Önsöz
D.Kırıntılılar Birliği
Köy-Haberler-4
Köy-Haberler-3
Köy-Haberler-2
Köy-Haberler-1
Perhiz-Turşu
Halil
Köyde Huzur Evi
Ben mi Biz mi
Hey Gidi Günler
Kopuyoruz
Dışkı Kavgası
Sen Ne Dedin
Neden Köy
Duyarlı Olmak
İnsanlık
Kalk Artık
Kardan Mezar
Kayısımın Yavrusu
Örnek Olmak
Gizemli Yüz
Topal Avni
Fareli Ekmek
Ölüm Haberi

Halil


ANASAYFA

bizimyazarlarimiz-aa_oykuler-gif.gif

bizimyazarlarimiz-aa_oykuler-baslik-incecubuk.jpg

İnsana yaşarken değer vermeli, öldükten sonra verilen değerin ölene bir yararı olmaz;
olsa olsa kişilerin kendilerini tatmin etmesini sağlar; ki,
bu egoizm değil de nedir?
--------------------------------------------

02 Temmuz 2011
HALİL

Özgüveni elinden alınmıştı Halil'in, ürkek bakışlıydı. Giresun'un binlerce insanı içinde tek başınaydı sanki. Kaşlarını hafiften çatsan kendi yalnız dünyasına kaçmaya hazır bir duruşu vardı her an.

Sanırım benden bir iki yaş büyüktü. Onu yıllardır duysam da bilsem de yakından tanımıyordum. Benim için Kürt Hasan'ın oğlu Halil'di sadece. Giresun'un yerlileşmiş Kırıntılılarındandı; yakın akrabalarının korumasında olsa da tek başına yaşadığını duymuştum.

1977'ydi yıllardan; Giresun Eğitim Enstitüsü'nde ikinci sınıfta okuyordum. Kiraladığım küçük bir evde kalıyordum. Halil'le yolda karşılaşıyorduk. Hafif bir selamlamayla geçiştirdiğimiz, yüzeysel bir ilişkimiz vardı. Pek konuşmayan, içe kapanık, biraz da saf olarak bilirdim. Ne var ki onu yakından tanıma fırsatını bulunca çok şaşırmıştım. Fırsat verildiğinde normal konuşabilen, üstelik ağzı laf yapabilen biriymiş meğer.

Arada bir görüşmeye başlamıştık. Kaldığım eve gelirdi bazen, birlikte bir şeyler hazırlayıp yerken sohbet ederdik. Zaman zaman akıl hastanesine yatırıldığını öğrendim kendisinden. Özgüvenini mahveden, gururunu kırıp içe kapanmasını sağlayan bir olay yaşamış orada. Bazı kendini bilmezler ona... Gerisini getirmeye sinirlerim elvermiyor.

Halil, bir gün beni evine götürdü. Ev dediysem, bir binanın bodrum katıydı. Daracık odasının karşılıklı duvarlarda Yılmaz Güney'le Ecevit'in fotoğrafları asılıydı. Halil, kendisine göstermiş olduğum dostluğun karşılığını verebilmek için çırpındı o gün. Ocağa çay sürdü. Eski bir sehpanın üzerinde çinko bir tasın içinde toz şeker vardı. Nemlenmiş ve kısmen yapış yapış olmuş şekerin içinde iki karınca ölüsü yatıyordu; bir karınca da keyfince geziniyordu. Halil, kendini bildi bileli bu görüntüyle bütünleşmiş olmalı ki, bana garip gelen her şey ona doğal geliyordu. En temiz yerinden bir kaşık şeker alarak çaya attım ve o çayı içmeyi başardım. Halil'in çay içişimi izlerkenki mutluluğunu asla unutamam. Başka birinden hürmet görüyordu, kendisi de ona hürmet gösteriyordu. O anda, toplumsal bir insan olmanın gururunu yaşıyordu. İkinci çay önerisini onu kırmadan savuşturdum.

Halil'in kalbinin delik olduğunu, zaman zaman Giresun Devlet Hastanesi'ne yattığını, yatırıldığını da öğrenmiştim. Hastanede yatmak istemez, ilk fırsatta kaçarmış. Çünkü, kendini bilmez bir iki çalışan tarafından hor görülür, aşağılanır, itilip kakılırmış. O da buna dayanamayınca kaçıp gidermiş.

Bir gün yakınları tarafından yine hastaneye yatırılacağını duydum. Karar verdim, onun için yardım toplayacaktım. Hiç olmazsa üstüne başına zevkine göre bir şeyler alabilir, lokantalarda gönlünün çektiğini yiyebilir, hastanede ona daha iyi bakım ortamı sağlanabilir, bazı kendini bilmez görevlilerin onu dışlaması engellenebilirdi.

Önce sınıf arkadaşlarımdan ve bir iki dernekten üç beş kuruş edindim. Bir hafta sonu tatilinde Ordu'ya giderken ailemin yanına Halil'i de götürdüm. Orada da komşulardan, bizim köylülerden para topladım. Bir kadın vardı hiç unutamadığım; bizim köylülerdendi. Geçici olarak Ordu'da kalıyordu. Epeyce paralı olduğunu iyi biliyor, onun yüklü bir yardımda bulunacağına inanıyordum. Yanılmıştım, büyük miktar verirmiş havasıyla iki tane küçük madeni para vermişti. Çok şaşırmıştım bu duruma. Ne yazık ki başka birçok kişi de dilenciye layık görülen miktarlar vermişlerdi. Halbuki Halil'in hastaneye yatırılacağını, toplanan paranın ona daha iyi bakım sağlayabileceğini açıklamıştım.

Sonuçta ne mi oldu? Öyle ya çok uzattım, bağlayalım artık. Halil hastaneye yattı, yine ameliyat olamadan çıktı. Tatil nedeniyle Ordu'da olduğum günlerden birinde çarşıdan eve geldiğimde anam yaşarmış gözlerle bana bakarak "Ali, duydun mu Halil ölmüş." dedi. Tüylerimin diken diken olduğunu anımsıyorum. İçim dolduysa da ağlama huyum olmadığından duygularımı bastırmayı başardım. Beklenmeyen (aslında beklenen) bu ölüm karşısında başka hiçbir tepki vermedim.

Halil'e dilenci parasını layık görenlerden bazılarının "Vah garibim, vah Halil"im, vah güngörmemişim!" diyerek ağladıklarını gördüm. Gerçekten ağlıyormuş gibiydiler, gözlerinden yaşlar boşanıyordu; ama benim için hiç de inandırıcı olamıyorlardı.

Anam, "Cenazeye gidersin değil mi?" diye sordu. Biraz da öfkeli bir tavırla gitmeyeceğimi söyledim. Anam şaşırarak nedenini sordu. Nedenini tam olarak açıklayamadım. Halil'e yaşarken yeterli değeri vermeyenlerin öldükten sonraki timsah gözyaşlarını görmek ya da cenaze başında onlarla aynı ortamda olmak istememiştim sanırım.

Gerçekten de dilenci parasını layık görenlerin hepsi Giresun mezarlığına akın etmişler. Yaşarken Halil için parmağını oynatmazlarken, el alem içinde toplumsal görevlerini yerine getirdiklerini göstermek için birbirleriyle yarışa girmiş, cenaze toprağa verilirken birbirinden yüksek sesle ağıtlar yakmışlar.

Evet, içimin yanmasına, çok üzülmeme karşın yine de cenazeye gitmemiştim. O zamanlar belleğimde 'ne yapılırsa yaşarken yapılması gerektiği' inancı kazınmıştı. Şimdi de aynısı düşünüyorum; hem de daha köklü olarak. İnsana yaşarken değer vermeli, öldükten sonra verilen değerin ölene bir yararı olmaz; olsa olsa kişilerin kendilerini tatmin etmesini sağlar; ki, bu egoizm değil de nedir?

Ali Aydoğan - Ankara