniz, kimlerdensiniz? İçerdekiler bizler Kırklarız cevabını veriyorlar. Peki 39 kişi saydım biriniz nerede? O Salman, dışarı parsa toplamaya gitti cevabını veriyorlar.
"Sizinin ulunuz kim, küçüğünüz kim?" "Bizim ulumuz da ulu küçüğümüz de ulu, bizim kırkımız bir, birimiz kırk" diye cevap veriyor içerdekiler.
Bu birliği ispatlamak için Ali kolunu açıyor, oradaki erenler den biri bıçağını alıp, Ali'nin koluna sürer, o anda 39 erenin kolundan kan akar ve bir de pencereden kan gelir bu kan Salmanın kanı. Buradan da anlatılmak istenen, insanlar arasında hiçbir fark olmadığı. Fark sadece, olgunlaşmış insanla olgunlaşmamış insan arasında ki farktır. Olgunlaşmış insan, kamil insandır, kamil insanının ne Peygambere ihtiyacı var, ne de Tanrıya. Bugün Anadolu Alevilerin halk olarak, demokrasiye daha yakın durmaları ve tarih boyunca devlet yönetimlerine karşı muhalif olmaları, isyan etmeleri tamamen eşitlikçi felsefenin sonucudur.
Üçüncüsü: Saman'ın dışarıdan getirdiği bir tek üzüm tanesi, Salmanın getirdiği bu üzüm tanesini kırk kişiye pay edilmesini isterler içerdekiler Peygamberden. Peygamber üzüm tanesini eline alır düşünmeye başlar, ben, bunu kırka nasıl böleceğim diye. Zor durumda kalan Peygamber'in imdadına Tanrı yetişir. Tanrı, Cebrail'e, Muhammet zor durumda kaldı, cennetten bir tabak al ve ver. (Burada dikkatleri bir yere çekmek istiyorum, zor duruma düşen Peygamber'in imdadına, hep Tanrı yetişiyor. ) Muhammet üzümü cennetten gelen nur tabağının içine parmakları ile eziyor ve Kırklara dağıtıyor. Üzüm suyunu içen Kırklar sarhoş olup, üryan, büryan meydana çıkıp dönmeye başlıyorlar. Muhammed de Kırklarla beraber dönüyor. Bu dönüş sırasında Muhammed'in başındaki imam iye düşüyor ve kırk parçaya bölünüyor. Kırklar bu parçalardan birer parça alıp etek edep yerlerini kapatıyorlar. Burada da, Kırkların, Muhammed'i sınavdan geçirdiğini görüyoruz. Sınavı geçtiğini, başındaki imam iyenin yere düşmesi, kırk parçaya bölünmesi ve bölünen parçaların Kırklar tarafından alınıp etek yapması göstermektedir. Burada çök önemli bir motif de, Kırkların üryan büryan semah (çırılçıplak) dönmeleri. Peki neden üryan büryan semah dönüyor kırklar, elbiseleri mi yok? Burada anlatılan çok farklı. Bizim toplantımıza anadan ilk doğduğun şeklinle katılacaksın ve burada olgunluğa erişeceksin. Burada dünya nimetlerinin hiçbir kıymeti yok. Burada nefsini eğiteceksin. Yani, eline, beline diline sahip olmayı burada öğreneceksin ve kamil insan olacaksın mesajını veriyor.
-Dördüncüsü: Kırklar toplantısında yirmi üçü erkek, on yedisi kadın bulunuyordu. Üryan büryan semahına kırkının da katıldığını görüyoruz. Nefsin terbiyesi, demek ki, karşı cinslerin bir arada bulunmasıyla mümkün. Alevilerde, kadın erkek eşitliği, lafta değil, felsefi olarak işlenmekte. Yine şunu görüyoruz: Kamil insanda kadın, erkek din, ırk yok ve sadece insan var. İnsan, eğitilerek olgunlaşır ve kamil insan olur. Toplumsal boyutu ise, tüm insanları olgunlaştırarak; dünyada kardeşliği sağlamaktır. Anadolu Aleviliği'nde Tanrı ile korkutma ve cehennem, cennet gibi baskılar yok. Tamamen eğitilerek ve bu dünyada iyi insan yapma anlayışı vardır. Yukarıda anlatmaya çalıştığım felsefi anlayış, İslam felsefesi anlayışına tamamen zıt. Anadolu Alevliğinde inancın merkezine insan konulmakta, İslâmî inancında ise, inancın merkezine tanrı konmaktadır. İnsan merkezli felsefe: İnsanın, tabiatla olan mücadelesi sonucunda oluşmuş bir felsefedir. İnsan merkezli inanç, doğa merkezli inancın, evrilmesi sonuncunda oluşmuştur.

-Beşincisi: Semahdan sonra, yerine oturan Muhammed tekrar Kırklar'a pirlerini sorar. Kırklar pirimiz Şahımerdan Ali'dir ve rehberimiz Cebrail Aleyhisselam diye cevap verirler. Ali yerinden kalkar ve Muhammed'e doğru yürür, Muhammed , Ali'nin geldiğini görünce tecella ve temanna ile Ali'ye yer gösterir. Muhammed, miraca giderken aslanın ağzına verdiği yüzüğü görür. Burada şunu görüyoruz: Muhammed'i olgunlaşmış olduğunu kanatlarken Kırklar, pirlerini açıkça söylüyorlar. Muhammed'in olgunlaşmasını da Ali sağlamış oluyor. Ali'nin parmağındaki yüzüğün Muhammed'in Miraç'da aslan verdiği yüzük olması da Ali'nin, Muhammed den önce Mirac'a gittiğini, vurguluyor. Muhammed'in Mirac'a çıkması için, önce Ali'den geçmesi gerektiğini net bir şekilde vurgulanmakta. Burada da kamil insan anlayışını görüyoruz.

İslam inancında olmayan tüm bu uygulamalar, Anadolu Aleviliği'nde bulunmaktadır. Biz, buna rağmen, Anadolu Aleviliğini İslâm'ın esası olarak savunursak, Kuran'ı ve İslam hadislerini yeniden yazmamız gerekir. Aynı zamanda Sünni inançla sürekli çatışma hali sürer. Tüm İslam mezheplerini savunanlarla barışık yaşamak istiyorsak, Anadolu Aleviliği'ni kendi kimliğine oturtmak gerekir, İslâm'ı savunanlar da Anadolu Alevileri'ni bu kimlikle tanımaları gerekir. O zaman her iki kesim de birbirini İslami normlara göre değerlendiremez, sadece inançları açısından değerlendirir. Çok doğal olarak Anadolu Alevileri'nin çok büyük bir kısmı bu görüşe karşı sert tepki gösterecekler; yüzyıllardır Aleviliği İslâm'ın esası olarak kabul etmeleri ve kendilerini, Sünnî inanca karşı İslami normlarla savunmaya çalışmaları sonucu, tepki göstermeleri kaçınılmazdır. Anadolu Alevileri kendi inançlarını tekrar tekrar düşünmeli ve büyük soğukkanlılıkla İslâmi normlarla karşılaştırarak kimliklerini ortaya koymalıdırlar. İslâmın içinde kimlik aramak beyhude bir arayış. Bu arayış, Anadolu Aleviliğinin, demokrasi, özürlükçü, insan sevgisi ve tabiat sevgisi olan felsefesinin şeriata doğru evirilmesini sağlar ve yok olur. Kimliksiz aşırı ehlibeit sevgisi de Şiiliğe doğru evirilir ve Şii Şeriatının kuçağına düşülür. Bu iki tehlike, günümüzde yaşanmakta. Bir kısım Aleviler beş vakit namaz ve otuz gün oruç tutarken, bir kısmı da, Şii camileri, köy ve şehirlere yapmakta. İşte bu karmaşıklığın esas nedeni kimlik bunalımıdır; kimliği İslam da aramaktır.

Tüm Aleviler, kendi ibadetini özgürce kendi kimlikleri doğrultusunda yapmalıdır. Alevi ibadetinin yoğunlaşmış yeri cemdir, cem her yerde çekinilmeden ve de gerçeğe uygun olarak yerine getirilmeli. Alevi önderleri dedeler de, kendilerine oto sansür uygulamadan cemi yürütmelidirler. Cem: kamil insan yaratma okuludur. Cemde, Tanrı'ya ibadet yerine, cemin esası olan insanın eğitilip, olgunlaştırılıp kamil insana dönüştürülme okuludur. Bakın Kırklar Cemi'ne, önce insanın ana rahminden doğduğu gibi çırılçıplak alıp sonra giydiriyor. Çırılçıplaklığı, fiziki olarak algılamamak gerek; o tamamen bebeğin doğumundan sonraki gelişmesi anlamında algılamamak gerekir. Başka bir deyimle yazılmamış tertemiz bir sayfa olarak algılamak gerekir. Kırklar Cemi'nde, dikkati çeken çok önemli olan bir nokta da, Kırkların on yedisinin kadın olması ve erkeklerle hep beraber üryan olarak semah dönmeleri. Burara da anlatılmak istenen, insanı cinsiyetine göre ayırmak yerine, insanı bir bütün olarak kavramak, dişi erkek ayırmadan olgunlaştırmak. Üryan cemi motifi ile, kadını çarşafa sokan İslam inancına da cevap vermekte. Peki üryan semahı sadece bir efsanemi? Hayır bu semah Anadolu'nun birçok yerinde Anadolu Alevileri tarafından pratiğe geçmiştir. Üryan cemine kamil insanlar katılabilir. Bu nefsin eğitilmesinden başka bir şey değildir. Üryan cemini, göstererek ahlaki yönden suçlamak, cahilliğin ve ahlaksızlığın ta kendisidir. Bunu değerlendirebilmek için, kamil insan olmayı gerektirir. Yani dört kapıyı bitirmiş olmak. Bunun anlamı bir insanın dört kademede eğitilmiş, olgunlaşmış olması demektir. Dört kapıyı geçmek 'Tanrı' ile bütünleşmektir, Tanrı insan, insan Tanrı demektir. Tanrı'da cinsiyet olmadığından artık kamil insanda da cinsiyet ayrımı olamaz mesajı verilmekte. Bu açıklamadan sonra, cemin İslamiyet içinde bir ibadet şekli olamayacağı artık anlaşılmalı. Yukarda ki bölümlerde de açıklamaya çalıştığımız gibi, cemin kökü Şamanizm de bulunmakta.

Ayini Cem, Aleviliğin temel ibadet kurumudur. Bilimsel olarak ele alındığından bunu da tıpkı dedelik gibi, Türkler arasındaki eski Şamanist geleneklerle sıkı sıkıya ilğili bulunduğunu görüyoruz. Nitekim bilimsel çalışmalar ayini Cemin İslam'dan önce Orta Asya'da Türkler'in sürekli olarak belli zamanlarda Şaman'ım yönetiminde icra ettikleri 'ritüel nitelikli kımız içme' töreninin bir devamı olduğunu göstermiştir. Vaktiyle İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi'nde L. P. Potapov'un yayımladığı bir makale, bu konuyu güzel açıklıyor. Bu kımız ritüeli, belirlenen günün gecesinde,Şamanın çadırında yapılırdı. Törene yanlızca evli çiftler katılabilirdi. Şaman kopuz refakatinde dualar okur, bu arada törene katılanlara kımız sunulurdu. Tören gece geç vakte kadar sürer, sonra herkes kendi çadırına çekilirdi.

.....Ayhan Aydın - Alevilik Bektaşilik Söyleşileri Prof. Ahmet Yaşar Ocak
Pencere yayın. Sayf.52 .....

Burada dikkatinizi çekmek istediğim önemli iki nokta var: birincisi Şamanın ayinin gece yapması; Anadolu Aleviliğinde de Cem gece yapılır ve gece geç saatlere kadar sürer, Cem bitince herkes evine çekilir. İkincisi ise Şamanın bu törenlerine evli çiftlerin katılması; Ceme de geçmişte evli çiftler ve musahip olanlar katılabilirmiş. Bu aşamaya kadar, yolu öğreten bir mürşit tarafından eğitilirmiş. İşte bu eğitimden sonra evli çiftler ceme katılırmış. Günümüzde belki zaman, ekonomik ve köylerin göç vermesi sonucu Cemlere, yolu öğrenmeleri için, mürşit eğitimi olmaksızın, herkes ceme alınmaya başlanmış. Çok az da olsa, hala mürşit tarafından eğitildikten sonra, Ceme girmeye hak kazanan yerler var. Örneğin Antakya'da böyle hareket eden Alevilerle tanıştım. Mutlaka başka kırsal bölgelerde vardır. Bunu, alan araştırmasıyla otaya çıkarmak pek mümkün değil. Çünkü Anadolu Aleviliği'nde bazı şeyler sırdır.

MUZAFFER BAL

--------------------------------------------------------------------------------------------





GÖRGÜ CEMİ
20 Ağustos 2010

Görgü cemi : Alevi ve Bektaşilerde cem ibadeti oldukça önemli. Daha önce, ikrar Cemini görmüştük. Şimdi görgü ceminin anlamı ve yapılış şekline bakalım. Görgü, kişilerin ikrar tazelemesi ve ruhsal açıdan temizlenmesi ve de toplum içinde, ayrıca aile içindeki olumsuzlukların sorgulanmasıdır. Bir anlamıyla, Cem olmadığı dönemdeki olumsuzluklarının hesabının verilmesidir. O senenin ilk ceminde, Ceme gelen herkes görgüden geçer. Bunun nedeni ise, ceme küsülü (dargın), kavgalı kişiler giremez. Her cem başladığında, dede sorar, aranızda küskün, kavgalı kimse var mı? Bunu üç defa tekrarlar ve ses çıkmasa vebali günahı boynunuza der ve cemi yürütmeye başlar. Cem ile caminin ortak yönü, sadece her ikisinin de ibadet yeri olması. Cem Anadolu Aleviliğinde ve Bektaşiliğinde sadece Müslümanların bildiği anlamda bir ibadet yeri değildir. Anadolu Aleviliği ve Bektaşiliği ibadeti Tanrıya değil; ibadeti insan için, yani insanın eğitilip topluma kazandırmak, toplumu eşit bir ahenk içinde, kavgasız ve bireylerin birbirleri ile anlaşarak, görüşerek yaşanını sağlamayı hedefler. Tüm bunlar ibadetten sayılır. Müslümanlıktan, ibadet şekli olarak ta ayrılır. Cem ayini: bağlama çalma, dolu içme, kurban kesme, yemek yemeye, tüm kavgalı ve dargınların, toplusal sorunların hal edilmesi de, sohbete ve 12 hizmetin görülmesi de yani eşikten girip, eşikten çıkılmasına kadar geçen zaman içindeki hareketlerin tümü ibadetten sayılır. Ve hepsi bir disiplin içinde geçer.
Ceme gelenler, canı istediği zaman çıkamaz. Çok önemli bir işi olan veya hastalanan olursa, dar meydanına gelmek için izin ister ve dar meydanına gelir; dedeye mazeretini anlatır. Dede ve ön halkada oturanlar, mazereti uygun görürse izin verir. DR. Hüseyin Bal'ın, alan araştırmasından bir örnek verelim. DR. Hüseyin Bal, bulunduğu bir Cem ayninde yaşadığı olayı kitabında şöyle anlatıyor.

"Baaldız"da gözlemlediğimiz Ayin-i Cemde (26.5.95) sabaha doğru rehber (gözcü) Durmuş Tekin, tansiyon yüksekliği nedeniyle bir hafta hastanede tedavi gördüğü için dinlenmesi gerektiğini bu nedenle ayrılmak istediğini belirtti. Dededen izin istedi, niyaz etti Ya Allah ya Muhmed ya Ali diyerek görüştüler. Dede rehberden yaşça küçük olduğu için rehberinin elini öptü. Bize de iyi yolculuklar diledi. Ancak çıkarken hizmet sahiplerinden de (hizmet sahibi: o gün cemi yapan aile, cem her gün bir başka aile tarafından organize edilir.) izin istedi ancak onlarda gönül koyarız, çok rahatsız değilsen kal deyince geri döndü, gülerek yerine oturdu.
Alevilik-Bektaşilik köylerinde Toplumsal Kurumlar.
Hüseyin Bal Ant y. Sayf.262 (1997)
Bu örnekten de çok net olarak anlaşılacağı gibi, Cemde, her isteyen elini kolunu sallayarak çıkamaz. Bundan dolayı cemde, akşam duasıyla ibadete başlamış olunur, oturan duran duası ile cemaat serbest bırakılır.

(Oturan,duran, kovusuz gıyabetsiz evine varan, bu sırı burada koyan, sağ yata selamet kalka. Geldiğiniz yerden şefaat bulasınız. İbadetleriniz , Hak dergahına yazıla. Dil bizden, nefes Hz. Hünkardan ola. Gerçek erenlerin demine hüü, mümine Ya Ali.)
Oturan duran duası, bölgeler arasında ufak tefek değişiklikler olgöstersede, öz olarak aynı.
Burada, dikkat edilmesi gereken, iki önemli husus var. Birincisi, talipleri dede uyarıyor, dedi - kodu kesinlikle yapmayın, ikincisi de Cemin sırını kimseye söylemeyin. Her ikisi de Alevilik'de çok önemli. Sır: Aleviler ibadetlerini, aleviler dışındaki kimselerin bilmesini istemezler. Bundan dolayı birçok iftiraya uğramışlardır. Dedi - kodu da, kavganın ve küskünlüğün anası olduğu için, bu iki uyarı yapılarak, Cemi sona erdirilir.
Görgü: bir mahkeme, bir sorgulamadır; sorgulama sonunda suçlu bulunan talip, suç oranına göre cezalandırılır. Öldürme, ırza geçme gibi ağır suçlar, toplumdan tecrit cezası ile cezalandırılır; bazı bölgelerde ise, köyden kovulma gibi cezalar verilir. Daha hafif suçlara ise, suça göre, sitem kesme ( bu bazen bir büyük dolu, bazen bir kilo elma) bazen beli bir zaman Cem&#8217;den uzaklaştırma, bazen de Cem boyunca ayakta bekletme gibi çok değişik cezalar verilir. Burada cezanın niteliğinden çok amaç, toplumun düzeninin korunmasıdır. Aynı zamanda, insanların birbiriyle barışık ve dost olarak yaşamalarını sağlamaktır. Burada bir noktaya dikkati çekmek istiyorum. Köyde kolluk kuvveti olmadığı halde, suçlar nasıl tespit ediliyor? Büyük kavgalar ve cinayetler köylüler tarafından doğal olarak bilinir, ama küçük münakaşalar ve hata iki kişi arasındaki bir gönül kırgınlığı dahi, kendi arasında çözümlenmişse ve konuştukları halde, birinden biri, hala diğerine kırgınsa, o bile cemde ortaya konulur ve birbirinden razılık alınır. İşte, toplum kendisini bu kadar hassas bir şekilde, otokontrol sistemine tabi tutar. Bunun en büyük nedeni Cem ayinidir. Cem ayininde yüreği kinli (kirli) olan talip, rahat edemez, bundan dolayı da mutlaka dışa vurur. Alevi aptesi diş görümümün yıkanması değil, yüreğin yıkanmasıdır. Dikkatli bir şekilde araştırılırsa, Cem ayinlerindeki ibadetler, tamamen bedenin dışının temizliğine değil, kalbin temizliğine yöneliktir. İslamiyet'te ise, esas bedenin temizliğidir. Aptes alınarak camiye namaz kılınmaya gidilir, camide, iki kan düşmanı da, hırsız da, ırza geçmiş biri de namazını kılarak ibadetini yapmış olur. Cem'de, buna kesinlikle müsaade edilmez.

İsterse ırmakta yıkanıp, saçı kurumadan gelsin gölü kirli ise, o kişi hala kirlidir. Bir örnek de, sürekli dile getirilen, usul aptesi. İki karşı cinsten kişi, cinsel ilişkiden sonra tamamen yıkanır, yani boy aptesi alır ve 'temizlenmiş' sayılır. Bu kendi eşi de olabilir veya eşinin dışında biri de olabilir, hiç fark etmez; boy aptesi ile temizlenmiş olur. Alevilik de boy aptesi yoktur. Olmamasının nedeni, beden temizliğinden çok daha önemli olan ruh temizliği, ruh temizliği de yıkanmayla temizlenmeyeceğidir.
Bu açıklamadan sonra, sorgulanma konusunda kendimin Cem'de yargılanmasını bir örnek vereceğim.

Ortaokulu yeni bitirmiştim, liseye başlamadığım için, o sene kışın köyde idim. Cemler başladı, ben de ceme gidiyordum. Akşam duasından sonra, köyden, benimde akrabam olan biri, ben ve birkaç gençten davacı olduğunu söyledi. Dede bizi dara çekti, davacı da darda idi. Davacı kişi, tavuklarının çalındığını ve bizlerin çaldığını söyledi. Dede bizlere sordu. Bizler de yapmadığımızı söyledik ve davacıya kendisinin bilfiil görüp ve tanıyıp tanımadığını sorulmasını istedik. Davacı şahıs ise, gördüğünü ve kovaladığını ama tanıyamadığını belirtti. Davacı tanımadığından, bize uyarı mahiyetinde nasihat edildiğini hatırlıyorum. Daha sonra başkaları tarafından yapıldığı anlaşıldı.
Burada, önemli bir olaya dikkati çekmek istiyorum; davacı yalan söylese idi, biz ceza alacaktık. Davacı bunu yapmadı, yapamazdı, çünkü kesin emin olmadan iftira atmış olacaktı ki, oda kalbinin kirlemesine yol açacaktı. Bunu göğüslemesi imkansız olduğu için, tanıyamadığını söyledi.
Bir başka çarpıcı örnekte: Gümüşhane, Şiran Kazası, Çal Köyü'nde görülmekte olan görğü ceminde, dede taliplere, dargın, küsülü veya kalbini kırdığınız bir kişi varmı diye sorar. Bir kişi ortaya gelir, dara durur ve kendisinin yaz ayında komşu köyden bir kişinin kalbini kırdığını beyan eder. Dede, bu kişinin yanına, iki kişi katarak karda kışta gece o köye gönderir. Derki, git o kişiden bu şahitler huzurunda helalık al ve gel. İki şahitle yola çıkarlar, komşu köye gelirler ve kalbini kırdığı kişinin evinin kapısını çalarlar. Ev sahibi, kapıyı açar ne istiyorsunuz der, sorgulanan şahıs, ben seninle bir tarla sınırı yüzünden münakaşa ettiydim, seninle barışıp, helalığını almak istiyorum; yoksa Ceme giremeyeceğim der. Ev sahibi şaşırır, yahu, bu karda, kışta gecenin bir yarısında ne acelen var Ben o olayı çoktan unuttum, aramızdaki de küçücük bir münakaşa idi ve de kimse görmemişti der. Tamam komşu, sen benimle bu şahitlerin huzurunda barışıyor musun ve de hakkını helal ediyor musun? Ne demek komşu hakkımı helal ediyorum, gel bir kuçaklaşak, kucaklaşırlar. Ayrılmak üzere iken, ev sahibi sorar, siz hangi dinden siz? Beni de alın içinize. Bizim dinimiz bir sırdır der ve tekrar helalaşarak ayrılırlar. (komşu köy Sünni köydür ve münakaşa yaptığı kişi ise, gayri müslümdür.) Bu çarpıcı yaşanmış örneği açıklamaya gerek var mı?
Görgü Ceminin bize öğrettiği, Alevi toplumunun merkezi otoriteye her zaman karşı duruşu olduğudur. Merkezi otoriteyi tanımama, güvenmeme, bundan ve dolayı, kendi düzenini kendisinin sağlamaya çalışması sonucu Görgü Cemi yapılmaktadır. Tarihi köklerine seyahat yaparsak, kabile yaşantısına ulaşmış oluruz. Tüm kabileler, kendi düzenini kendileri sağlar. Hiç bir kabile, düzensiz, gelişigüzel yaşamaz. Her kabilenin, bir kabile resi ve büyüklerden oluşan bir meclisi vardır. Kararlar bu meclis tarafından alınır.

İşte Aleviler'de dini liderinin etrafında oluşan, olgun babalar ve bacılar meclisi tarafından dirlik ve düzen sağlanır. Şamanizm'de de, şamanın ve etrafında toplanan kişiler tarafından aynı şekilde dirlik ve düzen sağlanır. Şaman kabile resi değildir, o sadece insanlara yardım eden, tanrılarla bağ kuran, tanrılardan toplumu ve bireyler için yardım isteyendir. Alevi dedesi de, resmi hiçbir sıfata sahip değildir, o yalnızca dini önderdir. Dini inancın dışında hiçbir yatırım gücü yoktur. Dedeler Muhtar bile olmazlar, dinle devlet işlerini birbirine karıştırmazlar. Eğer dede muhtar olmuşsa Cem ayinini, muhtarlık dönemi boyunca yönetemez.
Bizim köyde böyle bir durum yaşandı. Dede olan Kâmil Şıh muhtar seçildi ve muhtarlık dönemi boyunca dedelik yapamadı. Benim dedem yani babamın babası, dede yetiştiren bir alevi bilgini idi. Dedem, Kamil Şıh'ın muhtarlığına şiddetle karşı çıkmıştı. Dedelerin, hiçbir aylık gelirleri yoktur. Geçimlerini kendi gücü ile çalışmasından sağlarlar. Bir tek hak kulakları vardır, o da günüle bağlıdır. İsteyen talip istediği kadar hakkullah verir. Bu hakkullah da, dede ocağına gelen misafirlerin ağırlanmasında harcanır. Dedeler, gönüllü doğal inanç önderleridir.

İslâmiyet bir din olmasının yanında, bir devlet yönetim biçimidir. Muhammet, Peygamber olduktan sonra, İslam devletini kurmuştur ve devlet yönetimini şeriat kanunları ile yönetmiştir. O günün, hem dini önderi hem de devletin başıdır. Muhammet den sonra gelen tüm halifeler, hem devlet başkanı, hem de dini önderdirler. Hem din adına karar verirler, hem de devlet adına. Günümüzde, Türkiye hariç tüm Müslüman ülkeleri kendilerine göre şeriatla yönetilmek de.

Bana göre, laiklik belki dinde bir reform olabilir. Ama İslam'a aykırıdır. Belki de, diyanet işlerinin devlet içinde bulunmasının nedeni bu olsa gerek. Laiklik, dinin tamamen devletin dışına çıkarılmasıdır. Eğer İslamiyet laiklikle bağdaşsa, din işleri cematlara bırakılır. İslamiyet'in kendisi, devletle beraber doğmuş olmasından dolayı, her zaman devleti ele geçirmeye çalışacaktır. İşte bu yönüyle de, Anadolu Aleviliği ve Bektaşilik, İslamiyet den ayrı olduğunu ortaya koymak da. Şillikle de hiçbir bağı yoktur; Şiilik İslamiyet'in tüm esaslarını kabul etmiş, Sünnülük den farkı, halifelerden Ebubekir'i, Ömer'i, Osman'ı tanımayıp ve Aliyi yüceltmektir. Bu, Arap- Acem ve Araplar içindeki çekişmeden ibarettir.

Anadolu Aleviliği, devleti ele geçirelim, devleti Alevi inancına göre yönetelim diye hiçbir zaman bir talebi olmamıştır ve bundan sonrada olamaz. Alevilerin sadece ibadetlerini yapma özgürlüğü ve kendilerinin 'aşağılanma'masını istemektedir. Bu, günümüzde de somut olarak görülmekte. Bakın, Alevi partisi veya Alevilere dayanan partiler neden yaşamıyor. Sadece yönetim kadrolarına bağlıyabilirmiyiz? Kesinlikle yöneticilere bağlamayız, eğer öyle olsaydı; yöneticiler değiştirilir yoluna devam ederdi. Yaşamamalarının ana nedeni, kendi inanç ve geleneklerinde devleti ele geçirelim veya iktidarda ayrı bir gücümüz olsun gibi bir düşüncenin olmayışıdır. Aleviler, ülkeye kim faydalı olursa, onun dini veya ırkı fark etmez. Zaten faydalı kişiyi, bir müddet sonra Ali ile ödeştireceklerdir. O kişiyi Alevi olarak ilan edeceklerdir. Bu gün Atatürk'ü, zaman zaman yaşayan Ali olarak dilendirdikleri gibi. Çünkü Ali onlar için, ölen Ali değil, darda kaldıkları zaman, imdatlarına yetişen Ali'dir. Alevilik'de Ali ve evliya konusunu ayrı bir bölümde tekrar tartışacağız.

Görgü Cemi, kendi toplumlarının dirlik - düzenini sağlamak için yapılan tam bir halk mahkemesidir. Bir yönü ile de merkezi otoriteyi tanımamaları ve güvenmemeleridir.
Cem'deki Yargılama:
Cem'deki yargılama, toplumun kendi iç hukukunu kurmasıdır. İç hukuk toplumların merkezi yönetime karşı olmalarının doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İç hukuk sisteminin ise tarihi kabile sisteminin bir devamı olarak gelmiştir. Binlerce yıl gerilerden gelmesine karşılık günümüzde bile sürmekte. Her ailenin geleneksel bir iç hukuku bulunur, bu iç hukuk o ailenin fertlerini bağlayan, yazılmamış bir töre şeklinde sürmekte. Anadolu Alevi'sinde Cem vasıtasıyla toplumum iç hukuku işletilmekte. Cem'deki yargılama bir halk mahkemesi şeklinde sürmekte. Çünkü ceme katılan ve ön halkada oturan olgun baba ve bacıların kararı ile suçlu cezalandırılır. Kesinlikle adam kayırmaca, rüşvet olamaz. Yargılamaya katılanlar ne seçilmiş kişiler, ne de atanmış kişiler, tamamen bir süreç içinde eğitilerek olgunlaşmış insanlardır. Suçlu, Ceme katılan tüm insanların huzurunda yargılanır ve cezası yine tüm insanların gözü önünde verilir. Cem'deki yargılamada, İslamiyet'in kısasa kısas cezası kesinlikle işlemez. Buradaki yargılamadan doğan ceza, suçuna göre değişir, en ağır ceza tecrit cezasıdır. Tecrit suçlunun belli bir zaman toplumda yalnız bırakılmasıdır. Ölüm cezası kesinlikle yoktur. Cezalar suçluyu caydırıcı niteliklidir. Bunun böyle olması suçlunun tüm toplumun içinde yargılanmasının sonucu. Suçlu cezalandırılıp bir kenara atılmaz, o gözetim altında tutulur, gelişme seyrine göre topluma kazandırılır. Kabile sistemi olan bu mahkeme uzun seneler sürmesine bir etken de , kadıların, Sünnî olmasıdır. Sünnî kadıları kesin olarak kabullenmemeleri. Dedenin bu yargılanmadaki görevi karar veren değil mahkemenin düzen içinde geçmesini sağlayan manevi olarak etkin bir kişidir. Dede kesinlikle tek başına karar veremez, kararı etkileyemez. Alevi köylerinde, devletin mahkemelerinin kapısı bile tanınmaz. Karar halkaya oturan baba ve bacılarındır.

Burada Görgü Cemi'ni, uzun uzun anlatmayı uygun bulmadık. Sadece notlar düştük. Çünkü birçok araştırmacı tarafından geniş şekilde yazıldı. Biz, sadece İslam'ı ibadet ile, Anadolu Alevi ibadetinin nasıl ayrıldığını ve Cem'in, sadece ibadet olmadığını, aynı zamanda toplumun dirlik ve düzenini sağlayan bir örgütlenme olduğunu vurgulamak istedik. Tıpkı, (çalışmak ibadetin yarısı) anlayışı gibi.

MUZAFFER BAL
--------------------------------------------------------------------------------------------



KIZILBAŞ OCAKLARI

Anadolu Kızılbaşlığını Bektaşilikten ayıran, önemli bir örgütlenme biçimi olan, ocakların çıkış nedenini araştırmak gerekir. Çünkü her ocak, ocağa bağlı taliplerin dini ve sosyal önderleri olan dedeler, bir ocağın sahibidir. Dede rastgele bir sülaleden olmaz, mutlaka ocak sahibi olması gerekir. Ocak örgütlenmesi, Anadolu Kızılbaşlığında çok önemlidir. Bektaşilik veya diğer tarikatlar tekke, zaviye şeklinde örgütlenirken, Anadolu Kızılbaşlığı ocak şeklinde örgütlenmiştir. Bu tür örgütlenme biçimi bize, ocakların sadece dini yapılar olmadığını, dini görevlerinin yanında, sosyal yanlarının da olduğunu göstermekte.

Ocaklar, bir yandan dede yetiştirirken, bir yandan da kendi halkının dirlik ve düzenini sağlar. Ocaklar insanların umut kapısıdır. Hasta olanlar, çocuğu olmayanlar ocağa gelirler. İstedikleri bir şeyin olması için ocaklara adaklar adarlar, o isteklerinin gerçekleştiği zaman da aynı ocakta adaklarını yerine getirirler. Ocaklarda sürekli kara kazan kaynar ve yoksul halk bundan yararlanır. Ocaklarda en önemli şey, zor yoktur, her talip kendi isteği ile ocakta lokma yapar. Ocaktaki kadınlar da dede kadar önemlidir, kadınlar ana ve bacı olarak anılır. Ocağa gelen her yaştan ve her cinsten insana severek hizmet ederler. Anadolu Alevilerinde hizmet çok önemlidir, hizmet Hakk'a yapılır. İnsan, Hak olarak kabul edildiği için, insana yapılan hizmetin de Tanrı'ya yapıldığın kabul ederler. Yapılan her tür hizmetin sonunda, hizmet gören kişi, hizmet yapan kişiye "hizmetin Hakk'a yazılak" sözünü mutlaka söyler. Bu kısa açıklamadan sonra ocakların örgütlenmesine geçelim.

Ocaklar, aynı köy içindeki Kızılbaş toplumunu kapsamayabilir. Bir ocağa yüzlerce kilometre uzakta bulunan başka bir kentin köyünde de bağlı talipler bulunabilir. Aynı zamanda, aynı köyde yaşayan ve ayrı ayrı ocaklara bağlı olan talipler bulunur. Örneğin, kendi köyümüzde Sarı Bal ocağı olmasına karşın, başka ocaklara bağlı talipler vardı. Örneğin Kavrazlar (Sultanğil) bizim köyde yaşamalarına rağmen, Ordunun Gürgentepe de bulunan Güvenç Abdal ocağına bağlıymışlar. Bundan 70-80 sene öncesine kadar Güvenç Ocağından dedeleri Kırıntıya köyüne gelip Görgü Cemi yaparak taliplerini görürlermiş. Şefelli Sülalesinin de ocakları Ordu'nun Gürgentepede bulunan Pir Kayıp ocağına bağlıymışlar. Her ocağın dedesi kendi talibini görür; o ocağa bağlı taliplerden de sorumludur. Kendi köyünün dışında yaşayan talipler var ise, senede en az bir kere olmak üzere taliplerine giderek, onları "Görgü Cemi" ile görür. Örneğin, bizim bağlı olduğumuz Sarı Bal ocağının dedeleri, Kars'a, Suşehri'ne, Şebinkarahisar'a, Koyulhisar'a giderler. Oralarda bulunan taliplerini görürlerdi. Ordu'dan ve başka yerlerden bizim köye gelip kendilerine bağlı talipleri ile cem yapıp onları görgüden geçirirlermiş. Gidip gelmeler zor olan yerlere de, dikme dedeler tayin edilir. Dikme dede olarak, taliplerden en olgunu olan tayin edilir. Dikme dedeler, ocak sahibi dedeye bağlıdır, onun vekili olarak hareket eder ve talipler de esas dedeye nasıl saygılı iseler, dikme dedeye de, aynı şekilde saygılı olmak zorundadırlar. Dikme dede zorunlu olmadıkça kullanılmaz.

Ocaklara bağlı taliplerin, çeşitli illerin köylerine dağılmış olmaları ister istemez bizi bu ocakların bir tekke, zaviye gibi sadece dini örgüt merkezleri olamayacağını düşündürüyor. Ocakların sadece dede yetiştiren okul olarak ve şifa yerleri olarak düşünülmesinin eksik olacağı kanısındayız.

Şimdi beraber düşünelim: Bu dedeler kilometrelerce uzaktaki taliplerini neye dayanarak tespit etmişler? Her kızılbaş neden kendisine en yakın ocağa bağlı değil? Bu gibi sorular bizi Anadolu Kızılbaşlarının yaşam tarzının araştırmasına götürmekte. Burada hemen şunu belirtelim: Anadolu Kızılbaş ocakları kırsal kesimin (göçebe toplumun) örgütlenme biçimidir; Bektaşilik ise, tekke örgütlenmesi şeklinde kendini göstermiştir. Tekkeler kent örgütlenmesidir. Bektaşi tekkelerine Bektaşiliği kabul eden her insan Bektaşi olduğu için girebilir. Bu anlamda, ocaklar bize hangi kabileden olduğumuzu göstermektedir. Ayrı ayrı kentlerin köylerinde bölük pörçük olmalarının sebebi, kabilelerin yüzlerce yıl önce birçok nedenden sonucu parçalanarak dağıldığını göstermekte. Bütün bu parçalanmalara rağmen ocaklar vasıtasıyla birbirine bağlanmakta.

Buradan yola çıkarak, ocak örgütlenmesinin kökeninin Türklerin kabile örgütlenmesinin Anadolu'daki aldığı biçim olarak görmemize hiçbir neden yok. Türklerin boy, kabile şeklindeki örgütlenmiş ve boy, kabile liderleri vasıtasıyla dirlik ve düzenini sağlamışlardır. Anadolu Kızılbaşları da boy ve kabile örgütlenmesinin merkezleşmesiyle beraber, Anadolu'da ocak örgütlenmesini geliştirmiştir.

Ocakların dini merkezler olmasının yanında, Cem ayinleri ile toplumun düzenini ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenler; sorunları halleden bir örgütlenme biçimidir. Anadolu Kızılbaşlarının boy ve oymak örgütlenmesinden, ocak örgütlenmesine geçmesi büyük bir buluş değildir. Orta Asya da ki, Şaman örgütlenmesinden kalan kam ocaklarını devam ettirmişlerdir. Kamda, soydan gelir, dede de soydan gelir, kam da dirlik düzeni dede de, dirlik düzeni sağlar. Her ikisinin de, görevi halkına hizmet etmektir. Şamanlarda Kam sadece dini önder değil, hastaları iyileştiren, çocuğu olmayanlara yardım eden avcıları, ormanları ve kabilesini korumakla kendisini görevli önderdir. Dede, aynı şekilde ve biraz çeşitli dinlerden ve özellikle İslâmiyet'ten etkilenerek Şamanın yerini almıştır. Dede de, hem dini önder, hem de şifa dağıtıcı, darda kalanlara, uzakta da olsa manevi gücü ile yadım eden, müşkülleri halleden ve kamil insan yetiştiren önder konumunu almış modern şamandır. Kam, nasıl bir kabilenin önderi konumda ise dede de aynı şekilde kendi kabilesinin önderidir. Dede, hem dini ibadetini hem de sosyal görevini Cem'de yerine getirir. Dedenin yaptığı Cemin içinden Şii ve İslam'ı öğeleri ayıkladığımızda, Şamanın ayın töreninden başka bir şey kalmadığını göreceğiz. Cemi, Cem bölümünde anlattığımız için burada sadece bir hatırlatma yaptık.

Ocaklar, sadece dini bir örgütlenme yeri olsaydı, tek bir ocak yeterliydi ve ona bağlı tekeler veya şube ocaklar olurdu. Her ocağın ayrı ayrı talipleri olmazdı; her Alevi, bulunduğu yerdeki ocaklara bağlanırlardı. Örneğin, Bektaşi tekkesi gibi; Bektaşi tekkelilerinin tümü merkeze bağlıdırlar, tekke şeyhi olarak posta oturması için, mutlaka Hacıbektaş daki merkezde posta oturan efendiden (çelebiden) icazet alması gerekir. Yani bir başka tekkede posta oturmadan önce Hacıbektaş'ta ki post sahibinin, posta oturacak şahsı -bu işi yapabilir- onayını vermesi gerekir. Ocaklar böyle değildir. Post sahibi olabilmek için, ocaktan gelmek gerekir ve ocağa bağlı taliplerden sorumludur. Buradan şu çıkarılmamalı, dede'nin sadece kendi talipleri tarafından dedeliği kabul edilir. Hayır, tüm Kızılbaş toplumu, hangi ocaktan olursa olsun dedeye sahip çıkar ve saygısını kendi dedesine gösterdiği gibi gösterir, çünkü manevi olarak her dede, Kızılbaş toplumunun dedesidir.
İşlevsiz ocakların talipleri, genel olarak boşta kalırlar ve kendi ocaklarından dede çıkarmak için uğraşırlar. Dedelik kurumu dolaysıyla ocak, soy takip eder. Taliplerden herhangi biri, Aleviliğin kurallarını çok iyi bilse bile, dede olamaz. Ancak, dede ocağından birini yetiştirip postta oturtur ve posta oturan kişi tam yetkin hale gelene kadar ona rehberlik, yani danışmanlık yapabilir. Şahit olduğum bir dedeyi örnek vereceğim. Dede İbrahim Şıh 20 yaşında posta oturur, İbrahim Şıhın talibi olan benim dedem Ali Bal (Cicimali) ve Dedemin musahibi olan Vahit Bal dedeliğe hazırlamıştır İbrahim Şıhı.

Bütün bunlar bize, ocakların dini örgüt yapısının yanında, sosyal yapılarının ve de kabile yönetim yerleri olmasını düşünmemize neden oluyor. Eğer Cemde, bir sorgulama sistemi var ise ve de sorgulamanın sonucunda suça göre ceza veriliyorsa, bu dini yapının dışında cemi sosyal düzenin sağlanmasını sağlayan bir kabile yönetim yeri olarak düşünebiliriz.

Bu konuyu belgelemek imkansız gibi, çünkü Anadolu kızılbaşı yaşamlarını yazılı değil, sözlü olarak sürdürmüşlerdir. Kendi iç hukukunu kendileri inşa etmişlerdir. Bunda da haklıdırlar. Anadolu kızılbaşı kırsal kesimin insanları olduğundan okuma ve yazmaları yok denecek kadar az olduğundan, (yazmaları zaten imkansızdı) bütün bilgi, babadan oğula anlatım ve yaşamla geçiyordu. Okuma yazması olanlar da, belki birçok önemli şeyleri yazdılar ama o kadar baskı işkence ve katılımlar görmüşler ki, yazılar yer altından, yeryüzüne çıkamamış. Tüm görüş ve inançlarını şiir, deme ve efsaneleştirerek dile getirmişler. Birçokları kayıp olurken, birçokları değişikliğe uğramış ve de birçoğu İslami motiflerle kamufle edilerek, günümüze ulaşmıştır. Şu kadarını biliyoruz ki, her Kızılbaş dedesi, gülbank yazar, çalar söyler; bu yazdıklarını gün ışığına çıkarmamışlar, çünkü, her sözleri sır yüklüdür. (Tepkilerini küçük nüktelerle, fıkralarla dile getirmişlerdir.)

Hacıbektaş bile, yazılarını kendi döneminde kaleme aldıysa da, gün yüzüne çıkaramamıştır veya hakim güçler tarafından imha edilmiş. Bu gün birçok bölgede bulunan Hacıbektaş'a ait olan eserler, Hacıbektaş'tan çok, sonra unun talipleri tarafından kaleme alınmış. Hacıbektaş'a ait olduğu söylenen buyruk Farsça yazılmış. Halbuki Hacıbektaş Türkçe konuşmuş, Türkçe yazmış. Türkçe'nin en büyük savunucusu olmuş, hiçbir zaman Türkçe'den ödün vermemiş. Böyle bir kişi nasıl olur da Farsça yazar.

Anadolu Kızılbaş ocaklarının her biri, bir soyu temsil ettiğini düşünüyorum. Ocaklar kesinlikle birbirlerini dışlayan ocaklar değil, tam tersine birbirlerine manevi olarak bağlanmışlardır. Aynı zamanda Hacı Bektaş'ı Pir olarak kabul ederler. Zaman içerisinde birçok ocak Hacı Bektaş Tekesi'ndeki post sahibi olarak tanıdıkları Çelebilerden icazet almıştır. Bazı ocaklar ise böyle bir yola başvurmamışlardır. Abdal Musa tekesinin bulunduğu teke Köyünde konuştuğum bir yaşlı amcaya, siz, Hacı Bektaş Tekkesine mi bağlısınız? Soruma şöyle cevap verdi.
-Hayır, evlat biz Abdal Musa'ya bağlıyız, Abdal Musa da Hacı Bektaş kadar ermiştir, ama biz, her ne kadar da Abdal Musa'ya bağlı olsak ta, Hacı Bektaş Pirimizdir.

Hemen şunu belirtmek istiyorum ocaklar ve dedeler konusu daha çok araştırılması gerekir. Ben kendi köyümdeki taliplerin durumundan hareket ederek tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Bakın Çepniler Çepni ocağına, Türkmenler (Tahtacılar) kendi ocaklarına, Kürtler kendi ocaklarına bağlıdırlar. Bu ocaklar, yukarıda da söylediğim gibi, kabilelerin bütün dertlerini çözmeye çalışan ve de görgü cemi vasıtasıyla dirlik ve düzeni sağlayan ocaklardır. Tabi ki aynı zamanda inanç önderleridirler. Eğer bugün Kızılbaşlık yaşamaya devam ediyorsa bu ocak ve dedelerin sayesindedir.
-0-

Muzaffer BAL


Not: Kızlbaş ismini özellikle kullanıyorum, çünkü Alevilik, ocakları tam karşılamadığı gibi; bir korku sonucu çıkmış isimlendirmedir bana göre.

--------------------------------------------------------------------------------------------



SAYI SAYMA

Sayı sayma , bir ortaoyunu, bir sokak tiyatrosu gibidir.
Oyun, sokak ve evlerde devamlı yer değiştirilerek devam eder.
oyunun oyuncuları:
1-Köse
2-Şişman
3-Gelin
4-Yağ, bulgur toplayanlar

Oyunda kullanılan giysiler:
*Kadın elbisesi *Kömür (şişman ve kösenin yüzünü siyahlaştırmak için) *Bir miktar çuval veya minder (şişmanı şişman hale getirmek için) *Kelek ve zil *Büyük palto *İki adet topuzlu ip veya bel kayışı *Torba (erzakları koyması için.)

Yukarıdaki eşyalar ve sayıcılar hazır olduktan sonra, oyuncular giydirilir. Şişman iyice şişirilir, köseye uzun bir palto giydirilir, her ikisinin de yüzleri kömürle siyahlaştırılır ve bellerine kelek ve ziller bağlanır. Bir erkeğe de hazırlanmış kadın kıyafeti giydirilir. Köse ve şişmanın eline daha önce hazırlanmış topuzlu ip veya bel kayışı verilir. Artık sayı sayma hazırdır

Sayı sayanlar, genellikle kendi mahallelerini sayallar. Başka bir mahalleye gitmezler. Sayı sayanlar, her evin kapısına gittiğinde, aşağıdaki maniyi söylerler.

Ey bu kapı kimin kapısı
Bu Memed'in kapısı
Bir tekme vurdum çatmaya
Çatma yere yatmaya
Yağ vermeyen karılar
Koçası ile yatmaya

(Memed, maninin bağlayıcı ismi değildir, kimin kapısına gidilirse, o evin sahibinin ismi söylenir.)

Bu maniyi duyan evin kadını içerden bağırır Gidin damı, (ahır) komu (küçük baş hayvanların barındığı yer) sayın da gelin. Sayıcılar keleklerini şıngırtatarak dananın ve komun kapısına giderler, orada kelek ve zillerle büyük bir gürültü yaparlar. Tekrar sayıcılar evin kapısına gelirler. Kapı açılır içeri girerler; artık oyunun içerdeki bölümü başlamış olur. Oyuncular kelek ve zillerin şıngırtatarak oynamaya başlarlar. Oyun devam ederken şişman yere sırt üstü yatar. Gelin şişmanın öldüğünü sanarak, çığlıklar arasında şişmanının kolunu bacağını kaldırıp bırakır, bunu birkaç kere tekrarlar öldüğüne kanat getirince, çığlık atarak ailenin en büyük erkeğinin arkasına saklanır. Bu sığınma, gelinin kocası olan şişmanın öldüğü düşüncesi ile, arkasına kaçtığı kişinin, gelini kaçırdığını ima eder. Kösenin yardımı ile, şişman canlanır ve heybetli kelek ve zil sesleri her tarafı çınlatarak karısını aramaya başlar. Karısının saklandığı yeri bulur ve karısını almak için o kişiyi, kösenin de yardımı ile ve ellerindeki topuzlu iple dövmeye başlarlar; ta ki karısını alıncaya kadar. Burada önemli olan, dayağa dayanarak gelini geç vermektir. gelini aldıktan sonra, evin kadını da yağ bulgur toplayanlara, yağı ve bulguru verir; evi, yeni bir eve gitmek üzere terk ederler. Bu oyun mahalledeki tüm evler sayılana kadar devam eder. Sayıcıların geleceğini bildikleri için o gece evini hiç kimse terk etmez. Bu çok önemli, sayıcıların kötü ruhların kovularak, aileye bereket ve sağlık getirileceğine inanılır.

Toplanan yağ, bulgur, tespit edilen bir günde, önceden ayarlanmış bir evde pişirilir. Bu yemeğe, tüm mahalle davet edilir. Özellikle genç kızlar ve delikanlılar hep beraber yer içer eğlenirler. Pilavı pişirmek ve gençleri ağırlamak, sevap olduğu için ev bulma sorunu yoktur.

Buraya kadar bir geleneğin nasıl hazırlanıp yapıldığını gördük. Eğer bu hali ile bırakırsak eğlenceden başka bir şey değildir. Halbuki oyunun içindeki motifler, bizi binlerce yıl gerilere götürmekte. Şimdi tek tek motiflere bakalım, kendimizi nerede bulacağız onu görelim.

Şişman ve kösenin giydikleri aksesuarlara bakalım:

Her iki oyuncu da abartılı halde korkunçlaştırılır ve gürültü çıkarması için kelek, zil ile donatılır. Oyunu oynanırken izlediğimiz gibi, sokaklarda ve özellikle hayvanların barınaklarını sayarken kelek ve zil sesleri ile gürültü çıkarırlar. İşte çıkardıkları bu gürültü çok önemli. Burada dikkatle izlenmesi gereken oyunun baştan sona kadar hiçbir ayetin okunmaması, halbuki oyunun amacı insanların, hayvanların sıhhatli ve bereketli bir sene geçirmesini hedeflemektedir.

Hiçbir ayet okunmadığına göre, nasıl gerçekleştirilecek bu istekler.
İşte burada köse ve şişmanın abartılı korkunçlaştırması, keleklerle, zillerle gürültü çıkarılmasının nedeni ortaya çıkıyor. Şaman inancına göre, kötü ruhların kovulmasını, Şaman, davulu ve kendi çıkardığı sesle gerçekleştirir bu gürültüyü. Burada da köyün içindeki-dışında ki, evin ve ahırların içindeki-dışındaki kötü ruhları kovarak, sıhhat ve bereket gelmesini sağlamayı amaçlıyorlar sayıcılar.

Bu gürültü eylemini ay, güneş tutulmasında da görüyoruz. Güneş ve ay tutulmasında da kap kacak çalarak gürültü yapılır ki ayı güneşi esir alan, kötü ruhlar kaçsınlar, hatta silah bile atılır.

Ölüm ve dirilme Şamanın bu dünyaya ait olmadığı, ruhlar alemine ait olduğunu simgeler.

"Şamanın vecd hali, onun ölüp- dirilmesini temsil ederek, eylemi içinde bu dünyaya değil, ruhani dünyaya ait olmasını simgeler."

(Şamanlık ve oyunculuk Eerhan Tuna
okyanus yayınları s.194-95 )

Daha birçok belgede rasladığımız Şamanın ölüm-dirilme seansları, sayı sayma oyununda da net olarak karşımıza çıkmakta. Şişmanın düşüp ölmesi ve daha sonra kendi kendine dirilmesi tamtamına Şamanın ölme-dirilme seansı değil mi?
Bugün, sayı sayma kırsal kesimde bir kültür, bir gelenek, bir oyun olarak görülse de, çoktanrıcı inancın, bir ibadeti olduğu çok açık.

Sayı sayma oyununu, dünyanın birçok yerinde görmekteyiz. Farklı din ve uluslarda, farklı biçimlerde sergilense de, öz ve anlam olarak aynı. Ülkemizde bu oyna sayı sayma, sayıcı ve koç katımı gibi isimler verilmekte; hepsi de bereketi simgelemekte. Çoktanrıcı inancın günümüze kadar gelen ve birçok inançlardan etkilenmesine karşılık, kök olarak Şamanizm den, yani ruhlar inancından geldiğini düşünüyorum.

Muzaffer BAL
1 Mart 2010
--------------------------------------------------------------------------------------------

EŞİK ve OCAK

Anadolu Aleviliği'nde eşik, mutluluğun kapısı sayılır. Eşik kutsaldır. şöyle bir hatırlayalım; düğün sonunda gelin, damat evine geldiğinde, son evi saydığı eve girerken önce eşiğe niyaz eder (öper), sonra eve girer. Girerken kesinlikle eşiğe basılmaz. Gelin içeri girince ocağa niyaz eder. Burada eşiğin ve ocağın kutsal olduğunu görüyoruz.

Anadolu Alevileri'nde 'ocak' ve 'eşik' bir bütün olarak aileyi temsil eder. Ayrıca dini semboldür; dini temsil eden dede ocaklarının, hastalıkları iyileştirdiğine, çocuğu olmayanlara çocuk verdiğine ve dilekleri yerine getirdiğine inanılır. Her dede, bir ocak sahibidir; dervişler, pirler, sofiler ve talipler mutlaka bir ocağa bağlıdırlar.

Anadolu Alevileri'nde ocak sadece ateş yakılan, yemek pişirilen yer değildir. Anadolu Alevileri, ocağı kutsal olarak kabul eder. Ocak aileyi temsil eder dedik; bir kişi, bir kişiye çok kızmışsa beddua olarak "Ocağın sönsün!" der. Yeni açılan evlerde ilk ocak, öyle her önüne gelen, rastgele biri tarafından yakılmaz. Yeni evin ocağını ilk olarak o ailenin en büyüğü yakar.

Ocak ve ateş aynı görülüp, ocağa su dökülmez, tükürülmez, küfür söylenmez. Her zaman, ocak ve ateş bütünleşmiş şekilde algılanır. Burada Zerdüştlüğün etkilerini görüyoruz. Zerdüştlükte de, Anadolu Alevilerinde de, Şamanlarda da ateş kutsaldır. Şaman, ateş etrafında dönerek ibadet yapar. Bu inancı Hacı Bektaş'ta da görüyoruz. Hacı Bektaş Hırka Dağı'na çıkar ve ateş yakar, ateş etrafında müritleri ile döner. Ateş, birçok inançta kutsal ve tapılan bir şeydir. Ateşe tapma bittikten sonra da ateş kutsallığını korumuş ve günümüze kadar gelmiştir.

Ateşin yanış şekline ve çıkardığı sese göre kehanette bulunulur. Ateş ıslık sesi çıkararak yanarsa, uzaktan birinin geleceğine yorulur. Daha birçok olay ateşin yanış şekline göre yorumlanır. Ateş, fal olarak kullanılır.

Orta Asya Türklerinde de ateş falına bakmak çok yaygındır. Kargaslar'ın inancına göre ateş ıslık çalarsa uzaktan bir yolcu gelecektir. Gece ateşin ıslık çalarak yanması iyi sayılmaz.
............... Tarihte ve Bugün Şamanizim
............... Abdul Kadir İnan - Sayfa: 66

Çeşitli Türk boylarında ateşe bakılarak gelinlerin çocuğunun kız veya erkek olacağı söylenir. Şaman dualarında da "atamızın yaktığı ocak" denir. Yukarıda gelinin eşiğe ve ocağa niyaz ettiğini söyledik, şimdi Şamanlara bakalım.

"Üç köşeli taş ocak, alevli yanan al ateşim! Taş ocağımız yerinden yedinden oynamasın, daima yansın! Yaktığımız ateş, alevli olsun. Tarhana pişirdiğimiz ocağın külü çok olsun! Neslimiz kesilmesin, sürsün, biri giderse biri gelsin! Ey Abukan Dağının payı, ey Ay ve Güneş'in parçası olan ateş! Bereket ver, kısmetimiz bol olsun."
............... ay.es.sayf.70
İnan'ın bu aktarması, bize şunu hatırlatıyor; soyun (ocağın) yanması erkek çocuğuna bağlanmakta. Her aile, erkek çocuk olmasını bu sebepten ister. Soyun devamı ile ocağın tütmesini eş değerde görür. Ocağa niyaz etmek, Budistlerde, daha açık olarak gözükmektedir. Hem Budistlerde hem Şamanlarda hem de Müslüman Türklerde bu inanç sürmektedir.

Düğün törenlerinde ateş ve ocağın gerek Şamanistlerde ve gerek Müslüman Türklerde çok önemli yeri vardır. Budist Buret'ler bile gelin ve güveyi ateş ve ocağa secde ettirerek şu duayı okurlar:

Ey Melikem, ey anam ateş! Sen Hangay-Han ve Burhatu- Han dağlarının tepesinde biten karaağaçtan (Ulmus campestris) yaratılmışsın! Gök yerden ayrıldığı zaman doğmuşsun! Ötügen anamızın tabanından (kademinden) peyda olmuşsun! Anamız ateş, senin baban sert çelik, anan çakmak taşı, ecdadın karaağaçtır. Senin nurun göklere ulaşır, yerin altına nüfus eder. Gökte yaşayanın çakmağıyla çakılmışsın, anamız Uluken hatunun eliyle yakılmışsın! Sarı başlı koyundan aldığımız yağları sana kurban sunuyoruz. Neşeli ve sağlam olun, güzel kız- gelinin var! Ey daima göklere uzanan ve bakan ateş! Biz sana fincan fincan rakı, kap kap yağ sunuyoruz; güveye ve geline ve bütün ulusumuza sağlık ve güven ver! Biz sana secde ediyoruz."
............... İnan: Tarihte Bugün - Şamanizm Sayfa:70

Bu duadan çok net olarak söyleyebiliriz. Ateşe tapmanın veya ateşi kutsal sayma Müslümanlıkla hiçbir ilgisi yok. Tamamen çoktanrıcı inançların devamıdır. Ve Sünniliğe rağmen hale canlılığını koruyor. Bugün hâlâ ateşe tükürülmez, su dökülmez, pislenmez. Bunu günümüze kadar taşıyan ve devam ettiren inanç önderi olan dedeleri, ocaktan yetiştiren ve talipleri ocağa bağlayarak sürdüren Anadolu Alevileridir (Kızılbaş ).

Ekleme Tarihi: 1 Kasım 2009
--------------------------------------------------------------------------------------------

YILBAŞI TÖRENLERİ
Bizim köyde yılbaşı çok önemlidir; yanlış anlaşılmasın hiç kimse ne dansöz ne de içki partisi için hazırlık yapar. Bin yılların alıp getirdiği inanç, kültür ve geleneğin bilerek veya bilmeyerek yaşatmanın sevincidir yılbaşı. Yılbaşı gecelerinde, yaş guruplarına göre eğlenceler düzenlenir. Bunların en belirginleri, fincan oyunu, yüzük tutmak, masal anlatmak, ibadet etmek. Daha birçok eğlence vardır, ama ben en bilinenleri burada saydım. Fincan oyunu, bildiğimiz fincanların bir tanesine yüzük konur ve ters çevrilir, yüzüğü saklayan grubun dışındaki grup yüzüğün hangi fincanın altında olduğunu bulmaya çalışır. Bulmuş ise kazanmış olur ve yüzük saklamak o gruba geçer. Bu oyun sürer gider. Elde yüzük saklamakda aynıdır, buna yüzük tutmak denir. Her ikisinde de yüzük arayan şahıs şunu söyler: (onda bunda helvacının kızında) diyerek parmakla dokunulur. Parmakla dokunma, laf olsun diye yapılmaz. Buradaki amaç: yüzüğü tutanın yüz renginden hangi elde olduğunu tahmin etmektir. Tabi ki yüzüğü tutan kişinin marifeti de renk vermemektir.
Masal anlatma: Masalı daha çok yaşlı nineler anlatmaktadır. Bitmez tükenmez masallar anlatılır. Öyle masal anlatan nineler vardır ki, masalları birbirine eklerler ve sabaha kadar sürer. Masallarda dikkati çeken ise, güçlü insanlar, güçlü yaratıklar masalın kahramanlarıdırlar. Hemen hemen tümü, bin yıllar öncesini anlatır. Bu sözlü edebiyat, kulaktan kulağa bin yıllardır yaşatılmaktadır. Masal anlatımı, yüzük oyunları sadece yılbaşlarında olmaz, uzun kış gecelerinde hep tekrarlanır.
İbadet : Belli yaşlardaki insanlar bir araya gelir duvazıman söylerler. Bazıları Kuran okurlar, yeni senenin bereket ve sağlık dolu olmasını Allah'tan isterler.
Buraya kadar anlatılanlar Türkiye'nin değişik yerlerinde değişik şekillerdeki yılbaşı kutlamalarıdır. Sadece bir giriş için hatırlatma yaptım. Bizde esas önemli olan yılbaşı sabahıdır.
Yılbaşı, yeni bir seneye ayak basmak ve eskiyi geride bırakmaktır. Şimdiki yılbaşlarında, gecenin yoğun eğlencesinden yorgun düşen insanlar sabah yatarlar.
Bizim köyümüzde, yeni yıl kutlaması şafak sökerken (tanyeri ağarırken) başlar.

Sabahın ilk ışıkları ile ev halkından kim var ise uyandırılır, çoluk- çocuk, erkek-kadın, genç-ihtiyar, hasta-sökel herkes kalkar yola koyulurlar. Hedef pınarın ( çeşme ) başıdır.
Pınarın başında dua edilir, sudan içilir, el yüz yıkanır ve parın suyuna, evde önceden hazırlanmış helva, kuru yemiş gibi yiyecekler sunulur. Sudan bir kova su alınır evin, ahırın ve samanlığın etrafına serpilir. Buradaki amaç: eve, ahıra ve samanlığa bereket gelmesidir. Pınarın başında söylenen şu söz çok önemli (şafak sökerken, yer, gök canlı cansız suya secde ederler) suyun başında söylenen bu söz; suyun başına neden gelindiğini ve bu kültürün nereden geldiğini gösterme açısından çok önemli. Bu bir inanç ibadetidir, tektanrılı dinlerde göremezsiniz. Bu inanç, çoktanrıcı dinlerin günümüze taşınmasıdır. Çoktanıcı inançlar esas olarak tabiat tanrısını kabullenirler. Su, bereket tanrısı olarak görülür.

*Su a. 1 ) Önsüz - sonsuz olarak algılanan ve canlı-cansız varlık türlerinin oluşumuna katılan, beş kurucu ilkeden biri.
3 ) Sağlığı başlayan, esenlik getiren tanrısal güç.
*Su sahibi: suları koruyan sulardaki canlıların esenliği için çalışan, tapım konusu yapılıp kendisine kurban sunulan ruh; su ruhu.
*Su tapımı: Suyun yapısında bulunduğu kabul edilen bir güçten yarar ya da zarar geleceği inancıyla ziyaret, adak, kurban vb. uygulamalarda bulunma durumu"
Esat Korkmaz
Eski Türk İnançları ve Şamanizm Terimler sözlüğü
anahtar kitapları sayf. 135, 2003

Suyun tanrılaşması iki aşamalı olup, birinci aşaması: suyun azgınlaştığı ve insanların ona karşı koyamaması ve aciz kalması döneminde korkudan. İkinci aşama ise; suyun kullanılma aşaması, insanoğlu tabiattan yaralanmaya başlaması ile yavaş yavaş tabiata hakim olmaya başlar. Artık, sudan korkmanın yanında, suyun bereket getirdiğini görünce, suyu bereket tanrısı olarak sürdürmeye başlar. Yukardaki anlattığımız, şafak vakti su ziyareti çoktanrıcı inancın birçok değişikliğe uğrayarak, günümüze özünü kaybetmeden ulaşmasıdır. Yılbaşlarında evin, samanlığın ve ahırın etrafına su serpe eylemini, Şamanizm'de görüyoruz; tek bir fark var, o da su yerine içki ( kımız ) serpilmesi. Samanlar içki saçmaya kansız kurban demekte.

Anadolu Alevileri, hala suyu kutsal olarak kabul ederler, kutsadıkları için de, suya pislenmez, suya tükürülmez (sen suyun gözüne pisleyen deli misin?) sözü, atasözü haline gelmiştir. Hatta suyun hiçbir zaman pis olmayacağına inanılır. Yılbaşı ibadeti bununla da bitmiyor.

Yeni yılda bir de ev açma geleneği var: Su başından eve gelirken ahırdan bir koç alınır, eve getirilir, evde koç bir güzel yedirilir içirilir. Bizde bu eylem ev açmanın birinci aşamasıdır. Çoktanrıcı dinlerde koç, bereketi ve doğurganlığı simgeler. Bunu evlerin kapılarına çakılan koç boynuzda da görüyoruz. Koçun eve getirilmesi, ahırın, samanlığı gezdirilmesi tamamen, o yılın bereketli ve sağlıklı olması içindir. Bereketi ve doğurganlığın simğesi koç: hayvancılık döneminden kaldığını göstermekte. Şimdi ev açmanın ikinci aşamasına gelelim: ikinci aşama, her ailenin bir uğurlu kişisi vardır. Genellikle çocuklar oluyor, çünkü çocuklar saf ve temiz oldukları için tercih edilir. Ayrıca senelerdir denenmiş büyükler de seçilir; O kişi gidip evinden alınır, eve getirilir, en iyi yemekler yedirilir ve böylece ve ev açılmış olur. O sene her şey yolunda gidip, bereketli olursa, evi açanın ayağının uğurlu geldiğine inanılır. Eğer aksi olursa, o kişinin uğursuz olduğuna karar verilir. Tesadüfen bir kişi ihtiyaç için bir eve giderse kapının dışında durur ve ev halkına seslenir; ee komşu eviniz açıldı mı? Cevap olumsuzsa kapıdan ihtiyacını alır ve geri döner.

Yılbaşlıları kutlamalarında, şafak sökmeden en yüksek tepeye gençler ateş yakarlar. Benim köyümde , köyün tam karşısında bulunan Hıdrellez'in Tepeye ateş yakarlardı. Yakılan ateş etrafında horun oynanır, eğlenilirdi. Bir gelenek halinde süren ateş yakıp, etrafında horun oynamak, bize Kızılderilileri hatırlatıyor; aynı zamanda İran bölgesindeki ateşe tapmayı ve ateşin kutsallığını da ateş( Zerdüştlüğün simgesidir.) Şamanlarda da ateş etrafında dans edildiğini görüyoruz.

"Şamanların yaptığı törenlerin tümünde ateş vardır. Kurban törenlerinde, kesilen hayvanın bir parçası, ateş ruhuna sunulur; and töreni ateş karşısında yapılır; ateşle fal bakılır. Ölüm ve yas törenlerinde yakılan ateş, tören bitimine değin söndürülmez."
Esat Korkmaz
Eski Türk İnançları ve Şamanizm Terimler sözlüğü
anahtar kitapları sayf. 29, 2003

Ateş kültünün Zerdüştlükten mi bize geçtiği, yoksa çok daha öceki inançların devamımı olduğunu ayırmak çok zor. Çünkü, Türkler, göç yolu üzerindeki tüm inançlardan doğal olarak etkilenmiştir. Sadece şu söylenebilinir ateşin kutsallığı Zerdüştlük'ten de öncedir. Ateş kültünün yaygın olması, ilk inançların günümüze taşınmasını gösteriyor. Şu söylenebilinir, ilk ateşin görülmesi ile Kutsallığı başlamış ve hala devam ediyor.
Altay kavimleri, ateşi kendileri ile, tanrı arasında bir haberleşme aracı olarak kullanıyorlardı.

"Türklerde ateş, düğün vs. gibi ya büyük törenlerde, veyahut da gelecek hakkında bilgi edinmek için bir nevi fal maksadıyla yakılır. Böyle bir ateş merasimin icâbetinden idi. Bununla beraber, Altay kavimleri ateşi kendileri ile Tanrı arasında bir haber verme vasıtası olarak kullanmıyorlar da değildi. Mesela bir kurban verdikleri zaman, yaktıkları bir ateşle bunu Tanrıya haber verirler di. bazıları da, kurban etini yakmak suretiyle bu haberleşmeyi kurmak isterlerdi. Hıtay devletinde bu iş için de, özel ateş kulesi yapıldığı anlaşılıyor."

Türk mitolojis cilt 1- sayf.299
Türk tarih kurumu yay. 1998

Burada hemen şunu belirtelim ateş, su, koç, insan sıralaması bize insanın gelişimini de göstermekte. İnsan geliştikçe, sudan koça, koçta insana geçmekte. İşte Anadolu Aleviliğinde insan her şeydir, insan tapılacak son canlı ve cansızdır, yani insan tanrıdır. Bu bakışımız yani insanın gelişimi ile inançların nasıl geliştiğini ilerki anlatımlarda sürdüreceğiz.
Yılbaşı pağacı ve yılbaşı gıliği ayrı bölümde anlatılacak.

Muzaffer BAL
--------------------------------------------------------------------------------------------

MEZARLIKÜSTÜ - ÖLÜ

Toplumların geçmişini en iyi yansıtan, o toplumun örf, ve adetleridir. Toplumumuzun, örf, adet ve geleneklerine bakarak; geçmişle ilgili mazı bilgilere ulaşmak mümkün. Bu inançtan hareket ederek, bugün hala süren veya şehirlere göç nedeniyle uygulanmayan, büyük bir kısmı unutulan veya unutulmak üzere olan gelenek, örf ve adetlerin, bu geleneklerin bilmemesini düşünerek, kaleme almayı ve aynı zamanda gelecek nesillere de yazılı belge bırakmayı gerekli görüyorum.

Geçmişi öğrenmek, köylülük ve gericilik değildir. Geçmişi öğrenmek, köylülüğü aşmakta bir basamaktır. Geçmişini bilmeyen, geleceği kuramaz. Bu küçük girişten sonra, esas konuya dönebiliriz.

Mezarlık Üstü
Beli yaştaki insanlarımız hatırlarlar. Senenin bir günü tüm köylüler toplanarak mezarlıklara giderler. Şimdi mezarlık üstüne gidiş ve ordaki davranışlara bakalım: Mezarlık üstü diye adlandırılan bu toplumsal hareket, ölülere fatiha okumak için değil. Öyle olsa idi, toplu olarak gitmeye gerek yoktu. Bireyler tarlasına veya gezmeye giderken, zaten fatiha okuyor ve ziyaret yapıyor. Mezarlık üstüne hazırlık günlerce önceden başlıyor. Çünkü, toplu gidiş sıradan bir gidiş değil; köylüler çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek hep beraber ve bayrama gider gibi gidiyorlar. En önemli hazırlık, yiyecek hazırlığı. Mezarlık üstüne toplu olarak gidişin amacı da bu. Yani senede bir gün de olsa ölülerin mezarlıkta doyurulmasıdır. Bunun için, her aile, en güzel yemekleri hazırlar. Ayrıca ölen kişinin , dünyada iken en sevdiği yemek de unutulmaz. Burada daha çok en son ölen kişi dikkate alınır. Bizim köyde, sütlü çorba ve helva ana yiyecektir. Yiyeceklerin dışında insanlar giyimlerine de dikkat ederler. En güzel giyecekler giyilir. Bu hareketleriyle geçmişlerine saygılarını belirtmiş olurlar. Çocukların götürülmesindeki amaç, çocuklarının küçük yaşta, kendi ailelerinden ölenlerin mezarını tanıması ve geçmişlerine sahip çıkmasıdır. Diğer bir özelliği ise, yaz mevsiminin başlamasıyla, iş yoğunluğunun başlamasından gelen, birbirleriyle görüşmenin azalacağından, toplu olarak görüşmeleri ve dertleşmeleridir. Bütün bunların yanında, dini bir boyutu da, öbür dünyayı hatırlamak ve bu dünyada birbirlerini, incitmemek, kırmamak ve bu dünyanın kötülüklerinden uzak durmak.inanç yönünün bir boyutu da ölülerin doyurulmasıdır.

Toplu olarak, yiyeceklerle gelinen mezarlığa, genellikle en yaşlı kişinin veya en son ölen kişinin mezarı başında toplanır aileler. Herkes mezarlarının üstünü ve etrafını temizler, bu da ölüye olan saygıdır. Sonra sofralar kurulur, yenilir, içilir. Hemen şunu belirtelim: Kesinlikle, içki içilmez. Tüm komşular birbirlerine yiyecek sunarak ilişkileri daha pekiştirmiş olurlar. Konuşmasalar da, bu geleneği bozmazlar. Mezarlık üstü, bir anlamıyla, toplumsal dayanışmanın tazelenmesidir. Mezarlık üstünde , akşama kadar kalınır. Bu zaman içinde, kuranlar okunur. Burada bir dip not düşmem gerek. Kuran okuyan kişi, kesinlikle, herhangi bir ücret almaz. Kuranın, ücret karşılığı satılamayacağına inanılır. Toplu sohbetler olur. Çocuklara, bu zamana kadar ölen, ölenlerin mezarlarının, kime ait olduğu tanıtılır ve akşama kadar sürer. Biz mezarlıkta yemek yenmesinin esas tarihi köklerine doğru küçük bir seyahat edelim.

Ölülere yemek sunmak, ölüleri doyurmak, bir inancın uygulanması olduğu kesin. İslami kaynaklarda bu inancı göremiyoruz. Eğer var olsaydı tüm Müslüman alemi uygulardı. Anadolu'nun birçok bölgesinde ve özellikle Tahtacı Türkmenlerinde rastlamaktayız. Bugün sık rastlanmamasının nedeni şehirleşmenin etkileri, İslam inancının, yoğun poropogandası ve insanların giderek bilinçlenmesi, bu tür inançları yavaş yavaş ortadan kaldırıyor. Bütün bunlara rağmen mezarlık üstünü uygulayan yerler var. Bu yerlerde, farklı tarihlerde yapılsa da, Aynı amaçla yapıldığını görüyoruz. Orhan Kudar'ın Orta Asya'dan Tahtakuşlar Köyün'e kitapçığında, mezarlıkda <<Hıdırellez Bayram>> Kutlamaları bölümünde bizdeki mezarlık üstü geleneğinin benzerini görüyoruz.

"köyün bütün kızları - kadınları en güzel yöresel kıyafetlerini giyer. Bütün aile mezarlığa gider. Bütün köy halkı mezarlıkta toparlanır. Daha önceden yıllık bakımı yapılan mezarlarını çiçeklerle süslerler. Her aile mezarlığının yanındaki ocaklar yakılır. Çay - kahve ikramları yapılır. Kolanya çerez vs. dağıtılır. Buradaki ikramlar ölülerin (ataların) hayrına dağıtılır. Dağıtılan ikramlardan alınmasa bizim ölümüzün - atalarımızın hayrını kabul etmiyor diye yorumlanır. Hoş karşılanmaz. Dargın biri ikramdan alırsa dargınlığı fazla sürmeden barışılır. Ama ikramdan almasa dargınlık daha fazla uzar İkramlar bittikten sonra 2-3 aile birleşerek topluca, özel olarak yapılmış yemekler yenir. Herkes mezarlarının ucuna çerez, para, sığara, su vs. bırakır. Birisi daha sonra bunlardan alıp, faydalanırsa ölünün hayrı sürer diye düşünülür. Bu bayram 6 - 7 Mayıs olarak 2 gün mezarlıkta kutlanır. Bunun sebebi atalarımıza sahip çıkalım, onların yolundan gidelim, yalnız olmadıklarını, onlara layık olmağa çalıştığımızı gösterelim demektir. Günümüzde geçerlidir."
Orta Asya'dan Tahtakuşlar Köyüne
Orhan Kudar
Tahtakuşlar Köyü Özel Etnografya gakrtisi kültür yay. S8

Ölü aşı geleneğinin Anadolu Alevileri'ne, çok eski inançta, acıkan ölü, eve döneceği ve ev halkına veya hayvanlarına zarar vereciğine inancından geçtiğini görüyoruz.

* C. Yoğ (aş) töreni, (Ölü aşı): Defin töreniyle ve ölüler kültiyle en eski ve iptidai törenlerden biri "ölü aşı" denilen törendir. Bugün medeniyetin yüksek derecesine ulaşmış olan kavimlerin hepisinde gördüğümüz ölüleri anma törenleri iptidaî devirlerde ölülere aş verme töreninin tekamül etmiş şeklinden başka bir şey değildir. "Ölü aşı" töreninin en ilkel şekli, Tayga ormanlarında kalmış olan Şamanist boylarda müşahede edilmiştir. Bunlar arasında öyle kocakarılar vardır ki koyunlarına yahut çocuklarına bir hastalık geldiği zaman yemek ve içki alıp kocasının mezarına koyarlar. Ve "ye,iç bize dokunma! Hayin! Seni! Hala doymadın diye bağırırlar."

"En büyük aş töreni ölümün yıl dönemi münasebetiyle yapılır. Bütün akraba ve dostlar toplanıp mezara gelir, mezar üzerine yemek ve içkiler kor, kendileri de yiyip içerler"
tarihte ve bugün şamanizim
Abdulkadir İnan Türk Tarih Kurumu Yay.
S.189-190

Sencer Divitçioğlu'nun, Moğulların Gizli Tarihi'nden aktardığı belgeye bakalım:

"İlkbahar günü Ambagay Kağanın kadınları Orbay ve Soğutay cetlere pirinç bişirmek ve kurban sunmak maksadıyla... mezarlığa gitmişlerdi. Ho'enun-uçin de (oraya) gitti. Fakat geç kaldı ve onlardan geç diye azar eşitti. Ho'elun-uçin bunun üzerine... şunları söyledi. "- yesutay-Ba'atur öldü diyrerek oğullarının küçük oluşundan istifade ederek beni nasıl cedlerin payı kurban etinden mahrum ediyorsunuz?" (MGT:23)
Kök Türkler YKY Sancer Divitcioğlu Sayf.69- 2. Baskı

Yukarıda aktardığımız belgelerde, halen şunu görebiliyoruz, mezarlıkta yemek yenmesi, içki içilmesi tektanrıcı inançların günümüzde sürmesinden başka bir şey değil. Bugün kişi öldükten sonra kesilen kabir kurbanı, ölümü takiben 7 gün yemek yapılması, kırkında, ve elli ikisin de yemek yapılıp kuran okutulması Şamanizm ve çoktanrıcı inanışların günümüzde sürdürülmesidir.

Şamanlar'da var olan, ruhların ölmediği ve ruhların acıkabileceği inancı ölülerin doyurulmasına insanları inandırmıştır. Ruh olayı, bilerek veya bilmeyerek kişi öldükten sonra, ölü kalkan evin kapısında ve ölünün yıkandığı yerde ışık yakılır. Bu ışığın yakılma sebebi de, ruhun geri geleceğine inanılır ve yolu görsün ama içeri girmesin. kişi öldükten sonra ruhu bu dünyadan hemen gitmez; ölünün ruhu, yaşadığı evin etrafında dolanır ve daha sonra ruhlar alemine gider. Bu ruh göçüdür, şaman inancına göre ruhlar ölümsüzdür.

"Ayrıca, ölünün ruhunun dünyayı hemen terk etmediği, bazen bir yıla varabilen bir süre evinin etrafında dolaştığı da biliniyordu. Anısına yapılan kurban ve sunularda ona seslenilmesinin nedeni de buydu." Şamanizm Mircea Eliade imge yayın. Sayf.456

Ölü öldükten sonra hemen eşyaları dağıtılmaz. Beli bir zaman sonra dağıtılır. Bunun nedeni ise, ölüye saygı ve ölünün ,eşyalarının dağıtılmasına kızacağı inancı olsa gerek.

"Yedi gün kadar ölünün evinde hiç birşey dışarı çıkarılmaz."
Şamanizm
Abdulkadir İnan s.190,,

Günümüzde birçok insan, rüyasında ölü görmeyi, çeşitli şekillerde yorumlar. Eğer bir ölü, rüyada aç olduğunu belirten işaretler veriyorsa, ölüye yemek yapılır, ya da en sevdiği yiyecek çocuklara dağıtılır. Eğer ölen kişi rüyada gelip birini çağırıyorsa, o sülaleden birinin yakında öleceğine inanılır. Bazen de ölen kişiler, isteklerde bulunurlar; bir mülkiyetin pay edilmesi, aileden birine kötü davranılıyorsa, ona kötü davranılmaması gibi. Bazen de tabiat felaketlerini haber vererek geride bıraktığı insanları korurlar. Bütün bu inançlar, ruhlar alemine inanan, çoktanrıcı inançların bugün içimizde yaşatılmasıdır. Rüya tabirinde çoktanrıcı inancın sonucundur. Bakın, tüm peygamberler rüyada "vahi" alırlar ve "ermiş" insanlardır. Bu konu ilerki bölümlerde daha açık olarak tartışılacak. Hiç unutmayalım ki ermişlik ilk insanın düşünmeye başladığı andan itibaren başlar. Ermişliğin,büyü ile çok yakın ilişkisi vardır. İnsanın aklının ermediği noktada ermişlik ve büyü başlar. Büyüyü: İlkel dönemde, insanın tabiatla mücadelesinde, aciz kaldığı noktada, tabiata hükmetmek için, baş vurulan bir tür çaredir.

RUH

Anadolu Aleviliğinde, ruhun ölmediği ve bedenin öldüğü inancı hakimdir. Ölen kişinin zaman zaman çeşitli kılıklara girerek dolaştığına inanılır. Özellikle, yeni ölen kişilerin zaman zaman kuş, kelebek şeklinde, geride kalan akrabalarını gözetleyip, koruduğuna inanılır. Bu tür inançları, halktan her zaman dinlemek mümkün. Örneğin: yeni biri öldüğünde eve gelen bir kelebek evden kovulmaz, ona dokunulmaz, o ölen kişinin evi ziyareti olarak görülür. Aynı şekilde evin yakınlarına gelen değişik bir kuş, eğer evi gözetliyorsa kesinlikle o da kovulmaz ve onunda ölen şahsın kuş donuna girdiğine ve ev halkını koruduğuna inanılır. Bu tür anlatımlara yüzlerce örnek verebiliriz.

Ruhlar alemi inancı Şamanizm de var, Şamanizm de Ruhların çeşitli hayvan kılığında dolaştığını ve ölümün sadece şekil değiştiği olduğuna inanılır .Anadolu Aleviliğinde de don değiştirme olarak kabul edilir ölüm.

1- DON a (elbise, giysi ) 1- Tarikat ulularının, keramet göstererek büründükleri görünüş.(ANSİKL.) (1)
2- Hakka yürüyen, ancak yok olmayıp başka bir yere taşınan tarikat ulusunun yeni ruh zarfı. ( ANSİKL. ) (2)
"Don değiştirmek: 1- Bir tarikat ulusu, keramet göstererek yeni bir görünüşe bürünmek.
2- Hakk'a yürüyen tarikat ulusu, yok olmayıp başka bir yere taşınarak ruhuna yeni bir zarf kazanmak.
-(1) ANSİKL. Keramet gösteren tarikat uluları, genellikle, geyik, güvercin donlarına bürünür.
-(2) Hakk'a yürüyenin ruhunun yok olmayıp başka bir yere taşınarak yeni bir zarf kazandığı inancının kanıtı olarak, Hacı Bektaş Veli; İmam Ali'nin don değiştirmiş hali olarak kabul edilir."
Asiklopedik Alevilik Bektaşilik terimleri sözlüğü*Ant y. Sayf.102 Esat kokmaz

İmam Cafer ise, ruhların göçünün olmadığını söylüyor "Ruh göçü batıldır" diyerek kendi görüşünü belirtiyor. Anadolu Aleviliğinde ise ruh çök önemli yer tutar. Sünni inancında ki insanlarda da ruhların yaşamaya devam ettiği ve çağrılınca gelebileceklerine inanırlar. Buna örnek olarak ruh çağırma seansları yapıldığını biliyoruz . Ruh inancı şaman inancının günümüzde hala etkili olduğunu gösteriyor.

"Şamanistler'in inançlarına göre güneş ve ay ile kötü ruhlar mücadeleye kakışırlar, bazen yakalayıp karanlık dünyasına sürüklerler. Güneş ve ayın tutulmasının sebebi budur. Bütün Türk lehçelerinde küsûf ve hüsûf hâdisenin "tutulmak" ile ifade edilmesi de eski bir inancın izini taşımaktadır. Güneş ve ay tutulduğu zaman şamanistler bunları kötü ruhun elinden kurtarmak için bağırıp çağırırlar, davul çalarlar. Bu gürültü patırtıların kötü ruhu kokutacağına inanırlar."
Tarihte ve bugün şamanizm
Abdülkadir İnan TÜRK TARİH KURUMU say. 29

Anadolu'nun birçok yerinde, hala kötü ruhların gürültü ile kovulacağına inanılır. Ben kendi köyümde bir güneş tutulmasında silahlar atıldığını ve kadınların tencere tava çaldıklarına şahit oldum. Sayı ayma geleneğinde de, kötü ruhların nasıl kovulduğunu gördük. Ruh nedir?

2- Alevi-Bektaşi inancında önemli bir yer tutan inanışlardan biri de ruh göçüdür.

"Ruh göçü, devir öğretisi'nin temelini oluşturur. Devir; varlığın, tekvin, sudur ya da tecelli biçiminde, tanrısal başlangıçtan başlayarak ortaya çıkışı ve çeşitli aşamalardan geçip çevrimini tamamladıktan sonra yeniden Tanrı'ya dönüşü olarak bilinir. Tanrı'dan taşan bir ışık olarak tanımlanan varlığın âlem-i gayb'dan âlem-i şuhud'a inişiyle ruh; sırasıyla taş, toprak vb., bitki, hayvan ve insan biçiminde görünüş akanına çıkar; insan bedeninde konakladığı sırada, aslına dönmek gereksinimini duyar; derece derece olgunlaşarak, gerektiğinde beden değiştirip yükselerek tanrısal öze ulaşır; böylece devrini tamamlamış olur." Ans. Alevilik Bektaşilik treimler sözlüğü
Ant y. Say.297

Şimdi Şamanlar'a bakalım, hem de günümüz Şamanları'na:

"Valeri Nikolayeviç, ataları Kam olan bir Hakas. çocukluğunda acılı bir süreçten geçtiğini, atalarının ruhunun onu kam olmaya zorladığını söylüyor. Kam olduktan sonra baskılar nedeniyle tören düzenleyemediğinde, kam olduğunu saklamak zorunda kaldığından yakınıyor. O dönemlerde resim ve heykel yaparak yaratıcılığını açığa vurmuş..."

"Ortada yanan ateşin içinden bir odun aldı. Birkaç saat öncesinde mağranın duvarına yerleştirilmiş mumları birer birer bu yanan odun ile tutuşturmaya başladı. Otuz dört tane olmalıydı; genç kam (Şaman) adayının yaşı kadar. Ne bir fazla ne bir eksik. Ateşin etrafına dizilmiş bir düzüne kadar insan bu kabul töreni için önceki günden bu yana hazırlanmış, artık gün ağırmasına yakın saatlerde yorgun yüzlerle kamı seyrediyorlar. "Otıs iki, otıs üs, otıs tört; anan köp tee, as taa nimes" (ondan çok da değil, az da değil).

Ateşin önünde eğiliyor kam, ev yapımı araka ( kesilmiş, ekşi sütten yapılan bir tür rakı) şişesini dikkatlice açıyor. Bir yudumluk şişe kapağını doldurup ateşe doğru serpiyor. Sonra aynı kapağı defalarca doldurup rüzgarın dört yönüne, içinde bulunduğumuz mağaranın, bozkırın, tayganın (ormanlık dağ) ruhuna ve hatta Güney Sibirya'nın gürleyen nehirlerine sunuyor. Ateşin ruhu ve civarındaki yardımcı ruhlar beslendikten sonra aynı kaptan birer yudum da kam ve ayine katılanlar tadıyorlar.
Atlas dergisi sayı: 82 ocak 2000
Yaptığımız alıntılardan da anlaşılacağı gibi ruhlar olayı, Şamanlar'da çok önemli . İslamiyet'te, ruh çok farklı yoruma ve değerlendirmeye tutulmuşsa da Kuran'da ruhla ilgili ruh nedir sorusuna verilen cevap isra suresinin 85 ayeti şöyle açıklanmakta.

"Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir." Kurân-ı Kerîm açıklamalı Meâli
Diyanet vakfı yayınları 2001 baskısı
Kuran'da, ruhla ilgili çok az bilgi olmasına karşılık, İslam yorumcuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Biz sadece Kurana göre, ölümden sonra tüm canlıların dirileceğini açıklayan, iki ayete yer vereceğiz.

"Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte dirilteceğiz öyle mi!"
İsrâ sûresi 49. ayet

"De ki: İster taş olsun, ister demir, isterse aklınıza (yeniden dirilmesi) imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık! ( Bunlar, Allah'ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez.) Diyecekler ki: <<Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?>> Deki: Sizi ilk kez yaratan. Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve <<Ne zamanmış o?>> Diyecekler. De ki yakın olsa gerek!" İsrâ suûresi50 -. 51Ayet Diyanet vakf.

Yukarıdaki ayetlerden anladığımız, insanların ve canlıların tümü ölecek ve tekrar mezarlardan dirilecek. Kuran'da ruhların ölmediği ve dolaştığı gibi bir açıklama yok.

Ruh, büyü ve sanat iç içe geçmiştir, ruh inanışını sadece Anadolu Alevilerin'de ve Bektaşilikte görmüyoruz, birçok inançlar da hala yaşamakta.

"Öncü. İngiliz antropoloğu Sir Edeward Tylor ( 1832 - 1917 ) büyüsel ve dinsel düşüncenin ilk dönemine Animism ( canlılık) adını vermiştir. Sözcüğün Yunanca karşılığı olan anima, can ( soul ) anlmına gelmektedir. Tylor'a göre can ya da ruh düşüncesi, bu devrede evrensel gibiydi ve sadece kendisinin değil hayvan ve bitkilerin de bir canı olduğuna açıkça inanmıştı tarih öncesi insanı. Buna ilave olarak taşlar, silahlar, yiyecek ve süsler de ruha sahiptirler ve insan ruhu, diğer insanların, hayvanların ya da nesnelerin içinden sahiplenme( possession ) aracılığıyla geçebiliyordu. Tylor canlıcığın kaynağının muhtemelen rüya deneyiminde yattığına inanıyordu "insanın, kendi fizik bedeninden bağımsız olarak var olduğunu gösteriyor gibiydi burada. Buğün, bile kimi yerliler hâlâ daha insanın çifte varlığına ilişkin inancını yansıtan gölgeleri - ruharı -hayaletleri - günlük ilişkilerinde kullanmaktadır Örneğin Algonquin Kızılderilileri, insan can'ına "otahchuk" ya da "gölge" adını vermişlerdir. Quiché'lerde "natub" "gölge" ya da "can'a karşılık gelmektedir ve "Zulu'lar, gölge, ruh ya da hayalet için "tunzi" deyimini kullanmaktadır."
Şamanizm okyanus ya.1996 say. 22-23 Nevill Drury
Günümüzde Anadolu'nun birçok bölgesinde hayalet gördüklerini söyleyn insanlarımız var. Buna örnek olarak kendi bölgemizde çıngıraklı eşek hikayeleri, birçok yerlerin sahipli olduğu söylentileri ve ruhların gezdiği gibi hikayeler hep anlatılır. İslamın bu tür inançları "batıl" olarak ilan etmesine karşın, hala sürmekte.

"Öyle bir canlılık ki, ruhlara inanmak suretiyle, yerli halk yabanıl ayvanlarla görüşüyorlar, onları avda öldürmeden önce bu davranışlarından dolayı affedilmeyi diliyorlardı, ya da hayvanların daha önceki yaşamlarında başka insansal varlıkların, muhtemelen ölmüş arkadaşlarının ya da atalarının bedeninde yaşamış olduklarına inanıyorlardı." Aynı es say. 23

Anadolu Alevileri ve Bektaşilerin'de, ölülere, öldü sözcüğü yerine hakka yürüdü, don değiştirdi sözcüklerini kullanıyorlar. Bir insanın bedenen öldüğü, ama ruhunun yaşadığına inanılır. Anadolu Alevileri ve Bektaşileri, Hacı Bektaşın, Ali'nin don değiştirmiş şekli olarak kabul edilir; yani Ali'nin ruhu Hacı Bektaş'ta devam ettiğine inanılır. Ruhlar bedendeyken yaptıkları iyi ve kötü durumlarına göre, arşa veya yer altına gittiğine inanılır. Bazen de iyilik ve kötülük durumlarına göre, iyi veya kötü hayvanlarda yaşamını sürdürür. Rüyalarında , uyku sırasında ruhların gezerken ki gördüğü, gezdiği ve yaşadığı durum olduğuna inanılır.

Ruh inancı, o kadar dünya insanlarını etkilemiş ki; birçok ünlü kendisinin fi tarihinde yaşamış herhangi birinin devamı olarak görüyor. Tek tanrıcı dinlerin, tüm yasaklamalarına karşın, tüm dünyada en canlı bir şekilde sürmekte.

Muzaffer BAL
--------------------------------------------------------------------------------------------

YILBAŞI PAĞACI VE YILBAŞI GILİĞİ

Yılbaşı Pağaçı
İnsanoğlunun yeni yıla girerken odaklandığı nokta, yeni yılın bereketli ve sağlıklı olmasıdır. Düşünceler de, gelenekler de buna göre dizayn edilir. Tüm yılbaşı eğlenceleri, sağlık ve bereket üzerine kurulur. İşte bunlardan biri de yılbaşı pağacıdır.
Pagaç: Un yoğrulup mayalanmaya bırakılır, mayalandıktan sonra, kızdırılmış ocağa döşenir ve üzeri sacla kapatılır. Sacın üzerine sıcak kül ve kor çekilir, pişmesi beklenir. Piştikden sonra yılbaşı pağacı sofraya bütün olarak getirilir. Tüm ev halkı sofraya toplandıktan sonra; ev halkının sayısına göre dilimler kesilir, eğer köy dışında olan varsa ona da bir dilim pay kesilir, büyük bir dilim de hayvanlar için ayrılır. Buraya kadar normal. Şahıslar, kendilerine ayrılan dilimleri yerken, bütün dikkatlerini pağaç içinden çıkacak boncuğa odaklamışlardır. Herkes bilir ki; bu boncuk kimin diliminden çıkarsa, o şahısın kısmeti bol olur. Boncuğun mavi renkli olmasına dikkat edilir, (mavi boncuk nazardan koruduğu için seçilmiş olabilir) herkese mavi boncuk dağıtma deyişi de, belki buradan kalmadır. Hayvanlara ayrılan parçadan çıkarsa o sene bol yavru alınacağı, tarlaların bereketli olacağına inanılır.
Kimin diliminden çıkarsa mavi boncuk, o şahıs kendine göre yorumlar. Bekarlar evleneceğini, gurbettekiler bol para kazanacağına, askerdekiler sağ selim döneceğine, çocuğu olmayanları çocuğu olacağına ve sa. inanırlar.
Buradaki inancın da, çoktanrıcı inançlardan geldiği çok açık. Tektanrıcı inançlarda sadece tanrıdan istekler istenirken, burada dilek ve istekler pağaçtan çıkaçak boncuğa bağlanır. Bu inancın da İslami inancın dışında ve farklı bir inanç olduğu çok açık olarak ortaya çıkmakta. Aşağıda yılbaşı gıliği bölümünde de göreceğiz.


Yılbaşı Gıliği

İnançlar dedik binlerce yıl geçse de birçok inançın arasından süzülüp günümüze ulaşmakta, evet gılik de öyle.
Bildiğiz somun ekmeğinin küçüğüne gilik denir, glik özel yapılır. Bu glik tuzsuz olur, evlenme çağına gelmiş, kız ve delikanlısı olan aileliler yapar. Gılik yeni yılın ilk günü öğlene yakın bir zamanda kuşlara atılır. Köyün gençleri, hazırlanmış olan glikleri eline alarak damlara çıkarlar kuşlara atarlar. Burada dikkat edilmesi gereken kuşun glik parçasını hemen yememesi, bunun için gıliği atan kişi, kuşu kovalar. Amaç, gençlerin gönlünde yatan, kız veya delikanlın evinin damına konmasını sağlamaktır. Onlarca genç aynı zamanda yaptığı için gılik atma eylemini, köy bir anda curcunaya dönüşü verir. Kuşların, karga veya saksağan olması tercih edilir. Çünkü: büyük kuş oldukları için takibi kolay, aynı zamanda karga ve saksağan aldığı parçayı yerinde yemezler. Aldıkları gibi müsait yere uçarlar; müsait yer ise, genellikle kardan temizlenmiş ahır ve ev damları olur, bu da amaca uygundur.

İnanca göre, kuş aldığı gıliği kimin evinin damına veya ona ait en yakın yere konarsa, gliği atan genç, kuşun konduğu yer hangi aileye ait ise, o, ailenin bekarı ile evlenecek demektir. Eğer o ailede evlenecek genç yok ise, o gençin, o sene kısmetinin kapalı olduğuna inanılır. Gılik atma genellikle delikanlılar tarafından yapılır. İstisna olsa da, genç kızlar da gılik atarlar, bunu da biraz gizli yaparlar. Nedeni ise; toplumsal manevi baskıdır. Filancının kızı koca arıyor demesinler diye.

Bu inanç, tam bir şenliğe dönüşür dedik. Önceden yapılacağı bilindiği için, köylüler de, kimin gıliğinin kimin damına götürüleceğini merakla izlerler. Kuşun konduğu damınayakın izleyicilerden sesler yükselmeye başlar, ( helal olsun o kız sana yakışır) veya (boşuna oğlum boşuna, o kızı sana vermezler). Bunu duyan diğer izleyiciler de basarlar kahkahayı. Bu şamatalar, kahkahalar köyün her yerinden yükselir. Eğer delikanlı cesaretli ise, (alacağım, o benim kısmetim, bakın kuş oraya kondu) diye şamataya katılır. Her gılık atanın büyük heyecanla beraber telaşı da vardır. Gliği atan genç, kuşu, gönlünde olan evin damına konmasını istediği için, yanlış yöne giden kuşa müdahale etmeye çalışır. Düşünün, onlarca kuşun peşinde koşan onlarca delikanlıları izlerkenki şamatayı. Bir taraftan seyirciler bağırır (oğlum boşuna uğraşma o kuş o bacaya gitmez! gider gider! ha gayret aslanım! yılma) sesleri birbirine karışır. Bir kısmı da bağırır (bırak kuş hangi dama konarsa konsunun, bırak kısmetini değiştiremesin, zorlama kendini). Tabi kuşları bekleyen kızlar da boş durmazlar, oların hali de, görülmeye değer. Eğer sevdiği yönden kuş, kendi bacalarına geliyorsa, genç kızın sevinç çığlıkları utanç duvarını yıkıp kuşa ulaşır. İstemediği yönden kuş geliyorsa, kendi bacalarına konmaması için elinden geleni yapar. Köydeki bu şamata gün boyu sürer. Gıliğin tarihi köküne bakalım.

"Başkurt kadınları, ilkbaharı erkekleri karıştırmadan "Karga Toy" diye kutlarlar. Bu törende kargalara darı, süt koyarlardı. Kars - Sarıkamış Türkmenlerinde 9, 10, 11 Mayısta Tuzlu Glik (ekmek) yapılması Ve yalnız bayanların ilgienmesi olayların kalıntısı gibi görünmektedir. Bu tuzlu glik olayında ekmeği kapıp kaçan karganın uçtuğu yönden genç kızın geleceği unutulmamaktadır. Oldukça büyük ve beklenen bir törendir"
Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik
Nejat Birdoğan Befi yay. 3. Baskı s. 466

Her ne kadar yer ve zaman değişikliği görülse de, olay ve amaç aynı.
Bu gelenekte de, çoktanrıcı inançların izlerini görüyoruz. Birincisi, kısmeti kuşların gösterdiği, ikincisi ise, alın yazısınının bir kenara bırakılması. Kuş, Şamanlıkda çok öneli, Şaman gökyüzüne ve yer altına kuşlarla yolculuk yapar. Bunu iler ki bölümlerde geniş bir şekilde göreceğiz.

Muzaffer BAL
--------------------------------------------------------------------------------------------



HIDRELLEZ
Hıdrellez: Baharın kutlanması günüdür. Hıdrellez, bahar bayramının kutlanması olarak kutlanmakla beraber, aynı zamanda birçok inançların yerine getirilmesidir. Hıdrellez, Anadolu Aleviliğinde ve Bektaşilikte özel bir gün olarak kutlanır; sıradan bir bahar bayramı değildir. Hıdrellez aynı zamanda ölen tabiatın yeniden dirilmesidir. Buna ölmeden önce ölme ve tekrar dirilme denir. Hıdrellez günü kesinlikle çalışılmaz, o gün çalışmayı günah sayarlar.

Hıdrellez günü, bütün köylü, köy meydanında toplanırlar. Kadınlar ev işi yapmazlar, hele hamile kadınlar, kesinlikle hiçbir iş yapmazlar. İş yaptıklarında, çocuklarının sakat doğacağına inanırlar. Yine, Hıdrellezde yaş ağaç kesinlikle kesilmez. Bu çok önemli; bize, ağaca verilen önemi vurgular. Birçok eski inançlarda ağaç kutsal olarak kabul edilir. Bazen ağaç cinsleri kutsal sayılırken, bazen de bir orman kutsal olarak ilan edilir. Hıdrellezde, yaş ağaç kesmeyi günah saymakla, hem ağaca olan saygıdan hem de eski orman ve ağaç, kutsal inancından kalma olarak düşünüyorum. Bir başka ata sözü ile, "Yaş kesen baş keser" diye ağaca verilen değere vurgu yapılmıştır.

Hıdrellezde yaprak katlama: Herhangi bir yaş bitkinin yaprağı katlanırsa, doğacak hayvanın kulağının, katlı doğacağına inanılır. Bu inanış çocuklarda eğlence haline gelmiştir. Yapraklar bilerek katlanır ve çocuklar doğan hayvan yavrusunun, ilk önce kulaklarına bakarlar. Hamile kadınlar ise kesinlikle böyle bir şeye girmezler. Çükü, doğacak çocuklarının kulakları katlı olacağına inanırlar. Sakat doğan çocuklar ve hayvanlar, hıdrellezde yapılan bir hatanın sonucu olarak yorumlanır. Bizim köyde, hıdrellezde, Hıdrellezin Tepe'ye gece ateş yakılır ve ateş etrafında horun oynanır. Hıdrellezin Tepeye yılbaşlarında ateş yakıldığını, yılbaşı bölümün de yazmıştık. Tepeler ve dağlar her zaman kutsal kabul edilmiştir. Ateş de aynı şekilde kutsaldır, bunu ilerki bölümlerde anlatamaya çalışacağız. Hıdrellezin sosyal yönü de var. Köy büyükleri, koskoca bir günü boş yere geçirmek yerine, köyde beli bir yerde toplanırlar ve köyün ortak yapılacak işleri tespit edilir. Köy çobanı, köy korucusu vs. bu boş zamanda halledilmiş olur. Köy gençleri ise; davul zurna eşliğinde horun oynar, eğlenirler. Şimdi Hıdrelleze İslami yönüyle bakalım:


Hıdrellez:
Daha çok Batı Türk dünyasında kutlanan bir halk bayramı.

Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibaret olan hıdrellez, kökü İslam öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır Yahut ve İlyâs kavramları etrafında dinî bir muhtevaya bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu bayram, merkezini özelikle Anadolu ve Balkanlar'ın, Kırım, Irak ve Suriye'nin teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün, kullanılmakta olan Gregoryen Takvimine göre 6 mayıs (eski jülyen takvimine göre 23 Nisan) günü kutlanır.

"Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sırına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde darda kalanlara yardım ettiğine inanılan Hızır ve İlyas peygamberlerin yılda bir defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir"

"Nitekim XV1 yüzyılda İstanbul'a yerleşen Yesevî tarikatına mensup Türkistanlı muhalif Hâzinî, bu tarikatla ilgili çok önemli bir kaynak olan Cevâhrül - ebrâr envâci l- bihâr adlı eserinde ( s. 196), Başta Buhara ve Semerkant olmak üzere bütün Mâverâünnehir'de Hızır - İlyas adına şenlikler yapıldığını kayıt eder. Ayrıca Türkiye'deki Aleviler ve İran daki Kızılbaş Karakoyunlu Türkmen'leri ( Çihiltenler) arasında Şubat ayı ortalarında "Hızır nebî bayramı" adıyla hıdrellezden ayrı ve oruçla geçirilen bayramın kutlandığı bilinmektedir. Nevruz'dan altı hafta öncesine rastlayan bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk takvimdeki yılbaşına tekabül etmekteydi. ( Mélikoff, V1 1975, s.60-61 )
(İslam Ansik. Diyanet İşleri yayın. S.313-314)

İslam Ansiklopedisi'nden aktardığım bu alıntılar, bize Hıdrellezin, İslam'ı hiçbir inancıyla bağdaşmadığını gösteriyor. Hıdrellez törenleri ile ilgili Osmanlı'da yapılan taşımanın sonunda, Hıdrellez'i şenlik, eğlence olarak kutlanabileceğini, ama, inanç olarak kesinlikle kutlanamayacağını ve İslam'a aykırı olduğunu fetva olarak, Şeyhülislam tarafından verildiğini, yine İslam Ansiklopedisinden öğreniyoruz.

Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili birtakım uygulamalar, bu halk bayramının putperest köklerini çok daha belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim ilâm âlimleri bu durumun farkına vararak bu konuda yasaklayıcıfetvalar bile vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nde de Hıdrellez kutlamalarının dinî açıdan sakıncalı olup olmadığının tartışıldığı, XV1. Yüzyılda Şeyhülislâm Ebbussud Efendi'nin fetvalarından anlaşılmaktadır.
İslam ANS. S.314
Günümüzde, hem aleviler, hem de Sünni Türkler Hıdrellezi gerçek amacına göre kutlamaktadır. Bütün yasaklamalara rağmen, Arap kültürüne direnmiş ve özellikle kırsal kesimde Aleviler arasında yaşatılmakta. Günümüzde Balıkesir'in Edremit ilçesinde Tahtakuşlar Köyü'nde ve diğer Türkmenlerde hala en canlı olarak uygulanmaktadır. Hıdrellez sabahı, mayıs dikeni diye adlandırılan kuşburnu dikeni, evin giriş kapısının süvesine (kasa) takılır. Bu diken, tabiatın yeniden canlanmasının sembolüdür. Diken olmasının nedeni, büyük ihtimalle uzun süre canlı kalmasının sonucu olması gerekir. Diğer bitkilerin, hemen solup yok olacağı anlayışından olabilir. Hıdrellez, geçici olarak ölen tabiatın dirilmesinin kutlanması olarak da görebiliriz. Şamanizm'de olan, ölmeden önce ölüm motifini, burada da görüyoruz. Bu motif, Anadolu Alevilerinde de, en canlı olarak, her inanç töreninde değişik motiflerle yaşatılmakta.

Muzaffer BAL
------------------------------------------------------------------

KUTSAL DAĞ
BURGABABA ŞENLİKLERİ

Küçük yaşlardan beri hep düşünürüm, Burgababa kim, neden burası ziyaret ediliyor, Burgababa'da yatan biri var mı? Bu dağın tepesinde ne geziyor? Bizim köylüler neden Burgababa'yı ziyaret olarak kabul edip, ziyaret şenliği düzenliyor? Bu gibi sorular yakın zamana kadar yanıtsız kalmasına rağmen bir türlüde unutamadığım sorulardı. Köyün büyüklerine sorduğum da aldığım yanıtlar genellikle "Büyüklerimizden böyle gördük, dedemiz gelirdi, onun dedesi de gelirdi, burada ermiş bir zat yatıyor"gibi yüzeysel açıklamalardı. Ta ki Şamanlığı (kam) araştırana kadar.

Şamanlıkta dağ kültüne rastlayınca, kafamdaki soruların yanıtları yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Şamanlıkta dağ kültürü çok önemlidir. Şamanlar bulundukları yörenin en yüksek dağlarını, kutsal dağlar olarak seçerler. Bu dağlarda kurban kesilir, dağa içki (kımız) serpilir ve kesilen kurbanla içki içilir. Kendi inançlarına göre bu bir ibadettir. Bu tür inançlar, İslamiyet'te olmadığı gibi, yasaktır da. İslamiyet, bu tür inançları puta tapma olarak görür. Allah'tan başka, hiçbir canlı ve cansızdan medet umulmayacağını söyler. Allah tektir, yaratan odur, medet sadece Allah'tan istenir İslamiyet göre.

Kendilerine Müslüman diyen bir topluluk, dağa çıkarak kurban kesip, içki içmesi, bunu ibadet olarak görmesi, hangi inancın günümüzde uygulanmasıdır. Evet, bu inancı sürdürenler de bunu sorgulamamışlar. Bir gelenek, bir kültür, bir örf-adet olarak sürdürmüşler.

Ayrıca, İslâmiyet'e aykırı mı veya İslamiyet'te var mı diye hiçbir zaman sorgulamamışlar. İslamiyet'e uydurulurur mu uydurulamazı mı tartışmasına girmeden, ben sadece küçük yaşta kafama takılan sorulara yanıt bulmaya çalışacağım. Bu soruların açıklamasını ararken, mezarlık üstü, Hıdrellez, yılbaşı törenleri gibi gelenekleri de yan yana koyduğum zaman, Burgababa şenliklerini daha iyi görüyorum.

Burgababa'daki mezarın içi ister dolu olsun, ister boş olsun bu önemli değil, Önemli olan dağa çıkıp kurban kesilip, içki içilmesi. Burğababa'daki mezar bir bahane. Esas olan dağ kültürüdür. Araştırmalar, bize dağ kültünün çok tanrıcı inancın ve özel olarak Şamanizm'in bugünkü uygulanması olduğunu göstermektedir. Şimdi, Dağ kültü ilgili birkaç örnek verelim.

"Yer/su ruhları sıralamasında ilk sırada yer alan ruhun kimliklendirmesiyle yaratılan, koruyucu tanrı; dağ-tanrı.
Dağ tapımı: dağın yapısında bulunduğu kabul edilen bir güçten yarar ya da zarar gelebileceği inancıyla ziyaret. Adak, kurban vb. uygulamalarda bulunma durumu."
Esat Korkmaz
Eski türk inançları ve Şamanizm terimler sözlüğü sayf.51
Anahtar Kitapları yayınevi

Altay Türkleri, bazı dağları kutsal sayarlar; dağlarda yılın belirli günlerinde kurbanlar keserler. Hatta bazı kavimler soylarını bu dağlara dayandırırlar.

Şamanların inancına göre; dağlar, sular ruhlarla doludur. Şamanlar bu ruhlardan medet umarlar. Dağların yüksek tepelerini kutsal sayarlar ve kurbanlar keserler.

"Yer-su ruhlarının en önemli bir kolu dağdır. Şamanist Türklerde dağ kültrürü, Gök-Tanrı kültürüyle ilgili bir durum almıştır. Hunların kutsal tanıdıkları dağlar, kurbanlarının adak yeri olarak ünlenmişlerdir. Çin'le yaptıkları sözleşmeleri Hundağı denilen bir dağ tepesinde kestikleri kurbanlarla güçlendirirlerdi. Orta Asya'nın öbür budunlarında da yüce dağ tepelerinde Tanrılara kurbanlar kesilirdi.
Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik- Berfin yaın.
Nejat Birdoğan s.471


"Temiz yurdumuz yıpranıyor. Az ulusumuz sıkıntı çekiyor. Ey kutsal Altayım ! Biz ne yapalım? Aksakalı atalarımızın kutsadığı Altayım! Geçim versen ne olur? Bereketli sürülerimizin kutlarını yaratan Altayım! Yer suyum!"
Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik
Nejat Birdoğan s.473

Görüldüğü gibi, Altay dağlarından birçok istek de bulunuyor.

"Dağların ve yüksek tepelerin bulunmadığı yerlerde göçebe şamanlar suni tepeler, höyükler meydana getirirler. Bunlar taşların yığılmasıyla oluştururlar, kutsal dağ tepelerin yerlerini tutarlar ve oba adını alırlar."
(Şamanlık ve oyunculuk Erhan Tuna - Okyanus yay. S 67)

Yukarıda aktardığım alıntının bir versiyonunu Hacı Bektaş törenlerinde gördüm. Hacı Bektaş törenlerinde insanların, delikli taşın bulunduğu bölgede, taşları üst üste koyarak, dilekte bulunuyorlardı. Bu taş tepecikleri o kadar çoktu ki tüm alanı kaplamış gibiydi.

Gerçekte Torosların bir adı da bugün Boğa dağı', Burası Yörük ve Türkmenlerin birer saymanası (mesiresi) gibidir. Bu dağlar bir Tanrı durağı, bir dede döşeği gibi kutlu ve sevgilidir... Bulgar (Bolkar) dağı Yörükleri... Torosların sivrilmiş tepelerini kutsal saymışlar ve hepsine birer dede adı vermişlerdir. Bunlardan Bozoğlan ve Karaoğlan dedelerden ilkine aynı yörenin başka yerlerinde de rastlanır. Yazın Bozoğlan tepesinin güney eteğinde Bahşiş Aşiret yaylar. Tepenin üstünde bir türbe ve türbenin içinde bir mağara vardır. Türbeyi ilk yapan ve onu geliştiren adam, Ereğli'nin Divle Bucağından Halimoğlu imiş ve Bozoğlan'ın adına bu kişi, Hasan basri dermiş. Çocuğu olmayan kadınların Bozoğlan mağarasına girerse mutlaka çocuklarının olacağına inanılır. Ve çok defa Bozoğlan'ın adaklı çocukları erkek doğarmış.
Türk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdolojik kökenleri
3.cilt sayf. 49 Burhan Oğuz- Simurğ y. 1997 İst.

Toroslar gibi birçok yerlerde dağ kültürü yaşatılmakta, örneğin Balıkesir'in Edremit İlçesi'ndeki Aleviler senede bir defa Kaz (ida) Dağının zirvesine çıkarak kurban keser, cem yaparlar.. Bu törene Ülkenin birçok yerinden Aleviler gelir. Anadolu'nun birçok yerinde Dağ kültünü görüyoruz. Karsın Hanak İlçesi'nde Yelten Dağı, Sarıkamış'ın Soğanlı Dağı ve daha birçok dağ sayılabilir. Bu dağların büyük bölümünde ermiş erenler bulunduğuna inanılır ve bu dağlardan medet umulur, aynı zamanda yeminler de dağlar üzerine veya orada yatan ermiş erenler üzerine yapılır. Ör: "Burgababa beni çarpsın!", "Burgababa'ya ters bakayım!" "Burgababa gözümü kör etsin!" gibi. Dağ kültünün çok tanrıcı inancın ve özelliklede Şaman inancı olduğunu açıkladıktan sonra gelelim bizdeki Burgababa şenliklerinin nasıl yapıldığına ve önemine.
***
Burgababa şenliklerinin yapılması, kesin bir tarihe bağlanmamış. Tarih olarak göçün yayladan indiği gün olarak saptanmış. Hemen, hemen tüm köylü çoluk-çocuk törene katılır. O gün, şenlikle beraber bir inancın yerine getirilmesi günüdür. Eskiden yani 1940'lara kadar Burgababa şenlikleri çok daha önemliymiş, o kadar önemli ki gurbette olanlar işlerini bırakıp şenliklere gelirmiş. Taşıt olmadığı için bir hafta yürüyerek gelir, kurbanlarını keser, tekrar gurbete dönerlermiş. Bu da bize, ne kadar önem verildiğini gösteriyor. Birçok bölgede yapılan yayla şenlikleriyle bu şenlikleri karıştırmamak gerekir. Çünkü bu şenlikler, nerede yapılırsa yapılsın, esas yönü bir inancın ibadeti olarak yapılmakta. Evet, inanç olduğu kurban kesilmesi, bu kurbanların orada ortak yenilmesi, ayrıca hiçbir kurban eti ile içki içilmezken, bu kurban eti ile içki içilmesi, bazı bölgelerde cem yapılması tam bir Orta Asya inancı olan Şamanizm'den başka bir şey değildir. Bu dağların kutsanmasıdır. Şamanlar, dağları kutsayarak kabilelerine o sene, zarar gelmemesini sağlamaya çalışırlar. Eğer kabilelerine çok büyük felâketler gelirse, kutsal olarak seçtikleri dağı değiştirirler. Şamanlarda içki adak olarak kabul edilir ve buna "içki saçma"denir.

Yer / su ruhlarının en önemli bir kolu dağdır. Şamanist Türklerde dağ kültürü , Gök Tanrı Kültürü ile ilgili bir durum almıştır. Hunların kutsal tanıdıkları dağlar, kurbanların adak yeri olarak ünlenmişdir. Çinle yaptıkları sözleşmeleri Hun dağı denilen bir dağ tepesinde kestikleri kurbanla güçlendirirlerdi. Orta Asya'nın öbür budanlarında da yüce dağ tepelerinde Tanrılara kurban kesilirdi. Barthold'un bize aktardığına göre eski Türkler, dağların Tanrı makamı olduğuna inanırlardı. Yüksek dağ tepelerinin göklere yakın bulunması ve uzaklarda mavi görünmesi bu inanç kültürünün yerleşmesine neden olabilir.

Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik
Nejat Birdoğan berfim yay. 3. Baskı s.471

Ruh inancının, ilerde yeri geldiğinde, Anadolu Alevilerinin ibadetlerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu göreceğiz. Bu açıklamadan sonra Burgababa şenliklerinin törensel şekline dönelim.
Burgababa ziyareti dağın tepesinde mezar şeklinde taşlarla örülmüş ziyaretgâhtır. Çevresinde su olmadığından, önce ziyaret edilir, kurbanlar adanır. Sonra su olan Aşuğun Pârı'na (pınar) gelinir. Burası düzlük ve suyu bol olan yerdir, kurban kesmeye ve şenliğe en müsait alan. Aileler önceden bilinen yerlerine, kimlerle oturacağı beli olduğu için, oraya yerleşirler. Bu yüzyıllardır böyledir. Bazı değişikler olabilir; ama genel olarak böyledir. Değişmeyen bu ailelerin oturdukları yerlere verilen isim önemli. Bu isim, bizi göçebe toplumun kültürüne götürmekte. Her gurubun oturduğu yere, oymak denir. Bizim oymak sizin oymak gibi. Bu isim, basit gibi gözükse de geçmişimizin tarihini yansıtması açısından çok önemli. Oymak: göçebe toplumların konakladıkları yerlere verilen ismidir. Buradan da baktığımızda Burgababa şenlikleri bir Orta Asya ve onun çok tanrıcı inançlarının sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Aşuğun Pârı'nda kurbanlar kesilir, orada yenilir içilir akşama kadar eğlence sürer. Hemen, hemen tüm aileler, kurban keser. Kurban koç veya teke olur.

Bazı toplumlar, geçmişteki inanç ve kültürlerini, sonradan kabul ettikleri inanç ve kültürlere karşı inadına korurlar. Bu koruma ilk başlarda bilinçli korumadır. Yüzyıllar geçtikçe, bilmeden sürdürülen bir direnç, bir kültür ve hatta yeni inancın gereği olarak sürdürürler. Ne olursa olsun, sonuç olarak, sonradan mecburen kabullendiği inanca karşı, genetik olarak bilmeden direnmektir. Bence, bizim köyün birçok inanç kültüründe, geçmiş inanç kültürü yaşatılmakta. Bu inanç çok tanrıcı inançlardan özel olarak da Şaman inancından başkası değil. Tabi ki binlerce yıl içerisinde, birçok inançlardan doğal olarak etkilenmiş ve o inançları kendi inançları ile harmanlamış, onu Anadolu Aleviliği olarak şekillendirmiştir. Daha birçok örneklerle, hep beraber geçmişe yolculuk yapmaya devam edeceğiz. Burada sözü bir ozana vererek devam edelim. Aktaran Nejat Birdoğan.
Koyun Babam indi geldi dağlardan Nice bin Horasan yatırı geldi.
Muhibbe Ali'den erdi hidayet,
Münkire Mehdi'nin satırı geldi.

Hırka dağı selavatın sinemde,
Sevincimden yaş akıttım didemde,
Telli Babam kurbanım var bu demde,
Hünkâr İsmil'i getiri geldi.

Büyük yüce dağların kutsallığını kendi köyümün dağlarını ve törenlerini örnekleyerek anlatmaya çalıştım. Dağlar çok tanrıcı dinler de gök yüzüne yakın olmasından ve de gök tanrısına da daha yakın olması dolaysıyla kutsal ilan edilmiş olabilir. Bugün Anadolu'nun her yüksek dağın tepesinde bir yatır bulunur. İşte tüm bu yatırlar dağların kutsal kabul edilmesi sonucudur ve de bu yatırlar bulundukları bölgeyi kollar, gözetler ve korur. Tüm bu dağlarda kurbanlar keserler, adaklar adarlar, dilekler dilerler. Şamanlar da kutsal dağlarda kurbanlar keserler, dağların kendilerini korumasını dilerler. Şamanların farkı, her dağın zirvesinde bir yatır aramazlar. Onlar dağları uğurlu ve uğursuz diye ayırır. Uğursuz dağları terk ederek bir başka dağı kutsallar. Şamanlar, dağlara kurban keserken, aynı zamanda kansız kurban olarak kabul ettikleri içkileri (kımızı) serperler ve kurban eti ile içerler. Bizde de, hiçbir kurban eti ile içki içilmezken, dağ kurban eti ile içki içilir; bu içki doludur (kansız) kurbandır. Dağlardaki Yatırlar bir vesiledir, bir çok yatırda boştur ve kim ne olduğu belli değildir, bu sorgulanmaz. Önemli olan, o dağın kutsallığıdır. Bu açıklamadan sonra, Kaz Dağlarının zirvesindeki Sarıkız yatırına yapılan ziyareti; Kaz Dağlarının eteğinde kurulan Tahta Kuşlar Köyün de Etnografya müzesi müdürü ve kurucularından Alibey Kudar'ın kitabından okuyalım.

"Biz tam kırk yıl öncesine dönelim;
Ağustos ayı girince gözümüz gönlümüz dağa yönelir. Hazırlıklar yavaş yavaş başlar. En sona bağ bozumu bırakılır. Zira üzümler kesilir kesilmez sele ve sepetlere doldurulur. Üzerine de asma yaprakları kapatılınca bunlara her bakışta burnumuza bağ kokusu gelir. Taze incirler bozulmasın diye önce yolda onlar alınır.
Son hazırlıklar çarşamba günü Edremit pazarından da tamamlanınca sevinçten uyku girmez gözlere. Sabah gün doğmadan hayvanlar yüklenir yola çıkılır. İlk kısa bir mola Koz yaylasında yük indirmeden yapılır. Kuzu oğlak çobanları yaya gider. Açıkanlar üzüm, bazlama, zeytin ve peynir yiyerek yoluna devam ederler. Yürüyemeyenler değişe değişe hayvanlara bindirilir.
Bugünün son konaklama yeri Karadikme yaylasıdır. İnsanlar düşe kalka, devire yıkıla gündüz gözüne Karadikme'ye ulaşılır herkes yükünü yurt yerine indirir. Bir taraf dan çadır kurulur.Sabahın oluşunu çoktan yanmış, köz olmuş ocaklarda edilmeye başlanan bazlama ve oklama ekmeğinin sesinde anlarsınız. Bazlama sacı ocaktan inince ocaklar iyice gayılır kalkışlar başlar. Yüzünü yüyanlar Sarıkız çayın yudumlarken dergahta kurulmuştur. Kuzu , oğlak kesecekler dergahtan hayırlı alıp o işe başlarlar.
Ortaasya';dan Anadolu'ya Tahtakuşlar Rehberi
Tahtakuşlar Köyü Etnografya Galerisi
Kültür Yayınları No: 9

Ali beyin kitabını okuduktan sonra, ben de Sarıkız türbesine gitmeye karar verdim. Sarıkız yüz yılardır, Edremit çevresinde ve giderek tüm ülkede anlatılagelen bir efsaneye dönüşmüş. Daha yüz yıllar anlatılacağa benziyor. Türkmen Alevileri, Sarıkız'a sahip çıkmış ve Sarıkızın türbesini Kaz (İda) dağlarının zirvesine yerleştirmişler ve sonsuza kadar yaşatmayı üstlenmişler.
Sarıkız: Sünni bir ailenin kızı olmasına karşılık, Aleviler onun mezarını türbe hâline getirmişler. Aleviliği en iyi şekilde anlatan bu örnek şunu bize göstermekte; "haksızlığa uğrayan bir insanın dinine, mezhebine, ırkına bakılmadan sahiplenilmesi gerekir." İşte Anadolu Aleviliği bundan dolayı evrenseldir. Anadolu Alevisi her yerde bir dağ bulup o dağın zirvesine bir türbe oluşturarak, o türbeyi ziyaretgah olarak, adaklar atayıp, kurbanlar kesmekteler. Balıkesir, ve ilerde Sarıkızı seçmişler har ağustos ayında Sarıkız türbesi ziyaret edilir, adaklar adanır, kurbanlar kesilir. Esas olarak Sarıkız veya çeşitli dağ zirvelerdeki türbeler birer vesile, esas kurbanlar ve adaklar dağlara kesilmekte. Bu inanış bin yılların dağların kutsallığının günümüze taşınmasıdır.

Sarıkız'a çıktığımızda iki yayla yeri gördük; biri Türkmenlerin diğeri Yörüklerin. Bize rehberlik yapan kişi Türkmen'di. Rehbere neden iki yayla dediğimizde bize biri, "Türkmenlerin yaylaya ibadet için çıktıklarını, yayla süreci boyunca geceleri cem yapıldığını" söyledi. Diğer Yörükler ise yaylaya yayla yapmak için çıktıklarını anlattı. Bundan anlaşıldığı gibi Türkmenler en azından son senelerde yaylaya inançlarını yerine getirmek için çıkıyorlar. Dağ kültürü ülkemizin birçok yerinde görmek mümkün. Dağ inancı binlerce yıllardan süzülüp gelen tabiat inancıdır.

Sarıkız'a çıktığımızda yüzlerce ziyaretçiye rastladık. Bu ziyaretçiler yerliler değildi, yerliler henüz yeni gelmişler ve yaylaya çadır kurmakla meşguldüler. Gelen ziyaretçilerin içinde Sünni olanlar da vardı. Sünni bir bayan kendisinin Sünni olduğunu, çocuğunun astım hastası olduğundan Edremit körfezine yerleşmek istediğini bunun için de Sarıkıza, körfezde ev sahibi olmak için dilekte bulunduğunu, olursa adak adadığını bize belirti. Diğer bir aile Erzincanlıydı. Bu aile Almanya'dan gelmiş ve daha önce dilediği dileği yerine geldiği için adağını yerine getirmek için geldiklerini belirti. Erzincanlı aile geleneklerini çok iyi bildikleri için tedbirli gelmişler. Orada lokma dağıttılar, hemen hemen herkese bir parça kete (katmer) verdiler. Bu gelenek tüm türbe ziyaretlerinde vardır. Genelliklede un helvası dağıtılır.

Lokma dağıtan Erzincanlı ailenin büyük erkeği ile Sünni bayan arasında kısa bir tartışma geçti. Bunun üzerine ailenin en yaşlı kadını herkese çok önemli ve önmeli olduğu kadarda Anadolu Aleviliğinin insana bakışını anlatan bir nutuk çekti. "Benim için Alevi, Sünni, gavur, Müslüman hiç fark etmez, yeter ki insan gibi insan olsun." Kadının eşi itiraz eder gibi oldu. Kadın sinirlenerek "İnsan gibi insan olsun, diğeri bizi ilgilendirmez bacım," diyerek noktayı koydu ve Sünni kadının da gönlünü aldı. İşte Anadolu Aleviliğinin insana bakışı. İnsan gibi insan derken de kamil insanı kast ediyordu.

Dağ inancı, tüm Türk boylarında var. İslamiyet, Sünnileri daha çok etkilediği için, onlarda zayıflamış, yok olmamış. Anadolu Alevilerinde ise en canlı şekilde yaşamakta. Sarı kız türbesinin içinde iki şey dikkatti çekiyordu; biri mum yakmak ikincisi çaput bağlamak. Çaput bağlamanın Şaman inancından geldiğini biliyoruzb Mum yakma nasıl gelmiş onu çözemiyoruz. Mum yakmanın Hıristiyanlıkta olduğunu biliyoruz, ama bu türbelere nasıl girdi onu anlayamadık.

Hular her yıl Gök-Tanrı'ya kurban kesmek için Han-yoon dağına çıkarlar ve bu dağda erkek ve aynı zamanda en iyi kurbanı keserler. Dağ kurbanını tüm Asya kavimlerinde görmek mümkün.

Kurbanı, insan oğlunun ne zaman kesmeye başladığını tam olarak saptamak çok zor. Ama kurbanın tanrılar için kesildiği bilinen bir şey. Kurban, insanın doğayla mücadele sırasında, doğadaki tanrıların, kendilerine zarar vermemesi için kesilen ve tanrıya sunulan bir hediyedir. Dağlar her zaman gizemlidir ve de tanrılara en yakın nokta olarak kabul edilir. Çünkü, tanrılar her dönem gök yüzünde bulunduklarına inanılır. Bu inanış o kadar kuvvetli ki; Müslümanlıkta da Allah'ın gök yüzünde olduğuna inanılır. Peygamber'in miraca çıkması motifi, bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Anadolu Alevisi, zaman içinde tanrıyı gök yüzünden indirerek, insanın kalbine yerleştirmiş, insanı tanrının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Dağ kurbanı, sadece gök tanrıya kesilen kurban değil; dağların kutsallığına da kurban kesilir. Bu gün Anadolu Alevilerinin kestiği dağ kurbanı, tamamen dağların kutsallığına kesilen kurbandır. Kurbanlar doğaya sunularak karşılığında bolluk ve bereket beklenmektedir. Aynı zamanda hastalık ve felaketlerden korunmak için de kurban kesilmektedir. İnsanın doğaya karşı çaresiz kaldığı zaman, doğaya verdiği armağandır kurban.

Muzaffer BAL
--------------------------------------------------------------------------------------------

karadoruk-aa@hotmail.com