| 
  
80. Yazı – 10 Nisan 2013             TETENOZ  VE  İKİ  ÖLÜMCÜL  VAKA
 ( Fikri  Bakar  ve  Mustafa  Bal)
 
 Bin  dokuz  yüz  altmış  iki  yılı  Şubat  ayında  karne  tatiline  Kırıntı’ya geldim. Tatilk  bitince  yine  okuluma  gittim.  Yaz  tatili  gelince  yine  köyüme  gittim.  Günler  geçti  Fikri  Bakar’ı  göremedim.  Neden  yanıma  gelmedi  diyede  bayağı  gücenmiştim.  Karne  tatilinde  de  gelmemişti  beni  hoşlamaya.  Beş  on  gün  sonra  annesi  Gülbeyaz  Halayı  gördüm.  Elini  öpmek  istedim,  eline  koymadı.  Beni  bayağı  tersledi.  Üzüldüm,  kırıldım.  Bir  anlamda  veremedim  bu  işe.  Fikri  ile  can  ciğer  kardeştik.  O  benden üç  yaş  kadar  büyüktü  ama  aynı  yaşıtmışız  gibi  arkadaştık.  Kafalarımız,  yaşantımız  birbirine  çok  uyumlu  idi.  Bana  bir  kaç  yaş  büyüklüğünü  hiç  hissettirmedi.  Hiç  kullanmaya,  zor  işlere  sürtmeye  kalkışmadı.  Çaktırmadan  beni  koruduğunu  anlıyordum.  Anca  beraber  kanca  beraberdi  aramızdaki  ilişkide  her  şeyimiz.
 
 Eve  geldim  anneme  Gülbeyaz  Halanın  tavırlarını  anlattım.  Fikri’nin  karne  tatilinde  ve  şimdi  yaz  tatilinde  yanıma  beni  hoşlamaya  gelmediğine  üzüldüğümüde  söyledim.  Annem  şaşırdı.  Dizlerine  vurmaya  başladı:
 -Olum,  olum!  Biz  seen  çoh  üzülürsün  diye  diyemedikh!  Okuldaki  arkadaşlarınada  tembikh  ettikhi  seen  söylemesinler.  Suç  Bende!
 -Ana  ne  oldu?  Yoksa  Fikri’ye  bişey  mi  oldu?
 -Olum  Fikri  ta  güzün  öldü!  Demesin  mi?   Dünya  bana  zindan  oldu.  Neye  uğradığımı  analayamadım.  Şimdi  her  şey  anlaşılmıştı.  Hemen  ağlayarak  Gülbeyaz  Halanın  yanına  koştum.  Beni yine  uygun  karşılamadı.  Olanları  yalvararak  anlattım  ama  bana  ölene  kadar  inanmadı.  Annemi  yanına  götürdüm,  Annem  ne  dediyse  onada  inanmadı.
 -Sen  helbette  olunu  gorisin,  varın  gedin  başımdan!  Benim  derdim  bana  yetiii!!!dedi  anneme.
 
 Fikri  güzün  ben  okula  gittikten  bir  ay  kadar  sonra  odun  keseken  baltayla  hem  elini  hemde  ayağını  bayağı  derince  kesmiş.  Yaralara  tuzlu  yağ  basmışlar.  Yaralar  tam  iyileşmeden   yaralı  eliyle  evdeki  paslı  teneke  sobayı  tamir  etmeğe  kalkışır.  Yara  yeniden  debreşir,  kanar.  Paslı  tenekeler   yaraya  sıkça  değer.  Yarayı  paslı  sobanın  tenekesi  yeniden yaralar.  Kanlar  akar.  Yine  kocakarı  yöntemleriyle  tedavi  ederler  yarayı.  Fikri  Birkaç  gün  sonra  rahatsızlanır.  Köyde  bilinen  bitkisel  merhem  tedavileri  yapılır.  Sonuç  dahada  kötüye  gider.  Fikri’nin  uykuları  kaçar.  Aşırı  huzursuzlanır.  Vücudu  gerilir.  İştahı  kaçar.  Boğazı  ve  çenesi  kitlenir.  Bir  şeyler  yiyemez  olur.  Ağzı  ileriye  doğru  uzar.  Devamlı  gülüyormuş  gibi  bir  hal  alır.  Ve  Kasım  ayı  gelir.  Kar  yağar.  Doktora  gitmekten  başka  çareleri  olmadığını  anlarlar.  Düşerler yolara.  Erzincan’a  varırlar.  Hastahaneye  yatırırlar.  Doktorlar   münasip  bir  dille  durumu  yakınlarına  ve  Fikriy’ye anlatırlar.  Sayılı  saatleri  kaldığını  açıkça  söylerler.  Hastalığın  adı  Tetenozdur.  Kurtuluş  yoktur.
 
 Fikri’nin  bir  ara  dili  az  da  olsa  çözülür.  Anacığından  zar  zor  duyulacak  bir  sesle  bir  istekte  bulunur:
 -Ana,  anaaaa!!  Erzurum  dağları  kar  ile  boran  türküsünü  söylede  dinliym!!der.  Anne  türküyü  oğlu  Şükrü   ile  ağlayarak  burunları  sümüklü  dudakları  titreyerek  istemiyerekte  olsa  ucundan  biraz  söylerler.  Bir  kaç  dakika  sonra  hakka  yürür  Fikri.   Doğumu  1943,  Ölümü  1962’  dir. Adı  geçen  türkü  bana  her  zaman  bu  acımı  ta  içime  kadar  işletir.  Zaman  zamanda  ben  bu  türküyü  bulur  dinlerim.  Ve  de  beni  ağlatır  acıklı  nağmeler.  Şu  anda  bu  satırları  yazarken  inanın  ağlıyaraktan  yazıyorum.
 (Devamı  var...)
 
 Alim  Aydoğan   - Çekmeköy -   6  Nisan  2013
 
 -----------------------------------------------
 
 79. Yazı – 06 Nisan 2013
 CİNLER  ÇARPMIŞ
 
 Kırıntı  Köyünde  yakışıklı  ve  su  gibi  delikanlılardan  biri  olan  ve  ON  YEDİ  yaşında  ölen  bir gencin  yaşam  hikayesidir  bu  satırlar.  Anşa’nın   Ali’sinin  ve  Sultan  Halanın  üçüncü oğlu  Kazim  Bal  serpilir,  yakışıklı  ve  yağız-babayiğit  bir  delikanlı  olur.  Yaşı  on  altı  olur.  Köyde  boyu  posu  ve  efendiliğiyle  herkesin  adından  laf  ettiği  sülün  gibi  bir  delikanlı  olur.  Her  genç  gibi  kız  istemeğe  başlar.  Esme  adında  bir  kız  istemektedir.  Kız  Yukarı  Mahallelidir.  Zaman  zaman  yukarı  mahalleye  kızı  görmeye  gelmektedir.  Bazen  geceleri  gelip  gitmektedir.
 
 Bu  gece  geliş  gidişleri  çok  tehlikeli  ve  korkutucu  olmaktadır.  Yanında  mutlaka  bir  arkadaşı  olmalı  ki  GUCUGOYN  DERE’den  gece  gidip  gelebilmeli.  Bu  dere  çok  tehlikelidir.  Bu  derede  ZİNCİRLİ  EŞŞEK  bağlıdır.  Halkın  tamamı  bu  derede  zincirli  eşşeğin  varlığını  kabul  etmeleri  bir  acı  gerçektir.  Gucugoyn  dereden  geçerken  zincirli  eşek  şöyle  etmiş,  böyle  etmiş  diye  korkutucu  olaylar  anlatıla  anlatıla  o  günlere  gelmiştir.  Bu  gün  bile  bu  dereden  çoğu  kişiler  geceleri  tek  başına  geçmezler.
 
 Bir  de  Yukarı  PAARIN  yanından  aşağı  akan  derenin  alt  tarafında  bu  günki  beton  köprünün  yerinde  ağaçtan  yapılmış  derme  çatma  delik  deşik  bir  köprü  vardır  o  tarihlerde.  Bin  dokuz  yüz  seksenlere  kadar  bu  ağaç  köprü  halka  hizmet  vermeye  devam  etti.  Çok  bakımsızdı.  İnsanlar  mecbur  olmadıkça  bu  köprüden  geçmezdi.  Yukarı  paar  ve  bu  köprüde  halkın  nazarında  tekin  yerler  değildi.  Cin-peri ve  DAVUN  dedikleri  varlıklar  bu  yerlede  geceleri  cirit  atmaktadırlar.  Bazıları  çeşmenin  oralarda  geceleri  cinlerin-perilerin  ve  daunların  davul-zurnalı  düğün  yaptıklarını,  Sultangilin  kırandan  gelip  çeşmenin  orda  oynadıklarını,  tek  yakaladıkları  insanları  oyun  oynamaya  çağırırlarmış.  Aklı  başıdan  giden  şaşırttıkları  kişileri  oyuna  alırlarmış.  Bu  oyuna  giren  insanları  kendilerine  bend  ederlermiş.  O  kişiler de  o  günden  sonra  aklını  yitirir,  CİNLİ-PERİLİ  olurlarmış.  Bazıları  ise  Bismillah  Bismillah  diye  besmele  çekerlermiş.  Bakarlarmış  ki  oyun  oynayanların  ayak  ucları  geriye,  tabanlkarı  ise  ileriye  doğru  olurmuş.  Bu  durumu  fark  edenler  sağ  selim  aklını  oynatmadan,  çin-peri  onları  çarpmadan  besmele  çekerek  hızla  uzaklaşırlarmış.  Bazen de  arkadan  insanlara  vurarak  akıllarını  çarparlarmış.  Bu  çarpılan  insanlar  ise  iflah  olmazmış.  Kırk  gün  içinde  ölürlermiş.
 
 Ben  de  şahsen  genç  delikanlı  iken  buralardan  geceleri  tek  geçtiğimde  ürperirdim.  Korkarak  geçerdim.  Uyanıklar  geceleri  buralardan  geçenleri  çok  korkutmuşlar.  Herkes  buradan  korkar  olmuş.
 
 Bizim  Kazim  gündüz  yukarı  mahalleye  gelir  gezer  arkadaşlarıyla.  İstediği  kızı da  çeşmeye helki  ve  çakakla  su  alamaya  geldiğnde  görür  son  defa.  Birbirlerine  yılımşıyarak  sevgiyle  bakarlar.  Kız  başındaki  çiti  çözer  ve  yeniden  bağlar.  Oğlanda  kıza doğru  elindeki  zinciri  salar.  Bu  hareketler  birbirlerine  gönüllerinin  olduğunu  göstermek  için  yapılrdı  sevdalılarca.
 
 Kazim  mutludur.  Gece   yatsıya  kadar  eğlenirler  arkadaşlarıyla.  Bir  iki  arkadaşı  yanlarından  ayrılır.  Kazim’in  dereden  geçeçeği  anı  beklemek  için  köprünün  altına  sinerler.  Mevsim  bahardır,  Nisan  ayının  yirmi  yedisidir.  Dereden  çok  su  akmaktadır.  Kazim  mutlaka  bu  ağaç  köprüden  geçmek  durumundadır.    Köprünün  başına  gelir.  Etraftan  garip  sesler  gelmeye  başlar.  Kazim  hızla  köprüden geçmek  için  adımlarını  alel  acele  atarken  arkasından  sırtına  bir şeyle  vururlar.  Dereye  düşer.  Ordakiler  kaçarlar.  Kazim  şans  eseri  taşların  üzerinde  kalır  düştüğü  yerde.  Komadadır.   Sabah  orada  bulurlar  Kazim’i.  Alır  eve  götürür  yatağına  yatırırlar.  Aile  perişandır.  Kazim  çalınmıştır.  Kırk  gün  ya  yaşar  ya  yaşamaz  der  hacı  hocalar.  Doktora  götürmezler.  Zaten  doktor yoktur  çevrede.  Bir  iki  gün  sonra  ayılır  delikanlı.  Ne  olduğunu  anlatır  anacığına.  Kimse  bilmez  yıllarca  arkadaşlarınca  kurulan  tuzağı.  Ayağa  kalkamaz.  Yatakta  çakılı  kalır.  İstediği  kız  burnunda  tüter.
 Kıza  gizliden  haber  uçururlar:
 –Oğlan  ölüm  döşeğinde,   bi  kerecik  daa  dünya  gözüyle  gız  seni  görsün,  diye.
 Gizlice  bir  gün  üç  beş  dakika  buluştururlar  sevdalıları.  Kazim  ölür  27  Nisan  1948  yılında. Eşim  FADİK  Hanımın  doğumundan  bir  ay  sonra.
 Yıllarca  eski  kafalıların  Kazim’i  cin  çarptıda  öldü  diye  söyleştiklerini  bilirim.  Sanırım  iç  kanamadan  hakkın  rahmetine  kavuşmuştur  pusu  kurbanı  genç  Kazim.  Öldüğünde henüz  on  yedisindedir.  Hepimiz  adına  kendisine  rahmet  diliyorum.
 
 Alim  Aydoğan -  Çekmeköy -   5  nisan  2013
 
 
 -----------------------------------------------
 
 78. Yazı – 01 Nisan 2013
 HORTTAH  (hortlak)  2
 
 Hortlak  sudan  çok  korkarmış,  dereden  akan  sudan  geçemezmiş.  Hortlağın  dereye  kadar  kendilerini  kovaladığını,  ardına  bakmadan,  ses  vermeden  dereyi  kıl  payı  geçtiklerini  anlatan  insanları  çokça  dinlemişimdir.
 
 Abdallı  Mahellesinden  URUŞANGİLİN  Ali’si,  Hamzagilin  Mehmet’i,  Ziliflerin  Mehmet’i, Şehrigilin  Halil  İbrahim’i,  Şavguların Hüsnü’sü  ve  Etemgilin  Kazim’i  Kırıntı’nın  Büyük  Mezarlıklarının  doğusundaki  tarlalarına  Daru  ekilmiştir.  Daru-darı  veya  mısır- tarlaları  gelişir,  ayıların  yiyeceği  erginliğe  gelir.  Yukarda  adı  geçen  hanelerin  gençleri  tarlalara  dört  direk  üzerine  bekçi  kulübeleri  yaparlar.  Ayının  çıkamayacağı  yüksekliktedir  kulübeler.  Ancak  en  fazla  iki  kişi sığmaktadır  içine.  Bizim  kafadarlar  yatsı  zamanı  gelince  daru  tarlalarına  ayı  beklemek  için  hep  beraber  giderler.  Kulübelere  ikişer  ikişer  çıkIp  otururlar.  Ayının  gelmesini  beklerler.  Zaman  gece  yarısını   hayli  geçer   birer  birer  uyurlar  hepsi.  Bir  zaman  sonra  bir  uluma  sesiyle  uyanırlar.  Mezarlık  tarafından  uzayıp  kısalarak  hiç  durmadan  uluyan  hortlak  onlara  doğru  gelmektedir.  Korkudan  kafalarını  yorganlarının  altına  sokarlar.  Artık  hortlak  onları  gelip  yiyecektir.  Hiç  seslenip  bağırmazlar.  Uluma  sesi  onlara  yaklaşır  ve  Yeniköy  tarafına  doğru  gidip  araba  yoluyla  geri  dönüp  mezarlıklarda  kaybolur.  Herkes  altına  kaçırmıştır.  Korkudan  birbirlerinin  yanınada  gidemezler.  Uyuşuk  şekilde  beklerlerken  sabah  yakını  tekrar  uyuya  kalırlar.  Sabah  güneşi  doğunca  birlerini  uyandırıp  köye  gelirler.  Bir  daha  daru  beklemeye  filan  gitmezler  mezarlıklar  tarafına.  Çok  sonraları  anlaşılır  ki  onları  korkutan  hortlak  falan  değil  birkaç  delikanlı  imiş.  Bunlar  yazın  herk  yaparken  öküzlerini  doyurmak  için  daruları  kimse  beklemesin  diye  onları  korkutmuşlar.  Sabah  yakın  daru  tarlalarından  hayvanlarının   karınlarını  doyurup  çiftini  sürmüşler.  O  DÖNEMİ  BUGÜNLERLE  KIYASLAMAYIN.  Mal-davar  çok,  ot  hiç  yoktu.  Herkes  birilerinin  ekili  tarlalarından hayvanlarını  doyururdu.  Bir  dahada  o  tarlalara  daru  ekmediler  bizim  mahalle.
 
 Çırak  Celal,  Aşur’un  Memmet’lerinin  Durmuş’la  Lorşon’a  gendüme  döğmeye  gittiler  iki  eşek  yükü  kurutulmuş  hedikle.  Çıraklar  bizim  eşeği  ödünç  almıştı.  Yarmayı  ıstahanda  dövdürürler,  eşeklere  yükleyip  yola  çıkarlar  ama  akşamın  yatsı  namazı  vakti  bile  geçmiştir.  Gele  gele  mezarlıkların  göründüğ  sırta  çıkarlar  Yeniköy  tarafından.  Eşeklerin  kuyruklarından  tutarlar.  Durmuş  Celal’a  şöyle  öğüt  verir:
 -Mezarlıhların  yanından  geçerken  ses  gelirse  sahın  seslenme.  Eşşeğin  guyruğunu  bırahma,  yola  devam  et.  Been  de  sahın  bişe  sorma.
 
 Tam  mezarlığın  yanına  Hasan  Devrüş’ün  doğrusuna  gelirler.  Celal,  Durmuş’u  mezarlıklar  tarafına,  Durmuş  Celal’ı  mezarlıklar  tarafına itmeye  çalışırken  Celal’ın  eşeği  Hasan  Derviş’e  sapar.  Durmuş  eşeği  ile  hızla  uzaklaşır.  Celal  eşeğin  peşinden  Hasan  DERVİŞ’e  sapar eşeğini  geri  çevirmek  için.
 -Yavuz!  Yavuz!!  diye  bir  ses  gelir.
 Bizimki  karşılık  verir:
 -Sen  kimsin  lan! diye.
 Sanır  ki  oralarda  tarla  sulayan  biri  vardır.  Sesine  devamlı  Yavuz,  Yavuz  diye  karşılık  gelir.  Ses  gitikçe  yaklaşır.    Bizim enişte  cevap  alamadıkça  sinirlenir ve  sesin  geldiği  tarafa  doğru  ana-avrat  sövmeye  başlar.   Az  sonra  Celal’ın  sağına  soluna  taşlar  atılmaya  başlar.  Celal’da  ara  sıra  sesin  geldiği  tarafa  taş  atar.  Büyük  dereden  geçerken  az  daha  sesle  taban  tabana  gelmişler.  O zaman  derede  köprü  yoktu.  Dereden  geçince  ses  geride  kalır.  Eve  gelince  korktuğunu  anlıyorlar.  Kocakarı  ilaçları  yapıp  yediriyorlar, zırzadan  su  geçirip  içiriyorlar.
 
 Hürmüz  yüklüdür.  Alucra’dan  Girasun’a  göç  gitmek  için  bir  otobüse  binerler.  Bu  otobüsün  adı  Yavuz’dur.  Bu  arada  Alişan  Hüseyin  bu  otobüsü    bazende  Kervan  isimli  otobüsü  kiralayarak  yolcu  taşımaktaydı.  Yavuz  isimli otobüs  Kulakkaya’ya  gece  varır.  Sisten  gidemezler. Bir  handa  yatarlar.  Hürmüz  hastalanır  doğum  gerçekleşir.  Arabanın  sahibi  ÇOCUĞUN  ADI  BU  ARABAYALA  GELDİĞİNİZ  İÇİN  yavuz  olacak  demiş.  Celal  çok  uğraştımsa da  bu adı  goymalarını  önleyemedim  diyor.  Çocuk  üç  gün  sonra  ölür.
 Celal:
 - Babaan  azına  .ıçıym  senin!  Çocucun  adını  Yavuz goydularda  çocuh  öldü!  diye  hala  hayıfsanıyor.
 Bu  korkutma  işinide  hortlağa  yoruyorlar  ama  bence  kesin  olarak  iki  bacaklı  ve  ölmemiş  muzip  veya  gaddar  birinin  işi.
 
 Alim Aydoğan
 
 -----------------------------------------------
 
 77.Yazı – 27 Mart 2013
 HORTTAH  (Hortlak) - 1
 
 Bundan  elli altmış  yıl  önceleri  ve  daha  eski  zamanlarda  köyümüzde,  çevre  köylerde  Horttah,  Cin,  Peri  Ve  Ecinni’den  çok  korkarlardı.  Benim  çocukluğumda  hortlak  korkusunu  halk  yoğun  korkular  içinde  yaşardı.  İnsanlar  birbirlerine   şöyle  seslenirlerdi: Allah  seni  horttada,  hottayasıca  seni,  horttah suratlı  nebri gibi  sözler  ederlerdi.  Hortlak  varmıdır?  Aslında  yoktur  ama  insanlar  var  olduğuna  inanmışlar.  Onlara  göre  hortlak  kesinlikle  var.  Çünkü  yalan  yamalak  kulaktan  duyma  uyduruk  masalımsı  anlatımlar  çok  yaygınmış,  veya  yaygındı  diyebiliriz  kesinlikle.
 
 Hortlak  nedir?  Bir  insan  ölür.  Mezara  korlar.  Bu  insan  kötü  bir  insansa  mezarında yatamaz,  Allah  onu  mezarında  yatırmaz.  O  ölü  mezarından  çıkar  insanlara  kötülük  yapmak  için  köyün  içine  gelir.  Genelde  geceleri  sabaha  karşı  köye girer.  Boyu  çok  uzundur.  Bir  kavak boyundadır.   Uzar  kısalır.  Adımlarının  arası  üç beş  metreyi  bulur.  Uluyarak  insanları  korkutur.  Uluması  çok  korkutucu  ve  ürperticidir.  O  uluma  sesini  duyanlar  korkudan  tirtir  titrerler.  Korkudan  çoğu  insan  altına  kaçırırmış.
 
 Hortlağı  kimse  öldüremezmiş.  Yanına  bile  kimsecikler  yanaşamazlarmış.  Hortlak    ulumayla  kendini  duyururmuş.  Herkes  kaçacak  delik  ararmış. Onu  hiç  bir  şeyle  öldüremezmiş.  Tabanca-tüfek,  kama-bıçak,  kazma,  balta,  girebi,  tırpan  ve  buna  benzer  hiç  bir  alet  ona  zafar  edip  öldüremezmiş.  Hortlağı  sadece  dekliksiz  demirden  yapılan  kesici  aletler  öldürürürmüş.  Öyle  bile  olsa  kimsecikler  ona  korkudan  yanaşacak  yüreklilikte  değilmiş.
 
 Aslında  hortlak  açıkgöz  insanlarmış.  Yalancılar,  dolandırıcılar,  hırsızlar,,  yankesiciler  ve  bir de  hovardalar,  kadın-kız   manyakları  bu  hortlak  işine  soyunurlarmış.  İki  uluma  ve  beyaz  kefen  gibi  don-gömlekle  iki  uzayıp  kısalınca  herkes  kafasını  bir  kota  sokarmış.  Saatlerce  girdiği  deliklerden  çıkmazlarmış.  Hortlak  kılığına  giren  kişi  veya  kişilerde   işini  görüp  sırra  kadem  olurlarmış.  Daha  çok  tavuk-horoz  çalarlarmış.  Arada  birde  koyun,  keçi,  oğlak  ve  kuzu  çalıp  yerlermiş.  Hayvanlarının  yok  olduğunu  anlayan  halk  hortlağın  bu  işi  yaptığını  sanırlarmış.  Canımızı  kurtardıklarına  şükrederlermiş.  Yaka  yakaya  hortlakla  kimsecikler  karşılaşmamış  hiç.  Hortlak  adamı  eline  geçirince  yalar  yutarmış.  İnsanlara  en  çok   korku  salarak  beyinlerinin  çivilerini  oynatırmış.  Çoğu  insanın  ruh  ve  sinir  yapısı  zarar  görmüş.  Akli  dengesini  yitirenlerde  olmuş  zaman  zaman.
 
 O   zamanlar   köyde  elektrik  ve  el  feneri  olmadığı  için   hortlaklar  istediği  gibi  at  oynatmışlar.  Hemen  yüzlerine  ışık  veya  el  feneri  olsa da  tutulsaydı  onlar  bu  herzeleri  yiyemezdi.  Çıra  veya  fiskiye  lambası  ile  evler  aydınlatılırdı.  Korku  içlerine  sindiğinden  insanlar  hortlağa  karşı  hiç  bir  icraat  yapamamışlar.
 
 Hortlak  en  çok  mezarlıklarda  görülürmüş,  oradan  köye  veya  mahalleye  gelir  gidermiş.  Bu  gün  bile  tek  başına  veya  korkak  iki-üç  kişi  mezarlıkların  yanınandan  gece  geçemerzler,  ölüler  hortlayacak  diye.  Bazıları  tek  başına  gündüz  bile  mezarlıklara  halen  yanşmamaktadır  korkudan.  Mezarlıkların  yanındaki  yoldan  ola  ki  birkaç  kişi  geçerken  gaipten  sesler  gelirse  hiç  cevap  vermeden  oradan  sıvışıp  uzaklaşılmalıdır.  Besmele  çekerek  ve  arkaya  bakmadan  hızla  birbiriyle  laf  alıp  vermeden  uzaklaşanlar  akıllı,  tersini  yapanlar  ise   avanak  ve  akılsız  sayılırlarmış.
 
 Gece  mezarlıklara  gidersin  gidemezsin  muhabbet  başladığında  bazı  ucuz  kahramanlar  ben  giderim,  ne  var ki  derlermiş  amma  kimsecikler  gidemezmiş  veya  gitmek  isteyenleri  yollamazlarmış.  Herkes  bayağı  korku  içinde  olduğundan  mezarlıklar  hortlak  yuvası  olarak  görülürmüş.  Korkan  insana  her  mezar  ayağa  kalkmış  gibi  görünürmüş.
 
 Bir  yerde  gece  mezarlığa  gidersin  gidemezsin   konusu  konuşulurken  bir  kahramanlık  yapmak  isteyen  adam:
 -Ben  tek  başıma  mezarlığa  gider  yeni  ölen  adamın  mezarına  habu  çaputu  çaharım,  der.
 Gece  mearlığa  gider.  Geri  gelmez  adam.  Sabah  mezarlığa  giderler  ki  adam  kendi  kolundaki  enteriyide  çaputla  mezara  çakmış.  Korkudan  hücceten  ölmüş.    DİKKAT!!  Bu  paragrafı  lütfen  bir  önceki  parağraftan  önce  okuyunuz.
 
 (Devamı  var...)
 
 Alim  Aydoğan -  16  Mart  2013
 
 -----------------------------------------------
 
 76.Yazı – 22  Mart 2013
 KEDİ  VE  KÖPEKLERİ  KIŞIN  KIRINTIDA  YALLAMAK
 Köyüz   Kırıntıda  kış  şartları  zorlu  geçmektedir  biliyorsunuz.  Belki  az  ve  hiç  bilmeyenler  olabilir  diye  düşünüyorum.  Özellikle  gençlerin  çoğunun  kışın  köydeki  kış  yaşamını  hiç  yaşamadıklarını  veya  bazılarının  bir  iki  gün  yaşadıklarnı  düşünüyorum.  Bazen  kar  çok  yağar  köyümüze.  Olmaz  çoğu  kez  Bir  metreyi  geçtiği  olur  kar  kalınlığının.  Yarım  metreden  az  olmaz  bir  iki  ay.  Evden  eve  küreklerle  atılan  karlarla  yolların  kenarları  bir  metreye  yakın  olur  aylarca.  Açılan  yolun  kenarındaki  yükseklik  sanki  bir  çeşit  duvar  gibidir.  Kenarlar  sert  ve  sıkışmış  bir  durumdadır.  Yol  ise  daracıktır.  Hayvanlar  kışın  sağdece  bu  yolları  kullanmak  durumundadır. Bir  gecede  yarım  metre  kar  yağdığı  olur, açılan  yollar  dümdüz  olur.  Köpekler  zar  zorda  olsa  evlerin  kapısına  bata  çıka  gidebiliyorlar  ama  kediler  olduğu  yerlerde  mahsur  kalmaktadır.  Yolarda  Kedileri  köpekler  sıkıştırmaktadırlar.  Bazende  parçalayıp  öldürdükleride  olmaktadır.
 Kırıntı  gençliğinin  köydeki  kedi  ve  köpeklere  sahip  çıktığını  biliyorum.  Hepsini  yardımlarından  ve  hayvan  severliklerinden  dolayı  kutluyorum.  Üç  beş  kişiyi  geçmeyen  büyüklerimizde  bu  hayvanlara  yardım  konusunda  duyarlı  ve  çok  destek  verici  çalışmaları,  yardımları  olmaktadır.  Onlarada  teşekkürler.  Ama  bu  yardımlar  yeterli  değildir,  kafi  gelmemektedir.
 Köyde  bu  hayvanlara  yal  yapıp  yediren  insan  ve  aile  sayısı  çok  az.  Bazı  bakacak  durumda  olanlar  olmasına  rağmen  sonuç  verici  tutumları  sıfır  durumda.
 Makarna  ve  un  gibi  yiyecekler  köye  gönderildiğinde  o  köpek  ve  kedilere  bakma  durumu  olupta  bakmayanlar  hemen  devreye  giriyorlar:
 -Vış,  vaayy!!  Bizede  un  makarna  versenize?  Bizde  hayvanlara  bahıyrıh  da.  Burada  bir  iç  etme  durumu  olmaktadır.  Kendi  evlerinden hayvanlara  hiç  yem  yiyecek  vermezler  bunlar.
 Bazılarıda  bu  hayvanlara  san  ki  azılı  düşman  gözüyle  bakmaktadır.  Değnek  ve  elerlindeki  sopalarla  hayvanlara  dayak  atmaktadırlar.  Kapılarına  bacalarına  yanaştırmamaktadırlar.  Laf  açıldığında  da  hayvanları  şöyle  yedirdim,  böyle  yedirdim  diye  kendilerini  övenlerde  var  maalesef.  Bunlara  çok  kızıyor  ve  de  üzülüyorm.  Bir  kaç  kişide  hayvanlara  av  tüfeğiyle  ateş  etmektedir.  Onları  öldürüp  yaraladıkları  da  olmuştur.  En  iğrenç  kişilerde  bence  bunlar.  Savunmalarıda  şöyle  olmaktadır:
 -Yolları  hep  poh ediler  nalet  olasıcalar. Çekilecek  dert  deyl  gardaş,  gapı  baca  hep  it  pohun a garışi.  Kışın   hayvanlar  insanların  evden  eve  kulandığı  yolları  kullandığı  için  bu  yolların  pis  durumu  böyle  oluyor. Ama  bu  durum  onları  hiç  haklı  göstermez.
 Hayvanlar  kendilerine  iyi  davranan  evlerin  önüne  gelip  adeta  ağlayarak  yiyecek  istiyorlar.  O  ev  sahipleri  yalancıktan  onları  azarlasalar  bile  ellerine  ayaklarına  dolaşarak  yiyecek  istemeye  devam  ediyorlar.  Üç  beş  aile  böyle.  Hayvanlara çoğu  zaman  kendi  yiyeceklerini  yediriyorlar.  Onlara  çok  sevgilerimi  ve  saygılarımı  sunuyorum  buradan  hayvan  severler  adına.
 Hayvanları  yedirmek  için  yallarını  yapıp  yeme  yerlerini  ayarlayıp  başlarında  durarak  yedirmek  gerekiyor.  Yoksa   dalaşıyorlar.  Güçlüler  zayıfları  aç  bırakıyor   ve  dalayıp  yaralıyorlar.  Karda,  kışta,  fırtınada  bu  hayvanları  yedirenleri  kutluyorum.
 Yazın iki  gün  hayvanlarını  bakanlar:-  Kışın  ne  olursa  olsun  dememeleri  gerekir.  O  hayvanın  kışın  da  bakımını  üstlenmeliler.  Yiyeceklerini  temin  edip  bakacak  insanlara  teslim  etmeliler,  yetecek  yiyecek  bırakmakla  olmuyor  bu  işler.  Kışın  köyde  yirmiden  fazla  köpek,  yüzden  fazla  kedi  olmaktadır.
 Bu  hayvanlarımızın  durumunu  normal  bakım  seviyesine  çıkarmak  için  herkese  görev  ve  sorumluluk  düşmektedir.  Köyde  evi  barkı  olanlar  elini  taşın  altına  koymalı  artık.
 Hayvan  sevenleri  desteklememiz  dileğiyle!!!!!!
 Her  canlı  kendisini  seven  insanı  anlar,  onunla  dost  olur.
 
 Alim  Aydoğan  Çekmeköy  21  mart   2013  Saat  13   15
 
 -----------------------------------------------
 
 75.Yazı – 16  Mart 2013
 SINAVLARIM-4
 
 Okula  kaydımı  yaptırabilmem  için  heyet  raporu  almam  gerekiyordu.  Yanıma  Erzurum’un  içini  iyi  bilen  sonsınıfta  okuyan  bir  öğrenciyi  kılavuz  olarak  verdiler.  Bir  haftada  raporumu  zorlukla  alabİlmiştim.  Heyette  olan  doktorlardan  biri  beni  muayene  ederken  şöyle  bir  soru  sormuştu:
 -Ayakta  uyuyor musun?
 -Hayır!  İnsan  yayakta  uyur mu,  ben  yatakta  zor  uyuyorum?  dedim.   İki  kolumu  öne  doğru  uzattırdı:
 -Böyle  iken  ayakta  uyuyormusun?  dedi.
 -Hayır  doktorum  dedim.
 Ben  gayet  saf  ve  sakince  cevaplıyordum.  Birkaç  soru  daha  sordu,  iş  bitti.   Ben  bu  olanlara  bir  anlam  veremiyordum  aklımca.  Oysa  benim  sinirimi  ölçüyorlarmış. Asabi  olup  omadığımı  anlamak  için  kızdırmaya  çalışıyormuş  doktor.
 
 Neyse  raporu  alıp  okul  idaresine  verdim.  Kaydımı  yaptılar.  Okul  plaka  numaram  523  olmuştu.  Bu  okul  numaramı  hâlâ  severim.  Bazen  araba  plakalarında  523  numarasını  görünce  çok  heyecanlanırım .  Okul  anılarımın  bazıları  gözlerimin  önünde  canlanır  birden.  Aralık  ayının  ikisinde  okulda  derslere  girmeye  başladım.  Karne  tatiline  elli  gün  kadar  bir  süre  vardı.  Bu  süre  nasıl  geçecekti?  Bir  türlü  günler  geçmek  bilmiyordu.  Reşat  Kara  ile  aynı  yatakta  on  on  beş  gün  birlikte  yattım  bana  yatak  ayarlanana  kadar.    Öğrenciler  akşamları  hüngür  hüngür  ağlıyorlardı.  Bende  çok ağlama  sınırına  gelmiştim.  Gözlerimden  bir  iki  damla  göz  yaşı  akıttığımda  oldu.  Reşat  çok  ağlıyordu.  Hepimiz  ana  kucağından,  evimizden,  baba  ocağından  ilk  defa  ayrılmış  sabulardık.  Okulunda  kendine  has  disiplini  ve  kuralları  vardı.  İklim  çok  sert    ve  soğuktu.  Yatakhanelerimizde  soba  yoktu.  Kalorifersiz  derme çatma  yapılardı.  Okul  yerleşkesi  kırk  üç  binadan  oluşuyordu.  Her  bir  binanın  arasında  en  az  otuz  kırk  metre  mesafe  vardı.  Sabahları  yüzümüzü  dışarda  delikli  demir  borudan  akan  suyla  yıkardık.  Suyu  yüzümüze  çalar  çalmaz  su  yüzümüzde  donardı.  Hemen  hemen  her  dersimizi  ayrı  ayrı  binalarda  taşınarak  yapardık.  Bizden  önceki  öğrenciler  hem  okumuşlar  hemde  okurken  binaların  yapımında  çalışmışlar.  Başka  illerden  gelip  bina  yapıp  giden öğrenci  gruplarıda  olmuş.  Biz  1962  yılında  beşinci  sınıfa  başladığımızda  okula  çok  katlı  kaloriferli bina  yapımına  başlanmıştı.  Biz  mezun  olduktan  sonra  öğrenciler  kaloriferli  yatakhaneye  taşınmışlardı.
 
 Giresun’dan  köye,  Karaca’dan  Erzincan’a  giderken  çok  üşümüştüm.  İçim  dışım   tirtir  titriyordu.  Zangır  zangır  titriyordum.  Günlerce  titredim.   Ne  yatakta  üşümem  geçti  ne  de  yemekhanedeki    aşçı  ocağının  yanında  ısınsamda  geçmedi.  İyiki  diyorum  şimdi  o  zaman  kalıcı  bir  derde  kalmamıştım.Günler  gelip  geçmek  nedir  bilmiyordu.  Ah  anam   vah  anam’ ,  ah  köyüm  vah  köyüm.
 Anne  kucağı ve  evimizin  hasreti  hepimizi   kasıp  kavuruyordu.   Ve  bir  gün  karne  tatili  oldu.  Reşat,  ben  ve  rahmetli  Keleşlerin  Hüseyin  ağbi  köye  yola  çıktık.  Nerdeyse  köye  koşarak  gidiyorduk.  Hüseyin  ağbi  bizim  heyecanımız  daha  önce  yaşamış  olduğundan  bizi  hiç  engellemedi.  Reşat’ı  Yeniköy’e  bırakıp  köyümüze  hızlıca  geldik.  Anneciğime,  anneciğimde  bana  bir  sarılma  sarıldık  ki  sormayın  gitsin.  Sanki  tek  bir  beden  olmuştuk.  Tatil  bitti.  Okula  döndük.
 
 Karne  tatili  nasıl  gelecek  diye  beklerken  altı  yıllık  okuma   süresi  bitti. Yirmi  dokuz  yıllık  öğretmenlik  süremiz  bitti.  Emekli  oldum, 1993’te.  Bu  yazının  yazıldığı  2013  yılına  kadar  yirmi  yıl  daha  geçti.  Nasıl  geçti?  Geldi  geçti  emme  bizi de  deldi  geçti.
 
 Köyde  üstü  topraklı  evler  varken  Hamit  Bal  isimli  çok  yaşlı  bir  hasta :
 -Beni  havu  meren  bacasına  cıharında  şu  yalan  dünyaya  bi  gere  da  bahayım  dünya  gözüyle  demiş.   Koltuklarına  girip  bacaya  çıkarıp  gezdirirlerken  ona  sormuşlar.
 -Yaş  yaşadın  diş  dişedin  bize  ne öğüt  vercen?  demişler.   O da  Bal oğlu  mahallesini,  karşışındaki  asırlık  ahlat  ağacını  göstererek  şöyle  der:
 -Haşu  armut  acının  altından  ya  geçdüüm  ya  geçemedüm!  Yeri  yalan  dünya  varget!  demiş.
 Tekrar içeri götürüp yatağına yatırmışlar. Kısa  süre  sonra  hakka  yürüyüp,   ruhunu  teslim  etmiş.
 
 Ali  Aydoğan - Çekmeköy  -  11  Mart  2013
 
 
 -----------------------------------------------
 
 74.Yazı – 12 Mart 2013
 SINAVLARIM-3
 
 Yıl 1958.   Kasım  ayının  on  beşleriydi  sanırım. Ordu’nun  Ünye  Kaza’sından  köye  hareket  ettim. Beni  Girasun’a  yolladılar.  Orda  göç  olarak  duranlar  beni  üstü  açık  bir  arabayla  Alucra’ya  gönderdiler.  Alucra’dan  köyüme pazara  gelenlerle  gittim.  Annem  beni  heyacan  ve  sevinçle karşıladı.  Yolda  üstü  açık  arabayla  gelirken  çok  üşümüştüm.  İç  organlarımın  tittir  titrediğini  hisediyordum.
 
 Sabah  oldu.  Karaca’ya  gitmemiz  gerekti.  Niçin  gerekti?  Çünkü  o  dönemde  yatılı  okula  kayıt  yaptırabilmek  için  devlet  noterden  ve  mal  müdürlüğünden  senet  sepet  yaptırtıyordu.  Bu  senedi  okuldan   kaçarsan,  okuldan  atılırsan,   okuyamazsan,  ölürsen  veya  herhangi  bir  sebepten  okuldan  uzaklaştırılırsan  masrafları  geri  almak  için  yaparlardı.  Annemle  kasabaya  indik.  Annem  bir şey  bilmiyor,  ben  bir  şey  bilmiyorum.  Akşama  kadar  bir  icraat  yapamadık.  Yürüyerek  Çal  Köyü’ne  geldik.  Akşam  karanlığı  olmuştu.  Köyümüze  gelemedik,  orda  bizi  misafir  ettiler. Sabah  yine  kasabaya  indik.  Biraz    işlerimizi  hala-yola  koyar  gibi  ettik  akşam  eve  geldik.  Köyden  iki  gün  daha  kasabaya  inip  senet  işimizi  hallettik.  Öğretmenler  o  tarihlerde  doksan  lira   maaş  alıyorladı.  Bize  yedi  bin  beş  yüz  liralık  senet  imzalattılar.  Bu  işleri  yapmak  için  köyden   kasabaya  yaya  gidip  gelişyorduk.  Işımadan  yola  çıkıp  akşam  eve  zar  zor  giliyorduk.  Gidiş  geliş  yolumuz  şöyle  idi:  Kırıntı’dan  Yeniniköy’ün  altından  AŞŞAĞI  Gersut’un  yukarısından  Kirazmaşat’ın  altından  Çal  Köyü’nün  yanından  aşağı  Uluşiran  Köyünün  kenarından  Karaca’ya  varıyorduk.  Ayaklarımızda  çarık  ve  yırtık  yün  çorapları.  Gidip  gelirken   yolda  kağıt  para  buldum.  Bu  para  iki  adaet  beş  liraydı.  Masraflarımız  çıkmıştı.
 
 O  akşam  millet  bizim  eve  doluştu.  Bana  ufak  tefek   haşlıklar  ve  azıklar  verdiler.  Sabahleyin  bizi  eş-dost  uğurladılar.  Annemle  Karaca’ya  indik.  Üzeri  tomnruk  yüklü  bir  kamyona,  kamyonun  üstüne  binip  Erzincan’a  yola  çıktım.  Kalasların  üstünde  doğru  düzgün  oturma  yeri  bile  yoktu.  Kalasların  kamyona  sarıldığı  iplere  iki  elimle  sıkıca  sarılarak  Erzincan’a  gelddim  ama  çok  üşümüştüm.  Kasım  ayının  yirmi  beşleri  idi.  Bizim  oraların  tam  kış  dönemiydi.  İlkokula  gitme  çağlarımızda  çocuklarla  hayal  kurardık:  Habu  evimiz  hebeyle  biz  içineyken  kalksada  gitse  diye.  Ve  bir  kaç  yıl  sonra  kamyona  bindiğmde  aklıma  hep  o  hayellerimiz  geldi.  Ve  trene  bindim:  Caf  cuf  caf  cuf  Erzurum’  hareket  ettim.  Sabah  Ilıca’da  trenden  inip  Yavuz  Selim  Öğretmen  Okulu’na  vardım.  Trenden  inince  daha  çok  üşüdüm.  Tren  sıcak,  dışarı  çok  soğuktu  çünkü.  Okul  idaresine  evrakları  verdim.  Sağlık  raporuda  almam  gerektiğini  söylediler.  Bu  iş  daha  zordu  benim  için…
 
 (Devamı Var...)
 
 Alim  aydoğan  8.3.2013  Cuma  çekmeköy  saat  09  35
 
 ----------------------------------------------
 
 73.Yazı – 09 Mart 2013
 SINAVLARIM-2
 
 Sınav  günü  geldi.  Karaca’ya  indik  çocuklarla  birlikte.  Sınava  çok daha  hazırlıklı  olarak  girmiştim.  Kim  ne  derse  desin  ben  kendi  bildiğim  şekilde  soruları  yanılayacaktım.  Cermal  ağbimde  bizimle  gelmişti.  Dışarda  bizim  sınavdan  çıkmakızı  heyacanla  beklemiş.  Ben  tüm  sorularaı  doğru  yanıtladım.  Hele  matematik  sorularını  çok  çok  daha  dikkatle  ve  kontrollerini  yaparak  cevapladım.  Bir  de  tüm  soruları  noktası  ve  virgülüne  kadar  aklımda  tutarak  sınavı  bitirip  dışarı  çıktım.  Hemen  Cemal  Ağbim  beni  kenara  çekti.  Geçmiş  olsun  dedi.  Beni  optü,  yanaklarımı  sevdi.  Yüzüm  gülüyordu.  Sorularaı  tek  tek  söyledim,  cevaşarımı  da  söyledim.  O  da  konrol  ediyordu  yanıtlarımı.  Tüm  cevaplarımın  doğruluğu  artık  çok  daha  kesinleşmişti.  Bana  aslında  çok  güveniyordu.  Bir  önceki  sınavda  mümeyz  öğretmenin  yaptıları  aklına  gelmiş  olacak  ki  o  olaya  esip  gürledi  yeniden  Ağbim.  Beni  lokantaya  götürdü.  Yedirip  içirdi.  Hediyeler  aldı. Eve  geldik.  Sınav  sonuçlarını  bekliyoruz.
 
 Yazılı  sınav  snuçları  Ağustos  Ayının  balarında  belli  oldu.  Sınavt  kazanmıştım.  Bir  sevinç  bir  sevinç  sorma  getsin  benim  keyfimi  neşemi.  Ağzım  kulaklarıma  varıyor  nerdeyse.  Herkes  beni  kutluyodu.  Eş  dost  çok  sevinmişti.  En  çok  sevinen  ise  rahmetli  annem  olmuştu:
 -Sen  benim  küçük  olumsun.  Beni  sen  bahacahsın.  Artuh  sırtım  da a  yere  gelmez.  O  dönemlerde  hep  anne  babayı  küçük  oğuları  bakıyodu.  Küçük  oğlanlarda  anne-babalarına  bakmaya  mecburlarmış  gibi  bilirlerdi   kendilerini.
 
 Benle  beraber  Yeniköy’den  Reşat-Yayla-Kara’  da  sınavı  kazanmıştı.  Ağbim  sıkı  şekilde  ders  çlışmamımı  yönlendiriyor  ve  yardım  ediyordu.  Arada  kulaklarımı  ise  lastik  gibi  uzatıyordu.    Üstü  açık  kamyonlarla  Erzincan’a,  oradanda  trenle  Erzurum  Ilıcadaki  öğretmen  okuluna  vardık.  Üç  gün  önce  gitmiştik  oraya.   Sıkı  çalışmalar  devam  etti.  Sözlü  sınav  günü  geldi  çattı.  Reşat’ın  sınav  sıra  numarası  81,  benim  sıram  isew  82  idi.  Birinci  sırası  loan  çocuk  sözlü  sınava  girdi,  ikinci  girdi,  üçüncü  girdi.  Sıra  bize  gelene  kadar  istisnasız  her  öğrenciye  matematikten  aynı  soruyu   sruyorlardı  sınav  komitesi.  Soru   şöyleydi  aynen:  Cebimdeki  paramın  önce  yedi  bölü  ikisini,  sonra  beş  bölü  üçünü  harcadım,  cebimde  kırk  kuruşum  kaldı.  Harcamadan  önce  benim  kaç  kuruşum  vardı?  Soruyu   Cemal  ağbim  Reşat’la  bana  kenarda  defalarca  yaptırdı.  Adeta  soruyu  ezbere  yapıyorduk.
 
 Sırası  gelince  Reşt  içeri  girdi.  Az  sonrada  ben  içeri  girdim.  Baktım  ki  aynı  soruyu  Ona da  sormuşlar.  Soruyu  şıpşak  çözdü.  Aferim  sana  deyip  hiç  bir  soru  daha  sormadan   Reşat’ı  dışarı  yolladılar.  Bende  soruları  yanıtladım.    Ama  şöyle  bir  soru  sordular  bana  Türkiye  Haritasının  önündeyken.   –Çocuğum   yurdumuzda  bakır  hangi  ilimizden  çıkıyor  göster  bakalım?  Sorunun  cevabını  hiç  bilmiyordum.  Birden  aklıma  Diyarbakır  geldi :  -Diyarbakır’dan	  çıkıyor  dedim.  –Peki  Diyarbekir’in  hangi  kazasından  çıkıyor,  dediler.  Bilmiyorum  dedim.  –ERGANİ’den  çıkıyor  dediler.
 
 Reşat  sınavı  birincilikle  kazandı.  Ben  ise   sınavı  birinci  yedek  olarak  listeye  girmiştim.  Çok   üzülmüştüm.  Ağbimde  çok üzülmüştü.  Çünkü  diğer  tüm  cevaplarım  doğruydu.  Ağbim  bana  ilk  defa  kızmadı.  Çünkü  bu  soruyu  ben de   bilemezdim  dedi.  Annem  çok  üzüldü.  Herkes  artık  benim  sınav  kazanamadığımı  çalıp  yayıyordu  köyün  içinde.  Çok  kırıcı  laflar  kulağımıza  geliyordu  sık  sık.  O güzün  Hüseyin  ağbim  göçü  ile  Ünye’ye  beni de  alıp  götürdü.  O  inşaat  işleri  yapıyordu.  Ben de  ameleliğe  başlamıştım  yanında.  Her  gün  ağlıyordum.   Derken  birgün  köyden  bir  haber  geldi:  Beni  okula  çağırıyorlardı…
 
 (Devamı var...)
 
 Alim  -  5  Mart  2013 -  Çekmeköy
 
 -----------------------------------------------
 
 72.Yazı – 06 Mart 2013
 SINAVLARIM  1
 
 İlkokula  köyümde  başladım.  Birnci  sınıfta  Alfabe  ile  okuma  yazma  öğretiliyordu. Alfabe  kitabını  her  talebe  gibi  ben de  çok  seviyordum.  Sadece  o  kitabımız  vardı.  Bugün  bile  alfabenin  bazı  okuma  parçalarını  ezbere  biliyorum  hâlâ.  Birinci  sınıfta  az  kalsın  sınıfta  kalıyordum.  Okuma-yazmayı  son  bir  haftada  çat-pat  sökebilmiştim.  Onuda  Zilif  Halaların  İbrahim’e  borçluyum.  Beni  son  onbeş  gün  çok  sıkı  ve  verimli  şekilde  çalıştırmıştı.  İkide,  üçte,  dörtte  ve  beşte  gittikçe  çok  iyi  bir  öğürenci  olmuştum.  Derslerimin  çok  çok  güzel  olduğunu  köyde  herkes  biliyordu.  Okula  giderken  ve  okuldan  eve  geri  dönerken  bizi  duvar  diplerinde  oturan  büyüklerimiz  yanlarına  çağırıp  çeşitli  sorular  sorarlardı.  Hemen  hemen  her  soruyu  doğru  cevaplardım  ki  bana  -eferim  seen  ula  Ali!- derlerdi.  Bu  çocuh  ohur,  gafası  çoh  çalışi  derlerdi  birbirlerine.  Öğretmenlerimiz de  benim  okumamı  çok  istiyorlardı.  Ailemede  bu  dileklerini  sıkca  iletirlerdi.  Sağ  olsunlar  dört  ağbimde  okumamı  istediler,  yardım  ve  desteklerini  hiç  esirgemediler.   En  çok da   Cemal  ağbimin  emeği  geçti.
 
 Beşinci  sınıfı  bitirdim.  Öğretmen  okulu  sınavlarına  kayıt  yaptırdık.  Cemal  Ağbim  beni  sıkı  bir  ders  çalışma  programı  kıskacı  içine  aldı.  Bir  öğrettiği  bilgiyi  erkeksen  unut  bakayım.  Nalin  tıkıcı  hemen  başlıyordu.  Hem de   çok  can  yakacak  biçimde  oluyordu  bu  tıkıçlama.  Örnek  olsun  diye  kısaca  bir  ders  çalışma  durumunu  anlatayım:  Yuttaşlık  Bilgisi  dersimiz  vardı.   Yurttaşlık  Bilgisi Kitabı  vardı  o  zaman.  Validen,  kaymakamdan,  Nahiye  Müdüründen,  Belediye  Başkanınından  ve  bunların  görevlerinden ,  çalışmalarından  bahsederdi  bu  kitap.  Ama  o  zamanlarda  sadece  köyü  ve  köyün  muhtarını,  Jandarma  ve  Karakolu  biliyorduk.  Yuttaşlık   Bilgisi  Kitabımı  aldım   Ağbimle  Gucugoyn Deredeki  bostana  ders  çalışmaya   gittik.  Ağbim  okudu  ben  dinledim.  Arada  bazı  yerleri  açıklıyordu.  Anlayıp  anlamadığımı  soruyordu.  Sıkıysa  anlamadım  de  bakayım!  Anladım  diyordum,  O  da  bir  sonraki  konuya  geçiyordu.   Ve  kitap  okuma   izahat  işi  bitti.  Sıra  geldi  benim  en  korktuğum  bölüme:  Sorulacak  her  soruya  nasıl  doğru  cevaplar  verecektim?  İşte   bu  çok  zor  ve  tehlikeli  bir  ortamdı.  Kitabın  başından  sonuna  kadar  her  sayfadan  sorular  sordu. On-onbeş  sorudan  birine  cevap  veremediğim  oluyordu.  Hemen  ardından  nalinli  haşlak  başlıyordu.  Kitap  bitene  kadar  epey  haşladı  beni.  Korkudan  ağlama  bile  ağlayamıyordum.  Çok  sık  şekilde  beni  çalıştırdı.
 
 Sınav  için  Karaca’ya  gittik.  Sınava  girdik.  Soruları  çözüyorum.  Sınavdaki  mümeyz  öğretmen  Terme  köyünden  Mustafa  Aydın.  Benim  yaptığım  tüm  soruları  geldi  baktı.  Hepsi  yanlış  olmuş  dedi.  Silip  hepsini  yeniden  yapmamı  istedi.  Ben  silmedim. Tekrar  geldi  silmemi  emretti.  Ben de  yanlış-  yamalak  yaptım.  Dışarı  çıktık.   Cemel  Ağbime  olanları  anlattım.  Hangi  soruya  nasıl  cep  yazdığımı,  silip  neler  yazdığımı  anlattım.  Sen  doğru   yapmışsın  önce.  Sonraki  yaptıkların  hep  yanlış dedi.  Eve  gidince  ben  sana  gösteririm  dedi.  Ama  bana da  inanmış  olacak  ki  mümeyz  öğretmeni  bulup  durumu  aktarmış,  adam  akıllı  onu  azarlayıp  terslemiş.  Tabi  sınav  sonucu  fiyasko  ile  bitti.
 Sınav  sonuçlarını  Aşığın  Pınar’ında  Burga  Baba  Şenlik günü  öğrendik.  Kamil  Şıh Dede  Köyün  Muhtarı.  Oğlu  Mustafa’da  bizimle  sınava girmişti.  Benim  babamın  da  adı  Kamil.  Ortalıkta  bir  fısıltı  bir  fısıltı  almış  başını  gidiyordu  o  gün.  Güya  sınavı  ben  kazanmışım da,  Kamil  Şıh  benim  adımın  yerine  kendi  oğlunun  adını  yazdırmış.  Benim  yerime  oğlu  Mustafa’yı  kazandırmış.    Bu  dedikodu  günlerce  köyün  gündeminde  kaldı.  Hâlbuki adamcağızın  hiç  öyle  bir şeyden  haberi  yokmuş. Bunu   halk  neden  sonra  öğrendi.  Bir  yıl  sonraki  sınava  hemen  hiç  durmadan    çok  sıkı  şekilde  çalışmaya  başladım.  Kış  boyunca  okula  devam  ettim.  Sınav  zamanı  geldi  çattı.
 (Devamı var...)
 
 Alim  Aydoğan – Çekmeköy - 4  Mart  2013  Pazartesi
 
 -----------------------------------------------
 
 71.Yazı - 23 Şubat 2013
 AĞLAYAN BABAANNE
 
 Yıl 1965. YER: Afyonkarahisar  ili Emirdağ ilçesi Arslanlı köyü.
 Öğretmenliğimin ilk yılı. Sene sonu  geldi. Sanırım Nisan ayının 30’u. Okulda tek öğretmenim.Beş sınsfı bir arada okutuyorum. Okulun 52 mevcudu var. Öğrencilerin karnelerini yazdım, imzaladım ve mühürledim. Okulun Öğrenci kütük defterine ve diğer kayıt defterlerine öğrencilerin notlarını işledim. Kalanlar,sınıfı geçenler ve mezun olanlar ilgili evraklara işlendi. Karne günü geldi. Elliiki mevcutlu okulun öğrencilerinden 25’i sınıfta kaldı, 27 öğrenci ise sınıfı geçti veya mezun oldu. Öğrecilere karneleri dağıttım. Sınıfta kalanlar hüngür hüngür  ağlıyorlar. Diğerleri sevinçli. Çocuklar okuldan dağıldılar. Ağlayan  öğrencilerim bende bir pişmanlık duygusu yaratsada  çok huzursuz değildim. Çünkü gerçekten başarısızdılar. Kalanların çoğu iki, üç ve dördüncü sınıflardandı. Çoğu okuma yazma bilmiyor gibi veya bilmiyorlardı. Adını yazmasını bile bilmeyenler vardı. Ben öğrencilerin bu düşük seviyelerini gidermek için yıliçerisinde çok ama çok çaba sarf ettim. Öğretmenliğimin ilk yılı olduğu için benimde noksanlarım ve hatalarım olmuştur. Fakat asıl mesele öğrenilerimin önceki yıllarda yeterli eğitim almamış olmalarıydı.
 
 Akşam oldu. Evde oturuyorm.Birazda üzgünüm. Köylülerden  hiçbir ses ve hareket  yok  ne olumlu nede olumsuz. Yatsı ezanı okunuyor. Kapıya tak tak vurldu.  Açtım kapıyı. Bir kız öğrencimin BABAANNE’si. Torunu  üçüncü sınıfta ve sınıfın en verimsiz öğrencisiydi. Babaanne köyün varlıklı ailelerinden  bir ailedendi. Beni çok seviyordu. Bende O nineyi seviyordum. O yıl aldığım aylık net 432 lira idi. İçeri gelen ninenin avucunun içinde bir tomar kağıt para gözüküyordu. Hoşladım nineyi.  Yer göterdim. Oturmadı. Başladı konuşmaya: Gadın oğlum, has oğlum al aha bu parayıda torunumu sınıf geçir. Dedesi  çok sinirli. Daha duymadı.Duyarsa çocuğu öldürür dedi ve elindeki  parayı pekeye bırakıp hemencecik çıkıp  sıvıştı gitti. Giderkende kimseye söyleme he benim gadın oğlum diyordu. ( Oralarda gadın oğlum demek tabiri şu anlama geliyor:Güzel oğlum, akıllı oğlum, yakışıklı oğlum.)
 
 Parayı saydım:Tamtamına  445 lira idi. Yani aldığım aylıktan fazla idi.(parayı nineye geri iade ettim)
 O gece uyku uyumadım. Çok çok duygulandım ninenin bu davranışından. Çocukların ağlamalarıda beni rahatsız ediyordu. Ve sabah ışırken kararımı verdim: Çocukların hepsini sınıf geçirecektim. Ama nasıl? Çünkü bütün evraklara her kayıtı geçmiştim. İlköğretim müdürlüğüne indim Emirdağ’ına. Müdür beye  durumun anlatılacak yerlerini anlattım. Bütün evrakları yeniden yazmam için bana boş evraklardan bol bol verdi.
 
 Arslanlı köyüne geldim. Beş gün beş gece hiç durmadan evrakların tümünü yeniden yazdım. Hatta not defterini  ve karneleride yeniden yazdım.
 Köye haber saldım. Herkes okula gelsin diye. Karnelerini yırtıp atmayanlarda karnelerini getirsinler diye.
 Veliler ve öğrencilerim tam mevcut okulda biriktiler. Önce vermiş olduğum karneleri geri topladım ve imha ettim. Her öğrencime yeni karnelerini verdim. Köy halkına bir kısa konuşma yaptım. Herkesin sınıf geçtiğini duyurdum. Sınıf geçen öğrencilerdeki sevinci görünce aşırı duygulandım.AĞLADIM. Köylüler bu duruma çok sevindiler.
 Yaz tatilimi geldim Kırıntı köyümde geçirdim. Okullar açıldı. Aslanlı köyüne geri gittim. Gittim ama gitmez olaydım! O babaanne ilk gittiğim günün akşamı yanıma geldi. Ağlıyordu. Ve ağlıyarak anlatıyordu:GADIN OĞLUM iyiki torunumu sınıf geçirdin. O ÇOCUĞUM ÇOK MUTLU olmuştu dedi ve ağlayaraktan çekip gitti. Sabah öğrendim ki çocuk yazın köyün içinde bir susuz kuyu vardı. Öğrencim yazın o susuz kuyuya düşmüş ve ölmüş. Ölüsünü günler sonra bulmuşlar. Bu olay yıllardır beni üzüntüye gark ediyor. O GÜNDEN BERİ İYİKİ  TÜM ÖĞRENCİLERİMİ SINIF GEÇİRMİŞİM diye mulu oluyorum.
 
 ALİM AYDOĞAN  11 MAYIS  2011 ÇARŞAMBA   KIRINTI  KÖYÜ    EV   SAAT  13 00
 
 -----------------------------------------------
 
 70. Yazı - 15 Şubat 2013
 GATMA  VE  TERŞİ
 
 Annelerimiz,  ninelerimiz,  bacılarımız  ve  gelinlerimiz  evin   iplik  işlerini  hemen  hemen  kendi  olanaklarıyla  tedarik  ederlerdi.  Yünden  ve  kıldan  elde  edilen  ipliğe  GATMA  denirdi.  Gatma  terşi  denilen  basit  bir  el  aleti   ile  elde  eğrilerek  yapılırdı.  Terşinin   oklava  gibi   bir  sapı,  sapın  ucunda  ağırşak  denen  yarım  küremsi  bir  kısım  ve  en  ucunda  da  GAGAH- çengel- şeklinde  demirden  bir  parça  bulunuyordu.  Bu   terşi  ile  kadınlarımız  çok  hünerli  bir  şekilde  yün  ve  kıldan   Bu  kırkma  işi  şöyle  yapılırdı:  Koyun  veya  keçi   yere  yan  yatırılıp  ayakları  çaprazlama  olarak  iple  bağlanırdı.  Bir  kişide  hayvanı  duruma  göre  ya  başından  yada  bacaklarından  birer  ikişer  tutarak  kırkan  adama  yardım  ederlerdi.  Hayvanın  derisine  zarar  vermeden  kırkmak  çok  zor  bir  maharet  isterdi.  En  usta kırkıcılar  bile  hayvanın  derisini  birkaç   yerden  keser  kanatırlardı.    Bu  iş  tepe  aşağı  iki  kat  olup  kambur  halde  çalışılarak  zar  zor  yapılan  bir  iştir.  Kırkma  işi  bitince  o  kişi   ayağa  kalkıp  doğrulmak  için  çok  zorluk  ve  ağrı  çekerek  ayağa  kalkabilirdi.
 
 Yün  yapağı   olarak  kırkılmış  olurdu.  Bu  yapağı  elle  kabaca  birbirinden  ayrılırdı.  Kirli  yünün  üzerinde  çağıldak  denen  toparlak   hayvan   pislikleri  bulunurdu.  Bu  çağıldaklarda  yünden  kırpılarak  temizlenirdi.  Kirli  yünü  kuruna  götürüp  birkaç  kadın  birlikte  yurdular.  Yunmuş  yünleri  genelde  etraftaki  fıraktılara  ASARLADI  KURUSUN  DİYE.   Bazende  sergi  denen  dastar  ve  kilimlerde  kurutulurdu.  Yün  kuruduğu  zaman  kaldırılmalı  veye  toplanmalıdır,  yoksa  birden  çıkan  yel  yünün  çoğunu  üfürüp  uçururdu.  Yıkanan  yün  çuvallara  doldurulup  evde  bir  kenara  kaldırılırdı.
 
 Temizlenmiş  yünler  tarak  denen  özel  bir  alatte  lif  lif  edilir  dolaşıklarından  ayrrılrdı  Bu  yünleri  kadınlarımız    bileğine  ve  koluna  dolarlar,  ucundan  teşrinin  gagağına  bağlayıp  terşiyi  sapından  çok  hızlı  bir  şekilde  döndürürlerdi.  Bu  döndürme  işi  teşrinin  sapı el  içi  ile  dizin  üst  kısmında  baldırın  üstünde  yapılırdı.  Terşi  hızla  dönerken  yünü  iki  elinin  parmaklarıyla  ayarlı  olarak  aşağı  doğru sıyrırlardı.  Kıvratılan    gatma  çabucak  terşiye  sarılarak   eğirme  işine  bitene  kadar  devam  edilirdi. Terşiye  sarılmış   gatma-KATMA-yumak  olarak  sarılırdı.  Yumak  olan  katmaları  bazen  iki  yumağı  tek  yumak  etmek  için  sararlardı.  Bu   yumaklar  ihtiyaca  göre   bitki  kök  boyalarıyla  kaynar  suda  boyanırlardı.
 
 Bu   GATMA-katma-larla  neler  neler  yapılırdı?  Çok  şeyler  yapılırdı:   Kolan,  ip,  yular,  çanta,  kilim,  dastar,  çuval,  çorap,  eldiven,  fes,  kavuk,  kazak,  atkı  ve  buna  benzer  şeyler. Keçi ve  koyunu  çok  olanın  evinde  bu  konuda  bolluk  ve  bereket   olurdu.  Kediler  bu  katmalarla  oynamyı  çok  severler.  Bizde  katmadan  veya   yünden  sara  sara  top  yapar  oynardık. Boyanmış  katmalardan  nakışlı  çorap  tokurlardı. Günümüzde  bu  nakışlı  çorap  tokuyan  gittikçe  azalmaktadır.
 Bir  gün  çok  dolaşmış  katma  yumaklarını  açmak  için  kouluma  taktılar.  Dolaşık  ve  düğümleri  açmak  için  uğraşıp  durdular.  Bir  türlü  dolaşığı  açamadılar.   Benimde  canım  iyice  yanmış  olacak  ki  geri  kalan  katmaları  hepten  birbirine dolaştırıp  önlerine  atıp  ordan  uzaklaştım.  Bir  daha  bana  katma  açalım  demediler.
 
 ALİM  AYDOĞAN   31  OCAK  2013   PERŞEMBE  SAAT   20   50   İZMİR
 
 ----------------------------------------------
 
 69.Yazı - 12 Şubat 2013
 GRAMAFON
 
 Bizim  çocukluğumuzda   ahalinin  müzik  dinleme  ihtiyacını  GRAMAFON  denen  araç  giderirdi.  Bir  uzun  başlık,   ucunda  iğnesi  ile dönen   taş  pilağa  değmesi  ile  türküler  bangır  bangır  öterdi.  Zemberekli  bir  alatti.  Elle  gramafonun  kolu  sık  sık  çevrilerek  çalma  işine  devam  edilirdi.  Genelde  evlerin  bacalarına  çıkarılıp  delikanlılar  tarafından  topluca  çalınıp  etrafla  birlikte  zevkle  dinlenirdi.  Biz  çocuklarda  hayretle  aval  aval,  ağzı  açık  ayran  delisi  gibi   şaşkınca  dinlerdik..
 
 Bir   yaz  akşamı  aydede  ışığında  büyük  ağabeyimle  arkadaşları  Gramafon  dinlerken  alet  çalmaz  oldu.  Aleti  delik  deşik  edip  sofranın  ve  büyük  tepsinin  üstüne  parçaları  koydular.  Kendilerince  parçaları  yeniden   yerlerine  koymaya  başladılar.   Bir  yere  geldiler  bir  parçayı   bulup  takamadılar.    Bizi  sıkıştırdılar:   -Sizmi  aldınız ?   diye.  -Yok.  dedik  ama  bize  inanmamış  olacaklar  ki   bizi  yanlarından  kovdular:  -Hass.tirin  gidin  burdan!  Deyip  kovaladılar.
 
 Orada  tamirle  uğraşanlardan  Ayvaz  Süleyman  amcaların    evlerinin  önündeki  sıkı  korunan  elma  bahçelerine  kollayarak  Dede  Mustafa'yla  girdik.  O  elma  ağacının  başına  çıktı,  ben  aşağıda  kaldım.  Ağacın  başında  koynunu,  koltuğunu  elma  ile  doldururken  daları  sallıyordu.  Yere  düşenleride  ben  topluyordum.  Arada bahçe  sahiplerinin  evlerini  kolluyorduk.  Hiç  sesimiz  soluğumuz  çıkmıyordu.  Bir  ara  evde  fener   gibi  bir  ışık  yandı  ve  dışarı  çıtı.  Dışarda  ışık  söndü.  Bizde  işimizi  bitirip   Fevzi  Amcaların  evinin  önündeki  çıyrık  kapıdan  tam  çıkarken  ikimizin  kolundan  şarp  diye  biri  tuttu.  Bana  bir  iki  şaplattı,  elinden  kurtulup  kaçtım  tesadüfen.  Dede  Mustafa  elinde   kaldı.  O  da  elinden  kaçmış.  Bizi  yakalayan  Hasan  ÇAVUŞTU.  Hiç  ses  çıkarmadığımız  için  bizi  tanıyamadığını  sonradan  anladık.  Tesadüfen  Hamzaların  harmanıdaki  örtmede  buluştuk.  Elmaların  çoğu  biz  kaçarken  dökülmüştü.  Biraz  soluklandık.  Baktık  ki  ağbimlerin  kapısında  hala  gramafonu  yapmak  için  uğraşıyorlar.  Aradıkları  parçayı  bulamadıklarını  anladık.  Yavaşca  yanlarına  yanaştık.  Bizi  gördüler.  -Gelin  bahıym  buraya!  Dediler  sertçe.  Bizde  süklüm  püklüm  yanlarına  vardık.
 -Nerde  lan  gramafonun  çarhı?  Dediler.  Bizde  tıs  yok.
 -Çabuh  bulun!?  Beni  iteklediler.  Tekerlenip  yere  düşerken  ayağım   tepsiye  takıldı,  tepsi  ters  döndü,  bende  yere  düştüm.    Aradıkları  çark  tepsinin  altına  mıknatıslı  olduğu  için  yapışıp  kalmış.  Birisi:
 -Aha  bulduh  lan! ÇARH  BURDAYMIŞ!  DEDİ.   Biriside  habu  pohu  siz  yediniz,  bah  sizin başızın  altından  çıtı  deyip  tekrar  bizi  oradan  uzaklaştırdılar.
 Hocaya  sormuşlar:  -Tuvalette  sakız  çiğnenir  mi?  Diye.  Hoca   da  .
 -Çiğnenmesine  çiğnenir  ama  sen  yinede  çiğneme,  der.
 -Neden?  diye sorarlar.  Hoca  da:
 -Bir  gören  olursa senin   bok  yediğini  sanırlar!  Demiş.  Oralarda  bulunmamız  bize  haksız  yere  baskı  uygulatmış,  suçlu  olmuştuk  yok  yere.
 ALİM   2  ŞUBAT  2013  İZMİR
 
 ----------------------------------------------
 
 68. Yazı -  09 Şubat 2013
 DEĞİRMEN
 
 Değirmenin  pendi misin /  Sen  benim  dengim misin / Uy  amman  amman
 Değirmende  döner  taşım  /  Sevda  değil  bu  bir  hışım /   uy  amman  Amman
 
 Kırıntı  Köyünde  hemen  hemen  her  mahallenin  bir  değirmeni  vardı.  Benim  bildiğim  tek  bir  tane de   ISTAHAN  vardı  köyümüzde.  Değirmende  un  öğütülür  bilindiği  gibi.  Isthanda  ise  bulgur,  yarma  gibi  yiyeceklerin   ıslatılarak  dış   kabukları  forlatılır.
 
 Değirmene  dereden  su  bağlanır.  Su,  arkla  değirmene  doğru  akar  gelir. Üst  girişi  geniş,  alt  çıkış  yeri    çok  dar  olan  sifona  yığılan  su,    hızla  çarkın  dişlilerine  çarpar.  Çark  dönmeye  başlar.  Çarkın  bağlı  olduğu  mazı  diklemesine  yukarı  uzanır  ve  taşın  dilini  döndürür.  Dil ise  üst  taşı  döndürür,  sistem  çalışmaya  başlar.   Değirmen  taşının  çark  kısmının  olduğu  yer   DOMUZLUK  denirdi. Buğday  hazinesine   öğütülecek  zahire  konulur.  Hazinenin  tane  çıkışı  çok  dar  olurdu.  Taneler  aynı  ayarda  aksın  diye  üst  taşa  değerek  hazine  çıkışını  sallayan  çakçak   düzeneği  yapılırdı. Hızla   dönen  değirmen  taşı  unu  öğüterek  yörelikten  unluğa  akıtırdı.  Biriken  unlar  un  küreği  ile çuvala  doldurulurdu.
 
 Mahalleli  birbirlerini  sıraya  koyarak  kışlık  unlarını  öğütürlerdi.  Bir  kaç  gün  un  öğütme  işi  devam  ederdi.  Arada  unu  biten  aileler    bir  iki  godluk  buğdayı  sıra  kimde  olursa  olsun  gelip  öğütürlerdi.  Bu  bir  torbalık  una  KELETE  denirdi.  Değirmende  buğday,  mısır,  armut  kurusu  ve  arpa-yulaf  gibi  tahıllar  öğütülürdü.  Mısır  ve  ahlat  kurusu  öğütülürken  diğer  ürünlerin  unu  temizlendikten  sonra  öğütülürdü.  Karışırsa  hiç  iyi  olmazdı.   Yanlış  ve  hatalı  öğütenlere   kızarlardı.
 
 Her  yıl  değirmen  mevsimi   başlarken  mahalleli  değirmenin  su  kanalını  temizler,   onarılacak  yerleri  onarırlardı  elbirliği  ile. Bir   de  değirmen  taşının  dişlenmesi  gerekirdi  demir  tarakla.  Bu  işin  ustası  ise  rahmetli  Hamza  dayı  idi.  Ustalığı  mükemmeldi  Hamza  dayının.    Aşırı  kilosu  ve nefes  darlığı  vardı.  Boğazından  hırıltılı  sesler  çıkarırdı  nefes  alıp  verirken.  Bu  durumlarından  dolayı  bir  yerden  bir  yere  çok  uzun  sürede  giderdi.
 
 Bir bahar günü  mahalleli,  değirmeni  onarmaya  gittik  topluca.  Hamza dayı da  değirmen  taşını  dişemeye  gelecekti.  Millet  işini  bitirdi,  geri  dönmek  istiyor  ama   Hamza  dayı  ortalarda  yok.  İkindi  oldu.  Çoğunluk  Peteklik'in  kıranından  köye  gitti.  Benle  bir  kaç  genci  Sogil'in  tarafından  yolladılar.  Gide  gide  gittik  ki  Hamza  Dayı  daha  yeni  değirmen  yoluna  dönmüş,  kan-ter  içinde  nefes  nefese  geliyordu.    Onla  beraber  geri  dönerek  değirmene  gidip  ona  yardım  ettik.
 
 Değirmenin   en  hoşa giden  tarafı  mayalanmamış  tuzsuz  hamurdan  yapılan  değirmen  paacı   yapıp  yemekti.  Bir  gece  ağbimle  değirmende  yatarken  yanımızda  yaşlıca  bir  amcada  yatıyordu.   Yatmadan  önce  ölüden,  hortlaktan  ve  ayıdan  çokça  şeyler  anlattı  ağbim.  Amca  uyudu.  Ağbim  gündüzde  hazırladığı  diken  kömesine  ayna  koyup  iple  yatağın  yanına düzenek  kurdu.   Ben  ne  olacağını  bilmiyordum.    Yaşlı  amcaya  heyacanla  bağırdı. "Bah  bah gapıya  ayu  gelmiş!" deyip  onu  sertçe  dürterek  uyandırdı.  Uyku  semesine  doğrulan  amca  ağzı  açık  dona  kaldı.  Nutku tutulmuştu.  Hiç  sesi  soluğu  yoktu.  Öylece  otururken  ben  uyuya  kalmışım.
 
 Alim Aydoğan - İzmir -  1.2.2013
 
 ----------------------------------------------
 
 67. Yazı - 04 Şubat 2013
 FOTUN  GAVURU  ve  GARASAAZ
 
 Kırıntı  Köyünün  ilk  yerlilerinden  olan  Rum  Kökenli  olan  bir  kabileden  geriye  kalan  iki  aile  vardır.  Bunlardan  birine  Fotun,  diğerine  ise  Formolos  derlermiş  çevre  köylerde.  Daha  doğrusu  bu  iki  erkek  ismidir  o  iki  hane de.  Halk  bunlara  fotun  gavuru  ve  formolos  gavuru  dermiş.  Bunlardan  en çok  ismi  geçen  Fotun gavurudur.  Halk  arasında  birbirlerine  kızınca  seni  Fotun  gavuru...,   şeyine   Foton  gavuru ...!  Foremolos  gavuru  ağzaan ...  gibi  kötü  küfürler  ederlermiş  birbirlerine.
 
 Bu  iki  gavur  dedikleri  kişiler  Kırıntı'da  nerede  yaşarlarmış?  Kayanın  önündeki   çayırlara üsten  aşağı  bir  dere  geliyor.  O  dere  ile  Çanakcı-Çeküz  yaylasına  yukarı  çıkarken  ormanı  geçince  orada  bir  göze  var.  Bu gözeye  Yılanlı  Göze  derler  benim  bildiğim.  İşte  tam   bu  gözenin  olduğu  yerde  otururlarmış.  Çetin  arazi  ve  doğa  koşullarında  burada  yaşarlarmış  ama    buralarda    ne  yiyip   ne  içerlermiş, ya  da  ne  ekip  biçerlermiş,  yeya  hangi  zanaatla  uğraşarak  geçimlerini  sağlarlarmış bilgim yoktur.
 
 Bildiğim kadarıyla bu  iki  kişi,  aileleri  ile beraber  çam  ağaçlarından  "garasaaz,  gatıran ve  ahunduruh" yapıp  satarlarmış.  Geniş  bir  çevrenin  karasakız,  katran  ve  akunduruk  ihtiyacını  karşılarlarmış.
 
 Karasakız  ve  katran  nasıl  elde  edilirmiş  derseniz  şöyle  diyebilirim  sizlere:  Çam  ağacının  gövdesi  çizilerek  elde  dilen  zamkımsı  reçinenin  kapalı  bir  ortamda  imbiklenerek  damıtılmasıyla  elde  edilirmiş.  Karasakız  ve  katranın  rengi  siyahın  en  koyu  rengidir.  Karasakız  sert  ve  kırılgan  bir  kıvamdadır.  Katran  ise  sıvı  halindedir.  Katran  çam  ağaçları  kesilip  işlenerek  elde  edildiği  için  çok  orman  tahribatı  yapılmıştır.
 
 Karasakızın  kendisi bizzat  insan  sağlığında  kullanılmıştır.  Karasakızın faydaları  ve  kullanıldığı  alan  şunlardır:  Kırık,  çıkık,  çatlak  ve  ağrılarında;  ezik  ve darbe  alan  şişliklerde;  topuk  altı  dikeni-etmıkı- tedavisinde;  altını  ıslatan  çocuklarda;    bel  fıtığı  tedavisinde;  kulunç  ve  şişliklerde;  pöçük  düşüklerinde;  iman  tahtası  kıkırdağı  batmasında, ayrıca  göbek  düşüklüklerinde  kullanılırdı.  Katran  ise  ahşap  maddelerin  sudan,  nemden  ve  doğa  koşularının  olumsuz  etkilerinden  korunmasında  kulanılırdı.
 
 Karasakız  kaput  bezinin  üzerine  kırılarak  serilir  ve  ateşte  ısıtılarak  yayıldıktan  sonra  deriyi  yakmayacak  ısıya  inince  ağrıyan  yere  yapıştırılır. Karasakız  yapıştırıldığı  yerde  kendini  bırakana  kadar  sarılı  kalır.  Çok  şifalıdır  bu  tedavilerde.  Bizzat  benim  pöçüğümü  bununla  iyi  etmişlerdi. Çam  reçinesinden  ağda  elde  edilir.  Çam  ağdası  etkin  olarak  kullanılmaktadır.  Çamsakızının  içinde  kolofon  ve  reçine  asidi  bulunur. Benim çocukluğumda  çam  sakızını  sakız  olarak  kullanırdık   Yaygın  olarak  satılırdı.  Bu çamsakızını ağzımızda yumuşatana  kadar   çenelerimiz  ağrırdı.
 
 Akunduruk  ise  mide  ağrılarına,  diş  çürüğü  ağrılarına,  basura   iyi  gelir. Dişi  çürük  ve  delik  olanlar  oraya  çam  reçinesi  veya  yağlı  çıra  parçası  koyup  hafifçe  çiğneyip  orda  tutsunlar  ağrı  şıp  diye  kesilir.
 
 Çam  reçinesi   sıcak  suda  balla  karıştırılıp  bir  zaman  aç  karna  içilirse  mide  hastalıklarını  tedavi  eder.  Denemesi  bedava. "Çamsakızı  çoban  armağanı"  sözünü  bir  düşünelim  ne  denmek  isteniyor?  Ormanlarımızın  çok  büyük  bir  kısmını  bu  karasakız  ve  katran  yapımı  yok  etmiştir.
 Bir de  maran  yapımı var; ilerde  maran yapımını  sizlere  yazacağımı   şimdiden  söyleyebilirim.
 
 Alim  Aydoğan - İzmir -  22  Ocak   2013
 
 -----------------------------------------------
 
 66. Yazı - 30 Ocak 2013
 YUMURTA
 
 "Yumurta  mı  tavuktan  çıkar  tavuk  mu  yumurtadan"  diye  atasösü  hâline  gelmiş  bir  söz  vardır  çevremizde.  Tavuk  yumurta  yapar,  yumurtadan  da  civciv  çıkar.  Ama  horoz  tarafından  döllenmiş  yumurtadan  CİVCİV çıkar.  Döllenmemişler  ise   gulk  tavuğun  altında  cılh  olur,  civciv  olmaz.  Yumurtayı  tavuklar  kümeste  folluk  dediğimiz  özel  yumurtlama  yerine  yapar.  Tavuk  yumurta  yapmadan  önce  gagırayarak  pinliğin  etrafında  bir  hayli  dolaşır  ve  sanki  etrafı  kolluyormuş  gibi  yaparak  içeri  girer  folluğa  yumurtasını  yapar,  sessizce  çıkar  gider.
 Abbas dayı ve hanımının  çocukları  bir  komşunun  kümesinden  yumurta  çalarken  yakalanırlar.  Komşu  bunlarla  bayağı  çekişir.  Karı-koca  da  bu   yüzden  birbirleriyle  adam  akıllı  kavga  ederler.  Aslı  hala  evi  terk  eder    bir   komşuya  sığınır.  Abbas  dayı  gurbete  gitmek  zorundadır  o sıra.  Aslı  halayı  bir  türlü  göremez  ve  gurbete   gider.  Aslı  hala  geriden  şöyle  bir  mani  düzer  Abbas  dayıya:
 Ahlını  deremedi / Yükünü  düremedi / Çok  uğraştı  emme / Bi  kere   göremedi.
 
 Aslı  hala  haksız  olan  çocuğu  korumuş,  çocuk  da  yalan  yamalak  babayı  kandırmaya  çalışmış.  Abbas  dayı  o  zaman  şu  veciz  sözü  söylemiş:
 -Şimdiki  çocuklar  çocuk  değil  sanki  it  yumurtası.
 Yumurta  o  devirde  anneler  için  çok  kıymetlidir.  Yumurta  ile  annelerimiz  gaz,  tuz,  oçkur  nasdiği, kirbit, gayza,  garasaaz,  sabun  gibi  ihtiyaçlarını   köye  gelen  çerçicilere  para  yerine  vererek  alırlardı.
 Annem  kışın  tavuklara  salgın  hastalık  geldiği  zaman  birini  gel  kesip  de  yiyelim  dediğimde  yukar  ki  gerkçeyle  kestirmemişti  bir  tavuk. İki  gün  sonra  hepsi  ölmüştü.
 Bize  evlerde  pek  yumurta  pişirilip  yedirilmezdi.  Biriktirip   çerçilerden  alış-veriş  yaparlardı. Yumurta  yediğimiz  günü  bizim  için  san ki  bayram  olurdu.  O  gün  bize  her  şeyi  kolay  yaptırırlardı.  Zilif   Hala  onların  çocukları   ile  oynarken  bizi  kandırırdı:
 -Yeri  goçum  yeri  anan  seen  yumurta  bişirmiş!  derdi.  Biz  de  kanardık.
 Bir  yaz  günü  annem  üç  yumurta  pişirir  bana.  "Sana  yumurta  bişirdim  get  ye!"  Ben de  içeri  girdim  ki   Halil  Ağbimin  kızı  Nuray  yumurtaya  bir  güzel  yumulmuş  yiyor.  O  yedi ben seyre daldım. Yumurta  tam  biterken  annem  içeri  girdi.  Baktı  ki  yumurtayı  çocuk  yiyor.  Onu  kovaladı:
 -Seni  çoşga  seni!  Defol  bahıym.  Bana  da  kızdı.  Yeniden  bana  yumurta  pişirdi  afiyetce  yedim.
 
 Köyde  gelinler  büyüklerine  gelinlik  tutarken  evde  kimse  yokken  bir  gelin   kendine  tavada  tereyağı  ile  üç  yumurta  pişirir. Yumurtayı  tam  önüne alıp  yemeğe  başlarken  kaynanasının  sesi  gelir.  Alel-acele  tavayı  anbarın  altına  sürer.  Gelin-kaynana  evin  içinde  konuşurlarken   bir  kedi  gelir  tavadaki  yumurtayı  yalar-yutar.  Gelin  hiç  ses  çıkaramaz.
 Ben  kendim  evden  ve  de  kümesten  çaldığım  yumurtalarla  çerçiden  sıgara  alarak   kefçi  olmuştum  çok  çocuk  gibi.
 
 Alim Aydoğan - 23   Ocak  2013 - İzmir
 
 -----------------------------------------------
 
 65. Yazı - 27 Ocak 2013
 BİR  YİTİK  FİRTO'NUN EHMET
 
 1927  Yılında  Demiryolu  Kanunu  çıkarılır.  Atatürk  demiryolu  yapımına  çok  önem  verir.  İlk  önce  savaş  dolaysıyla  tahrip  olan  demir  yolları  onarılarak  ulaşım  ve  ekonomik  bağlantılar  sağlanmaya  çalışılır.  O  dönem  halktan  yol  parası  vergisi  alınır.  Beş  çocuğu  olan  vergiden  muaf  sayılır.  Çocuk  sayısı   arttıkca  yol  vergisi  miktarı  orantılı  olarak  azalır.  Vergisini  veremeyenler  ise  belli  bir  süre  gidip  bizzat  çalışırlarmış.  1940 yılına  kadar  bin kilometreden  az olan  demiryolları   3.900  km ye  çıkarılır.  Yolların  çok  büyük  kısmı  doğuya  yapılır.  Kırk  yılından  sonra  sadece 800  küsur  km    demiryolu  yapılabilmiştir.
 
 1928  yılında  Adana-Diyarbakır  bakır  hattının  yapımına  başlanır.  Tüm  olanaksızlıklara  rağmen  beş-altı  yılda  hizmete  açılır. Elazığ-Diyarbakır  arasında  yapılan  demiryolundan  1996  yılında  oğlum  Ergün'ün  Batman'a  ataması  yapıldığında  geçmiştim. Bu  yol  güzargahından  otobüsle  seyahat  ederken  demiryolu  ile  peralel   gidiyorduk.  Bazen de  tren  yolu  için yapılmış  köprülerin  altından  geçiyordu  otobüsümüz.  Böyle  sekiz-on  köprü  geçtik  sanırım.  Bu  köprüler  harika  köprülerdi.  Sadece  beyaza  yakın  yontma  taştan  yapılmış  köprülerdi.    Hepsi de  kemer  köprü  idi. Hâlâ   o  köprüleri  tekrar  gidip  göresim  gelir.
 
 İşte  bu  köprüler  yapılırken  Kırıntı  Köyünden  kalabalık  bir  usta  ve  amele  gurubu  oraya  çalışmaya  giderler  1928  yılında.  Ustalar  taş  ocağından  taş  söker,  taşları  yontar  ve  köprüleri  yaparlarmış.  Çalışma  devam  ederken  ustalar  ameleleri  uzaktaki  gözeden  taze  su  getirmeye  yollarlarmış. Bir  öğle  vakti  amelenin  biri  gözeye  testi  ile  su  getirmeye  gider.  Su  doldururken  yanına    birisi  yaklaşır.    Ali'ye    nereli  olduklarını  sorar.  Ali,  anlatır.  Karaca'nın  Kırıntı  köyünden  olduklarını  söyler.  Orada  çalışanların  isimlerini  sorup  tek  tek  öğrenir.  Ustalardan  şu benim  emmim,  şu  şu  dayımın  oğulları,  filancı da  en  yakın  arkadaşım  der.  Ali,  çok  şaşırır,  sevinir.  Adam,  Dönüş adında  bir  kadını  tanıyıp  tanımadığını  sorar.  Ali  de  tanıdığını  söyler.  Köyde  falancının  garısı  der.  Adam  o  garının    mücahir  diye  bir  gızı  var mı der.   Ali  de  var  der.
 -Peki  o  gızı  kime  gocaya  verdiler?
 -Falancının  oğluna  vediler.  Biz  köyden  gelmeden  düğününü  yeni  yaptılar.  Gızı  .iksara  götürdüler.
 Adam  çok  kızgın  ve  hiddetli  bir  şekilde   hem  konuşur  hem de  kafasını  yumruklayarak  oradan  hızla  uzaklaşır  gider.
 -Ben  Firtonun  Ehmet'im.  Allah  hepinizin  belasını  versin! Sizin...
 Küfürleri sıraladıktan sonra kayıplara  karışır.
 Ali,  ustalara  olup  biteni  anlatır.  Hemen   Firtonun  Ehmet'i  aramaya  koyulurlar.  Adam  az  ilerde ki  köprü  yapımında  çalışıyormuş.  Oradan  kaybolup  yitmiş  gitmiş.  Bu  güne  kadar  hâlâ   ini  tünü  belli  değildir.  Karısını  kaçırmışlar  mı,  kendi mi  kaçmış  kadın  tam  bilinmez.  Köyü  terk  etmiş.  Yıllar  sonra  taş  köprüler   yapılırken  görülmüş  ilk  ve  son  defa.   Karısını  ve  kızını  tanıyorum.  Kızı  karısından  önce  öldü.
 Bu olayı savaş  sonrası  yıkımlara bir örnek olarak anlattım.
 
 Alim  Aydoğan  - 18  Ocak  2013
 
 -----------------------------------------------
 
 64. Yazı - 22 Ocak 2013
 (Feleği Kahretmek/5 - "Çavuş'la Komutan" öyküsünün devamı)
 
 Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-6
 "Süleyman'ın Evinde"
 
 ... ve kızı  babasının  ölüm  haberini  öğrendikten  sonra  çok  üzülür.  Elinden  hiç  bir  şey  gelmediği  ve  kimse  onu  babasının  yanına    zorunlu  olarak  götüremediği  için  etrafına  kırgındır.  Büyür,  serpilir.  Köyün  en  güzel  kızı  olur.  Annesi de  köyde  karısı  ölen  dul  bir  herifle  evlendirilir.  Kız da  yapılı  biriyle  evlendirilir.  Beş  kızı  ve  iki  oğlu  olur.  Ali  Çavuş'un  hanımı   .ıymet'in  ise  son  eşinden  iki  oğlu  olur.  Kadın  ve  kızın  çocukları  halen  hepsi  sağdır.
 
 Kız   .lmas  kardeşi  Süleyman'ı  çok  arzular.  Onu  görmek  için  ve  de  epey  zaman  önce  ölen  babasının   yasına  gitmek  ister.  Kızın  annesi  ve  köydeki  üvey  kardeşi  yola  çıkarlar.  Üvey  kardeşi  o  yıllarda  daha  yeni  delikanlılık  çağını  yaşamaktadır.  Gide  gide  kardeşinin  yaşadığı  yere  varırlar.  Sora  izleye  kardeşi  Süleyman'ın  evini  öğrenirler.   Evin  etrafı  kerpiç  duvarla  çevrilidir.  Avluya  girmeğe  korkarlar.  Çünkü  Süleyman'ın  annesine  çok  kırgın  ve de  kızgın   olduğunu  bilirler.  Avlunun  kenarında  otururlar.  Ama  kadınlar  başını  gözünü  atkı  denen  bürünme  şalıyla  kapatırlar  bizi  tanımasınlar  diye.
 
 Süleyman'ın  karısı  bunları  fark  eder.  Kim  ve  neci  olduklarını  sorup  soruşturur.  Köyden  gelenler  de  kaçamak açıklamalar yaparak  kendilerini  tanıtmazlar.  Kadın  onlara  yem-yiyecek  getirir  karınlarını  doyurur.  Süleyman, akşam  eve  gelir,  avludan  içeri  girerken  onları  fark  eder.  Evine  girer.  Hanımına  avlunun  arkasındakileri  sorar.  Kadın  tanımadığını  ve  epey  zamandır  orda  olduklarını  söyler.  Karınlarını  doyurdum  ama  gitmediler.  Ben  de  anlayamadım.  Hem  de  karılar  başını-gözünü  hep  kapatıyorlar,  der.  Bu  arada  bizimkiler  avlunun  duvarının  dibinden  yukarı  doğrulup  eve  doğru  dikiz  edip  aşağı  çömelirlermiş.  Süleyman  karısını  yollar  yanlarına.  Kadın  gelir  varın  gidin  buradan,  herif gelir  sizi  döver,  durmayın  der.  Der  ama  bizimkiler  yine  gitmezler.   Akşam  karanlığı  basmış.  Yine  oradalar,  arada  evi  dikiz  etmeye  devam  ederler.  Süleyman  kızgın  ve  hiddetli  şekilde  bağıra  çağıra  yanlarına  doğru  ilerler.  Anne  haydiyn  gaçah  demeye  kalmadan  oğlanı  yakalar,  hırpalamaya  başlar.  Oğlan  ağlarken:
 -Gız  .ıymet  ana  beni  öldürüye,  beni  gurtar  diye  ağlamaya  başlar.
 Süleyman  dururverir  birden.  Gider  kadının  başındaki  atkıyı  çeker  açar.  Ama  kim  olduğunu  tanıyamaz.  Kadın  oğlunun  kendini  tanıdığını  sanır  ve  ona  şöyle  der  korkarak  ve  ağlarcasına:
 - Aha  habu  gız  ve  havu  oğlan  senin  gardaşların, der.  Kız  ve  oğlan  kardeşinin  bacaklarına  sarılırlar  sen  bizim  abimizsin  diye  ağlarlar.  Arzumanını  çektiği kız  kardeşini   ve   üvey  erkek  kardeşini nerdeyse  yere  bastırmaz  havalarda  uçurur.  Annesine  hiç  yüz  vermez.  Ona  .ıymetcik  diye  söz  eder.  Süleyman  analık  elinde  ve  yanında  büyüdüğü  için  ve  de  ona  köyde  sahip  çıkmadığını  düşündüğü  için  anasına  öfkelidir. Bir  kaç  gün  sonra  oradan  ayrılırlar,  köye  gelirler.  Anne  ile  oğlun  birbirlerini  son  görüşleri  olur.
 Süleyman'ın  dört  oğlu  var  ve  yaşamaktadırlar.  Oğullarından  birini   2012  yılının  16  Ekiminde  Amasya'da  tanıdım.  Bu  hikayenin  bir  kısmını  ondan  dinledim.  Köyde  anlatılanlarla   anlattığı  nerdeyse  bire  bir  örtüşüyor.   Süleyman'ın  oğlunun  adı  İSMET.  Köydeki  amca  oğlunun  adı da  İSMET (museyp)  Bir  hadise  nelere  mal  oluyor  hayatta.  Çekilen  acılar,  hasretlikler  herkesin  yanına  kâr  kalıyor  sadece.
 
 Alim  Aydoğan  -  İzmir
 
 -----------------------------------------------
 
 63. Yazı - 18 Ocak 2013
 (Feleği Kahretmek/4 - "Kırgınlıklar" öyküsünün devamı)
 
 Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-5
 "Çavuşla Komutan"
 
 Ali  Çavuş,  Kırıntı'ya  çerçici  yollayıp  bilgi  alır  köydeki  ailesiden.  Beş  usta ve  iki  ameleden  aldığı  bilgiler  vardır.  Ama  hasretlik  duyguları  onu  yer  bitirir.  Amcalarına  ayrıca  çok  kızgın  ve  kırgındır. Köye  bir  gitmek  ister  bir  gitmek  istemez.  Köye  kaçan   karısından  olan  kız  çocuğunun  çok  hasretini  ve  arzumanını  çeker.  Sonradan  aldığı  topal  karısından  çocukları  olmuştur  üç-beş  kadar.  Bu  arada  Kırıntı'dan  birine  daha  kavuşur.
 Pirdelli  Mahallesinden  -Kıltı  Gülem dediğimiz  kadının kocası- bir  genç  askere  gider  jandarma  olarak.  Bu  genç de  iri  yapılı  babayiğit  biridir.  Jandarmalar  o  dönemlerde  üç  yıl  askerlik  yapmaktadır.  Asker  Jandarma  Çavuşu  olur.  Yine  o  devirde  karakolların  komutanlığını  çavuşlar  yapmaktadır.  Çorum'un  bir  ilçesinin  bir  karakoluna  komutan  atanır.  Komutanı  olduğu  köy  bir  mezhepten,  yakınındaki  köy  bir  başka  mezheptendir.  Önceki  karakol  komutanları  alevi  olan  köye  çok  hoş  davranmıyorlarmış.  Yeni  gelen  Kırıntılı  çavuş  Ai  Çavuş'un  köyüne  farklı  tutum  ve  davranışlar  içerisindedir.  Ne Ali  Çavuş  Jandarma  Komutanını  tanıyor,  ne  de  Komutan,  Ali  ÇAVUŞ'U  tanıyor.  Yerleştiği  köyün  muhtarı  ile  Ali  Çavuş  karakol  komutanının  kendi  köylerine  çok  iyi  davrandığını,  hiç  olmadık  kadar  iyi  davrandığını  konuşurlar  aralarında.  Karakol  komutanını  ziyaret  etmeğe  karar  verirler.  Bir  gün  karakola  inerler.  Köyde  ne  varsa  biraz da  armağan  götürürler.  Komutana    getirdiklerini  ıkına  sıkına  verirler.  Ali  Çavuş  komutana  şöyle  sorar:
 - Komutanım  kusura  bakmayın  ama  nereli  olduğunu  çok  merak  ediyorum!?
 -Neden  merak  ediyorsun?
 -Çünkü  konuşmalarından  seni  benim  asıl  memleketimin  oralardan  sanıyorum!
 -Asıl  memleketin  nere  ki?
 -Ben  Karaca'nın  Kırıntı  köyünden  gelmeyim.  Macirlikte  burada  kaldım,  der.
 Komutan  hiç  istifini  bozmaz.  Kimlerden  olduğunu  sorar.  O  da  Pidelli'den  olduğunu  söyler.  Amcalarının,  anne  babasının  kimler  olduğunu da  söyler.  O  zaman  komutan  Ali  Çavuş'un   kim  olduğunu  çakazlar.  Fakat  kendisini  söylemez.  Belki  oyuna  geliyorum,  alevi olduğumu  öğrenmek  istiyorlardır  diye.   Ali  Çavuş  komutanın  nereli  olduğunu  ısrarla,  mülayim  bir  ses  tonuyla  tekrar  rica   eder.  Komutan  ayağa  kalkar   Ali  Çavuş'un  yanına  gider,  onu  ayağa  kaldırır  Ona  sıkıca  ve   hasretle  sarılır.  Omuzlarından  iki  eliyle  kavrayıp  şöyle  seslenir  ağlamaklı  bir  sesle:
 -Sen benim  amcam  sayılırsın. Ben  de  Kırıntı'nın  Pirdelli  mehlesindenim.  Amca  ver elini  öpeyim,  der  ve  ellerinden  şapur  şupur  öper  soluk  almadan.
 Uzun  süre  hasbıhal  olurlar.  Birbiri  ile  çevreye  çaktırmadan  ilişkilerine  devam  ederler.  Komutan  köye  izine  geldiğinde  yakınlarına  Ali  Çavuş'u  anlatır.  Kısa  bir  süre  sonra  Ali  Çavuş  geriden  ölür.    Akrabaları  ölüm  olayını  çok  gec  duyarlar.  Artık  küyü  kenti  bellidir  ama  adam  hasretlik  içinde  ölüp  bu  dünyadan  ahrete  intikal  etmiştir.  Kızı  Elmas'ın  hasreti  onu  çok  perişan  etmiştir.  Ben  olsam  köye  giderdim  diye  düşünmeyelim. Çünkü  vurgun  yaptığı  taraf  köyde  en  azazul  kesimdendir.  Ve  kızı  babasını...
 
 (Devamı "Feleği Kahretmek-6" bölümünde...)
 
 Alim  Aydoğan  -  İzmir -  16   Ocak  2013
 
 -----------------------------------------------
 
 
62. Yazı - 16 Ocak 2013(Feleği Kahretmek/3 - "Ben Ali Çavuş" öyküsünün devamı)
 
 Yazı Dizisi - FELEĞİ KAHRETMEK-4
 "Kırgınlıklar"
 
 Bu  arada  önemli  bir  gelişme  olur.  Ali  Çavuşların  Kırıntılı  karısı  yanların  da   gelip  yatan  ustalar  konuşurken   üç  dört  köy  ötede  bizim  köyden  ustaların  çalıştığını   dinler.  Bir  gün  kocası  işe  gidince  yanına  on  yaşlarında  olan  oğlu  Süleyman ve yeni doğmuş  kızı  Elmas'ı  da  alarak  evden  kaçar. Ustaların  bulunduğu  köye  ulaşırlar.  Fakat  orada  bizden  çalışan  ustaların  işini  bitirip  gitmiş  olduklarını  öğrenir.  Canı  sıkılır.  Geride  gitmesi  mümkün  değildir  artık.  Oradakiler  yakın  bir   köyde  Şeyran'dan  çalışan  ustaların  olduğunu  söylerler.  Kadını  çocuklarıyla  o  köye  götürürler.  Ustalararın  işi  bitmek  üzeredir.  Kadına  sahip  çıkarlar.  Sen  bizim  bacımızsın  derler.  Alır  Kırıntı'ya  kadar  getirip  ailesine  teslim  ederler.
 
 Kocasının  kardeşleri  kadının  geri  gelmesinden  pek  hoşlanmamışlar.  Kısa  zamanda  kadını  dışlamışlar.  Kadın  aslında  sütten  temiz  ve  namusludur.  On  bir  yaşındaki  Süleyman'ı  esas  istemezler.  İrdelemeye  ditmeye  başlarlar.  Asıl gayeleri  tarlaları,  ev,  merek,  harman  ve  bostan  gibi  yerleri  ilerde  bölüp  elimizden  alır  diye  aşırı  huzursuz  ve  rahatsız  ederler.  Annesine  annesinin  tarafı da  çok  yardımcı  olmazlar.
 Süleyman'ı  resmen  kapı  dışarı eder  köyden  kovarlar.  O  da  babasının  yanına  gider.  Bir  daha  Kırıntı'ya  o  da  hiç  dönmez  babası  Ali  Çavuş  gibi.
 Annesi , kızı  Elmas'la  köyde  kalır.  Pek  elinden  tutanı  olmadığı  için  kısa  süre   sonra   köyden  birsiyle  evlendirilir.  Son  kocasının  karısı  ölmüş,  bir  oğlu  kalmıştır.  Kadın  bu  çocuğu  sevmiş  ve  kendi  çocuğu  gibi  bakıp  büyütmüştür.  Kendi  kızı  Elmas  da  yanlarında  büyümüştür.  Yeni  kocasından  iki  oğlu  olmuştur.
 Yıllar  yılları  kovalar.  Ali  Çavuş  ölür.  Az da  olsa  haberleşme  imkanları  olmuş  olduğu  için  ölüm  olayını  haber  alırlar.  Giresun'da  göç  olarak  durdukları  bir  zamanda  kardeşi  yağmurdan  sırılsıklam  içeri  girer.  Oğlu  İsmet de -musayip-  bir  amcasının  olduğunu  ölüm  haberi  gelince  yeni  öğrenmiştir.  Babası  içeri  girince  İsmet  babasına  şöyle  der:
 -Baba  bizim  bir  amcamız  daha  varmış da  bize  niye  demedin?  Babası,  bu  sözleri  duyunca  dizlerine  iki  eliyle  vurarak:
 -Kardeşim  Ali  Çavuş  ölmüş!  diye  ağlamaya  başlamış.
 Üstünü  değiştirip  hiç  yemek  yemeden  evden  çıkıp  ağlayarak  Çorum'un  yolunu  tutmuş.  Bir  aya  yakın  orada  kalmış.  Köyden  de  akrabaları  Çorum'a  yasa  gitmişler.  Oğlu  Süleyman  pek  sıcak  ve  samimi  davranmamış  haklı  olarak.  Ali  Çavuş'un  Süleyman'dan  dört  oğlu,  topal  hanımından  da  epey  çocukları  olmuş.  Bu  dört  oğlandan  birinin  adı  İsmet  Çalışkan'dır.  Onu  bu  yıl  tanıdım.  Babasına  yapılanlardan  dolayı  bayağı  kırgın  ve  küskün  Kırıntı'ya.  En  çok da  dedesinin  hanımına  kızgın,  babasına  sahip  çıkamadığı  için.
 Bu  yaşanmış  hikayede  noksan  ve  yanlış  anlatımlar  olabilir,  hoş  görüle.  Amacımız  kimseyi  incitmek  değildir.
 
 (Devamı "Feleği Kahretmek-5" bölümünde...)
 
 Alim  Aydoğan - Çekmeköy  - İst.
 
 -----------------------------------------------
 
 61. Yazı - 13 Ocak 2013
 (Feleği Kahretmek/2 - "Çerçicilerle Köyden Haber Almak" öyküsünün devamı)
 
 Yazı Dizisi - FELEĞİ  KAHRETMEK-3
 "Ben Ali Çavuş"
 
 Bu  asker  kaçağı  delikanlı   artık  kırklarına  dayanmıştır.  Hasret  ve sıla  özleminden  dolayı  ruhen  ve  morelmen  çok  çok  yıpranmış  durumdadır.  Ailesini  özlemeyi  bir  kenara  bırakın  Kırıntı'dan  birini  görmeyi  çok  arzular  ve  ister.      Hanımı  varlıklı  topal  bir  kadın  alınca  onu  bırakmak,   başını  alıp   çekip  gitmek  ister.  Ama  nasıl  gitsin?  Yol  bilmez,  iz   bilmez.  Kadın  başına  biçare  kaderine  razı  bir  durumda    bekler.  Çocuğu  on  bir  yaşına  ulaşmıştır.  Bir  mucizevi  olay  olur  o  günlerde.
 
 Köyden  üç  usta,  iki  çocuk  yaşta  amele  ve  bir de  mütahitlik  yapan  toplam  altı  Kırıntılı  Çorum'un  kuzey  batı  tarafında  bir  ilkokul  alır  yaparlar.  İşleri bitince   yürüyerek Kırıntı'ya  doğru  yola  koyulurlar.  Düz  bir  arazide  ilerlerler.  İki   genç   on  dört,  on  beş  yaşlarındadır.  Yolda  azıp koşarak  ustalardan  bir  hayli  ilerlerler.  Şakalaşırken  biri  ötekinin  ensesine  usturuplu  bir  şaplak  atar,   darbe  yiyen  yere  düşer.  Tam  bu  olay  şeker  fabrikasının  önünde  olur.  Resmî  giyimli  babayiğit  birisi  onları  yanına  çağırır  kızarak.  Korkarak  yanına  gider  hizaya  dururlar.  Neden  ona  vurdun  diye  ötekine  kızar. Kulağını  çeker ve sorar:
 -Nerelisiniz?
 -Şeyran'lıyız.
 -Hangi  köyündesiniz?  diye  heyecanla  sorar.  Gençler  Kırıntılı  olduklarını  saklamak  için  biri  Paltuçuhur'danuh,  öteki ise  Gayanunönü&'ndenüh  der.  Arkadan  ustalar  olayın  olduğu  yere  yanaşmışlar.    Adamın  yanına  gelir    çocukların  bir  kabahat  mı  işlediklerini  sorarlar.   Ustalar, yok  bir   suçları  yok  der.  Ama  bunların  biri  Paltuçukur'dan,  biri  Kayanınönü&'ndenmiş  der  ve  onlara  dönüp  sorar:
 -Siz  Şiran'ın  hangi  köyündensiniz  tek  tek  söyleyin  bakalım?  der  sertçe. Ben Gorzaf'ta  askerliğimi  yaptım,  ona  göre  çabuk  köylerinizi  tek  tek  söyleyin!
 
 Bizimkikiler,  biri  Aşagersit'tenim,  biri  Kirazmaşat'tanım,  ötekide  ben  Harmancuk'tanım  der. Adam  artık  dayanamaz.  Aniden  ustalardan  birini  kucakladığı  gibi  havaya  kaldırır  ve  avazının  çıktığı  kadar  bağırır:
 -Ben de  Kuzuluk'tanım!!!!  Durumu  anlar  ustalar  ama  yine de  içlerinde  bir  korku  vardır.  Adam  ustalara  kendini  tanıtır:
 - Ben  ALİ  ÇAVUŞ  der. Filancının  oğluyum,  filan  filan  benim  kardeşlerim,  şunlar  amcalarım  der.
 Onları  zorla  evine  götürür.  Hem  ağlar,  hem  yiyip  içerken  sabaha  kadar  köyden  konuşurlar.  Ali  Çavuş  vurgun  olayını,  kaçışlarını  uzun  uzadıya  anlatır  ustalara.  Bir  kaç gün  bunları  bırakmaz  çok  güzel  ağırlar  ustaları.  Onlara  hediyeler  verip  uğurlar  ağlayarak.  Allahına  şükreder  köyünden  birilerini  görmeyi  nasip  eylediği  için.  Bizim  ustalar  köye  gelirler  ve  Ali  Çavuş'un ailesine  durumu  aktarırlar.   Çorum'un  falan  kazasının  falancı  köyünde  diye.  Ailesini  bir  heyacan  sarar.  Apar  topar  yanına  gitmek  için  hazırlığa  başlarlar  ama  başka  bir  gelişme  olur...
 
 (Devamı "Feleği Kahretmek-4" bölümünde...)
 
 Alim  Aydoğan - Çekmeköy  - 4  Ocak  2013
 
 ----------------------------------------------
 
 60. Yazı - 08 Ocak 2013
 (Feleği Kahretmek/1 - Askerin İntikamı öyküsünün devamı)
 
 Yazı Dizisi - FELEĞİ  KAHRETMEK-2
 "Çerçicilerle Köyden Haber Almak"
 
 Alıp  başını  giden  asker, asker  kaçağı  olmayı  göze  alır,  yiter  gider.  Sanırım  komutanı  durumu  anlar  ve  tezkeresini  zamanı  geldiğinde  arkasından  yollar.  O  da  asker  kaçağı  olmaktan  kurtarır. Gide  gide  bir  yerlere  gider  ve  en  sonunda   bir  yere  yerleşir. Çok  güçlü  kuvvetli  ve  insan  azmanı  bir  vücut  yapısına  sahiptir.  Gel  zaman  git  zaman  çevre  edinir.  Herkes  ona  saygı  duyar,  kimse  kılına,  malına  zarar  veremez  olur.  Hiç  bir  haksızlığa  meydan  vermez.  Konu  komşuya,  şuna  buna  yanlışlık  yapanları  cezalandırmaya  başlar.  Herkes  ondan  korkar.  Onun  bilgisi  olmadan  önemli  bir  konuya  karışmaz,  hüküm  yürütmez  hiç  kimse.  Bu  arada çok  fazla  tarla  sahibi   olur.  Çevrenin  en  zengini  olur.  Çok  tarlası,  bağı-bahçesi  olan  topal  bir  kadınla  evlenir.  Varlığının  asıl  mayasını  buradan  edinir.  Daha  sonra   çevrede  bulunan  şeker  fabrikasına  işe  alırlar. Resmi  elbiseli  bir  iştir  bu  iş.    Ama  aklı  hep  köyündedir.  Anneme,  babama,  kardeşlerime,  bacılarıma  bir  şey  yaptılar  mı  diye. O  devire  bu  günkü  gibi  haberleşme  ve  ulaşım  kolaylığı  olmadığı  için  hiç  bir  haber  alamaz.  Patlayacak  hâle   gelir.  Bir  yandan  da  kendini  koruma  adına kim  olduğunu  tanımadığı  insanlardan  saklar.
 
 Aradan  yıllar  geçer.  Köyünü,  eşinini,  dostunu,  arkadaşlarını,  dağı taşı  özlemiştir.  Hasretlikten  içi  cayır  cayır  yanmaktadır.  Bir  haber  alayım  diye iki  çerçici  dostunu  Şiran'a  gönderir.  Ailesinden  bilgi  almak  için.  O  iki  kişi  çerçi  mallarını  sata  sata  akşam  karanlığı  basarken Kırıntı'ya  gelirler.  Bir  fırında  kadınlar  ekmek  pişirmektedirler.  Misafirlik  isterler  kadınlardan  ama  kocaları  evde  olmadığı  için  misafir  etmek  istemezler  çerçicileri.  Bir  çakır  gözlü  kadına:
 
 -Çakır  Bacı  ne  olursun  bize  hiç  olmazsa  iki  çul  verinde  habu  fırında  yatalım, diye  yalvarırlar. Kadın  kendisine  Çakır  Bacı  diyen  adamlardan  şüphelenir.
 -Nerelisiniz  siz?  diye  sorar.
 Onlar,  Çorumlu olduğunu söylerler.   Bu  kadın  kaçıp  giden  askerin  yakın  bir  akrabasıdır.  Eve  bunları  misafir  eder.  Kocası  eve  gelir.  Kadın  kayıp  askerin  yakınlarını  evine  çağırır.  Çerçilere  durumu  anlatır.  Belki  onların  taraflara  gitmiştir  diye.  Çerçiciler de  Allahtan  aramaktadır  böyle  bir  ortamı. Sülalesinde  alabildiği  kadar  bilgi  toplarlar.  Ailede  fazla  bir  kayıp  olmadığını  anlarlar.
 -Biz  böyle  birine  rastlarsak  sizden  bahsederiz,  derler  çerçiciler.
 Köyden  ayrılıp  Çalgan'a  giderler.  Bu  çerçiciler  yürüme  geldiği gibi yine yürüyerek dönerler  Çorum'a.  Bu  geliş-gidiş  yolculuğu  tam  dört  ay  sürer.  Geri  gittiklerinde  çerçiler  gördüklerini,  duyup  işittiklerini,  ailesinde  olup  bitenleri  asker  kaçağına  tefaruatlıca  anlatırlar.
 
 Adamın  aldığı  bilgiler  çok   sevindirici  ve  olumludur.  Buna  rağmen  köy  diye  yanmaktadır.  Anne-baba  ve  kardeşlerinin  hasretiyle  yanmaktadır.  Köye  gitmek  için  can  atar  ama  gidersem    yarayı  kaşımış  olurum  diye  gitmez.  Aileme,  kardeşlerime  kötülük  yaparlar  diye  gitmez.
 Bu  arada  şunu da  ilave  edeyim:  Köyden  kaçarken  köyü jandarmalar  bastığında  bu  askerin  karısı da  annesiyle  anlaştığı  gibi   Aşığın  Pınarı'na  gelir.  Onu da  alıp  sırra  kadem  basar  gider. Uzunca  bir  zaman  sonra  bir  erkek  çocukları  olur.  Ve sonra...
 
 (Devamı "Feleği Kahretmek-3" bölümünde...)
 
 Alim  Aydoğan -   Çekmeköy  -  5  Ocak  2103
 
 -----------------------------------------------
 
 59.Yazı - 07 Ocak 2013
 Yazı Dizisi- FELEĞİ  KAHRETMEK/1
 "Askerin İntikamı"
 
 1911  BALKAN  Savaşları  başlar.  Düşman  İzmir'e  dökülüp  Cumhuriyetin  kuruluşunun  bir  kaç  yıl   sonrasına  kadar  süren  savaşlar  boyunca  askerlik  yapanlar  uzun  yıllar  askerlik  yapmıştır.  Çoğunluğu  geri  dönememiştir  ne  yazık  ki. Kulaklarımla  duyup  işttiğim  sözler  vardı  büyüklerimizden:  Bir keresinde YÜZ  BEŞ   kişİ  köyden  askere  gitmiş,  üç  kişi  geri  sağ-selim  gelmiş,  Bir  defa da  yüz  iki  genç  askere  gitmiş  üçü  gazi,  sekiz  kişi  geri  gelebilmiş.  Ve  bu  durum  her  askere  celpte  aynen  devam  etmiş.  Uzun  süreli,  ne  zaman  tezkere  alacağı  belli  olmadan  askerde  kalmışlar.  Çok  şehit  ve  kayıp  vardır. İni  tünü  belli  olmayanlar  çok  fazladır.  Ama  bu  arada  asker  kaçağı  olanlarda  vardır.  Geride  bu  kaçaklar  ahlak  dışı  işler  yapmışlardır.  Bunların  yaptığı  bir  olaydan  bahsedeceğim.  İlgili  taraflar  ve  eski  büyüklerimiz  bu  olayı  çok  derinlemesine  biliyolardı,  zaman  zaman   hüzünlü  bir şekilde dertlice  anlatırlardı.  Ben  burada  isim  vermeden  olayı  bir  hikaye  gibi  anlatacağım.  Bu  karı-kocadan  olma  oğul,  kız  ve  torunları,  akrabaları  yaşamaktadır.
 
 Cumhuriyet  kurulur.  Sağ  kalanlar  aceleyle  Kırıntı'ya  gelirler.  Uzun  süreli  askerlik  yapma  iş  devam  etmektedir. Bir yakışıklı  çok  kalıplı  babayiğitle  güzel  mi  güzel  sarışına  yakın  bir  kız  evlendirilirler.  İki  genç  birbirini  delicesine  sevmektedirler.  Oğlanın  adı  o  zaman  köyde  çok  yaygın  olan   isimlerden  biridir,  kızınki  ise  çok  az  bulunan  bir  isimdir.  Erkek  askere  gider.  Geride  kalan  eşine  birisi  ilişmek  ister,  sarkıntılık  yaparlar.  Nasıl  ulaştırdıkları  belli  değil  ama  askerde ki  oğlana  bir  mektup  yazar  yolarlar.  Oğlan, mektubu  komutanına  verir.  Komutanı  okur ve şöyle  der  ona:
 -  Bak  seni  köyüne  göndereceğim.  Sana  silah  ve  para da  vereceğim.  Git  o  ırz  düşmanını  temizle  gel.  Yakalanırsan  firarını  veririm,  yakalanmadan  gelirsen   seni  burada  askerde  gösteririm.
 
 Asker  delikanlı  köye  gelir.  Sofugilin  kıranda  iki-üç  gün  gizlenir.  Karısına  ilişmek  isteyen  kişinin  can  ciğer  arkadaşı  ile  bir  gece  buluşur  ve  durumu    sorup  öğrenir.  Onu  korkutup  yıldırır.  Karısına  bulaşmak  isteyen  adamınan  filancı  yere  şu  günü  şu  saatte  geleceksiniz  der.  Kendisi  su  deposundan,  yoğurt  taşından  yayla  yoluna  doğru  devam  edip  deredeki  gözenin  oraya  gidip  saklanır  büyük  bir  taşın  arkasına.  O  zaman  göze  olan  yere  hemen  derenin  kenarına   hayrına  çeşme  yaptırır  birisi.  Karısına  ilişenle  arkadaşı  oraya  varırlar  Adamın  haberi  yoktur  başına  ne  geleceğinden,  ona  pususu  kurulduğundan.  Alınan  o  adamı  oraya  getiren  kişi  gözeye  su  içmeye  gider  gelir.  Sonra  kadına  ilişmek isteyen   gözeye  gider  eğilip  suyunu  içer,  tam  doğrulurken    asker  delikanlı  onu  alnının  ortasından  vurur.  Adam  oracıkta  ölür. Arkadaşı  gidip  köye  söyler  olayı  ama  kimin  vurduğunu  bilmediğini,  vuranın  kaçtığını  söyler.
 
 Asker  delikanlı  gidip  sığınağın  başına  saklanır  bir  kaç  gün.  Bilmek istediği  şey  köye  kendisini  aramaya  jandarma  gelip  gelmediğini  izlemektir.  Bu  arada  annesi  ile  nasıl  kurmuşsa  irtibat  kurar.  Annesi  ona  yiyecek  ve  elbise  getirir.  Üçüncü  günü sabahleyin  köyü jandarma  basar.  Bu olaydan  sonra  vurgun  olan  yere  KAÇAĞIN  DERE,  saklandığı  yere  ise  SIĞNAK (sığınak)  denir. Köyü  jandarma  basınca  AŞIK'IN  Pınarına  gider,  oradan  Haşhaş  köyünden  o  gidiş  gider.  Nere  gittiğini  kimse  bilmez.  Ta  ki...
 
 (Devamı "Feleği Kahretmek-2" bölümünde...)
 
 Alim  Aydoğan -  Çekmeköy - 4  OCAK  2013
 
 ----------------------------------------------
 
 58. Yazı - 01 Ocak 2013
 KÖYÜMÜZDE KIZ  İSTEMEK,  EVLENMEK
 
 Bir  zamanlar  köyümüz  ve  çevrede  kız  isteme çok  az  olurmuş  delikanlılar   arasında.  Daha  çok  aileler  arasında  gerçekleşirmiş  kız  isteyip  oğullarıyla  evlendirme  işi.  Gizliden  gizliye  birbirlerine  sevdalananlar  olurmuş  elbette. Bu  sevdalıları  bilmeyen  kalmazmış  köyde  ama çoğu  kişi  bilmemezlikten  gelirmiş.  Aileler  kız  alıp  vermek  için  resmen  ya  kendi  hısım-akrabalarını  seçer  yada  varlıklı  evleri-aileleri  seçer  kızlarını  onlara  verirlermiş. Hatta  bir  kısım  aileler  oğularına  hep  tarlası  bostanı  çok  olan  aileleri  seçerlermiş. Bazı  sülaler de  oğularına  bir  evin  bir  kızı  olursa  onu alırlarmış tarla  bostan  kapmak  için.  Şimdiki  zamanlarda  bile  hep  duyarım: O  tarla  anamdan  kalma,  oradan  kimseye  vermem.  O bostan  benim  anamın,  gibi
 
 Varlıklı  ve  sözüm  ona  hatırı  sayılır  aileler  arasında  bir  kaç  olumsuz  olaylar  olup  çok  kötü  sonuçlanmıştır.  Ben  kızımı  dayımın,  bacımın, bibimin,halamın  oğlundan  başkasına  vermem  gibi  diretmeler  çok  olmuş.  Kız  ve  oğlanlar  köyün  içinde  birbirlerini  görüp  tanıdıkları   halde  bir  nevi  görücü  usulüyle  evlenmeler  olurmuş.  Kızının  gönlünün  başka  bir  delikanlıya  olduğunu  bilen   aileler  bile,  zorunan  kızlarını  gönülsüz  gönülsüz  verirlermiş.  Sırf  buna  benzer  sebeplerden  dolayı  en  az  iki  kız  kendini asmıştır.  Bir  kızımız da  hala  kayıptır.  İstemiyerek  verilmek  istendiği  oğlanı  almamak  için  kaçıp  sırra  kadem  basmıştır.  Bir  arada  moda   olmuş  kızlarını  tahsildarlık  yapanlara  vermek.
 
 Yanlış  yaptırılan  evliklerden  sonra  çok  olumsuz,  sevgisiz  ortamlar  oluşabilmiştir.
 
 Bu  tip  kötü  olaylardan  sonra    zamanla  kızlarını  istediği  oğlana  vermeye  başlar  sülaleler.  Yine de  eski  dar  kafalılar  çoğunluktadır.  Kızlar  istediği delikanlılara  kaçmaya  başlarlar.  Kız  kaçırmalar  çoğalır.  Bu  arada  zorla  kız  kaçırmalar  çoğalır.  Güçlü  ve  baskın  aileler  sindirilmiş  ailelere    kızı  kaptırmak  istemedikleri  için  başkasına  gönlü  olan  kızları  zorla  oğullarına  kaçırırlarmış.  Hatta  fakir ve   arkasız bir  oğlan  güzel  bir  kızı  kendine  yandırırsa  onuda  çekemezlermiş.  Baskı  yaparlarmış.  Sen  kim  oluyorsun  da  o  kızı  istiyorsun  gibilerden.  O  kızı  o  oğlanın  elinden  alırlarmış.  Buna  rağmen  mert  ve  cesur  kızlar   hep  sevdikleri  oğlanlara  kaçmışlar.  Kızlar  erkeklerden  daha  çok  sözlerinde  dururlar,  sevgilerine  sahip  çıkarlar.  Onları  kutluyorum  buradan.  Bizde  nişanlanan  kızın  dini  nikahı  kıyıldığı  andan  itibaren  o  oğlanın  helallisi  sayılıyordu.  Durum  böyle  olmasına  rağmen  nişanlı  kızlardan da  sevdiğine  kaçanlar  olmuş. Hatta  nişanlanacağı  gün  ve  gece  sevdalısına  kaçanlar  olmuş.
 
 Gele  gele  bu  günlere  geldik.  Kimse  kızını  artık  istemediği  birine  vermiyor,  veremiyor.  Kızlarımızın  bu  zorlu  başarılarını   hep  beraber  kutlayalım.  YAŞASIN  GERÇEK  SEVGİ  VE  SEVDA.
 
 Alim  Aydoğan - Çekmeköy
 
 -----------------------------------------------
 
 57. Yazı -26 Aralık 2012
 İZZET ÖZTÜRK ANISINA
 
 Bir  sabah  televizyonda  eşim  ve  kızımla  sağlık  konulu  bir  program  izliyorduk.  Sağlık  konusu  kol-bacak   ile  ellerdeki  ağrı  ve sızılardı. Yaşlı  bir  hanımı  ortaya  aldılar.  Örnek  olarak  konuşturuyorlardı.  Hanım  dertlerini  sayıp  döküyordu  nazlanarak,  kendine  acındırarak. Doktor   bir ara  şöyle  sordu  hanıma:
 -Bu  hastalığa,  bu  ağrı  ve  sızılara  ne  zaman  yakalandın,  ağrıların  başlayalı  ne  kadar  oldu?
 -Hiç  bir  şeyim,  ağrım  sızım  yoktu, dedi hanım.  Beyimi  kaybettikten  sonra  başladı.
 Bu  cevabı  verirken  bana  göre  aşarı  derecede  mızmızlanarak  konuşmuştu.  Kadın  sanki  eşine veya  çocuklarına  nazlanırcasına  konuşuyormuş  gibi  devam  ediyordu.  Bizimkiler  kadına  acımaya  başlamışlardı.
 -Allah  adamı  elden  ayağa  komadan  emanetini  alsın!  diye dua  edercesine  acımaklı  konuşuyorlardı.
 Bana bakarak şöyle diyorlardı:
 -Hoca  kadına  bak,  görüyor musun  ne  hale  gelmiş?  Kocası da  ölmüş. Kim  bakar  bu  kadına?
 Ben de  muziplik  olsun   babından  şöyle  söylendim:
 -İyi ki  adam  ölüp  gitmiş,  yakasını  kurtarmış.  Kim  uğraşacak bu  sızılı  ve  mızmız kadınla.  Ne  güzel  olmuş,  böyle  kadınla  daha  hayat  mı  geçirebilir  insan!
 Hanım  ciddi  sandı  önce  bu  söylediklerimi.  Biraz  sonra  o da  espiriyi  anladı.
 
 Her  şey  bir  yana  ölüm  gerçek.  Ondan  kurtuluş  yok.  Ölüm  kaşla  göz  arası  ya da bir  nefes  kadar   çok  yakın  her  faniye.   Önemli  olan  sağlık,  mutlu,   insanca  yaşamaktır.  Ülkemizde  böyle  yaşamak  oldukça  zor. Ama  yine de  olanaklarımız  ölçüsünde  mutluluğu  yakalayabiliriz.
 
 Epey  zaman  önce  bende  ölümden  çok  korkardım.  Aklıma  bayağı  takılırdı.  Bazen  ölüm  nasıl  oluyor  acaba  diye  merak  içinde  olurdum.  Bir gün baktım ki, köyümüzün  yaşlı  kocamanları  bir  araya  gelmiş  ölüm  konusunu  konuşuyor.  Pür  dikkat  onları  dinliyordum.  Bu  konuda  konuştukça  konuştular.  İçlerinden  sanırım  en  yaşlı  olanı,  konuyu  şöyle  bağladı  özet  olarak:
 -Ölümden  niye  gorhalım  ki?  Bir  gün  gelip  çatacah.  Allah  verdiği  canı  verdiği  gibi  alacah  mı  he?  Hepimiz  Allaha   gavuşmah  isdemirik  mi,  isdirik  deel  mi?  Ölüm  demek  Yaradana  gavuşmah  ölee  deelmi  dostlar.  Ölümde  gorhan  günahından  gorhsun. Allah  amanatini    bu  günde  alsın,  yarın da  alsın, diyip  sözlerini  şöyle  bitirdi  ve  dağıldılar:
 -Hem  bizim  yolumuzda  öldü  denmez  HAKKA  YÜRÜDÜ  denir.
 
 Kırıntı'nın akılda kalacak isimlerinden İzzet  Öztürk  öldü. Kış  şartlarından  dolayı  cenazesine  gidilemedi. Onun  yaşam  mücadelesini  hepimiz  az  çok   biliyoruz.  Ruhu  şad  olsun,  mekanı  cennet  olsun.  Bu  yazı  onun  ruhuna  ithaf  olunur.
 
 Alim  Aydoğan -  Çekmeköy - 25  Aralık 2012 -  Saat 17:00
 
 -----------------------------------------------
 
 56. Yazı -25 Aralık 2012
 KIRINTILI YA DA ALEVİ OLMANIN ZORLUĞU
 
 Rahmetli  Cemal  ağbim  Şiran'da  Ortaokulu  dışardan  okurken   ona  kerpiçten  yapılmış  külüstür  bir  ev  tutulmuştu.  Evde  kalıyordu.  Çoğu  zaman  köyden  yiyecek  takviyesi  yapılıyordu.  Ağbim,  kayıtsız  olarak  sınıflara  ders  dinlemeğe  giriyordu,  öğretmenleri  idare  ediyordu  bu  durumu.  Küptülemeyi  hiç  sevmediği  için  ta  devrin  başbakanı  Adnan  MENDERES'in  huzuruna  çıkıp  okumak  istediğini  ve  kendisine  okuyunca  iş  verilip  verilmeceğini  söyler.  Başbakan  ağbimi  teşvik  eder  ve "Sen  oku da  gel  iş  benden"  der.  Ağbimi  bilmeyenler  için  yazıyorum:  Kendisinin  doğuştan  iki  bacağı  yoktu.  Kırıntı  köyünde  Yüksek  okulu  ilk  bitiren kişidir.
 
 Bir  Perşembe  günü  annem  biraz   yiyecek tedarikleyip  benimle   ağbime  yolladılar.  Yiyecekleri  alıp  ağbimin  evinin  kapısına  vardım.  Evde  yoktu.  Bekledim  bekledim  eve  gelmedi  ağbim. İkindi  ezanı  okunduğunda  geldi.  Yiyecekleri  içeri  koyup  yanından  ayrıldım.  Bana  haşlık  verdi  biraz.  Geldim  meyve  satılan  yere.  Sergiciden  üzüm  alırken  yanıma  iki  yaşlı  adam  geldi.  Bana  şöyle  dediler:
 -Ula  velet  sen  hangi  köydensin  he?
 -Sarıcalıyım, dedim  hemencik.
 Birbirinin  yüzüne  baktılar  şaşkın  şaşkın.  Adamlar Sarıcalıymış meğer.
 -Bizim  köyden  kimlerdensin?  gibi  laflar  etmeye  başlamışlardı  ki ben  oradan  üzümü  almadan  çoktan  sıvışmıştım  bile.
 
 Adamlar  arkamdan  baka  kaldılar,  ne  olduğunu  anlayamadılar.  Niye  böyle  cevap  vermiştim?  Kırıntı'lıydım,  alevi olduğumu anlarlar diye korkuyordum. Tam  faka  basmıştım.   Fırından  ekmek  aldım.  Köyün  yolunu  tuttum.  Şiran'da  köyden  kimse  kalmamıştı. Yaya gelmiştim,  yaya  olarak  hızla  köye  hareket  ettim.  Koşarak  hiç  durmadan köye  geldim  ama  zifiri  karanlık  olmuştu.
 
 *
 1980'li yıllar.  Alucra'da  arabaya bindik köye doğru gidiyoruz. Yandaki  koltuktaki  kadın  bizim  hanıma:
 -Nerelüsün,  hangi  köydensün? diye sordu.
 Hanım:
 -Civrişon'luyum,  dedi.
 -Haov  köyün  yuharısında  Gırıntı  var  bili misin?
 -Ey  he,  bilirim.
 -O  köyün  erkekleri  sünnet  olmimiş  he?
 Fadik birden sinirlenerek:
 -Gız garı gördünde mi bilisin, dedi.
 Şoföre  yakın  oturuyorduk.  Şoför de kadının sözlerini duyduğu için  kadını  adam  akıllı  payladı.
 Fadik, kelimelere bastıra bastıra:
 -Biz   Kırıntılıyız,  varmı  bi  diyeceğin, dedi.
 Kadın çok pişman  oldu. Yol boyunda konu kapandı.  Fadik'le  arabada  bacılık  oldular.  Samsun'da  hayli  bir  zaman birbirlerine  gidip geldiler.
 *
 İnanç, mezhep konusunda hâlâ   böyle  olumsuz  davranan  kaba  insanlar  oluyor  ne  yazık  ki. Hepimizin  yaradanı  aynı.  Kardeşiz  hepimiz.  Bu  ayırım  ve  ayrılıklara  hiç  gerek  yoktur. İnsanlığını bilen  herkes  saygıya  layıktır.
 
 Alim Aydoğan - Çekmeköy - 23 Aralık 2012
 
 -----------------------------------------------
 
 55. Yazı -22 Aralık 2012
 KAPLUMBAĞA
 
 Kaplumbağayı hepimiz  biliriz.  Dışı  sert  kabuklu,iç  organları  yumuşak dokulardan  oluşmuş bir  yapıya  sahiptir. Çok  uzun  yıllar  yaşam  sürdürür.  Yaşayabilenlerinin  ömrünün  üç  yüz  yıl  olduğu  bilinmektedir.  Görüle  bilen  kısımları  dış  kabuğu,  iki  önde  iki  arkada  olmak  üzere  dört  ayağı,  arkada  küçücük  kuyruk  denebilecek  çıkıntısı  ve  başı  bulunur. Kuyruk  denebilecek  kısımda  dişkılama  ve  üreme  organları  bulunur.
 
 Köyümüzün  kırsalında  hemen  herkes  en  az  bir  kez  kaplumbağa  görmüştür.  Hiç  ummadığınız  biranda  karşınıza  çıkar.  Zor  şartlarda  yaşamlarını  idame  ettirmede  yaradılıştan  hünerlidirler.  Çok  sulak  yerleri  sevmezler.  Umamadığımız  kadar  zor  arazilerde önümüze  çıkarlar  İnsanı  veya  bir  tehlikeyi  hissedince  organlarını  sert  kabuğunun  içine  çeker  ve  tehlike  geçene  kadar  öylece  kalırlar.  Otların,  en  çokta  gevenlerin  altında  saklanmayı  sever.
 
 Biz  çocukken  çok  büyük  kaplumbağalar  yakardık.  Kaplumbağanın  sırtına  binerdik.  Bizi  alır  götürürdüler. Çok hoşumuza  giderdi  bu  durum.  Bizden  büyük  ağbilerimiz  ise  bize  çok  kızarlardı. Kimsenin  bu  hayvanlara  zara  verdiğini  görmedim.
 
 Bunlara  en  çok  zarar  veren  hayvanlar  sincap,  gelincik,  keme  gibi  kemirici  küçük  hayvanlardır.  Bu  kemirici  hayvanlar  kaplumbağanın  ön  ve  arka  tarafından  kemirerek  içini  boşaltıp  kaplumbağayı  öldüğrürler. Birde  sırt  üstü  düştüklerinde  dönemezlerse  ölürler  ve  içlerini  böcek  ve  sinekler  boşaltırlar.  Süleyman  Hoca  ile  Paltuçukurun  yamacında  sırt  üstü  düşmüş  bir  kaplumbağayı  dönderip  slıverdik.
 
 Bin  dokuz  yüz  altmış  dört  yılın  da  Emirdağda    öğretmenlik  yaptığım  köye  giderken çok  gürültülü bir  ses  duydum.  Baktımki  iki  kaplumbağa  çiftleşiyor.   Çok  şaşırmıştım  bu  olaya.
 
 2010  yılında  yaylada  tek  başımayım.  Gündüz  hava  sıcak  Dereye  indim.  Baktımki  oturak  yerinde  bir  küçük  kaplumbağa.  Aldım  yaylanın  kapısına  getirdim.  Baktım kaçıyor.  Onu  naylon  leğenin  içine  koydum.  Önüne ot,  maydanoz  ve  lahana  bıraktım.  Yiyeceklere  hiç  bakmadı.  Leğenden  çıkmaya  çalışıyordu  var  gücüyle.  Alıp  bulduğum  yere  götürüp  bıraktım.
 
 Yukarı  Çiçekli  Çayır  ile  TUĞ  Kıranı  arasında  küçük  bir  elma  büyükklüğnde  minnacık    bir  kaplumbağa  buldum.  ALdIM  ELİME  SEVE  SEVE  Tuğ  Kıranına  geldimki  piknikcİler  eğleniyorlar.  İsmi  lağzım  değil  birisi  onu  alıp  sevdi.  Bana  ver  İST’A götürüp  onu  büyüteyim  dedi.  Verdim.  Ben  oradan  yaylaya  geçtim.  Sonra  kendisinden  öğrendim  ki  kaplumbağayı Tuğ  kıranın  bırakmış.  Orada  hayvan  inşallah  yaşamını  idamae  ettiriyordur.  Ben  Biraz  sevip  bulduğum  yere  götürüp  bırakacktım.  Niçin  o  kişiye  verdim  diye  kendimi  suçlsrım.  Ya  hayvanın  başına  bir  şey  gelipte  ölmüşse  sorumlusu  benim  diyorum.  Affola.
 
 Alim  Aydoğan -  Çekmeköy - 17  Aralık  2012
 
 -----------------------------------------------
 
 54. Yazı -18 Aralık 2012
 KÖYÜMÜN  SON  DURUMU  2012
 
 Yazın  köy  kalabalıkken  herkes  köyün  sorunları  ile  son  derece  ilgili  ve   de  bilgiliymiş  gibi  bol  kesden  savurmaktalar.  Mangalda  kimse  kül  bırakmıyor.  Özellikle  madencilerle  ilgili  atıp  kesmekte  herkes.  İki  kişinin  sözü  aynı  dereye  akmıyor.  Sana  bana  hak  verir  gibi  olsak da  o  kişinin  veya  topluluğun  yanından  ayrıldığımızda  her  fikre  muhalefet  ediyoruz.  Yapılacak  olumlu  işlere de  her  nedense  karşı  geliyoruz.  Köyümün  ve  köylünün  yararına  olan  fikir  ve  yardı  ve  desteklere de  hemencik  karşı  geliyoruz.  Herkes  kendini  çok  akıllı  görüyor.  Her  ferdimiz  hep  farklı  düşünce  tavırlar  tavırlar  içideyiz.  Bakalım  bu  yıl  neler  olmuş?
 
 Maden  için  ruhsat  alınmış.  Arıyorlar,  araştırıyorlar,   sondaj  yapıyorlar.  Hiç  olmasalar  ne  kadar  güzel.  Ama  arazimizdeler.  Yayla  yoluna  harfiyat  döküp  yolları  yapıyorlardı.  Yolların  yapılmasını  köy  yönetiminde  olanların  hepsi  biliyor. Üstelik  yapılması  için  madencilerle  diyalog  içindeydiler.  Kimileri  karşı  gelmişler.  İlgililer  para  yiyor  diye.  Ve  yolların  bozuk  yerlerinin  yapılması  durdu.  Ne  oldu   madenciler  durdu mu,   gittiler  mi?
 
 Köyün içme  suyu  kaynaklarında  en  az   beko  çalışarak  su  çıkarıp  şebekeye  bağlayacaktı.  Bana  para  yedi  onları  çalıştırıyor  derler  diye  bu  işi de  yaptırmadılar. Ne  oldu?  Köyde  herkes  su  yüzünden  birbiriyle  zaman  zaman  uğraşıyor.
 
 Köyümüze  gelip  bizzat  çalışanlar   işçiler  veya  ücretli  çalışan  görevliler.  Bazıları,  ekmek  parası  için  çalışan bu  işçilere  olmadık  hakaret  ve  küfürler  ediyorlar.  Baskı  yapılacaksa  maden  şirketi  yönetimine  yapılmalı.  Kimse  gidip  onlara  hakaret  edebiliyor  mu?  Hayır.  Çok  bağırıp  çağıranlar  onların  yanına  gelince sus-pus  oluyorlar.  Hatta  yiyip  içiyorlar. İkili  davranışlar  hiç  hoş  değil.  Onlara  karşı  geleceksek  işletme  ve  araştırma  şartlarına,  sağlık  kurallarına  uymadıkları  durumlarda  ilgili  kişi  ve  yöneticilerle bilinçli  ve  haklı  olarak  yapmalıyız.  Bunu  devletin  ilgili  kurumlarıyla  yapmalıyız.
 
 Köyün  iki  tarafına  yapılması  planmış  göletler  için  arazide  araştırma  ve  sondaj  çalışmaları  yaptılar  aylarca.  Kimse  gidip   ne  yapıyorsunuz   burada  demedi.  Onların  dere  boyunda  ve  ormanda  devirdiği  ağaçları  hemen  mal  bulmuş  mağrubi  gibi  iç  ettiler.  Sonra  falan  filan…    Sofugilin  arkada  yapılacak  gölet  alanı  içinin  altında  kalacak   su  borularını  biz  yapmayız  siz  yapın  diyorlarmış.  Bunu  biz  neden  yapalım  diyen  bir  yönetim  ve  anlayış  yok.  Sahipsiz  köyüm  benim.  Köyden  gidince  herkes  konuyu  köyünü  unutuyor.  Az da  olsa  unutmayıp  devamlı  ilgilenenlere  saygılarımı  sunarım.
 
 Köy  her  yıl  daha da  ıssızlanıyor  kışları.  Bekçi  tutalım diyenler  çoğalıyor  gittikçe. Benim  nacizane  bir  fikrim  var:  Köye  mobese  sistemi  kurulmalı  bence  kış  aylarında.  Bu  ön  fikir.  Araştırılıp  ekonomik  şartları   oluşturulmalı  diyorum.    Köydeki  kedi  ve  köpekler  aç-susuzlar.  Gençlik  yardımcı  oluyor.  Bazı  aileler de  yardımcı  oluyor  ama  yeterli  değil.  Yönetimler  ve  halkın  çoğunluğunu  bu  konuya  eğilmeye  çözümlemeye  davet  ediyorum.
 
 Alim  Aydoğan  -  Çekmeköy -  17 Aralık 2012
 
 ----------------------------------------------
 53. Yazı -16 Aralık 2012
 TURNA KUŞU
 
 2012  yılı  Mayıs  Ayı  sonları. Yağmurlu  havaların  sonunda  toprak  kokan  güneşli  bir  gün.  Tam  gezme  havası. Silahımı, girebimi,  bekçi  düdüğümü, avcı  bıçağımı aldım  yanıma. Biraz da  azık  aldım.  Mantar  toplayıp  koymak  için de bir  poşet  alıp yola  koyuldum.
 Rast  gele  dedim  kendime. Haydi  hayırlısı.  Genelde  tek başıma  dolaşırım.  Çok  kişiye  hadi  gidelim derim,  ama yalnız  başıma  gezer  dururum  hep. Tek  gezmenin  yanlışları, riskleri  var ama iyi  tarafları  çok  daha  baskın  bence.  Yalnız  gezince  insan  çok  çok  özgür  dolaşıyor  her  yeri. Gerzerken  bir  mıntıkayı  hep  değişik  kısım  ve  yerlerden  gider  veya  gelirim. Bugün de öyle oldu.
 
 Çakırgilden  Kurolutan  Yamaçayıra  indim.Yamaçayırın  aşağısında  Büyükdere  yatağında   suyun  kayaları  oyduğu  küçük  bir  şelale  var; görenler  ve  köyde   küçüklüğü  geçen  herkes  bilir.  Her  gelişimde  buraya ya  resim  çekerim  yada  videoya  kayıt  yaparım.  Baktım ki  ne  resim  makinem  ne de  kameram  yanımda  değil.  Derenin  en  çok  su  taşıdığı, şelalenin de  en  hoş  ve  çekici  göründüğü  zamanlar.  Üzüntülü  bir  şekilde  kendime  kızarak  yola  devam  ettim. Dere  boyu  Çermiğe  indim. Burası  çok  harika  bir  yer.  Görmeyenlere  öneririm. Tandurluktan  ve  DUZ  -tuz- taşından  burası  beyaz  ve  küçük  bir  tepecik  gibi  gözükür.  Sanırım  herkes  farkındadır  buranın.  Burayı  hiç  görmemiş  kişileri  getirip  gezdirdim.  Çok  beğenip  teşekkürler  ettiler  bana.  Yolunuzu  buraya  uğratmaya  bakın  derim  sayın  Kırıntılılar.
 
 Yüz  yüzeli  adım  aşağıda  yıkılmış  halde  Tahir'in değirmeni  var.Köyden  bir  kısım  insanlar  ta  buraya  kadar  mantar  veya   madımak-kertmeli  toplamaya  inerler.  Ben de  buraya  kadar  gelir  ordan  geri  dönerdim. Ya  Tandurlukta  ya da  Aydın  Pınarı'ndan  eve  gelirdim.  Bu  Tahir'in  değirmenin  güney  doğusu  tarafında  ufak  tefek  tamamen  kır  tepecik  ve  derecikler  var.  Bir de o  tarafa  gideyim  deyip  devam  ettim.
 
 Bir  kaç  kuru  dere  ve  kır  tepecik  geçtikten  sonra  önüme  harika  bir  arazi  çıktı.  Hafif  batıya  yönelik  bir  dere  ve  etrafında  yemyeşil  çayır-çimenlik  sulu  bir  arazi.  Şaşırdım  kaldım.  Etrafı  ve  bu  harika  yeri  izlemeye  koyuldum.  Adeta  mest  olup  kendimden  geçtim.  Ağzı  açık  ayran  delisi  gibi  etrafı  seyre  daldım.  Küçük  adımlarla  dere boyu  yukarı  doğru  yürüyordum  hayran  hayran.  Mantarı  hep  unutmuştum  ki  yere tesadüfen  baktığımda  birde  ne  göreyim:  Önüm  sanki  mantar  tarlası. Mantarları  yerden  kesip  almaya  başladım.  Birkaç  tane  aldım  almadım  bir  gagırtı  koptu:  Gaak  gaak  guuk  guuk  diye.  Ne  yalan  söyleyeyim,  o  an  boş  bulunduğum  için  korkarak  irkildim.  Sesler  tam  tepemin  üstünden  geliyorlardı.  Hiç  durmada  yüksek  sesle  gak  guk  diye  ötüyorlardı.  Bana  saldıracak  gibi  yapıyorlardı.  Tepemin  üstünde  iki  üç  harman  büyüklüğünde  daire  çiziyorlardı  başımın  üzerinde.  Baktım bunlar  kaz  mı   ördek  mi  diye,  hiç  benzemiyorlardı  öyle  kuşlara. Allal  Allah  derken  anladım  ki  bunlar  TURNA  kuşu.  Ben  ilerledikçe  daha  çok  gagırtı  edip  saldırıya  geçiyorlardı.  Bizim  köy  tarafına  açıldım  biraz.  Onlarda  beni  bırakıp  Çeküz  tarafında  küçük  bir  tepeye  konup  beni  takibe  aldılar .  sesleri kesildi.  Geri  gelip  mantarları  toplayıp  köye  geldim.
 
 Bu  olayın  olduğu  yere  PÖSTEKLER  diyorlarmış.  Halil'in  vurulduğu  yer  yakın.  Köyde bu  olayı  bir  kaç  yerde  anlattım.
 -Yahu  ben  etrafımızda  TURNA  olacağına  inanamıyorum dedim.
 -Var  var! Sen  ilk  defa  mı gördün,  dediler.
 -Peki  bana  neden  saldırıyorlardı? dedim. Dediler ki  Turnalar  sazlık  sulu  alanlara  otların  arasına  yumurtlar  ve  orada  kuluçkaya  yatarlar.  Sana  onun  için  saldırıya  geçmişler.
 
 Resim  ve  görüntü  alamadığım  için  aşırı  üzülmüştüm.  Önümüzdeki  bahar  İnşallah  onları  görüntülemeğe çalışacağım.  Hâlâ  çevremizde  olabileceklerine inanamıyorum.  Köyüm  köyüm  güzel  köyüm,  canım  benim.
 
 Alim  Aydoğan   - Çekmeköy - 15  Aralık  2012
 
 ----------------------------------------------
 
 52. Yazı - 08 Haziran 2012
 YAYLADA BİR GÜNÜM
 
 2012  Haziran  ayının  yedinci günü  Perşembe.  Hanım  saat  altı  buçukta  Şiran'a  gitmek  için  Üsük  Ali'nin  arabasına  binmeğe  indi.  Ben de  ondan  beş  on  dakika  sonra  yaylaya  gitmek  için  evden  çıktım.    Çantamda   azığım,  elimde   ellilik  pimaş  borular  bir de  girebim  düştüm  yola.   Hava  güzel!  Sağ  sol  her  taraf  yemyeşil  yayla  yolu.  Yarım  saat  sonra  Harmancık'ın  dereye  vardım,  vurdum  yokuşa.  Terledim  ama  dinlenmeden  su  arıtma  deposunun  yanına  vardım,  yolun  üst  tarafına  geçtim, kızıl  mantar  aramaya  başladım.  Otlar   yaş.  Ayaklarım  ıslandı  hafiften.  Guşunun  çeşmesine  yakın  yerde  taze  çıkmış   büyükçe  beş  kızıl  mantar  buldum. Soğuk  Pınar'ın  dereyi  geçip  ilerde  yolun  alt  tarafında  da  mantar  aradım  ama  bulamadım.  Aşağı  Çiçekli  Çayır'dan  Yukarı  Çiçekli  Çayır'ın  yokuşuna  vurdum  kendimi.  Tam  eski  su  arkını  yanında     on  tane  daha  mantar  buldum.  Düzlükte  dört   kızıl  mantar  buldum.  Doğu  kısmına  yöneldim  her  zaman  ki  mantar  bulduğum  yere.   Burunda  on  taneye  yakın   daha  buldum.  Cılga  Katırcı  Yolu  ile  TUĞ  Kıranı'na  yöneldim.   Tuğ  Kıranı'nın  tarafındada   ufak  tefek  birkaç  mantar  daha  buldum.
 
 Geldim  yaylaya.  Dıvdı  Kazim  Amcanın  yaylasının   yukarısında  da  kocaman  kocaman  tam  altı  tana  daha  mantar  buldum.  Geldim  yaylama, arka  yazlık  mutfakta  ki   kuzine  sobamı  yakıp  çayımı  kaynatıp  sabah  kahvaltımı  afiyetçe  yaptım.  Bu  arada   yaylaya  tam  iki  buçuk  saatte  gelebildiğimi de acıklayayım.
 
 Yaylama  asıl  geliş   sebebim  arka   yazlık  mutfağa  çamaşır   makinesi  koymak  için  yerini   ayarlamaktı.  Su  tesisatını   yaptım.  Pis  su  giderini  ayarladım.  Elektriğini  ve  topraklı  pirizini  yaptım.  Saat   on oldu.  Birşeyler  atıştırıp   dinleniyordum  ki  aklıma  Aktaş'a  gitmek  geldi.  Aktaş'ta  çaşır mantarı  çok  olur.  Akşama   daha  yedi  saat  vardı.   Yayladan  Aktaş'a  çok  iyi  giden  birisi bir  buçuk  saatten  önce   gidemez.  Nerde  ise  yarı  koşarak gittim.  İki saat  aradım  taradım   ufacık    üç  dört  tane  civil  civil  çaşır  mantarı  buldum.  İniş  çıkış  çok  yoruldum.  Aşığın  Pınarı'nın  oralardan  doğru  Tarhana'nın  Kırana  vardım.  Oradan  kestirmeden  yaylama  geldim.
 
 Banyoda  şofbende  ısınmış  hazır  sıcak  su  vardı.  Hanıma  telefon  ettim,  bu  gece  bu  yıl  ilk  defa  yaylamda  yatmak  için  anlaştım.   Banyoya  girdim  yıkanırken  elektrikler  söndü.   Karanlıkta  elevüne  yıkandım,  çıktım  kurulanıp  üstümü  başımı  giydim.  Hava  kararmıştı.  Ha  yağdım  ha   yağacağım.  Elektrikler de  gelmedi.  Gece  ışıksız  ne  yaparım  dedim  ve  köye  geri  gitmeğe  karar  vedim.  Suni  deri  bir  ceketim  vardı,  onu  giydim,  başıma  poşetli  bir  yazlık  şapka  örttüm.  Çantamı  girinip   köyün  yolunu  tuttum.  Yağmur  hafiften  atmaya  başlamıştı.  Saat  akşam  yedi  buçuk  olmuştu.  Madenin  Dere'ye  indim,  yağmur  şarlatmaya  başladı.   Ayaklarımda yazlık spor ayakkabılar.  Köye  gelene  kadar  yağmur  devam  etti.  Sıkılmış  sıpaya   dönmüştüm.  Boynumdan  aşağı  yağmur  suları    da  girmişti.  Sobayı  sökmüştük. Üstümü  başımı  çıkarıp  kurularaı  giyindim.  Elektrik  sobasını  yakıp  güzelce  ısındım.  Biraz sonra kızıl mantarların  bir  kısmını  hanım  fırında  sulu  sulu  pişirip  sofraya  getirdi.  Hürmüz  ve  Çırak   Celal de  bizdedi.  Mantarı  afiyetçe  yiyip  yalayıp  yuttuk  alel  acele.
 
 Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü
 
 -----------------------------------------------
 
 51. Yazı - 20 Mayıs 2012
 KOMŞULUK  AYARI
 
 Köyümüzde  herkes  köyünde  yaşarken  komşuluk  ilişkileri  nasıldı?  Herkesin  anası,  babası.  dedesi,   ninesi,  kızları,  oğulları.  Gelinleri,   bacanakları,  baldızları,halaları,  bibileri,  dayıları,  dayı  ve  amca  oğulları,  kuzenler  hep  köydeydi.  Hısımlar,  hısım  yakınları  köydeydi  o  zamanlar.  Uzak  yakın  tüm  eş-dost  köyde  birlikte  yaşıyorlardı. Hısım  ve  akrabalar  arası  komşuluk  ilişkişleri  son  derece  iyi  ve  çok  uyumlu   gidiyordu.  Günlük birbirlerini  görüp  hasbıhal  ediyorlardı.  Birbirlerinin  dert  ve  sıkıntılarına  ortak  oluyorlardı.
 
 Bir  evde  pişen  yem  ve  yiyecekler  komşular  ve  hısım  akrabalar  arasında  paylaşılırdı.  O  zamanın  yemekleri  belli  başlı  yiyeceklerdi. Pancar  çeişitlerinden  yapılmış  yemekler.  Bulgur  ve  sütlü  çorba.  Haşıl  ve  herle. Gavut. Turşu  çeşitleri.  Buğday-çavdar  ekmeği. Bişi,  sac  ekmeği,  değirmen  pacı,  kuru  fırın  somunu,  peşgüdan,  keş... El  yapımı  makarna.  Kurutulmuş  yiyecekler vb.
 
 Bir  evde  pişen  sac  ekmeği  yeni  pişirilirken  oradan  geçen  kimse   mutlaka eline  en  az  bir  ekmek  tutuşturulurdu.  Ekmek  verilirken de  ucundan  çok  ufak  bir  parça  koparılırdı.  Böyle  koparılmış  ekmek  verildiğinde  borç  verilmemiş  olurdu.  Bazen  komşulara  kapıdan  geçerken  çağırıp  şöyle  seslenirlerdi:
 -Gız gelele  biberli,  içyağlı  gine   pancar  çorbası  bişirdim. Sana  goyuymda  ye!
 
 Komşu,  o  ekmekten  ve  çorbadan  kendi  evlerinde  olsa  bile  alıp  yerlerdi.  Kendilerinde  olmayanı  komşudan  temin  ederlerdi. Yahut  komşuların  bir  noksanını  bildiklerinde ise  o  noksanlarını  hemen  biri  gidermese  diğer  komşu  giderirdi.  Komşuya  maslahata  gidildiğinde  mutlaka  istekleri  karşılanırdı.  Her  türlü  paylaşım  ve  yardımlaşma  en  üst  düzeydeydi.  Buna  rağmen  birbirini  pek  hazetmeyen  komşular  arasında bazı  olumsuzluklar da  olurdu .
 
 Burada  işte   böyle  yaşanmış  bir  öykü  anlatacağım.  Abbas   dayının  karısı  Aslı  hala  gerçek  kişi,  diyoloğa  girdiği  kişi  ise  ismi  değiştirilerek  verilmiş  olacaktır.
 Aslı  hala  bostanlarda   bostana  börce  (fasulye) dikmektedir.  Börcelerini  bir  garıh  kalana  kadar diker .   Dikilecek  daha  börcesi  vardır  ama  son  karığa  dikmez,  bir  çapuda  düğler  kuşağının  içine  sokar.  Yandaki  bostanda  ise  komşuluk  ilişkinden  pek  nasibini  almamış  kendi  yaşların da  olan   Yalbay  isimli bir  erkek,  karısı  ile  börce  dikmektedir.  Aslı  hala  gider Yalbay'dan  bir  istekte  bulunur:
 -Yalbay  emmi , der.  Bostanda  bir  garıh  yerim  galdı.  Börcem  bitti.  Aha  habu  avucumu  dolduracah  gadar  börce  ver de  o  garığı da dikeyim!
 
 Yalbay  emmi  ise  şöyle  der  Aslı  halaya:
 -Sen  garı  olsan  yeteceh  gadar  börce  getirirdin,  get  başımdan  seen  börce  mörce  yoh  der.
 Aslı  hala  o  zaman  kuşağının içinden  çaputta sarılı  börcesini  çıkarır  ve  ona  gösterir.  Yalbay  emmi  bu  duruma  kızarak  çıkışır:
 -Madem  börcen  var  niye beden istisin?
 Aslı  hala  şöyle  der  ona:
 -Benim  derdim  börce  deyl.  Ben  senin  gomşulunu  denirim.
 Yalbay  malumlaşır -mahcup  olur-  sesini  keser, işine  bakar.
 
 Alim Aydoğan -  Kırıntı - 14  mayıs  2012
 
 -----------------------------------------------
 
 50. Yazı - 14 Mayıs 2012
 GEÇMİŞTE  ARKADAŞ ŞAKALARI
 
 Kırıntı  gençliğinin  köyde  yaşadığı  eski  yıllarda  her  evde  en  az  bir-iki  genç  vardı. O zamanlar ne elektrik vardı, ne de elektrikle çalışan teknolojik araçlar.  Gençler, zorunlu olarak kendi eğlencelerini kendileri yaratırlardı.
 
 Gençlerin ilk buluşma yerleri  evlerin  bacaları ya da harmanlar olurdu.  Bacalarda, harmanlarda çeşitli  oyunlar  oynarlardı.  Bazen harmanda  birbirlerine  soğuk    şakalar  yaparlardı  bazen de  dil  şakaları.  Kimi  zaman  ise  birbirlerine  soğuk  eşek  şakaları  yaparlardı.  Birbirine takılmalar,  sataşmalar  ara  sıra  bedensel  ezme  ve  güç  gösterisi  oyunlarına  dönüşürdü. Çoğu zaman  karşılıklı  olarak aldatmacalı  oyunlar da  oynanırdı. Can  yakıcı,  inciti,  yaralayıcı  durumlar da olmuyor değildi.  Biraz  avanak  ve  salak  görülenler  çeşitli  tuzaklarla  mahcup  ve  hecil  durumlara  sokulurdu.  Şunu açıklıkla belirtmek gerekir ki  bu  oyun  ve  şakalaşmalarda  hiç  bir  zaman  kin  ve  hasetlik  olmazdı.  İncitilen gençlerin   gönlü alınırdı.  Yapılan   şakalaşmalar günlerce anlatılarak daha da tatlandırılırdı.
 
 Birdirbir  oynarken yapılan şakalar ne kadar tehlikeliymiş, şu anda daha iyi anlıyorum. Kanbura  yatan  genç,  koşarak  gelen  arkadaşı  tam  havaya  zıplayıp  ellerini  onun  sırtına  koyacağı  anda  hızla  aşağı  eğilince  atlayan  ileriye  yüzünün  üstüne  yere  düşerdi. Bazen incinmeler, yaralanmalar bile olurdu. Zaten bunu bile bile oyuna katılım olurdu.
 
 Ya mal yayarken  oynanan oyunlara ne demeli?  Kuyu kazma ve bele kadar gömme oyunları en heyecanlılardan biriydi. Bazen, kuyunun içinde hareketsiz kalan, sadece gövdesi toprak dışında kalan kurbanların yüzü gıdıklanır, kulağına ısırgan sürülür, bazen de bırakıp gidilirdi. Tabi bu gitme gerçek olmazdı. Bir çukura gizlenerek kuyudaki kişinin bağırarak yalvarmaları beklenirdi.
 
 Bazen de gençler, koyurlarda (taşlı, çakıllı yer) otururken, içlerinden biri,  çaktırmadan hemen arkaya kakasını yapar, çabucak giyinirdi. Koku ortalığa dağılınca kakayı yapanı bulmaya çalışılır, masum biri suçlu ilan edilir, cezalandırılır, sonra her şey açıklanarak kahkahalarla gülünürdü.
 
 Başımdan geçen bir olayı da anlatmak isterim. Bir gece, harmanda yığılı buğdayı beklemek için dışarıda yatıyordum. Uyurken, çok samimi olduğum bir arkadaşım olan "İ" gelmiş, yorganı kaldırıp yatağıma çişini yapmış.  Uyanınca kendimin işediğimi sanarak telaşa kapılmıştım. "İ" gülerek yaptığı şakayı itiraf etmişti.
 
 Başka bir olay: Bir gece komşulardan iki kardeş harmanlarında yatıyordu.  İki  kafadar  ve  temiz  kalpli,  kimseye  zararları  olmayan  mazlum  delikanlılardı.  Birkaç  delikanlı  ile  yataklarına  yanaştık.  Derin  bir  uykuya  dalmış  ölü  gibi  yatıyorlardı.   Yorganı  açtık.  Donlarını  aşağı  sıyırdık.  Elimizdeki  kendir  gırnabıyla  pipilerini   birbirlerine  bağladık.  İp çok kısaydı.   Gökyüzü  ay  ışığı.  Bir kenarda gizlenip    olacakları izlemeye başladık.   Az  zaman  sonra  birisi  kolunun üstüne dönünce can acısıyla bağırarak uyandılar. Bağırtıları  evden duyulunca biz  hemen  olay  yerinden  sıvıştık.  Evden  çıkan  ailesi  gençleri  birbirinden  zorlukla  ayırmış.
 İşte  bu  eşek  şakasını,  yaptığımız  öküzlüğü  burada  anlatmış  oldum.  Oh  beeee!!!!
 
 Alim   Aydoğan -  Kırıntı  - 07.05.2012
 
 
 ----------------------------------------------
 
 49. Yazı - 07  Mayıs 2012
 KIRINTI  FUTBOL  TAKIMI
 
 Hurşit  Hoca  Ankara'da  üniversitede  okuduğu  yıllar.  Almancıların  yurdumuza  teypleri  getirdikleri  yıllar.  İnsanlar  bu  müzik  aletine  çok  ilgi  gösteriyorlardı.  Hele  hele  teybe  ses  alma  işi  çok  ilginç  geliyordu  herkese.  Halil  ağbim  Hüseyin  Çavuş'a  radyolu  bir  teyp  getirmişti.  Bizler radyoda  istasyonlarda  gezmeyi,  müzik  dinlemeyi  ve   haber  dinlemeyi  çok  seviyor,  sürekli  bu  durumu   severek  sürdürüyorduk.
 
 Sık sık  teybe  ses  çekmeyi  denerdik.  Çektiğimiz  sesleri  dinlemeyi  ise  eğlenceli  ortamalara  dönüştürürdük.  İnsanlar  teybe  ses  verirken,  teybe  konuşurken  sıkılır,  utanır,  tıkanır  konuşamazlardı.  Nutukları  tutulur,  gutları  kururdu. Yine  bir  gün  teybe  ses  çekmeye  başlamıştık  gençlerle.  Dedilerki:
 -Gel  sen   şu   meşhur  meşhur  futbol  takımlarına  maç  yaptır da  teybe  alalım,  dediler.  Kabul ettim. Burada  ismi  geçen  köyümüzün  lakaplarıyla  anılacak  büyüklerinin  ruhlarından  ve  de  yakınlarından  beni  bağışlayacaklarını,  mazur  göreceklerini  ümit  ederek  maçı  anlatacağım.
 
 Futbol  takımının  birisi  şöyle  kurulmuştu:
 Kaleci :Abbas,  Sağbek:Deli  Şükrü,  Solbek:  Macik,  Orta  saha:  Alaman,  Toraman,  Kolaman-Yeni  Köyden  transfer-, Forvet  ise  şöyle  kurulmuştu: Sağaçık  Üsük,  Sağiç  gandaz,  Santrafor  ALTIKULAÇ,  soliç  Aşurun  MEHMET'İ,  Solaçık  İse  Velişıh.  Bu  takımın  antrenörü  ise  Hamza  Dayı  idi.
 
 İkinci  takım  ise  Ali  ve  Hasanlardan  kuruluydu.  Kaleci:  Cin  Ali,  Sağbek:  Deli  Ali, Solbek:  Diş  Ali,  Orta  saha:Kürt  Hasan,  Cingirt  Hasan,  Köstü  Hasandan  kuruluydu.  Forvet  ise Çil  ALİ,  Guş  Ali, Gayr  ALİ,   Hamza  ALİ,  Üsük  ali.  Antrenör  ise  Tekbıyık'tı.
 
 Başladım  ben   maçı  anlatmaya,  anlattıklarımıda  teybe  kaydetmeye.  Alamandan  Toramana,  Kolamandan  KOLAMANA,  Kolaman  topu  aradan  Üsük'e  aktardı,  Üsük  sağdan  girdi  topu  sürdü.  Diş  Ali'yi  geçti,  topu  ortaladı,  Altıkulaç  kafayı  vurdu.   Golll.  Golll! deyince  Yeğenim  Dayı  Durmuş   üzüntülü  ve  az  bir   duyulacak sesle:
 -Vaayyy!  Dinayn  seni!  dedi ve bunu herkes duydu.
 Yukardaki  sözleri  dedindi,  demedimdi  iddiası  yapıldı.  Dayı  demediğini  israrla  iddia  ediyordu.   Teypteki  kaseti  geri  sardırıp  sesini   yükseltip  dinledik.    Tam  Altıkulaç  golü  atınca  Dayı  Durmuş:
 -Vaayyy!  Dinayn  seni!  dedi yine.  O zaman sekiz-on  yaşlarındaydı.
 
 Yalandan  uyduruk  bir  maç  olsa da  demek ki  golü  yiyen  takımı  tutuyormuş.  Bu  maç  kaseti  aylarca  durdu.  Duyanlar  gelip   dinlediler.  Maç  anlatımı  yarım  saatten  fazla  sürüyordu.  Millet  çok  eğleniyordu.  En  çokta  Dayı  Durmuş'un   sözlerine  gülüyorlardı.  Hamza  Dayının  antrenör  olmasını  ise kahkalarla  karşılıyorlardı.    Hepsinin  hatırası  önünde  saygıyla  eğiliyorum   büyüklerimizin.
 
 Alim  AYDOĞAN  - Kırıntı Köyü
 
 ----------------------------------------------
 
 48. Yazı - 05 Mayıs 2012
 HAU  İÇİNE  .IÇTIMDAN VER DE YİYİİM
 
 Bir  asır  zaman  önce  bir  olay  yaşanır  köyümüzde.  Zaman  zaman  eskiden  laf  açıldıkça  bu  olayı  bilenlerden  sıkca  duymuştum.  Hani  şöyle  olur  bazen:  Bir  kızı  bir  oğlan  ister  ama  kızın  gönlü  yoktur.  Oğlana, seninin  ağzına  .ıçarım  der, ama sonra  o  delikanlıyı  alır.
 
 Büyük  annem  Abdallının  değirmenine  kış  ihtiyacı  için  oğlu  Kamil'e  un  öğütmek  için  zahra  götürttürür .  Bir  kaç  gün  sonra  un  öğütme  sırası  babaanneme  gelir. Zahrasını  öğütür.
 Sonra  armut (ahlat)  kurusundan  Gavut  unu  yapmaya sıra   gelir.  Armut  kurusunu  zahra  konulan  yere  doldurur  ve  gavut  unu  yapmaya  başlar.  Gavut  öğütülünce   ardından  un  yapılınca  un   karışık  olur,  içinde  gavut  unu  bulunur.  Bu,  unun  özelliğini  bozar.    İlk  çıkan  unun  bir  kısmı  ancak   kedi-köpeğe  yal  yemi  olurdu.  Yani  unun  bir  kısmı  zayi  ziyan   olur.  Fırıç  kurusundan gavut  öğütürken   babaannem   değirmene  un  öğütme  sırası  gelen   Abdallı'dan   biri   gelir.  Bakar  ki  babaannem  fırıç  öğütüyor.  Bu  duruma  kızar.  Babaanneme  gürler.  Sıçar  tırlar.  Şöyle  der:
 -İçine  sıçıym  hau  gavuduyn da,  frıcıyn da  ha!
 Babaannem  fırıcını  öğütür,  evine  gelir.
 
 Bir  süre  sonra  bu  sıçıp  sıvayan  şahıs  ishal  olur.  O zamanlar  ishali  kocakarı  yöntemleriyle  iyi  etmeye  çalışırlar  Kırıntı   halkı.  Bu  kişi  evinde   sabah  düğ  çorbası  içerken   bir  komşusu  yanına  gelir.  İshal  olduğunu  komşusuna  söyler.  Komşusu  ona  çok  mu   ishal  olup  olmadığını  sorar.  O  da  şöyle  cevaplar :
 -içim  dışım  çok  kötü.  O kadar  duru  ki  habu  içtiim  düğ  çorbasından  daha  duru!
 -Seen  teze  fırıçdan  yapılmış  gavut  bulup  kuru  kuru  yahut da  suya  katarak  yemelisin.  Bu  içeri  sürgününe  çoh  eyi  geli,  demiş.
 
 O  kişnin  hemen  aklına   babaannem geliyor.  Kalkıp  babaannemin  yanına  geliyor.  Ikına  sıkına  kızararak  şöyle  sesleniyor:
 -Ben  ettim  eyledim.   Kusura  bahma.  Hau  içine  .sıçtıım  gavuttan  biraz  ver de  yiyeyim. Ölüürüm,  içim  dışıma  garıştı.  Babaannem  bir  sahan  fırıç  gavudu  verir,  yolceder.
 Hakikaten  fırıç  gavud,  armut  fırıcının  kendisi  ishale  bire bir  iyi  geliyor  ve  şıpşak  meseleyi  hallediyordu.
 
 Alim  AYDOĞAN   - Kırıntı
 
 ----------------------------------------------
 
 47. Yazı - 28 Nisan 2012
 HIYARIN BİRİ
 
 2011 yılı  yaz  ayları.  Mantar  arama  zamanının  sonları  yaklaşıyordu.  Havalar  sıcak  mı  sıcak.  Yayladayız.  Dağ  taş  al  vala  gibi.  Havada  mis  gibi  çiçek  ve  ot  kokusu.  Yaylamın  reçine  kokulu  ormanları.  Yeni  yağmış  toprak  kokusu. Tertemiz  dağ  ve  yayla  havası.  Gelde  içine  çekme  bakayım  bu  havayı  bu  doğada?
 Ziliflerin  Ahmet  bize  geldi.  Yedik  içtik.  Ahmet  dedi ki:
 -Hoca  haydi  Soğukpınar'ın yamalarında  mantar   bahah.  Hauv  geçen  günkü  Mantar  aradığım  yerede  uğrayalım.  Ne  disin,  gidelim  mi?
 -Ben  hazırım  zaten,  hadi  gidelim.
 Gerekli  olan  malzemelerimizi  yanımıza  aldık.  Ekmeğimizin  yanına  katıklıkta  aldık.  Birer  bekçi  düdüğümüzü de  aldık.  Ellerimizde  girebilerimiz,  omzumuzda  kameralarımız  düştük  yayladan  yola.   Ayaklarımızda  kırda  bayırda  yürümeğe  uygun   spor  ayakkabılar.  Tuğ  Gıranı'ndan  Yukarı  Çiçekli  Çayır'dan  Yerli  Burun'un  boğaza  vardık.  Oradan  Soğuk  Para  doğru  yokuşa  vurduk.  Aşağı  Gersut'un  yaylasının  başındaki  ham  kavaklığın  en  üst  tarafından   yamaçlara   vurduk  mantar  aramak  için.  Burada  Ahmet'le  ayrıldık.  Ellişer  yüzer  metre  aralıklarla  çaşırlıklarda  başladık  mantar  aramaya.  Bazen  kayalıkları  dolanırken  veya  tepeleri,  sırtları  aşınca  birbirimizi   göremiyorduk  ama  cep  telefonlarımızla  yerlerimizi,  nerde  olduğumuzu  birbirimize  bildiriyorduk.  Ara  sıra da  nerdesin  diye  soruyorduk  birbirimize.
 
 Ben  Yeniköy'ün  yayalasına  bakacak  taraftan  Soğuk  Paar'ın  kalesine  çıktım.  Ahmet  benden  yüz  metre  kadar  aşağıda  düzlükte  mantar  arıyor.  Aradığı  yerde  üç  dört  gün  önce  şapka  büyüklüğünde  bir  mantar  bulmuştu.  Aynı  yerde  mantar  filizleriçde  görmüş,  yerlerini  işaretlediğini  söylemişti. Yaylaya  geldiğinde  mantar  filizlerinin  yanında  çakı   bıçağını  unutuğunu  söylemişti.    Ahmet'in  ağzında  bakla  ıslanmaz.  Çenesini  hiç  tutamaz.  Bütün  sırlarını  hemen  söyler.  Çok  iyi  niyetli ve  cana  yakındır.  Yaylada  mantar  bulduğu  yeri  ve  filizleri  anlatır,  çakısını da  orda  unuttuğunu  söyler  Hürü  Halanın  Celal'a.
 -La  Ahmet  mantarları  buldun  mu?  Çakı  bıçağını  buldun  mu?  diye  telafonla  sordum.
 -Yoh  la!  Mantar da  yok,  çakı  da.  Şarhoş  geçen  günü  buralara  gelmiş,  demek ki  o  almış.
 -La  hıyar  her sırrını  her  yerde  söylersen  olcağı  bu!  dedim.
 
 Az  sonra  elindeki  dürbünle  balık  tesislerinin  sırta  yakın  bir  yerde  mantara  benzer  büyük  bir  şey  gördüğünü  bana  telefonla  söyledi.  O  ara  ben  Soğuk  Pınarın  kaleden  dolaylamasına  güneşin   doğduğu  tarafa  doğru  hayli  yol  almıştım. Mantarın  yerini  bana  tarif  etti.  İki  yüz  metre  kadar  ilerde  dediği  tarafta  mantarı  ben de  görmüştüm  kıt  kayal,  O tarafa  yöneldim,  yürüdüm.  Gittikçe  mantar  büyüyordu.  Yanaştım,  yanaştım,  yanına  varmak  üzereyim. Böyle  büyük  mantar  olur  mu  diyordum  kendi  kendime.  Sanki  biri  alacakmış  gibi  onu,  hızla  koştum  yanına.  Hayaller  boşa  çıktı.  Ümidim  kırıldı. Basketbol  topundan  çok  daha  büyük  kocaman  bir  fıstıkmış!  Girebimle  hırsımdan  fıstığı  bir  kaç  parçaya  ayırdım,   bir de  tekme  atıp  oradan  ayrıldım.  Bir  saat  sonra  yayla da  buluştuk  Ahmet'le.
 
 Ahmet  gösterdiği  mantarın  tarafına  ben  giderken  o  çukur  yerlerden  geçmi şki  ben  belki  almamışımdır  diye  o  da  o  tarafa  gitmiş.  Yaylamın  önündeki  çam  ağacının  altında    bir  gurup  insan  oturuyordu.  Hemen  oradakilere  başladı  anlatmaya:
 -Dürbünle  böyük  bir  mantar  gördüm.  Gittim  oraya.  Baktım  ki  eşek  oğlu  eşeğin  biri,  hıyarın  teki  mantar  sandığım  fıstığı  param  parça  etmiş.
 Küfürlerine  devam  ediyordu.  Hemen  müdahale  ettim:
 -Ulan  hıyara! Oraya  sen  beni  yollamadın  mı?  Onu  parçalayan  benim,  dedim.
 Gülerek  sesini  kesti.
 Alim Aydoğan -İstanbul
 -.-.-.-.-.-.-.
 Merhaba Alim Bey,
 Konuk defterine gönderdiğiniz bir mesajda yazılarınıza eleştiri yazılmasından memnun olacağınızı söylemiştiniz. Bir okuyucu olarak, yayınlanan bu son yazıyı okurken kendimi betimlediğiniz, tanımladığınız yerlerde buldum; bu bakımdan çok mutlu oldum, teşekkür borçluyum. Ne var ki başlıktan ve yazının çeşitli yerlerindeki argo sözcüklerden rahatsız olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Bir de üçüncü şahısları incitici sözlerden kaçınmak gerekir diye düşünüyorum. - Ali Aydoğan
 
 
 --------------------------------------------
 46. Yazı - 23 Nisan 2012
 ELEKTRİK  KIRINTI'DA
 
 Kırıntı  Köyümüze  elektrik  nasıl  gelmiştir? Öyküsüne  derinlemesine  fazla  girmeden  yaşanan  bir  olayı  anlatmak  istiyorum  bu  satırlarda.  Orada  olan  kişlerin  çoğu  bu  gün  hayatta  değiller.  Bunların  isimlerini   vermiyeceğim.  Yaşayan  kişiler  bu  olayı  çok  iyi  hatırlıyorlardır.
 1978  yılı  Şubat  ayı.  Karne  tatilinde  köye  gittim  ailemle.  Evimiz  virane  olduğundan  vede  Anşanın  Ali'si  hasta  olduğu  için  Anşagile  gitmiştik  çoluk  çocuk. Neyse  ki  Ali  dayının  sağlığı  iyice  sayılırdı.   Köy  o  tarihte  yine  bayağı  kalabalık  sayılırdı.  Kış  şartları  fazla  amansız  değildi.  Anşagile   gidip  gelen  çok  oluyordu.  Millet  oturup  hasbıhal  ediyorlardı.
 Bir  akşam  gece  köylüyü  Anşagile  çağırdılar.  Millet  toplandı. Köydeki  yaşlı  başlı  kim  varsa  oradaydı.  Sekiz  on  tane  yaşı  seksenlik  olmuş  yaşlılar  vardı.  İsimlerini  belirtmeyeceğim  onların.
 Konu  şuydu:  Almanya'da  çalışanlar  kendi  aralarında  konuşup  karar  almışlar  köye  elektrik  getirmek  için. Oradan  veya  Türkiye'den  bir  JENERATÖR  alıp  köye  getireceklermiş. Kırıntı  halkının da  bu  işe  el  atması  için  bir  arkadaşlarını  köye  göndermişler.  Git  köylünün  ağzını  ara  bakalım  diye.  Görevlendirilen  şahıs  konuyu  açıkladı. Köylüye  ne  diyorsunuz  bu  işe ?  diye  sordu.  Konu  açıldığında  bir  çok  kişi  olumlu  yanıtlar  veriyorlardı.  Ama  bazılarıda  fiskosa  başlamışlardı.  Bu  iyiye  alamet  değildi. Köyümüz  ışığa  kavuşur  diye  heyacanlananlar  vardı.  Hee!  Çoh  eyi  olur-diyenler  vardı. Biraz  da  köylüden  para  toplanması  gerekiyordu  yapılacak  işler  için.
 -Olur  topluyah  gardaş.  Hayırlı  bi  iş  bu  iş!  Gerehirse  bedenen  de  çalışırıh!  Diyenler  oldu.  İhtiyarlar  modurdanmaya  başlamıştı  bile.
 -Been  ne  para  veririm  nede  çaluşurum.  Diğer  ihtiyarların çoğuda  bu  konuşan  arkadaşlarını  destekliyorlardı.  Aynı  kafadan  oldukları  belliydi. Bir  iki  ihtiyar  onları  tasvip  etmiyorlardı.
 -Neden  eyle  gonişisizki   falan  emmi  diye  onları  ikna  etmeye  çalışıyorlardı  bazıları.  Bu  ihtiyarlardan  ikisi  birbirini  destekleyerek  şöyle  itiraz ediyorlardı  birbirlerini  destekleyerek:
 -Ben  ışı  needecem?  Dama  gidipte  öküzün götünümü  seredecem!?  Dedemin  dedesi  çıra  yahmuş, dedem isli  lamba  yahmuş,  been  şüşeli  lamba yahıyrim,  oğlum  ise  löküs  yahı!?  Nedeceem  been  elektüriğü? Heç  gimsede  ne  para  verür  nede  çaluşur  bu  iştde.Aha  da  been  gidirüm.  Ne  kadar  zorladılarsada  bir  kaç  yaşlı  kızgın  vaziyette  kalkıp  evden  çıktılar.
 İtirazcı  amca  aslında  cevabında  tam  tezat  teşkil  eden  yorum  yapıyordu.Dedemin  dedesi  çıra,  dedem  isli  lamba,  ben  şişeli  lamba,  oğlum  ise  lüküs  yakıyor  diye  feryat  ediyordu.  Bunların  peşinden  ise  torunum  elektrik  yaksın  demeliydi.  Tam  bu  noktada  eski  kafalılık  devreye  girmişti.
 Buna  rağmen köylüye  en  az  şu  kadar  olmak  üzere  para  topladılar. Para  salındı.  Boş  verin  onları.  Onlarda  verirler  sonra  denildi.  Hemen  orada  olanlardan  en  az  şu  kadar  olmak  üzere  para  toplandı.  Bazıları  istenenden  fazla  para  verdiler.  Benden  de  bir  miktar  aldılar.  Toplantı  dağıldı.
 Ben  çok  sevinmiştim  bu  girişime.  Köyümüze  elektrik  yakında  gelecek  diye  gönüllü  olarak  kurulacak  komiteye  benide  yazın  diye  istekte  bulunmuştum.
 Yazın  köye  geldim.  Geldim  ki  bu  elektrik  getirme  işi  dedi  kodu  yüzünden  yıkılıp  bitmiş.  Bu  hüsrana  uğrama  işinde  sağdece  köydeki  yaşlıların  itirazları  ve  dedi  koduları  sebep  olmamış,  toplantıdan  dağılanların   bir  kısmıda  dedi  koduya  başlamışlar.  İşi  yıkmışlar.
 En  kötüsüde  Almanya'da  olanlardan   çok  çatlak  sesler  çıkmış.  Esas  iş  orada  yıkılmış. Ben  buradan  olumlu  davrananlara  teşekkürlerimi  iletiyorum.  Olumsuz  davrananlardan  çok,  sonradan  itiraz  edip  dedi  kodu  yapanlara  kızıyorum.  En  çok  yıkım  yapanlar  da  bunlar  oluyor  köy  işlerinde.
 Sonradan  toplanan  paraları  herkese  geri  dağıttılar.
 Ve  sağ    olsun  Sabah  Halanın  oğlu  RIZA  BEY!  Şiran'a  elektrik  gelmeden  bizim  köyde  yanmasını  sağladı. Öpüyorum  buradan  kendisini.
 Alim  Aydoğan -  Çekmeköy
 
 ----------------------------------------------
 
 45. Yazı - 17 Nisan 2012
 TARLA SULAMAK
 
 1963  yılı  Temmuz ayı  ortaları  sanırım.  Köyün  sulama  işlerini  yürütmesi  için  Molla  Aligilin  Bilal  Amca'yı  su  korucusu  tutmuşlar.  Görevleri, araziye  dağılan  su  kanallarından  giden  suları  adil  bir  şekilde  sırası  ile tarla  sahiplerine  verip  tarlaların  sulanmasını  sağlamaktı . Korucu  tutulmasa  bir  kısım  komşular  tarlalarını  hiç  sulayamıyorlardı.
 
 Tarla  sulama  sırası  bize  gelmişti.  Ağlıkta  Büyük  Mezarlıkların   doğusunda  yaylaya  giden  yolun  ise  elli  metre  yakınında  fiğ  ekili  tarlamız  sulanacaktı.  Suyu  tarlaya  bağladım  yeni  sulamaya  başlamıştım  Bilal  Amca  ile  Yeniköy'den  Topal  ALİ  ve kardeşi  İsmail  dayı  yanıma  geldi  dikildiler.
 -Kolay  gelsin  Alim  dediler.  Otur  bahalım  şöyle  deyip  beni  kendileri  yere  çökerttiler.
 -Bilal  Amca  bişey  mi  oldu?  Ne  var?  dedim.
 -Hee!  Bir  şey  var  yaa!  deyip  devam  etti  Bilal  amca:
 -Bah  Alim,  sen  gine  sularsın  habu  fiyi.  İzin   verirsen  bu  amcalar  tarlalarını  sulasınlar.  Senin  sıran  yanmayacah.  Peşlerinden  sen  sulayacahsın,  dedi.  Ben  köylü  savsakhlarım.  Ne  diysin dediler?
 -Olur  Bilal  amca, dedim ben de.
 
 Topal  Ali  ile  İsmail  amca  yukarı  çıkıp  suyu  Yeniköy'e  tarafı  kesmeye  gittiler.  Bu  arada  Reşat da  (Yayla) yanımıza  gelmişti.  Öğretmen  okulu  arkadaşımdı.  Aynı  zamanda  yakın  akrabalığımız da  vardı.  İki  köy  sulama  suyu   konusunda  birbirlerine  kırgındılar.  İki  tarafın da  haklı  haksız  tutumları  olmuştu  birbirlerine  karşı.  Bilal  amca  bana  şöyle  tenbihte  bulundu:
 -Köylü  durumu  anlarsa  sen  hemencih  suyu  sizin  tarlaya  balarsın.  Habu   Reşat'ınan  suyu  behleyin,  arkın  üzeri  sıra  gidin  gelin. Anadın  mı dedihlerimi?
 -Anladım,  anladım, sen  git  dedim.
 
 Bir  gün  bir  gece  Topal  Ali'ler  tarlalarını  suladılar.  Reşat'la  ikimiz  hiç  uyumadan  şaka-şamata  suyu  bekledik.  İkinci  gece  ve  sabahı  ise  Reşat'ın  babası  bir  gün  bir  gece  tarlalarını  suladılar.  Biz  ikinci  gecede  uyumadık   hiç. Akşam  olurken  suyu  bizim  tarlaya  bağladım.  Suyun  ucu  tarlaya  yeni  gelmişti ki  Yeniköy'den  Zeykir  hala  beyi  ile  yanıma  geldiler.  Bana  dediler  ki:
 -Alim,  biz   Bilal  Amca'ya  dedik  ki  bu  gecede   su  bize ahsın, olmaz  mı?  Bilal  emcede  dedi ki  ben  bişe  diyemem.  Gidin  Alim'e  deyn,  o  verirse  siz de  sulayn.  Biz de  geldük  seen  diyrik! Ne  diysin?
 Meral  Hala,  kızı  Zeykir  Hala  çok  çok  yakın  akraba  idiler.  İkisini de  seviyor,   saygı  duyuyordum.  Hiç  düşünmeden:
 -Bilal  Amca  mağdem  öyle  demiş,  sizde  bu  gece  sulayın  dedim.
 Onlar  suyu  kesmeye  yukarı  doğru  çıkmaya   başladılar,  ben eve  gedim.  Bilal  amca  bizdeydi.  Durumu  anlattım.  Onları  hiç  görmemiş.  Çabuk  git  tarlayı  sula. Onlara  su  verme  dedi.
 
 Damdan  küreğimi  alıp  doğruca   suyu  bağlama  yerine  vardım.  Suyu  aşağı  tarlama  bağladım.  İndim  tarlama,  başladım  sulamaya   fiği.  Az  sonra  suyun  arkası  Zeykir  halaların  tarlasına  varmış.  Yarım  saat  geçmeden  yanıma  bittiler.  Suyu  niye  kestin?  dediler  yumuşak  sesle.  Ben de  siz  beni  kandırdınız. Bilal  amca  sizi  hiç  görmemiş!!!  dedim.  Hiç  ses  çıkarmadan  geçti  gittiler.
 
 Sonraları  bu  olaya  çok  üzüldüm,  onlara da  keşik  verip  tarlalarını  sulatsaydım   diye.  Ayaklarımı  çıkarıp  sabaha  kadar  tarlanın  içinde  kürekle  gavar  yaparak  tarlayı  uyumadan  sulayıp  bitirdiğimde  sabah  güneşi  yüzüme  çalmıştı.  Suda  ayaklarımı  yıkadım.  Kenara  oturdum.  Az  ayaklarım  kurusu  diye.  Oturur  oturmaz  hemen  uyumuşum.  Nasıl  olduğunu  analayamadım.  O  Temmuz  sıcağında   öyle  bir  uyku  çekmişim  ki  uyandığımda  güneş  nerdeyse  batmak  üzereydi.   Böylesine  keyifli  uyku  çektiğimi  bilmiyorum  hiç.  Ayaklarımı  giyip  evin  yolunu  tuttum.  Yolda  giderken  çok  acıktığımı da  anladım.
 
 Alim Aydoğan - İstanbul
 
 ----------------------------------------------
 
 44. Yazı - 14 Nisan 2012
 FIRIÇ
 
 Fırıç  ahlat  armudunun  fırında  kurutulmasıyla  yapılırdı.  Kışın  hoşafı  yapılır,  afiyetçe  yemeklerin  yanına  katıklık  olurdu.  Tadı  çok  güzel  ve  hoştur.  Çok  yenince de  peklik  yapardı  özellikle  çocuklarda.  Kuru  haliyle de  meyve  gibi  yerdik.   Çok  zayıf  ve  çelimsiz,  buruşuk  insanlara da  fırıç  gibi  derlerdi.  Uruşan  Gilin  rahmetli  Hüsnü  ağbiye  lakap  olarak  Fırıç  derlerdi.
 
 Köyde  bir  düğünde  başka  bir  mahallenin  konağına  gelen  mahallenin  delikanlıları  ve  erkekleri-  Döndü  halaların  müstakil  odasın da  konuk  edilmişti.  Düğün  evinden  yemekler  getirildi.  Sofralar  kuruldu.  Akşam  yatsı  vakti.  Tavanda  LÖKÜS  Lambası    parlak  şekilde  yanıyordu.  Yemekler  yenirken  gençler  devamlı  silah  atıyorlardı.  Pat  küt  derken  merminin  biri  lükse  isabet  edince  her  taraf  zifiri  karanlık  oldu.  Bu  karanlıkta  Halil  Ağbim  bizim  sofrada  yemek  yiyen  Gopuhların  Bekir  amcanın  ünündeki  fırıç  hoşafını  alıyor,  ne  kadar   suyu  varsa  içiyor.  Az  sonra  bir  başka  evden  başka  bir  lüks  getirip  yaktılar.
 
 Etraf  aydınlanınca  Bekir  amca  bakıyorki  fırıç  tasındaki  hoşafın  suyu  hiç  kalmamış.  Rahmetli  biraz  kekeler  gibi  konuşurdu.  Kekemelere  KEKEÇ de derlerdi  o zamanlar.  Başladı  laur  luur  konuşmaya.  Dediklerinin  çoğunu  oradakiler  anlayamıyorduk.  Sanki  önündeki  fırıç  hoşafı  hep  ona  konmuştu.  Herkes  kaşıkla  alıp  içiyordu.  Halil  ağbimle  biraz  laf  dalaşı  yaptılar.  Biraz   sonra  bir  tas  fırıç  hoşafı  daha  getirip  Bekir  amcanın  önüne  koydular.  Mırıldanarak  hepsini  yedi  bitirdi.
 
 Köyde  şimdi  bile  fırıç  yapıp  yiyenler  oluyor.  Ziliflerin  Ahmet  ahlat  toplayıp  fırında, ama  elektrikli  fırında  sanırım  pişirip yerdi
 Saargızların  rahmetli  Mustafa  ağbimiz, "Önce gapıyı  dayahla, sonra gardif,  patates gavurmasıyle  fırıç  suyunu  al  önüne  ye!" derdi.
 
 Alim Aydoğan - İstanbul
 
 --------------------------------------------
 
 43. Yazı - 05 Nisan 2012
 DAĞLARIMIZIN AYILARI
 
 Köyümüzde, herkes ayı görmemiş olabilir. Ayılarla karşılaşıp heyecanlı, korkulu dakikalar yaşamış olabilir. Ama herkes ayılarla ilgili söyleşiler yapmıştır, yapmaktadır. Çünkü dağlarımızda ayıların varlığı herkes tarafından bilinmektedir. Kendileri görmediyse de görenlerin öyküsünü dinlemişlerdir. Ben de burada duyduğum, hatta yaşadığım olaylara yer vereceğim.
 
 *Bir ayı, Deli  Şükrü  amcanın  oğlu  Durmuş'u  Sığnakta  hayalarından  yaralamıştır.
 *Kavrazlı'dan  Sakine  halanın  boynuna  binmiştir; Durbabanın  yalağında bayağı  yaralamış.
 *Yıllar önce Konaklı'dan Murat  Kara'nın  babasını  Tuztaşının  arkasındaki  derede  parçalayıp  öldürmüş
 *Sarıkızgilih  İzzet'i  bir  gece Deli Şükrü'lerden Üsüklerin  evine aşağı  inerken  bakıyor  ki  yukardan  iki  ayı  geliyor.  Silahını  çıkarıyor,  sıkıyor  sıkıyor  patlamıyor.  Hayvanlar  yanaşıyor,  bakıyor  ki  iki  tane  camuş (manda).  Biraz  sonra  aklı  başına  geliyor bakıyor  ki  tabancasını  kılıfından  hiç  çıkarmamış,  öyle  sıktığını sanıyor  ayılara.
 *Eskilerden  birinin  de  Kân'da  ayı  ününe  çıkıyor.  Ayıya kollarını  bağlayarak  yalvarıyor, "Benim  çocuklarım  var,   ne  olursun  bana  dokunma." dercesine.  Ayı,  onun  yüzüne  tükürerek  çeker  gider.
 
 Eşimle benim başımdan geçen olaylara da yer vermek isterim.
 *Eşimle Çalgan'ın  yaylasında  kavaklıktan geçiyorduk. Bir ayı bize saldırdı.  Aramızda  otuz  adım  kadar  vardı yoktu.    Böğürerek bize hücum etti. Bize altı  yedi  metre  kala vazgeçti ve geri  dönüp  geldiği  yere  doğru  gitti.  Kayalıklardan  geçerken, küçücük  yavrularının  ardı  sıra  çığrışarak  gittiklerini gördük.  Ucuz   kurtulmuştuk.
 
 *2008  yılının  Mayıs  ayının  altıncı  günü  ilk  defa  o  gün  yaylaya  gidiyoruz  Fadik  hanımla.  Kayanın  önünü  geçtik,  soğuk  pınardan  gelen dereyi  geçtik,  yüz  metre  ilerdeki  taşlı  dönemece  geldiğimizde  Fadik  çığlık atarak  Ayulara bah  ayulara! diye bağırdı. İşaret ettiği yere bakınca Kayanın Önü  kayalıklarının üzerinde dört ayı gördüm. Kamerayı çıkarıp zoom yaparak filmlerini çektim.
 
 *Yine  aynı  yıl  yukarı  Çiçekliçayır'dan  yerli  burunun  köye  bakan  tarafındaki  tepeye  en  yakın kavaklığa  doğru  birbirimizden  aralıklı  vaziyette  ilerliyoruz.  Tam  kavaklığa  bir  kaç  adımlık  yolumuz  kaldığında bir ayı gördük. Ayı da bizi görmüş ama kaçmaya başlamıştı. Bir camuş büyüklüğünde var gibiydi. Kısa zamanda Aşağı  Gersut'un  yayla  tarafına  aşıp  gitmişti.
 
 Köyümüzde ayı öykülerini biz yaşadık, başkaları da yaşadı. Bir gün siz de yaşayabilirsiniz. Dilerim zarar görmeyesiniz.
 
 Alim Aydoğan - İstanbul
 
 ----------------------------------------------
 
 42. Yazı - 30 Mart 2012
 ANŞANIN  ALİ'NİN MAZI YAPMASI
 
 Anlatacağım  yaşanmış  olayda  o  zamanını  örf, adet, gelenek  ve  göreneklerine  göre bu  olay  aynen anlatacağım  şekilde  cerayan  etmiştir.
 
 Köyde  kız-oğlan belli  yollar  izlenerek  söz  kesilir,  nişanlanırlar  ve  düğünleri  tantanalı  bir  şekilde  yapılırdı.  Yani  eliyle  kızlarını  düğün  yaparak  verirler,  verirler amma  yeni  evli  çiftlere  neler  yaparlar?  Bunlardan  birini  yaşadığım şekilde  anlatacağım.
 
 Anşanın  Ali'si  bizim  kağnı (öküz) arabasına  mazı  takacaktı.  Bir  gün  geldi mazıyı  takmak  için.  Taslak  hâlinde   yontulup  yapılacak  bir  mazımız   vardı.  Onu  getirdim  yanına.  Baktı  baktı,  başını  salladı.  Başladı  getirdiği  aletleriyle  mazıyı  yapmaya.  Ben  yanında  duruyorum.  İstediklerini  yerine  getiriyorum.  Balta  istiyor,  keser  istiyor,  testere  istiyor ne  isterse  yerine  getiriyorum. Annem  çay  getirdi  içti.  Mazıyı  bana  göre  epey  hala  yola  getirdi  sanıyordum.  Başını  salladı  ve  bana  doğru  döndü.  Yumuşak  bir  ses  tonuyla  şöyle  dedi:
 - Bundan  mazı  olmaz!  Çok  ince.  Hem de  biraz  kısa.  Get  bizim  merekte  kapının  arhasında  üç  mazuluh  var.  Kapuya  en  yahınını  alda  çabuh  gel.  Hadi  çabuh  ol.
 
 Gittim,  dediği  yerden  tarif  ettiği  taslaklanmış  mazıyı  omzuma vurup  alıp  geldim.  Ben  yokken  Fadik de  harmana  dedesinin  yanına  gelmiş  konuşuyorlar.  Ta  yanı  başlarına  gidip  mazıyı  Ali  dayının  yanına  bırakırken  Ali  dayı  öyle  bir  kükredi ki  birden,  ne  olduğunu  anlayamadık.  Şaşırıp  kaldık.  Şöyle  söyleniyordu  ikimize:
 -Defolun  başımdan!  Sizi  edepsiz  terbiyesizler  sizi!  Annem  kapıya  çıktı  baktıki  Ali  dayı  bize  esip  köpürüyor.  Ne  olduğunu  anlamaya  çalışıyordum  ki  neden  bize  kızıyor  diye,  birden  aklım  başıma  geldi  eskilerin  dediği  gibi.  Hemen  oradan  ben  hızla  uzaklaştım.  Annem   Fadik'i de  çağırdı.  Ali  dayı  hırsından   köpürecek  haldeydi, söylenmeye  devam  ediyordu.
 
 Ne  olmuştu  anlatayım.  Biz  yeni  evliyiz  ya  Fadik'le.  O  devrin  adetlerine  göre  büyüklerin  yanında  karı  koca  aynı  anda  ve  aynı  mekanda  bir  arada    duramazdı.   Çok  ayıplanan  bir  durumdu  böyle  yapmak.  Hatamız   buydu.  Bir  zaman  daha  ikimiz  onun  yanınında  aynı  ortamda  bulunmadık.  Sanırım  o  da  o  gün  o  olaydan  sonra  pişmandı.  Çok  sessizleşti. Başını  eğip  mazıyı  bitirip  maranlara  takana  kadar  öylece  çalışıp  işini  bitirip  evine  gitti.
 
 Bir  yıl  sonra  benim  öğretmenlik  yaptığım  köye  geldiler  Sultan  hala  ile.  Annem de  yanımızdaydı.
 -Gelin  bahıym  çocuhlar  yanıma  derdi.  Beni  bir  yanına  torununu  bir  yanına  oturttururdu.  Bizimle  sohbet  eder  birlikte  yemek  yer  aynı  odada  otururduk.   Sanırım  harmandaki  o  olaydan  sonra  bir  muhakeme  yapmış  kendi  kendine. Hata  ve  kusurunu  anlamış,  doğruyu  bulmuştu.
 Onu  ne  kadar   sevip  saydığımı  biliyordu.  Bu da  çok  hoşuna  gidiyordu.  Nur   içinde  yatsın.
 
 Alim Aydoğan - İstanbul
 
 ----------------------------------------------
 
 41. Yazı - 25 Mart 2012
 NİŞANLANAN  GENÇLER
 (Makarıç  Verme)
 
 Kız ve oğlan birbirini  sever,  sevdalanır.  Bazıları  kör  kütük  aşık olurlar    birbirine.  Dünyanın  merkezi  istediği,  sevdalandığı  kimse  odur  onun  için.  Aileler  günlerce  gidip  gelmelerden  sonra  söz  keserler. Nişan  yapılacak  gece  belli  olur.  Nişan  başlar.  Herkes  horon  oynar  veya  oynayanları  etraftan  seyrederler.  Bu  arada  birbirini  isteyen  sevdalı  gençler  istediklerini  takip  ederler.  Yeni  yeni  mercimeği  fırına  verenler   olur  böyle  nişan  gecelerinde.
 
 O  nişan  gecesine  kadar   nişanlanan  oğlanla  kızın  buluşmasına  ebeveynleri  hiç  müsaade  etmezlerdi   adetlere   göre.  Kız  ve  oğlan  eğer  birbirini  seviyorsa  kırda  bayırda,  damda  komda  da  olsa  buluşur  kavuşurlardı.   Kızın  yakınları  oğlanı  beğenirlerse  bu  kaçak  buluşmalara  göz  yumar,  ses  çıkarmazlardı.  Nişan  gecesi  ise  kızın  kınası  yakılınca  veya  sözü  kesilince  kızın  aracısı  yardımıyla  kavuşurlardı.  Bu  kavuşma   genelde  bir  kaç  kız  ve  delikanlı  ile   hep  birlikte   nişanlanan  gençlerle  nişan  yerini  görecek  şekilde  kenarda  köşede  olurdu.  Kıza  oğlan  hediyesini  verir  bu  kavuşmada. Genelde   üzüm, leblebi,  bisküvi,  incik  boncuk    gibi  ufak  tefek  hediyeler  olurdu.
 
 İki  genç  artık  nişanlıdır  ve  birbirlerinin  helalidirler.  Ama  düğüne  kadar  sabırlı  olmaları  gerektiğini  bilirlerdi.  Büyük  bir  oranda  oğlan  kıza  yanlışlık  yapmazdı.  Nişanlılk  döneminde  kavuşmaları  daha  serbest  vede  tölaranslı  olurdu.  Oğlan  kızla  geceleri  kavuşmaya  giderdi.  Yinede  gizlice  yapılırdı  buluşmaları. Nişanlı  kız  başka  mahalleden  ise  o  mahallenin  delikanlıları  oğlan  yavuklusuyla  buluşmaya  giderken  yakalarlardı.  Usülen  nişanlı  genci  sıkıştırırlardı.  Makarıç  denen  rüşvetin  sözünü  almadan  kızın  yanına  bırakmazlardı.  Bir  başka  gün  nişanlı  genç  kızın  mahalesinin  gençlerini  bir  evde  toplayarak  eğlence  tertiplerdi.   Rakı  şarap  içilip  eğlenilirdi.  Nişanlı  delikanlıya  ise  şöyle  derlerdi:
 -Artık  korkma. Sana  bundan  sonra  kimse  bişe  diyemez. Serbestsin  enişte!
 Enişte  artık  nişanlısı  ile  korkup  çekinmeden  buluşmaya  başlar.  Yinede  geceleri  gizlice   olurdu  bu  iş.
 Kimi  nişlanlı  erkekler  ise  bu  makarıcı  vermek  istemezlerdi.  O  mahallenin   gençleri   oğlanı  dolandırır  mutlaka  yakalarlardı.  Bu  yakalama  işinde  nişanlı  kızın  veya  onları  buluşturan  elçilerinin eli  olurdu.  Oğlanı  gençler  yakalayınca  götürüp  çeşme  önündeki  kurunlara  üstüyle  başıyla  suya  sokarlardı.  Biraz da  şakacıktan ufalarlardı,  makarıcın  sözünü  alınca  bırakırlardı. Nişanlı  kız  mehlemizin  hesiyet,  şerefi  var  diye  gizlice  oğlanı  onun  için  yakalatırdı.
 
 Hamza  gilin  rahmetli  Mehmet  ağbi  Sofugilden  rahmetli  olan  Döndü  ile  nişanlanır.  Nişanlısı  ile  buluşmak  ister.  Korkusundan  kızla  kavuşmaya  gidemez.  Biraz da  çok  tutuk  içe  kapalı  yapısı  vardır.   Sofugilin  delikanlıları da   Mehmet'i  dolandırırlar.   Mehmet  kavuşmaya  gitmediğinden  tabiî ki  yakalayamazlar.  Döndü  kızı  sıkıştırırlar.  Oğlanla  buluşuyorsun  da  bize  demiyorsun  diye.  Kız da  yemin  billah  eder.  Kavuşmadıklarını  söyler.  İnanmazlar  kıza.
 
 Mehmet,  Halil  ağbimle  aynı  yaşta  ve  arkadaştırlar.  Halil  ağbime  gelir  der
 ki  Mehmet:
 -Ben gorhirim.  Beni  döverler.  Sen  beni  gavuştur  der.
 Halil  kabul  etmez  şakacıktan.  Mehmet  üsteler:
 -Ben  gorhirim.  Ne  olursun  sen de  gel  he? der. Hem  dabancan  sen de  al  yanan.
 
 Halil   ona  yardım  etmek  için  bir  akşam  geç  vakitte  sofu  gile  götürür.  Mehmet'i  hırsla  bekleyen  delikanlılar  bunları  yakar,  sorguya  çekerler.  Halil  bir  iki  sözü  geçen  delikanlıyı  kenara  çeker.  Durumu  onlara  anlatır.  Yarın  aşgam  size  ziyafet  çekelim.  Bu  iş  tatlıya  bağlansın,  der.  İnanırlar.  Bir  gün  sonra  makarıc  verilir,  ziyafet   çekilir.  Mehmet de bundan  sonra  Sofugilden  bazılarının  yardımıyla  ara  sıra  nişanlısıyla  kavuşup  görüşmeye  başlar.  İşte  hal  böyle,   böyle!  Ne  dersiniz?  Ben de  düğünümden  bir  gece  evvel  Baloğullarının  delikanlılarına  böyle  bir  ziyafet  çekmiştim  bol  kepçeden.  Baloğlu  gençleri  düğünümde  bize  hiç  zorluk  çıkarmadılar.  İlk  defa  Baloğullarından   düğünle  biz  kız  çıkardık.  Mahalle  gençleri  hiç   bir  zorluk  ve  olay  çıkarmadılar.  Hepsine  teşekkürlerimi  sunuyorum.  O  günden  beri  benim  mahallem  Baloğgil!  Şaka,  şaka!
 
 Alim Aydoğan – Çekmeköy - İstanbul
 
 ----------------------------------------------
 
 40. Yazı - 23 Mart 2012
 KIŞIN  KARDA  GECE KÖYE  YOLCULUK
 
 Kamil(Hünkâr)Bal'ın  ödürüldüğü  yıl: Bin  dokuz  yüz  seksen  beş. Aynı  yıl  bir   Ağustos'ta Cemal  ağbim  de  hakka  yürümüştü. Kasım  ayının  başlarıydı. Şiran'a  gidip  miras  için  ilam almam  gerekiyordu. Samsun'dan  Çepni  Mustafa  ile  Alucra'ya  geldim. Minibüsten  indiğimde  akşam  ezanı  okunuyordu.  Köy  tarafındaki  benzinlik  ününde  bir  minibüs  hareket  emek  üzereydi doğuya  doğru.  Koşarak  yanına vardım.  Çalganlı  imiş  ve  köyüne  gidiyordu. Beni  Kırıntı'ya  bırakmasını  istedim  kabul  etmedi.  Ancak  Konaklı'nın  sapağına   kadar   götürebilirim  dedi.  Bindim  geldim  sapakta  indim.  Maksadım  Konaklı'da  misafirlik   istemekti.  Evdekiler  sıkı  sıkı  tenbih  etmişlerdi  sakın  Civrişon'dan  gitme  diye.
 
 Köyün  içine  girerken  yatsı  ezanı  okunmaya  başladı.  Niyetim  köyün  içinden  geçerken  biri  beni  görür de  misafirlik  isterim,  orda  yatarım  diyeydi. Köyün  içinden  yürüye  yürüye  üst  baştan  çıktım.  Hiç  kimse  dışarı  çıkmadı,   köpekler de  hiç  havlamamıştı.  O  gün  çok  yağmur  yağmış  bölgeye.  Bulutlar  kapkara,  ha  yağdım  ha  yağacağım  gibi  kapalıydı. Bu günkü  araba  yolumuz  yapılmamıştı.  Eski  yaya  yolu  idi. Köyün  başında  ayaklarıma  çamur  sardı,  sardı, yürüyemez  oldum.  Ayaklarımı  çıkarıp  elime  aldım.  Yolu  az  çok  bildiğimden  yoldan  sapmadan  elevüne  (ezbere)  gidiyordum.
 
 Elimde  ne  elektrik  ne de  çakmak  vardı.  Ama  hiç  mi  hiç  kormuyordum.  Tuztaşına varıp da köyün silüetini görünce daha da cesaretlendim.  Yazı yollarını böyle bir ortamda tek başıma bu kadar cesaretle geçebileceğimi hayal bile etmemiştim. Okulun  yanındaki  dereye  varınca  yağmur  şarlatmaya  başladı.  Durmuş  öğretmen,  lojmanda  duruyordu. Gece  gec  saatler  olmuştu. Işıkları  yanmıyordu.  Kapıyı  tıklattım,  az  sonra  dışarı  çıktılar.  Beni  karşılarında  çamura  belenmiş  görünce  şaşırdılar.  Hoş  beşten  sonra  geliş öykümü  anlattım.  Çok  kızdılar  bana. "Sen  aklını  ekmekle  mi  yedin?  Bu  zifiri  karanlıkta  adam  bu  yola  vurur  mu?" vb. dediler.
 
 Haklıydılar. Mantıksal açıdan baktığımızda yaptığım çok saçmaydı. Saçma da olsa buna benzer zorlu yolculukları daha pek çok kereler yaşamak zorunda kaldım. Sanırım  bu mini anıyı okuyanlar da yaptıkları benzer tehlikeli  yolculukları hatırlayacaklardır.  Ne yapalım, imkansızlıklar insanları istemedikleri olayları yaşamaya itiyor.
 
 Alim Aydoğan - İstanbul
 
 --------------------------------------------
 
 39. Yazı - 20 Mart 2012
 FIRINDA SOKULDUM, OKULDAN KAÇTIM
 
 İlkokula  başladım. Çok  hevesle  mektebe gidiyordum.  Okula  biz  Mektep  diyorduk.  On,  on  beş  gün  sevinçle  gittim.  Çocuklarla  güle  oynaya  gidip  geliyorduk. Okul  düzenine  yeni  yeni  alışıyordum  ki  başıma  bir  olay  geldi. Bu  olay  benim  tam  bir  yılıma maloldu.  Bir  yılda  ilkokulu                 bitirdiğim  de  Öğretmen  okulunu  kazanamadığım  için  kaybettim. Bununla  ilgili  hatıramı  yakında  sizlere  anlatacağım.
 
 Evden  yemeğimi  yedim,  bezden  çantamı  alıp  çıktım. Etemlerden,  Ziliflerden  aşağı  Hamza gilin  kapısından    Gülüzarların  kapısının  doğrusundan  aşağı  inerken  Hatun  Bacı  beni  yanına  çağırdı.  Evin  kapısında  beni  kucakladı,  sevdi.
 -Gel  bah  seen  ne  verecem? dedi.
 
 Kolumdan  tutup  içeri  soktu. Bana  üç-beş  ceviz  verdi.  Sevindim. Az  sonra  kapıdaki  fırının  kapısına  götürdü  beni.
 - Bak,  dedi, habu  fırının  içinde  armut  guruttuh. Seni  fırına  sohiym  de  fırıçları  dışarı çıhart,  derdemez  hoppala  fırına  soktu  beni.
 
 Nasıl  olduğunu  anlayamadan  fırının  içndeydim  artık.  Fırıçları  dışarı  itekledim.  Hatun  Bacı fırının  önündeki  sepete  doldurdu.  Beni  çekip  dışarı  çıkardı. Başım,  gözüm,  üstüm,  önlüğüm  ve  pantolonum  hep  is  ve  kül  olmuştu.  Hatun  Bacı  sağımı  solumu  sildi  ama  nafile!  Temizlenecek  gibi  değildi.
 
 O  gün  okuluma  gidemedim,  öğretmenlerimizden  beni  döverler  diye.  Eve de  gitmedim.  Sağda  solda  bizimkilere  görünmeden  okul  dağılana  kadar  eve  gitmedim.  Anam  beni  görünce  durumu anladı  sanırım.  Kızdı  bana.  Sümsükledi  epeyce.  Birazda küfür  salladı  Hatun  Bacıya.
 
 Okula  gitmemeye  karar  verdim.  Korkuyordum.  Kimse  okula  yollayamadı.  Bir  kaç  gün  sonra  Hüseyin  Çavuş  göçüyle  Ünye'ye  gidecekti.  Zorladım  benide  alıp  yanlarında  Ünye'ye  götürdüler.  O  kışı  Ünye'de  geçirdim.
 
 Alim Aydoğan - Çekmeköy - İst.
 
 ----------------------------------------------
 38. Yazı - 14 Mart 2012
 HORTLAKTAN  KORKAN  KIZLAR
 
 Sekiz  on  yaşlarındaydım  sanırım.  Anem  bir  komşumuzla  Lorşon  Köyüne  gendüme  ve  yarmalık  buğday  yapmak  için  ıstana  gitmişlerdi.  Evde  bacım  Hürmüz  ve  ikimiz  vardık. Akşam  yemeğimi  yedim.  Mahalleye  gezmeye  çıktım.  Gece  gezmeyi  çok  seviyor  ve  hiç  korkmuyordum. Karanlık  ve  it  köpekten  zaten  korkmazdım.  Ecinni-periden  de  hiç korkmuyordum. Keyfime  göre  mahallede  gezip  dolaştım. Eylül  ayı  sonları.  Havalar  güzel.  Gece  gec   vakitlerde  eve  geldim.  Evde  ışık  yanıyor  ama  kapı  kilitliydi.  Kapımız  hiç  kilitli  olmazdı  o  dönemlerde. Evde  kimse  yok  mu? diye seslendim.  Cevap  alamadım.  Kapıyı  sert  şekilde  ırgaladım,  yine  ses  seda  yoktu.  Ama  eve  girip  yatmalıydım, çünkü  yatma  vaktiydi.
 
 Burnum  iyi  koku  almasına  rağmen  baktım ki  evden  tavuk eti  kokusu  geliyor. Tekrar   seslendim  yine  cevap  alamadım.  Dolandım  bacaya  çıktım.  Horikliğin  yanına  yanaştım  ki  bir  güzel  pişmiş  tavuk  kokusu  yeri  göğü  sarmış. Bu  tavuk  kokusunun   içine  pişmiş  bulgur  kokusu da  karışmıştı.  Anladım  ki  evde  birileri  var.  Bu  işin  içinde  bir  bit  yeniği olduğunu da  düşünmeye  başladım.  Horiklikten  aşağı  içeriye  seslendim:
 
 -Bak  içerde  kim  varsa  kapıyı  açsın!  Tavuklu  pilav  pişirmişsiniz.  Kokusu  her  tarafı  sarmış.  Açın  kapıyı  sizi  herkese  söylerim!
 -Bizi  kimseye  demesen  açarıh  gapıyı,  dediler.
 İndim  aşağı.  Kapıyı  açtılar,  içeri  girdim.  Baktım  ki  üç  kafadar  kız  bunlar:  Biri  ablam  Hürmüz,  biri  Bilal  amcanın  kızı  Zeykir.  Biri de  Deli  Şükrü  amcanın  kızı  Fikriye.  Benden  üç  dört  yaş  büyükler. Beni  kendilerine   göre  tehdit  ettiler  güya:  Seni  şöyle  ederiz,  böyle  ederiz!  diye.  Ben de  onlara  söz  verdim  kimseye  demeyeceğime.
 
 Oturup  pilavı,  tavuğu  afiyetçe  yedik.  Sonradan  öğrendim  ki  bizim  damdan  bizim  tavuğu  alıp  kesmişler.  Bunlar  az  sonra  sanırım  ihtiyaç  gidermeye  çöplüğe  gittiler.  O  zamanlar  hela  olmadığı  için  evlerde  o   iş  ya  çöplüğe  ya da  dama,  kıya  kulağa  yapılırdı.
 
 Aklıma  bi  şeytanlık  geldi  hemen.  Üstümü  başımı  çıkardım.  İç  çamaşırlarımız  beyaz  uzun  don  ve  fanila  gibiydi. Entarimi  başıma  çektim. Artık  tam  hortlağa  benziyordum  milletin  hortlak  tanımına  göre.  Kızlar,  şen  şakrak  içeri  daldılar  aceleyle.  Ben  kapının  arkasına  sinmiştim.  Onlar  tam  evin  ortasına  geldiklerinde  hortlak  gibi  uluyarak  meydana  çıktım, eğilip doğrularak  uzadım  kısaldım.  Ulumaya  devam  ettim. Kızların  üçü  birden  birbirinin  üzerine  yığıldılar.  Feryatları  arşa  çıkıyor.  Kafalarını  hiç  yukarı  kaldırıp  bakmıyorlar.  Ben  hemen  üstümü  yine  aynı  şekilde  giydim.  Yanlarına  yaklaştım.  Hiç  bir  şey  olmamış  gibi  onlara  seslendim:
 -Ne  oldu  kızlar  size?  Neden  böyle  üst  üste  yatıp bağrıyorsunuz?  Bi  şey  mi  oldu?  Hiç  ses etmediler.  Az  sonra  ayağa kalktılar.  Ellerini  yüzlerini  yıkadılar.  Kapının  zırzasından  su  geçirip  okuyup  üfleyerek  birbirlerine  içirdiler.  Akılları  başlarına  gelince  birbirlerine  şöyle  sesleniyorlardı:
 -Gız  gızzz!   Az  daa  hortlah  beni  yidiii!!   U  neydi  gız  heee?  Vayyy!  Töybe  vışşş!
 Çok  zaman  sonra  onları  korkutanın  hortlak  olmadığını,  hortlağın  ben  olduğunu  anlattım.  Yine de  pek  inanasıları  gelmedi  Sizi  gidi  gızlar  sizi!
 
 ----------------------------------------------
 
 37. Yazı - 09 Mart 2012
 PART  VE  CIDIK  AŞIRMA
 
 Çocukluğumuzda  yazın  ekinler  biçilirken  ırgatların  yanına  gider  onlara  gözelerden  su  getirerek  yardımcı  olurduk.  Biçilip  tırmıklanan  kısımlarında   mal  yayma  yerlerine  gey  derlerdi.  Hayvanlar  geylerde  güzel  otlarlardı.  Karınlarını  güzelce  doyururlardı.  Ve  ben  ekin  biçenleri  ilgiyle  izlerdim.  Tırpancılar  sabah  güneşi  kızdırınca  tırpanlarını  tarlanın  tumduna  giderek  dööverlerdi.  Bu  tırpan  dövme  işini  çatal  ayaklı  örsü  yere  çakıp  çekiçle  döverlerdi. Tırpan  ağzı  dövmek  bayağı  ustalık  isteyen  bir  iştir.  Her  tırpancı   tırpanı  iyi  dövemezdi.  Acemi  ustaların  dövdüğü  tırpanın   ağzı  hiç   kesmezdi  nerdeyse.Tırpan  dövenler  yan yatar   gibi  bir  pozisyon  alırlar,  tırpanı  öyle  döverlerdi.  Bir de  ağzına  eye  ile  kılavuz  çekerlerdi. Tırpan  sakal  tıraş  edecek  kadar  keskin  olurdu.  Çok keskin  olunca   ağzı  biber  gibi  oldu  derlerdi.  Tarlayı  biçmeye  başlayıp  bir  iki  baş  gittikten  sonra  ise  tırpanın  ağzına   yeniden  eye  veya  zımpara   taşı  ile  kılavuz  verirlerdi.  Beş altı  tırpancı  bir  tarlada   ise   en  usta  tırpancıya   -abi  sen  bizim  tırpanları  döv, biz  biçelim  derlerdi.  Devamlı  dövme  işi  yapan  kişi  biçenlerden  çok  yorulduğunu  söylerdi  de  ben  o  zaman   anlamazdım.  Sonraları   ben de  tarlalarımızı  tırpanla  biçmeye  başlayınca  mecburen  tırpan  dövmeyi  öğrenmeye  başladım.  Zamanla  ustalaşır  gibi  oldum.  Daha   sonraları  tam  usta  oldum.  Tırpan  dövmede  en  büyük  ustalık  tırpanın  ağzını  yalpalatmadan  çentiklerini  tırtıllı  şekilde  uzatmaktır.  Bu  işi  yaparken  insanın   kolları  ve  omuzları  dayanılamayacak  şekilde  ağrımaya  başlıyor.   Tırpanın  ağzı  yere  uyumlu  biçimde  sapına  tutturulmazsa  ve de   sapı  iyi  ayarlanmazsa  insanı   aşırı  şekilde  yorar. Tırpan  insanın  bir  yerini  kesmeye  dursun  o  yara  çok   acır   ve  oldukça  geç   iyi  olurdu.   Tırpanın  bir de   çeliği  çok   uygun  olmalı.  Yani  çeliğin  kıvamı, karışımı  uygun  olmalı.
 
 Tırpanın  biçip  yere   serdiği  ekin  sırasına  ZOR denirdi.  Bir  delikanlı  ise   ekinin  uygun  yerinden   kem  yapmak  için  orayı  sulayarak  ekinleri  kökünden  sökerek  getirir  bir  yere  otururdu.  İki  adet  otuzar   ekin  sapını  başakları  tarafını  kıvırarak  büküp    kemi  yaparlardı.  Biçilen  zorları  ise  kadınlar  orakla  üst  üste  deste  yaparak   kemi  açıp   üzerine  yeteri  kadar  koyarlardı.  Erkeklerden  birisi  ise   kemlerin  üstüne  konan  ekinleri  dizleri  ile  sıkıca  sıkıştırıp  kemi  bağlarlardı.  Buna  bağ  veya  ekin  bağı  denirdi.  Bağlanan  bağları  tarlanın  ota  yerine  taşırdı  bağı  bağlayanlar.  Bir  araya  toplanan  bağlar  evlerin  beşik  çatısı  gibi  yığın  yapılırdı.  Ekin  bağlarının  başak  kısımları  yığının  içine  gelecek  biçimde  yığılırdı.  Bu  yığınlar   bazen   iki  katlı  ev  gibi  olurdu. Ekin  bağları  yığında  bir  zaman  dururdu.  Yığında  duran  bağlar  öküz  arabasına   güzel  yüklenirdi.   Bu  ekin  yığınlarına  ise  PART  derlerdi.  Tarla  tırmıklanıp  yüzü  toplandıktan  sonra  ekin  tarlası  biçilmiş  oludu.
 
 Ekin  biçen  ırgata  genelde  bir  çocuk  gözelerden  devamlı  soğuk  su  taşırdı.  Ayran  veya  çalkama  yapılıp  ırgata  içirilirdi.  Öğle  yemeğinde  ise  şaka  şamata  ne  varsa  yenirdi.  Ama  bu  yemeklerin  içinde  olmazsa  olmazı   soğuk  katıklı  darı  yarmalı  ayranlı  çorba  mutlaka  olmalıdır, oluyordu da.   Aartu  ise  hiç  eksik  olmaması  gereken   bir  hararet  gidericiydi.
 
 Ekin  tarlası  biçilip  kurtarılınca  çalışanlardan  birisi  gidip  tarla  sahibinin  bacağına  orağı  takar  ve  bahşişini  almadan  bırakmazdı.
 
 Benim de  bu  işte  en  çok  hoşuma  giden  şey  partın  üzerine koşarak  çıkıp   aşağı  kayarak  inmekti.  Birde  elimizdeki  ince  değnekler  ile   değneği  tendirerek  partın  üzerinden  aşırmaktı.  Parttan   ince  değneği  yerde  cıdıklatarak  üzerinden  aşırmak  da  çok  hoş  olurdu.  Bazen  bu  parttan   değnek  aşırma  veya  cıdıklatma   aramızda  yarışma  biçimine  dönüşürdü.
 Hey  gidi  çocukluk  günlerimiz  heyyyyy!!!!!
 
 Alim  Aydoğan -  Çekmeköy/İst.  -   6   Mart   2012
 
 ----------------------------------------------
 
 36. Yazı - 07 Mart 2012
 ÇERÇİCİLERİ  UYUTMA  YÖNTEMİ
 
 Ben  çocukken  köyümüze  diğer  köylerden  çerçiciler  gelirdi. Sattıkları  mallar  kiprit,  sabun, don  lastiği, cep  aynası,  baş  tarağı,  kayış, kemer, mendil, gaz,  tuz  gibi  şeylerdi.  Bazen  meyve de  getirirlerdi  bunların  yanı  sıra.  Çerçiciler  sergilerini  Bilal  amcaların  toprak  olan  bacalarına  serer  mallarını  satarlardı.  Millette  peşin  para  fazla  bulunmazdı.  Alış  verişi  ya  buğdayla,  ya  fiğ ile  takas  ederek  yaparlardı  köylüler.  Annelerimiz  ise  çerçiciden  gaz,  tuz,  sabun,  kibrit  gibi  malları  almak  için  biriktirdikleri  yumurtaları  aldıklarına  karşılık  pazarlık  edip  ödeme  yaparlardı.  Ev  kadınları  çerçiciden  böyle  ürünler  almak  için  evlerde  çoğu  zaman  yumurtaları  biriktirirler  ve  kimseye  yedirmezlerdi.  Yokluk  yoksulluk  o  devirde  çok fazla  idi.
 
 Köydeki  delikanlıların  ise  genelde  cepleri  delikti.  Parası  olan  çok  azdı. Olanların da  her  gün  harçlığı  olmazdı.  Gençler  çerçici  gelince  en  çok  tarak,  ayna,  kayış  ve  sigaraya  gıpta  ile  bakarlardı.  Para  yok  ki  alsınlar.  Bir  yöntemini  bulmuşlardı  istediğini  çerçiciden  almak  için.  Benim  bildiğim  Abdallının  gençlerinden  Şehrigilin  Hasan'ı,  Ruşangilin  Ali'si,  Zilifgilin  Mehmet'i, Mollaligilin  Rıza'sı,  Şavguların  Hüsnü'sü  gibi kafadarlar  bir  çeşit  çete  oluşturmuşlardı  o  dönem.  Kime  ne  gerekliyse  çerçiciden  o  gün  onu   mutlaka  yürüterek  alırlardı.  Kurdukları  bir  tuzak  vardı:  Çerçici  serginin  karşısında  dururdu  genellikle.  Müşteriler  ise  onun  karşısında.  Bizim  kafadarlar  çerçicinin  tam  karşısında  omuz  omuza  çok  sıkı  şekilde  sıra  olurlardı.  Bu  sıranın   tam  arkasında  ise  bir  iki  delikanlı  dururdu  yapışık  olarak.  Öndeki  sıradakiler  o  gün  ne  alacaklarsa  ellerine  alırlar  ve  çaktırmadan  arkalarındaki   çete  elamanlarına  gizlice  verirlerdi.  Onlar da  aldıklarını  koynuna  koltuğuna  saklayıp  oradan  uzaklaşırlardı. Bu  yöntemle  ihtiyaçları  olan  her  malı  kolaylıkla  yürütür  ve  oradan  uzaklaşırlardı.  Malları  yürütürken   işlerini  gördükten  sonra  ellerine  aldıklarını  ise  çerçiciye  göstere  göstere  geri  sergiye  koyarlardı.  Bu  kandırılan  çerçici  genelde  Komiş  Halil  denen  kişi  olurdu.  Aynı  uygulamayı  Garabey  dayıya da  nadiren  olsa da  uygularlardı.
 
 Ruşangilin  rahmetli  olan  Mehmet  amca,  köyde  bakkal  işletiyordu.  Çocukları  çoktu.  Dükkanın  kârını  çocuklar  fazlasıyla  götürdükleri  için  canlanamadı.  Zamanla   dükkandaki  mallar  ve  sermayesi  eridiği  ve  iyi  işletemediğinden  kapatmak  zorunda  kaldılar.
 
 Aşağı  Gersuttan  Komiş  Halil'den  başka  bir  çerçici  daha  köyümüze  gelip  sergi  açardı.  Şu  an  ismini  anımsayamadım.  Bir  sıcak  yaz   günü  bu  çerçici  Fırça  İzzet'in  evinin  bulunduğu  yerde  sergisini  açmıştı.  Sergide  çerçi  mallarından  hariç  bir  buçuk  kiloya  yakın  miktarda  şahane  armut  vardı.  Bu  armudun  tamamını   rahmetli  meşhur  Feyzi  dayı  aldı   ceketinin  yan  ceplerine  doldurdu.  Orda  bulunanların  karşısına   geçti  başladı  birer   birer  yemeğe.  Orada  bulunanlar  Feyzi  dayıdan  armut  istediler.  Hiç  kimseye  bir  tane  bile  armut  vermedi.   Bana  dediler ki  gizlice   git  onun  cebinden  çal.   Biz  onu  lafa  tutarız  dediler.  Bende  gittim arkasına   dolandım  Fevzi  dayının.  Feyzi  dayı  yere  tam  oturmuştu.  Cepleri  armut  dolu  idi  ve  yere   yığılmştı.  Ceplerinin  ağzı  ise  tamamen  açıktı.  Karşıdakiler  onu  lafa  tuttular.  Ben  altı  yedi  tane  armut  yürüttüm.  Geçtim  karşısına.  Oradakilerede  birer  armut  verdim  gizlice.  Herkes  Feyzi  dayının  karşısında  armutları  yemeğe  başlayınca  durumu  anladı.  Benim  çaldığımıda  anlamış  olacak  ki  sert   şekilde  küfürler  etti.
 -Ula bak seen  neler  ederdim  emme  babaan hatırı  var,  dedi.
 Sonradan  öğrendim  ki  rahmetli  babamın  en  yakın  arkadaşı  imiş.  Millette  ona  şöyle söyleniyordu  aklımda  kaldığına  göre:
 -Herkes  senden  armut  istedi  vermedin. Cebinden  armutları  biz  çaldırdıh.
 Ben  ise  oradan  hızla  uklaştım.
 
 Alim Aydoğan - İstanbul
 
 ----------------------------------------------
 
 35. Yazı - 05 Mart 2012
 A  L  A  F
 
 Alaf  köyümüzde  ve  çevre  köylerde  mala,  davara,  ata,  eşeğe  vb  evcil  hayvanlara  yedirilen  ot,  saman  ve  yonca  gibi  kurutulmuş,  mereklere  basılmış   yiyeceklere  denir.  Alaf  konulan  yerlere  samanlık  veya  merek  deniyordu   köyümüzde.
 
 1950  li  yıllarda  köy  çok  kalabalıktı.  İlkokulumuzda  iki  yüzden  fazla  öğrenci  vardı.  İki  yüz  elli  civarında  aile  yaşıyordu.  Her  hane  sekiz  on   kişilikti.  Ve  her  evin  en  az  üç  beş  büyük  baş,  otuz,  kırk da  küçük  baş  hayvanı   bulunuyordu.  Köyde  üç tane  nahır  çobanı  tutulurdu:  Yukarı  mahalleye,  Aşağı  mahalleye  ve  Sogile. Aynı  mahallelere  üç  tane   koyun  keçi,  üç  tane  dana  ve  körpe  çobanı  tutulurdu.  Ayrıca  camuşlara da  çoban  tutulduğu  olurdu.  Yani  köyde  alaf  düşmanı  çoktu.  Dört  beş  bin  mal  davar  vardı  en  az.
 
 Arazide  mal  davar   geze  dolaşa,  otlaya,  tırnakla  otları  eze  eze  ve seller  toprakları  ala  götüre  ot  bitmez  olurdu.  Biten  otları da  mallar  hemen  hallederlerdi.  Ekin  tarlalarının  çoğunu   mal  çobanları  kenardan  köşeden  yayarak   bir  hevleğini  yok  ederlerdi.  Yeteri  kadar  arazi  olmadığı  için  kışa  alaf   biriktirmek  yeterli  olmazdı.  Bazı  yıllar  ise   kuraklık  yüzünden   alaf  daha  az  olurdu.  Bazı  aileler  güzün  alafının  durumu ve mal  sayısına  göre  ayarlamak  için  bir  malını  etlik  olarak  ayırır  ve de  keserlerdi.  Yada  fazla  malları  ya  satarlardı  ya da   diğer  köylerden  ot,  saman  alırlardı.
 
 Kışın  alafı  kıt  olan  aileler  altarnatif  çarelere  baş  vururlardı.  Dağdan  bayırdan  hulus  otu  biçerlerdi. Güzün  gazel toplar  getirirlerdi  ormanlardan.    Eşek  dikeni  biçer  kurutup  mereklere  basarlardı.
 
 Palut-pelit  ormanı  olan  yerlerden  bilik  toplarlardı  çuval  çuval,  sepet  sepet.  Özellikle  öküzler  için.  Bilikleri  köylüler  kestane  kavurur  gibi  kavurup  afiyetçe  de  yerlerdi.    Çaşır  otu  biçilir  kurutulurdu.  Her  evin  çaşırlığı  bulunurdu.    Kışın  ortasında  ise  özellikle  davara  yedirmek  için  çam  ağaçlarında  olan  çeküm  denilen  inci  boncuklu  yeşillik  sepetlerle  getirilip  alaf  olarak  kullanılırdı. Bir de  geven  otu  baharınan   özelikle  sökülür,  dövülür,  kabuğundan  ayrılır   mala  davara  yedirilirdi.  Gevenin  sökülmesi  ise  çok  çok  zor  ve  meşakkatli  bir  iştir.  Büyüklerinize  geven  sökülme  işini  sorabilirsiniz.  Çok  yağlı  ve  besleyicidir.  Yağlı  kısmını  insanlar da  zevkle  yerlerdi.
 
 Bahara  doğru   çoğunun  alafı  biterdi.  Konu  komşudan  alaf   verenler  olurdu  olmayanlara.  Bazen de  komşu  köylerden  ırgatla  gidilip  sepet,  haral  ve  telis  çuvallarıyla   alaf  getirilirdi.  Bir  kısım  zavallı  ve  fakir  aileler  ise  alafsızlıktan  oturup  ağlarlardı.
 
 Baharınan  iki  kadın  köyde  çeşme  başında  su  doldururlarken  helkilere, laf  malların  alafından  açılır.  Kadının  biri  alaflarının  bittiğini  söyler  öteki  kadına.  O, "Gız  sizin  alafınız  çohtu ya.  Ne  oldu  alafınıza?" deyince  alafları  biten  kadın  şöyle  der  ötekine: "Gız  benim alafım  yeterdi  yetmesine  emme  hau  bizim  eşek  var ya  o  .ikti  beni.  Alafımız  ondan  doleyi  yetmedi  gız!" der.
 Bu  alaf  tozu  insanı  çok  yakar  ve  aşırı  derecede  rahatsız  ederdi.
 
 Alim  Aydoğan   - Çekmeköy   - İstanbul
 
 ----------------------------------------------
 
 35. Yazı - 03 Mart 2012
 TOPRAK  EVDEN  BACAYA  TOPRAK ATMAK
 
 Kırntı  köyümüz  bilindiği  gibi konum  olarak  yamaç  bir  arazi  yapısı  üzerine  konumlanmıştır.  Eski  evlerimiz  çatısız,  tek  katlı  ve  iki  gözlüdür  genel  olarak.  Ocaklığın  bulunduğu  geniş  bir  bölme  içinde  tahta  terek,  ambar,  peke  ve  çuvalların  yer  aldığını  biliyorum.  Yanda  bir  oda,  iki  göz  arasında  ise  hayat  denen  bölme  bulunurdu.  On  kişilik  aile  işte  böyle   iki  gözlü  evlerde  fırfıkıç  yaşarlardı.  Evlerimizin  içinde  tuvalet  yoktu  o  zamanlar.  Hatta  evlerin  hiç  tuvaleti  yoktu. Hela  diye  tabir  edilen  tuvaletler  daha  sonraları  evlerin  dışına  elal  usül  basitce  yapılmaya  başlandı.  Evlerin  bacaları  düz  ve  toprakla  kaplıydı.  Bu  günkü  gibi  çinkolu   çatılar  yoktu.
 
 Evler  yapılmaya  başlanırken  önce  taş  ocaklarından  taş  sökülür,  kağnı  arabalarıyla  komşuların da  yardımıyla  öküz  arabalarıyla  ev  yapılacak  yerin  yakınına  taşınırdı.  Köşe  taşları  ise   Gorzaf  Gedüğünden  sökülüp  aynı  yardımlaşma  ile  kağnılarla  taşınırdı. Ustaların  gurbete  gitmedikleri   kış  aylarında  ise  köşe  taşları   yontulup  hazırlanırdı.  Evlerin  dış  duvarları  taş  duvar  olurdu.  Genelde  evin  ön  ksmı  ile  ara  bölmeleri  kerpiç  duvar  olurdu.  Bazen de  dolma  denen  duvarla  yapılırdı.  Kerpiç  çamur  ve   saman  karıştırılıp  yoğrulur,   bir  kaç  gün  mayalandıktan  sonra   kalıplara  dökülerek   yapılıp  kurutulurdu.  Kerpiç  ısı  ve  radyosyon   yönünden  en  uygun  yapı  malzemesidir.  Dolma  duvar  ise  şöyle  yapılırdı:  Düzgün  ağaçlar  duvarın  yapılacağı  kısma  seyrek  seyrek  çakılırdı.  Araları   çamur,  taş  ve  ince  ağaç  dallarıyla  örülürdü.
 
 Duvarlar  yapılıp  üzerine  tomruklar  atılıp   mertekler  döşenirdi.  Mertekler  ardıç  olursa  çok  dayanıklı  olduğu  için  yıllarca  çürümeden  evin  üzerinde  dururdu.  Evler  yapılıp   üzeri  mertekle  döşendikte  sora  bacaya  toprak  atma  işleri yapılırdı.  Düz  çatı  yapıldıktan  sonra   evin  içindeki  toprağın  ve   molozun  bacaya  atılması gerekiyordu.  Bunun  için  bacanın  tam  ortasında  yaklaşık  elliye  elli  büyüklüğünde  bir  delik  bırakılırdı.
 *
 Bir de küçük bir anı:
 Deli  Şükrü  emceler  evlerini  yıkarlar   ve  yeni  bir  ev  yaparlar,  merteklerini  döşerler.  Toprak  atma  bacasını da   bırakırlar.  Evin  içindeki  moloz  ve  toprağı  bacaya  atmak  için  mahallenin  gençlerini  toplarlar.  Delikanlılar  bacaya  bırakılan  delikten  malzemeyi   yukarı  atmaya  başlarlar.  Atarlar... Atarlar...   Toprak  yukarı  yığılmaya  başlar.  Attıklarının  bir  kısmı  geri  dökülmeye  başlar. Bizim  delikanlılar  Cip  emcenin  yapısını  bildikleri  için  ona  bir  oyun  oynamak  akıllarına  gelir.  Maksat  onu  kızdırıp  kendilerine  ana  avrat  sövdürüp  katıla  katıla  gülmektir. Şükrü  emceye   şöyle  derler:
 -Şükrü  emi   bah  torpahlar  aşa  dökili.   Sen  bacaya çıh da  torpah  nereye  çoh  yıılmışsa  bize  seslen,   nereye   atacamızı  söle.  Biz de ona  göre  yuharı  boş  yerlere  atah.  Cip  emice   bacaya  çıkar.
 -Aha  bacaya  cıhdım!  der.
 -Torpa  nereye,  hangi  daraf  atah  Şührü  emmi?  derler.
 -Aha  bu  darafa  atın  uşahlar,  diye  atılacak  yeri   tarif  eder.  Delikanlılar  Cip  emcenin  yerini  sesine  göre   nerede  durduğunu  anlarlar.  Ona  şöyle  seslenirler:
 -Sahın  yerinden  oynama  ha!  Torpa  biz  ona  göre  atacaz,   derler.
 Hep  birlikte   küreklere  taşı  az   toprak  hazırlarlar.  Hep  birlikte  aynı  anda küreklerdeki  toprağı  Cip  emicenin   tepesine  gelecek şekilde  yukarı   atarlar.  Üstü  başı  toz  toprak  olur.
 -Yanış  atısız  ula  uşahlar!  der Şükrü emi.
 -Söyle  nereye  atalım?   Sen  nerdesin?
 -Aha  buradayım,  yuharı  atın!
 Tekrar  küreklerle  troprağı  Şükrü  emcenin  başından  aşağı  getirirler.  Bu  toprak  atma  işi  üç  beş  kez  tekrar  eder.  Şükrü  emce  dayanamaz  artık ve başlar:
 -Sizin  ananızı avradınızı  .ikerim!  Piç oli  piçler  sizi!  Defolun  gidin  buradan!
 Bizimkiler gülmekten  yıkılırlar.  Geri  kalan  hafriyatı  neşe  içinde  bacaya  atarlar.  Şükrü  emcenin  gönlünü  alıp  sinirini  indirirler.  Bir  sahan  cevizi  paylaşıp  evlerine  giderler.
 
 -----------------------------------------------
 
33. Yazı - 27 Şubat 2012KÖYDE KURTLAR
 
 Köyümüzde  kurt  ile  ilgili  çeşitli  yaşantılar  olmuş  zaman  zaman.  11  şubat  2012  de  Arif  Bal'ın  cenazesi  için  köye  gitmiştim.  Kar  ve  kış  çok  yoğundu.  Dağda  hayvanların  yiyecek  bulmaları  imkansız  hâle   gelmiş  durumda.  Güzün  yavrulayan  köpeklerin  hayatta  kalan  yavrularının  iki  tanesi  hariç  hepsini  kurtlar  yemişler.  Bir  kaç da  köpek  yemişler.  Kurtlar  genelde  köye  ya  Kân  tarafından  ya da  okulun  aşağısından  dere  boyu  geliyorlar.  Ben  çocukluğumdan  beri  böyle  biliyorum.
 
 Kurtlar,  köyümüzün  en  çok  Soğuk  Pınarın  altındaki  derede  yuvalanmıştır.  Yaylada  duranlar  bu  bölgede  kurt  yavruları  bulduklarını  söylüyorlar.  Yavruları  yaylaya  getirdikleri  günün  geceleri  kurtlar  koyun  ve  keçi  sürülerine  saldırmışlar.  Ve  yavruları  inlerine  geri  gidip  bırakmışlar  çocuklar  aile  reislerinin  baskısıyla.  Kurt  bölgesi  olarak  bir de  tütün  deresi  ve  çermik  mıntıkaları   ile  Kuzuluktan  taşlı  tarlaya  inen   sırt  bilinmektedir.  Yeniköy'le  bizim  köyün  arasındaki  bölgede  çok  kişi  kurt  gördüğünü  söylemektedir.  Sığınak'a da   olduğu  bilinmektedir.
 
 Kurtlar  kışın  aç  kalınca  ve  kış  çok  yoğun  geçince  çok  tehlikelidir.  Aç  kalınca  her  şeye  saldırırlar.  Sürü  hâlinde  saldırmaları  çok  tehlikeli  oluyormuş.  Avının  yüzüne  gözüne  kuyrukları  ile  kar  tozu  püskürtürlermiş.  Her  biri  bir  taraftan  şaşırtarak  saldırıp  avının  işini  hemen  oracıkta  bitirirlermiş.
 
 Köye  gittiğimizde  Sarıkızgilin  Muharrem  ve  eşi  gece  oturmadan  gelirken  evlerinin  orda iki  kurt  görmüşler.  Korkularından  birbirlerini  çekiştirerek  eve  zor  girmişler.  Ama  kurtlar  onlara  saldırmamış.
 
 Çocukluğumda yaşadığım bir olay aklıma geldi.  İlk  okula  yeni başlamıştım. Bir gece, bir evden bizim eve geliyordum.  Çok  kar  vardı.  Mahallede  her  ev  insan  kaynıyordu. Uruşan gilin  kapısından  Zilifgile doğru  tek  başıma  hoplaya  zıplaya  bizim  eve  döndüm  ki   tam  evin  kapısında  bir  köpek  ağzı  kapıya  değecek  şekilde  duruyor.  Ben  eve  yalaştıkça köpek de  geri  geri  Hamzagilin  harmanı  tarafına  doğru  gidiyordu.  Ara da  ona  bakıyordum.  Benden  on  beş  yirmi   metre  uzaklaşmıştı.  Ben  tam  bizim  evin  dış  kapısının  çenciğine  tutup  kapıyı  açacaktım  ki hayvanın kurt olduğunu anladım.   Beni  büyük  adam   sandı  sanırım  ki  geri  geri  gitmişti. Aniden  hızla  bana  saldırdı.  Ben  kapıyı  zor açıp  içeri  tepildim  ve  kapıyı  örttüm.  Kurt bir  saniye  daha  erken  saldırsaydı  beni  beklide  yakalayıp  hapur  hupur  ederdi. Belimi  içeri  geçirerek  kapının  arkasına  yaslanmıştım.  Kapıyı  öylesine  hızlı  çarpmışım  ki  annem  hemen  yanıma  geldi.  Olayı  heyacala  ve  titreyerek  anlattım  anneme.  Beni  içeri  götürdü.   Zırzadan  su  geçirip  okuyup  üflediler  ve  o  suyu  bana  içirdiler.  O gece  annemle  birlikte  yattım.
 *
 En  az  on  yıldır  köpekler  kurt  sürüsü  gibi  devamlı  dağda  ve  ormanlarda  yaşamağa  başladılar.  Yabanileştiler.  Bazen  insanlara da  saldırır  gibi   oluyorlar.  Arazide  bunları  görenler  oluyor.  Kurt  sanıyorlar.  Yemin  billah  kurt  diyorlar.  Bunlar  yabanilemiş  it  sürüleri.  Bizim  yaylanın  çevresinde  Cimbom  Hüseyinle  çok  görüyoruz.  Ben  tek  başıma  arazide  gezinirken  hemen  her  gün  bir  veya  birkaçına  rastlıyorum.
 
 Ali  Aydoğan   - Çekmeköy   - 25  Şubat  2012
 
 ----------------------------------------------
 
 32. Öykü - 25 Şubat 2012
 ZÜĞDÜN  KAÇAĞI
 (Gorucu Goymi, İnek Doymi)
 
 1949  yılıydı, beş  yaşındaydım, daha  yukarı  değil.  Evin  mallarını  Hasan  Ağbim  yaymaktadır. Ben  ise  bacağının  nasıl  kırıldığını   bilmediğim  topal  ineği  yaymaya  gidiyorum.  Daha doğrusu  zorla  gönderiliyordum.  Ağlaya  zırlaya  ineği  otlatmaya  gidiyordum.  Hemen  hemen  her  gün  ite  kaka  ve  zılgıt  yiyerek  iki  gözüm  iki  çeşme  gidiyordum.  Bazen   ağlamaktan  ineği  göremiyordum.  İnek  topal  olduğu  için  sağa  sola  kaçamıyordu.
 Bugün  beş  yaşındaki   çocuk  yemeğini  bile  kendisi  yiyemiyor. Bazıları da  annesinin, babasının  kucağından  inmiyor.  Ben  Çakırgilin  veya  küçük  mezarlıkların  oralarda  ineği  otlatıyordum.  İnek  ot  bulamadığı  için  çoğu   zaman  ekin  tarlalarına  girip  tarlalara  zarar  veriyordu.  Tarla  sahipleri  ise  beni  hırpalayıp  tıkıçlıyorlardı.  O  zaman  kıraç  yerde  ineği  otlatıyordum.  İnek  ise  kıraç  yerde  karnını  doyuramıyordu.  Bu  durum  ise  beni  rahatsız  ediyordu.  İstiyordum  ki  ineğimin  karnı  iyi  otlasın  ve  karnı  pıspıtıl  olsun.   Ekin  tarlalarına  yanaştığımızda  ise  arazi  korucusu  gelip  beni   kıraç  yerlere  doğru  kovalıyordu.  Korucudan  çook  çok   korkuyordum.  Arazi  korucusu  ise  o  yıl  Gayirin  Ali'siydi. Korucu  bazen  de  beni  bizim  eve  şikayet  ediyordu.
 Zamanla  benim  iştahım  kesilmiş.  Yiyip  içmez  olmuşum.  İştahım   kaçmış.  Çok  zayıflamışım.  Uykularım  kaçmış. Rahmetli  annem   bu  durumu  anlamış.  Beni   sorguya  çekmiş.
 -Oğlum  Ali  yemek  yiyip  içmiyorsun?  Uykuların  kaçtı.  Zayıfladın.  Ne  oldu  olum?  demiş.
 Ben de:
 -Ana  yazıya  gidirim  korucu  goymi,  züdün  gaçana  gidirim  inek  doymi!  demişim.
 Bunları  sonradan  annem  anlattıkça  öğrendim   zaman  zaman.  Annem  de  bana:
 -Ben korucuya  tenbih  ettim,  o sana  bişe  demiyecek  korkma!  demiş de  yemem  içmem,  uykularım  düzelmiş.
 Bu olayı  rahmetli  annem  kayın  pederim   Arif  Amcaya   çokca  anlatırdı.  O  da  her  dinlediğinde  bu  olayı  ağzından  şoot  akarak  gülerdi   her  seferinde.  Nur  içinde  yatsınlar!
 Bu   hatıramı  rahmetli  olan   annem   Yetre'e  ve   kayın  pederim   Arif  Amcaya  ithaf  ediyorum.
 
 Alim  Aydoğan   - Çekmeköy  -  24 Şubat  2012
 
 ----------------------------------------------
 
 31. Yazı - 23 Şubat 2012
 KIŞIN  KÖYE  GİTME, CENAZE  VE  MEZARLIK  KONUSU
 
 Anşagilin  Arif'i,  aynı  zamanda benim  kayınpederim  on bir  Şubat  iki  bin  on  iki  günü yola  çıkarıldı.  İstanbul'dan  gelen  eş-dost  ve  akrabalar  Ankara'ya  yas  için  geldiler. Bir  kısmı  çeşitli  nedenlerle  İstanbul'a  geri  döndüler.  Ankara'dan  da  binenlerle  birlikte  otobüsle  Kırıntı'ya doğru  yola  çıkıldı.
 
 Akşam  saat  on  dokuzda  hareket  edildi.  Hadi  hayırlı  yolculuklar.  Mevsim  icabı  kış  şartları  çok  tedirgin  edici.  Havalar  oldukça  soğuk  ve  kar  yağışlı.  Köyden  alınan  bilgilere  göre  bir  metre  kar  olduğu  söyleniyordu. Endişe   içinde  gidiyoruz.  Belki  kar  yağışı tekrar  başlar, köye varış ve defin sırasında  yoğun  kar  yağışı  olabilir  diye  hepimiz  oldukça  endişeliyiz. Neyse ki  gittikçe  rahatladık.  Yollar  gayet  iyiydi. Suşehri-Şebinkarahisar  yol  ayırımına  kadar  yolda   çevrede  kar  yoktu.  Kar  bu  yol  ayırımından  sonra  başladı. Gitgide  kar  yoğunluğu  artıyordu.  Konaklı'nın  sapağa  vardığımızda  kar  kalınlığı  yarım  metre  olmuştu.  Köyün  yolunu  kar   püskürtmeli  grayder  ile   çok  güzel  açmışlar.  Arif  amcaların  kapısına  kadar  yol  açılmış.  Hava  güzel  ve  güneşli.  Kışa  göre  harika  bir  hava  vardı.  Kar  kalınlığı  seksen  santime   yakındı  ortalama.
 
 Cenaze  bilinen  usüllere  uyularak  defnedildi.  Duası  yapıldı.   Ailesine  başsağlığı  taziyelerini   sundu  eş-dost.  Ailesine  buradan   tekrar  baş  sağlığı  diliyorum sevenleri adına.  Akşam  ailesi  yemek  verip  kuran  okuttular.  Sabah   mezarı  ziyaret  edildikten  sonra  minibüslerle  Konaklı  sapağına  inildi,  otobüse  binilip  Ankara'ya  gidildi.  Ailesi  ve  gelenler  indirilip  İstanbul'a  devam edildi.
 
 *
 Kışın   cenaze  götürüp  defnetmek   çok  zor  ve  meşakkatli  oluyor.  Mezarlığın  çevresini  Gülagilin  Hüseyin'i   çok  güzel  açmış,  sağ  olsun.  Eline  sağlık  kınalı  Hüseyin'in.  Arif  amcanın  mezarı  hazır  olduğu  için  sorun  yoktu.  Kışın  köyde  insan  çok  çok  az.   Hele  çalışacak   insan,  mezar  kazacak  insan  hiç  yok  gibi.
 
 Şu bilinmeli ki kimin  ne  zaman  öleceği  belli  değil.  Kış  şartlarında  mezar  kazdırıp  hazırlamak  için  insan   yok  gibi   artık.   Köylü  bir  araya  gelip de  hazır  mezar  yapımını  bir  türlü  beceremedik. Artık  herkes  başının  çaresine  bakma  durumunda.  Bence  herkes  kendi  mezarını   yazdan  açtırmalı  diyorum.  Yoksa  kış  şartlarında  sıkıntılı  ortamlar  yaşanabilir.
 
 Cenaze  hizmetleri  yapılırken de  bazılarımız  elimizi  soğuktan  sıcağa  pek  vurmuyoruz.   Bu  konuda  eli  tutanları  ve  sağlığı  yerinde  olanları  biraz daha  duyarlı  olmaya  davet  ediyorum.  Devamlı  yardımcı  olanlara   herkes  adına  buradan  elinize  sağlık  diyor, sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.
 
 Alim  Aydoğan  -  23  Şubat  2012 - 18: 00 - Çekmeköy  -  İst.
 
 ----------------------------------------------
 
 30. Öykü -02 Şubat 2012
 ÇAŞIR
 
 Köyümüzün  yaşamında  önemli  bir  yer  tutan  çaşır  otu  hakkında bu  yazıyı  yazmak  bana  özel  bir  haz  veriyor.  Köyümüz  çok  kalabalıktır.    Arazi  artık  her  şekilde  ne  insanlara  yetmekte  nede  hayvanlara  yetmektedir.  Köyde  iki  nahır  bazen  üç  nahır  sürüsü  olurdu.  Davar  sürüsü,  iki  körpe  sürüsü, dana  sürüsü  gibi  sürüler...  Ayrıca  at,  eşek bolluğu,  ayrı  yayılan  camuş, manda, hemen  hemen  her  evde  bulunurdu.  Hâl  böyle  olunca  hayvanların   kış  alafı  kıtlığı  olurdu.  Ot,  saman,  yonca,  çayır  otu,  mısır  calazı,  fiğ  otu,  korunga  gibi  hayvan  yiyecekleri  yetmiyordu.  Bazen  geven bitkisi  bazen de  gazel  tedarik  edilir  alaf  olarak  saklanır  kışın  mala  davara  yedirilirdi.
 
 Çaşır,  bilindiği  gibi  çok  yeşil  ve  çok  dallı,  gür otsu  bir  bitkidir.  Çok  insanın  hoşlandığı  bir  kokusu  vardır.  İlkbaharda  hemen  filizlenir,  yaz  ortasına  doğru  imece  ile  biçilip  bir  araya  biriktirilir,  kurumaya  bırakılırdı.  Çaşır  biçilirken  biçenler  ve  çaşırı  taşıyıp  toplayanlar  için   önemli  bir  tehlike  vardı.  İnsanların  yüzlerini  ve  açıkta  kalan   çilt  kısımlarını  can  acıtacak  kadar  yakar  ve  derilerini  havlatırdı. Bu  acının  tadını  her  çaşır  biçen  ve  taşıyan  yaşamıştır.  Hele  hele  kurumuş  çaşırı  sırtında  yük  olarak   taşıyanları  tozu   daha  fena  hâlde  yakar  ağlatacak   durumlara  getirirdi.  Kurumuş  çürümüş  köklerinde  ise  bir  şey  olur  insanlar  onu  afiyet  ve  zevkle  yerler.  Köklerini  yaban  hayvanlarının  yediği de  olur. Çaşır  sarp,  yüksek  yerlerde  olduğu  için  taşımasıda   ayrı bir  dert  ve    sıkıntıdır.  Sırtla  taşınır  köye.   Sabah  teninde  taşınırdı.  Sabah  teninde  taşımazsanız  çaşır  otu  un  ufak  olurdu.  Köyde  her evin  veya  sülalenin  çaşırlığı  vardı.  Bazı  çaşırlıklar  köyün  bazı  arazilerini  tarif  etmek  için  kullanılmaktaydı:  Hancı gilin  çaşırlığı   gibi.
 
 Bir  çaşır   yaşantım  var.  Onu  anlatayım.   Bir  yıl  sonra  öğretmen  olacağım .  Irgat  hâlinde   Hasanağanın  Dolandığı  Daşın   yukarısında  çaşır  biçiliyor.   Ben  taşıyorum.  Ama  sırtımla  değil.  Çaşırı  yük  edip  iple  sıkıca  bağlayıp  arkam  sıra  aşağı  doğru  yavaş  yavaş  indirip  bir  alana  biriktirmeye  çalışıyorum.  Çaşır  yükü  beni  bir  iki  kez  yüz  üstü  düşürdü.  Hafiften  yaralandım.    Öğle  yemeği  için  deredeki gözenin  oraya  o  gün  çaşır  biçen  haneler  toplandı.  Yemek  yemeğe  başladık.  Hemen  bizim  çaşırlığın  yanında  Gopuhların  çaşırlığını da  Anşagilin  Bayram  kayunçogil  biçiyordu.  Yemek  yerken   Bayram  Bal  bana  takılmaya  başladı.  Bir  ara  bana  şöyle  dedi:
 
 -Kızlara  fors  edecem  diye   çaşırı  sırtında  daşımasan eyle  yükün altında  galırsın! Oh  oldu  sana!
 Ben de  hemen  şöyle  dedim  otomatikman:
 -Kızlara  .aptıraym!
 
 O  kızların  içinde  şimdi  hanımım  olan  Fadik de  vardı   birkaç  kızla  birlikte.  Ve  ben  çaşır  taşımayı  bırakıp   köyün  yolunu  tutum.  Tam  Sığnağa   döneceğim  kayalıklarda  tekerlenip  yüzükoyun  düşerken   ellerimin  tabanını  öyle  bir  yere  kaydırarak  çarptım  ki. Ellerimin ikisinin de  taban  kısmından  derisi  sıyrıldı.  Fadik, beni seyrediyormuş meğerse, tam da düştüğümü görmüş.  Zaman  zaman  bu  olayı  anlattığımda  Fadik  hep  şöyle  söylüyor:
 -Sen  gızlara  .apdırı mısın! Nasılmış? Oh  olmuş!
 
 Alim  Aydoğan  - İzmir -  26  ocak  2012
 
 ----------------------------------------------
 29. Öykü - 28 Ocak 2012
 ESME  HALA  VE  BİLAL  AMCA
 
 Çok  eski  senelerde  olan  ve  yaşanmış  bir  olaydan,  kız  nazlanmasından  veya  halkın  deyimiyle  madder  bildirmesinden bahsedeceğim.
 
 Bilal  emmi  delikanlılık  dönemindedir. Çapkın  ve  havalıdır.  Kızlar  tarafından  beğenilen  bir  delikanlıdır.  Esme  kızı  dolandırmayı  aklına  koyar.  İstemeye  başlar.  Delikanlılar  kızlara  seni  istiyorum,  seni  seviyorum  diyemezlerdi  o  zamanlar.  Kızlar  kimin  kendisini  istediğini hissederlerdi.  Bunu  bakışlarından  anlarlardı.  Bazen de   kız  arkadaşları  tarafından:
 -Kıız,  seni  filancı  itiyormuş!  Niye  been  demedin?  Seni  gidi  zilli  seni! gibi sözlerle  takılarak dolaylı yollardan  kıza  onu  kimin  istediğini  söylemiş  olurlardı.
 Kızlar da:
 - Kaç  ordan  herif sende ! Beni  kimse  istemiy!  O da  nerden  çıktı  vıyy?  gibi  laflar  ederlerdi.
 
 Gönlü  olan  kızlar  ise  bedenlerinin  her  hareketi  ile  durumlarını  açığa  vururlardı.  Ses   tonlarından  bile  gönüllü  olup  olmadıkları  anlaşılırdı.  Köyde  herkes   kimin  kime  gönlü  olduğunu  bilir  veya  hissederdi.
 
 Esme  kızın da  gönlüne  su  serpilmiştir. Bilal  delikanlıya  sevdalıdır.  Onu  görünce  eli  ayağı  dolaşır  olmuş.  Artık  herkes  Esma'nın  Bilal'a  gönlü  olduğunu  bilmektedir.
 
 Yazın  ekinler  biçilmeye  başlamıştır  köyde.  Gülhanımlar  ev  halkıyla  birlikte  yazıda  Velişıh'ın  çeşmesinin  yakınında  ekin  biçmektedirler.  Bilal,  kızın  ekin  biçtiği  tarlayı   haber  alır.  Köyden  aşağı  yanında   başka  bir  delikanlı  ile  o  tarafa  doğru  giderler.  Kız,  Bilal'ın  yaklaştığını  görür.  Ekini  orakla  çalımlı  çalımlı  biçmeye  başlar.  Kendince  işveli  ve  nazlı  hareketler  yapmaya  başlar.  Başını  bağlar,  çözer.  Saçını  başını  düzeltir.  Başını  kaşır.  Arada  kaçamak  kaçamak  Bilal'a  bakışlar  atar.  Kızın  bu  hallerini  oradakilerde  sezer  ve  gizliden  kızı  takip  ederler.  Biraz  sonra  oradakilerden  durumu  bilenler  Bilal  ve  arkadaşını  tarlaya  çağırırlar.  Bilal  tarlaya  gidince  Esme  kızın  eli  kepeğine  karışır. Yapmakta  olduğu  işleri  hep  yarım  yamalak  yapmaya  başlar. Bu  durum  herkesin  dikkatini  çeker. Bilal  kızın  biçtiği  ekinleri  keme  koyup  bağ  bağlamaya  başlar.  Esma  kız  daha  hızlı  ve  edalı  hareketlerle  orak  çalmaya  başlar.  Ve   bu  durum  gün  boyu  sürüp  gider.
 
 Esme  ile  benim  Yeter  annem birbirine  yakın  yaştadırlar.  Kaynanası  benim  bibimdir. Esme kız  saf,  temiz  kalpli,  kötülük  bilmeyen,  içi  dışı  bir  olan  bir  yapıdadır.  Kimseyi  mahallede  kırdığını  duymadım   ben.  Herkes  ondan  memnundur.  Kendisine  şaka  yollu  takılmaları  bile  fazla  galeye  alan  bir  yapısı  vardır.
 
 Annem,  Esme  kızın  ekin  biçerken  Bilal  emmiyi  görünce  ve  o  günkü  davranışlarını  abartılı  abartılı  her  kalabalık  ortamda  zaman  zaman anlatır.  Esma  hala yıllar  yılı  annemin  bu  takılmasına  kızıp  dururdu. Anneme  şöyle  laflar  ederdi:
 -He  he  gocam  he! Töbe  kız  canımı  çoh yahısın.  Get  başımdan  herif.
 Annem de:
 -Öyle deyl mi? Bilal  gelince  ekini  nasıl  biçeceğini  bilemiydin  emme.  De  bahıym  kız  eyle  deyil miydi?  gibi  cümlelerle  saldırmaya  devam  ederdi.
 Çoğu  zaman  Bilal  amca da  bu  sataşmalara  tanık olurdu.  Esme  halaya  dönüp   ona  şöyle  seslenirdi:
 -Yunacak, Yeter  seni  kızdırıyor. Torpah  başan  senin!
 Esme  ile  Yeter'in  bu  sataşmalarına  mahallede  herkes  defalarca  rastlamıştır.  Çok  eğlenceli  ortamlar  oluşurdu.  Herkes  güler  geçerdi.  Hepisinin  ruhu  şad  olsun!
 
 ALİM  AYDOĞAN   - İzmir-   24  Ocak   2012  -  16:48
 
 ----------------------------------------------
 
 28.Öykü - 25 Ocak 2012
 KOZALAK  KEŞİĞİ GÜNÜ YAŞADIKLARIM
 
 İlkokul ikiden  üçe  geçtiğim  yılın ağustos  ayı  sonları.  Sıcak  yaz  günlerinden bir  gün.   Bizim  evin  halkı  kozalak  toplamak  için  birkaç kişi  ırgat  toplamışlar.  Ev halkı da  var  üç-beş  kişi. Bana şöyle dediler:
 -Biz  kozalak  toplamak  için  bulduğumuz  adamlarla  birlikte  Karadoruk'un arkasına  gideceğiz  sabah  erkenden. Sen  öküz  arabasını  koşar  oraya  peşimize  gelirsin. Durmuş'u da  yanında  getirirsin.
 Bu  Durmuş,  Feride  ile  Hüseyin  Çavuşun  oğlu  Dayı  Durmuş  dedikleri  Durmuş.  Dayı Durmuş  beş  altı  yaşlarındaydı  sanırım  o  sene.
 
 Sabah  kalktım ki   ev  halkı  ve   topladıkları   kişiler   çoktan  gitmişler  kozalak  toplamaya.   Annem  Durmuş'la  beni  yedirdi.  Hemen  kalktım  kağnı arabasını  kayışladım  Arabanın  dişlerini  yağladım. Sicimi ve  ipleri  arabanın  üstüne  attım.  Öküzleri  koştum.  Ho!  dedim  öküzlere.    Sogilin -sofugil-  arkasından  giden  yoldan  devam  edip   Pirdelli  değirmeninin altından  Büyük  Dereyi  geçip  yama  ve  yokuş  yola  yukarı  vurduk,  gidiyoruz.  Yol  yokuş,  çok  dik. Yaylaya  giden  araba  yolu orasıydı.  Yamayı  çıkınca Armutlu  Düze  çıkılan  tehlikeli bir  yoldu.
 
 Durmuş,  arabanın  üstünde  ön  gopların  arasında  ayakları  aşağı  sallanır  şekilde oturuyordu.  Ben  ise  arabanın  önü  sıra   öküzleri  ve   arabayı  idare  ederek  yokuşu  çıkmak  üzereydik ki  birden  ne  olduğunu  o  an  anlayamadığım  bir  olay  oldu.  Kağnı  arabası  öküzlerden   kurtulmuştu. Yamaçaşağı  hızla   tepe  takla  gidiyordu.  Dayı  Durmuş  üstündeydi. Bu  arada  hemen  şunu da belirteyim: Öküzler  boyundurukla  beraber  arabadan  ayrılır  ayrılmaz beni  yere  düşürüp  üzerimden  geçip  yere  kapaklandılar.  Bana bir şey olmamıştı,  korkum  Durmuş'daydı.  Ayağa  kalktığımda  bir  baktımki  Durmuş  yerde  ağlıyor.  Hemen  yanına  koştum. Her  tarafına  baktım,  birşeyi  yoktu.  Ayağa  kaldırdım.  Yürüttüm.  Güzel  yürüyordu.  Yarası  beresi  yoktu.  Az  sonra  ağlaması kesildi.  Öküz    arabası  ta  dereye  indi,  takla atarak.  Abdallının  değirmeninin  yanından   derenin  karşısına  geçmişti. Arabanın  yanına  indim.  Arabada   bir  iki  gop  ve birkaç   kazık  kırığından  başka   hasar  yoktu.  Çok şanslıydım.  Hem  arabada   hem de   çocukta  bir şey  yoktu.  Öküzleri  getirdim.  Kayışı  onarıp  arabaya  öküzleri  koşup  yola  koyulduk.  Madenin  Derenin  yanından  yukarı   doğru  giden yolu izleyerek gide  gide  Karadoruğun  arkasına  vardık .
 
 Olayı  korkarak  anlattım.  Hemen  çocuğu  kaptılar.  Her  tarafını  konrol  ettiler, arabaya  baktılar.
 -Eh!  Çok  ucuz  atlatmışınız.  Allaha  şükür!  Sadakanız  verilmiş!  Hadi  get  sende   birikmiş yerlerden  kozalak  taşı , dediler bana.
 Gücümün  yettiği  kadar  birkaç  sefer  yaptım. Son  bir defa  daha  gittim  kozalak  getirdim,  arabanın  yanına  çuvalı  bıraktım.  Tekrar  gidiyordum  ki   Halil  ağbimle  Hüseyin  ağbim  beni  yanlarına  çağırdı.  Yanlarına  yaklaştığımda  baktım  ki  ellerinde  bana ait bir  sigara  tabakası  var.  Tabakayı  göstererek:
 -Habu   tabakayı been  ver,  dedi  Hüseyin  ağbim.  İçindeki  sıgaraları  cegetiyn  cebine  goyduh.  Bütün  sığara  paketine  ellemedik. Ne  diysin,  dediler.
 Ne  diyebilirdim.  Utancımdan  yerin  dibi  yarılsa içine  girsem  diyordum. Başım  önümde  eğik.  Kan ter  içindeyim.  Gıkım  çıkmıyordu.
 - Cıgarayı  iç.  İç  emme  alışma  sakın. Delikanlısın   arkadaşlarının  yanında  mahcup  olma. Cıgara  bulundur emme  içme  olur mu?  gibi  aflar  ettiler.
 
 Bu sıkıcı  ortamdan  nasıl kurtlacağım diye beklerken  isteğini  tekrarladı:
 -Tabahayı  al  diysen  alacam,  yohsa cebine   koyacam, diye   söyleniverdi.
 İster  istemez  cevap  vermem  gerektiğini  anlamıştım.  Zar zor  işitilir  bir  sesle  şöyle cevapladım  utana  sıkıla:
 -Al  tabaha  senin  olsun  abi, dedim.
 Tabakamı  kırk   yamalıklı   ceketimin  cebine   koydular.  Hayatımda  en  çok  terlediğim  ve  skılıp   utandığım  olaylardan  birini  yaşamıştım.  Onlar  iyi  ve  yumuşak davrandıkça   ben  daha da  kötü  oluyordum.  Halil  Ağbim    beni  bu  azap  dolu   durumdan  kurtarmak  için   olacak  sanırım  sevecen   bir  sesle:
 -Hastir  çabuk  get  burdan!  diye  beni  kovaladı.
 Çok  çok  sevdiğim  tabakam  elimden  gitmişti. O günlerin  yoklukları içinde  çok  önemli  ve de  değerliydi  tabakam.  On  dal  sigara  alıyordu. Gümüş  rengindeydi.
 Ağbilerim  sağ  olsunlar   hatalı  davranışlarımda  hep  bana  olumlu  ve de  ılımlı  davrandılar.
 
 Alim  Aydoğan  -  İzmir - 23  Ocak  2012
 
 ----------------------------------------------
 
 27.Öykü -   23 Ocak 2012
 DABAK
 
 Hayvanları  oldum  olası   çok  sevmişimdir.  Öğretmen  Okulunda  okuduğum  yıllarda  bir   çift  öküzümüz  vardı. İkisi de  altın  sarısı  rengindeydi.  Bunları  sattılar.  Eve  bir  çift  tosun  aldılar.  Bu  tosunlar  sanki  satılan  öküzlerin  birer  kopyasıydı. Çıtak  boynuzları  sipsivri  ve  öne  yukarı  doğru  düzgün  biçimde  büyümüşlerdi.  İnsana  çok  yakın  duruyorlardı.  Sevilmelerine, okşanmalarına  fırsat  veriyorlardı.  Satılanlara  pek  emeğim  ve   sevgim  geçmemişti.  Bu  tosunlar  hiç  koşulmamıştı.  Koşulmamış  öküzlere acemi  diyorlardı. Bu  alım  satım  olayı  güzün  olmuştu.  Bir kaç  gün  sonra   ben  Erzurum'a  Öğretmen  okuluna  okumaya  gittim
 
 Bahar  geldi.  Köye  geldim. Mayıs  ayı  sonu. Köyümüz  bu  günkünün  yarısının  yarısı  kadar  yeşil  ve  çiçekli. Bahar  ekinleri  ekilmiş. Tarlalar  yemyeşil.  Tosunlarım  kışın  çok  iyi  bakılmış.  Kıçları başları  bulh  bulh  ediyordu.  Güzün  okula  gitmeden  önce  onlara  beş  altı  teneke  bilik  getirmiştim  Paltuçukur'dan.  Bilik  hayvanlara  çok  iyi  yarıyor  ve  onları  semiz  yapıyordu.  Fiğle  beraber  yemlenerek  iyi  beslenmişler. Ben  onları  hem  arazide  otlatıyordum  hem de  tarlaların  ekilmemişlerini  herk (nadas)  ediyordum   zaman  zaman.  Onları  okşuyor  seviyordum.  Öyle  seviyordum ki   yat  dersem  yatıyorlardı,  kalk  dersem  kalkıyorlardı.  Karınlarını  en iyi  şekilde  doyuruyordum.  Öğleyin  bir  ağacın  altında  yatırırdım.  Saatlerce  yatsalar  kalkıp  yanı  başındaki  ekinleri  yemezdiler. Çoğu  zaman da  o  tosunlar  beni  severlerdi.  Bu  sevgilerini  ben  onları  severken  onlarda  beni   yalayarak  severlerdi.  Birkaç  yıl  böyle  canciğer  bir  arada  yaşadık.
 
 Yaz tatilini bitince Eylül  ayında  okuluma  gittim.  Geriden  öküzlerimi  satmışlar.  Bana  köye  geldiğim  güne  kadar  söylemediler.  Çünkü  onları  ne  kadar  sevdiğimi,  onlarlarsız  olamayacağımı  çok  iyi  biliyorlardı.    Bu acı gerçeği  köye  gelince  öğrendim. Sonsuz  yıkıma  uğradım.  Nereye  sattıklarını   söylemiyorlardı.  Başka  öküz  veya  tosun da  almamışlardı.  O yaz  köyde  sığırlarda  ismi  dabak  olan bir  hastalık  vardı.  Hayvanlar  yürüyemez  ve  ayakta  duramaz  hâldeydiler.  Ağızlarından  salyalar  akıyordu. Yem ve   yiyecek  yiyemiyorlar,  otlanamıyorlardı.  Zayıflıktan  hayvanlar  bir   deri  bir  kemikti.
 
 Bir  gün  akşam  üzeri  kapının  önünde  geziniyordum.  Güneş  bir  masta  yukardaydı.  A   Aaaa!  Oda  ne!?  Bir baktım ki  benim  öküzlerim  gelmiyor  mu?  Gözlerime  inanamadım.  Evet evet, bunlar  benim  tosunlarımdı.  Zar  zor  yürüyorlardı. Onlar da  dabak  olmuşlardı.   Öküzler nara  atarak  peş peşe  dama  doğru  beni de  sollayıp  geçtiler.  Boynuzları  ile  damın  kapısını  açıp  içeri  daldılar.  Hemen  peşlerinden  dama  gittim.  İkisi de   kendi  yerlerine gidip  dikilmişlerdi.  Yine  nara  atmaya  devam  ediyorlardı.  Gittim  onların  boynuna  sarıldım.  Ağladım, ağladım... Ağzım  burnum  sümüklere  karışmıştı.  Param  olsa  hemen  gidip  onları  geri  almak  istiyordum.  Ama bu  mümkün  değildi.  Gece  damda  tosunlarımın  yanında  yattım.  Onları  seve   seve  uyumuş   kalmıştım.
 
 Sabah   Konaklı'dan   sahipleri  geldi.  Canlarımı  benden  koparıp  aldı  gittiler.
 
 Alim Aydoğan
 
 ----------------------------------------------
 
 26.Öykü - 18 Ocak 2012
 BİT  İLACI
 
 1944  doğumluyum.  Yaşamımda  çocukluğum  ayrı  yer  tutar. Dört  yaşımda   topal  ineğimizi  ağlaya  ağlaya  yaymağa  başladığım  yıllardı. O  yıllar  ve  önceki  yıllar  yokluk  yoksulluk  yıllarıydı.  Ayaklarda   çarık, yırtık  yamalı  çoraplar.  Biz  erkek  çocuklar  bile  dokuma  denilen  fistan  çizgili  elbiseler  giyerdik.  Çoğumuzun yedek  elbisesi  yoktu. Elbiseleler  kırk  yamalıktı.
 
 Evler,  yataklar, elbiseler  bit kaynıyordu.  Bite  köylüler  kehle derlerdi.  Bit  insanların  yüzlerinde,  kulaklarının  içinde,  saçlarının  içinde hatta  bazen  ellerinin  üstünde  açıktan  açığa  gezerlerdi.   Kimse  kimseyi  ayıplamazdı,  ayıplayamazdı.  Çünkü  herkesin  ortak  baş  belasıydı  kehle.
 
 Peki   insanlar  bitten  kendilerini,  evlerini  nasıl  korurlardı?  Koruyabiliyorlar mıydı?  Sabun  ve  detarjan  yoktu.  Sabun  sonraları  çıktı  piyasaya. Detarjan  ise  yıllar   sonra   evlere  girdi. Çamaşırlar  sıcak  suda  kaynatılırdı. Kazanın  içine  odun  külü  atılırdı.  Bazen  kil  denen  yağlı  yapışkan  çamurumsu  toprak  atılırdı  kazanların  içine.  Bu   çamaşır  yıkama işleri   ağaç  leğenlerde   veya  dere  kenarlarında  dere   suyuyla  yıkanırdı. Annelerimiz,  bacılarımız,  gelinlerimiz,   kızlarımız  çamaşırları  elle  ovalayarak  yıkarlardı.  Çoğu  zaman  ise özel  yapılmış  kalın,  kısa bir  sopa olan  tokaçla  yıkarlardı.  Çamaşırları  kadınlar  yıkarken  tokaçla  düğme  ve  çıt  çıtlarıda  vura  vura  kırarlardı.  Bu  tür  temizlik  işleri  bitten  çok  fazla  evleri  ve insanları  koruyamıyordu.  Peki  neyle  bitten  korunmaya  çalışıyorlardı?
 
 Evlerde  ocak  başında  gür  alevli  ateşler  yanardı.   Bitli  çamaşırları   alev  alev  yanan  ateşin üstünde  fırıl  fırıl  hızlıca  semah  döner  gibi  döndürürlerdi.  Bitler  ateşe  düştükçe  çatır  çatır  ses  çıkarırlardı. Bu  olayıda  insanlar  güle  eğlene  alaya  alarak  yaparlardı  ve  seyrederlerdi.
 -Yiğin  iyisi  bitli  olur,  kapıda  it,  yiğitte  bit!  derlerdi.
 
 Yazın  yazıda   malları  yayarken  hiç  unutmam  şöyle  bir  ses   Civrişon'dan  bizim  köye  doğru  gelirken  bas  bas  bağırıyordu:
 - De  de   te!  De  de  te!  Bit  ilcıııı!  Bit  ilacııııııı!
 
 Köylü  zamanla  DEDETE  almaya  başladı.  Evlerde  çamaşırlara  dedete  ilacı   sürülmeye  başlandı.  Bitler  azalmaya  başladı  zamanla.  Gazyağı  ile  ilacı  karıştırıp  kadınların  ve  erkeklerin  başlarına  sürerek  bitten  kurtulmaya  çalışılıyordu.  Gazyağı  ise  başımızın  derisini  rahatsız  edecek  derecede  yakıyordu.
 
 Yıllar,  yıllar!  Yıllar  sonra   bitten  halk  kendini kurtardı.  Halkı  Bitten  kurtaran  DEDETE   benim  için  en  büyük  sağlık  buluşuydu.
 
 Yaşasın  bilim  ve  teknoloji!  Yaşasın  bilim  adamları!
 
 Alim  Aydoğan - Kırıntı  Köyü  - 18:50
 
 ----------------------------------------------
 
 25.Değerlendirme - 14 Ocak 2012
 BURGABABA  ŞENLİKLERİNİN  YAPILDIĞI  YERLE  İLGİLİ BİR DEĞERLENDİRME
 
 Burgababa  şenlik  yerinin  yapımı,  yer  paylaşımı  ve  oradaki  çalışmalara  halkın  katılma  durumu   hakkında  bu  köşede  çeşitli  tenkitleri  okudum. Herkesin  görüşüne  saygım  sonsuz. Bazı  görüş  ve  fikirler  çok  ideal  gözükmesine  rağmen  Kırıntı  Köyünde  uygulama şansı  olmayan  fikirler  gibi  geliyor  bana.  En  azından  uygulamaları  gerçekleştirecek  bir  lider  ve  ona  yardım  edecek  heyete  ihtiyaç  var.  Neyse  benim  buradaki  yazacağım  görüşlerimi  bazıları  karşıt  görüş  gibi  algılayabilir,  ben  karşıt  görüşlü  değilim.  Nedenlerini  veya  yapılan  yanlış  tutum  ve  uygulamaları  vurgulamaya  çalışacağım.
 
 Köyde  bazı  işler  yapılmaya  başlamadan  önce mangalda  kül  bırakmayanlar  iş  ciddiye  binince  ortadan  toz  oluyorlar,  işin  hep  yıkım  tarafına  çalışıyorlar.  Gerçekten  iş  yapmak  isteyen  insanların  önüne  olmadık  engeller  çıkarıyorlar.  Bazılarımızda  her  işe  yardım  ediyor  veya  yapıyormuş  gibi  sağda  solda  metleniyoruz  ama  aslında  elini  soğuktan  sıcağa  vurmuyoruz.  Birisinin  bir  işe  girişmesi   durumunda  ise  -bir  çıkarı  olmasa- o  işi  yapmaz,  -ben  onu  biliyorum,  onu  bana  sorun - diye  dedikodu  üretiyorlar  halkın  arasında.  Halkın da  çoğunluğu  aynı  kafada  olduğu  için  olumsuzluklar  galip  geliyor  çoğu  zaman. Bir  kısmı da köy  halkımızın  uygulamalardaki  tutumunu  tam  bilemediği  için  yanlışa  düştükleri  oluyor.   Herkes  kendini  en  akıllı  ve  bilgili  gibi  lanse  ediyor.  Uygulama  şansı  olmayan  yan  fikirler  öne  sürüyorlar.
 
 Gelip  geçmiş  dernek  yöneticilerine  teşekkür  ediyorum.  Hemen  hepsi  ellerinden  geldiği,  bütçeleri  ve    bilgileriyle  köye  büyük  hizmetlerde  bulundular. Zaman  zaman  yapılanlarda  yanlış  uygulamalar  oldu.   Ama  hepsi  iyi  niyetli olarak  köyü  ve  köy  kalkı  için  çalıştı.  Öpüyorum  onları.
 
 Bazı  önemli  hatalar  yapıldı.  Bunlardan  aklıma  gelenleri  yazacağım:
 Birincisi: Köyün  yolunun  ilk  asfaltlanmasından sonra  açılış törenine diğer dernekleri davet etmeyi  derneklerimiz üstlenmemeliydi,  muhtarlığa  yaptırmalıydılar.
 İkincisi:  Aşığın  Pınarında  yapılan  geleneksel  Karaburga  şenliklerinin  yerininin  değiştirilmesinde  yapıldı. O  günün  dernek  yönetimi,  köy  halkına  ve  muhtarlığa  hiç  danışmadan  bugünkü  şenlik  yerine (Doruktepe)  karar  verip  başlamaları  hata  idi  bence.
 
 Çoğu  zaman  dernek  yönetimleri  muhtarlığı  ve  ihtiyar  heyetini  hiçe  saydı  veya  hiç  hesaba  katmadılar. Muhtarları  bir  nevi  devre  dışı  bıraktılar.  Bu  devre  dışı  bırakma  olayı  Tandurluğun  Dereye  köprü  yapımında  yaşandı.  Yani  muhtarları  beğenmediler  çoğu  zaman  dernek  yönetimleri.  Ben  burada  muhtarlarımızı  korumaya  çalışmıyorum,  Muhtarlığın  gururunu  korumaya  çalışıyorum.
 
 Şenlik  yeri  yapılırken  şeçilen  yer  yanlış  veya  doğru  seçilmiş  olabilir.  Bu  durum  çok  önemli. Ama  yer  seçilip  çalışmalar  başlayınca  halkımız  yanlış  tutumlara  girdi.  Köy  halkından  belli  kişiler  hemen  hemen  her  gün  gelip  çalıştılar.  Bazı  işlere  ise  tek  tük  gelip  birer  gün  çalışıp  yardım  edenler  oldu. Dernek  yönetiminden  birkaçı  canla  başla  çalıştılar.  Kendilerine  o  zamanda  teşekkür  etmiştim,  buradan  bu  teşekkürlerimi  yineliyorum.
 
 Şenlik  yerine  oba  yerlerinin  yapılması  için  köy  halkı  çalışmaya  davet  edildi.  Edildi  ama   çok  az  sayıda  insan  gelmişti. O gün  yok  olan  insanlar,  çok  yaygara  kopardılar.  O gün  Dernek  Yönetimi  ise   şöyle   bir  uygulamaya  gitti.  Herkes  kendi  yerini  kendisi   onarıp  düzleyip  oturacak  hale  getirsin  dendi.  Ve hekes  kendi  oturma  yerini  düzenledi.  O gün  gelmeyenler  birkaç  gün  içinde  gelip   oba  yerlerini  düzenlediler.  Hiç  gelmeyenler  ise  o  gün  bu  gündür  vay  efendim  orası  babalarının  yeri mi,  ben  gidip  otuyayım  da  bakalım  kim  beni  kaldırabilcek  göreyim,  gibi  laf  ebeliği  yapılıyor.  Herkese  oba  yeri  yapacak  kadar  çok  çam   altı  var.  Herkes  buyursun  yapsın.  Güle  güle  şenliğini  yapsın.  Şenlik  yerindeki  protokol  çardağı  yapılırken  yine  belli  kişiler  çalışıyordu.  Koskoca  Kırıntı  Köyü'nden  çatıya  çinkoları  çakacak  bir  usta  yoktu.  Çinkoları  iki  öğretmen  çaktık.  Biri  ben,  biri de  Hüsnü   hoca.  Hüsnü  hoca  o  gün   hasta  hasta  çalıştı.  Ben  burada   çalıştığım için   bunları  yazmıyorum.  Kırıntı  köyünün  çoğu  usta.  O  gün  nerdeydiler?  O  gün  orada  olmayanlar  sonradan  ahkam  kestiler,  şimdi  hâlâ  kesmeye  devam  ediyorlar.  Yapılanları  en  azından  sözlerimizle  destekleyelim.  Ortalıkta  birşeyler  yapıyormuş  veya  yapmış  gibi  kendini  lanse  eden  insanlarımz  var.   Lütfen  herkes  elini  taşın  altına  azıcıkta  olsa  soksun.  Köy  bizim  köyümüz.  Yaşasın  köyüne  hizmet  edenler.  Dedikoducular  o  yana,  hizmet  edenler  bu  yana  buyursunlar.  Ne  mutlu ki  Kırıntılıyız.
 
 Alim  Aydoğan - Kırıntı
 
 ---------------------------------------------
 
 24. Öykü - 12 Ocak 2012
 EKMEK  TEZE  ET  TEZE
 YE  MÜRTEZE  MÜRTEZE
 
 1950'lerden  önceki  yıllarda  köylüler  tuz  ihtiyaçlarını  kaya  tuzu  ile  giderirlermiş.  Kaya  tuzu  ise  Erzincan'ın  Kemah'tan  veya  Bayburt'tan  getirilirmiş. Bu  tuz  getirme  işi  eşeklerle  olurmuş.  Bir  kaç  komşu  arkadaş  olup  Kemah'a  veya  Bayburt'a  gurup  hâlinde  tuza  giderlermiş.  Yaz  veya  sonbahar  mevsiminde  gidilip  eşeklerle  tuz  getirilirmiş. Tuz  getiren  aileler  ise  konu  komşuya  tuz  dağıtırlarmış.
 
 Abdallı  Mahallesinden  bir  kadın  ise  kocasının  getirdiği  kaya  tuzundan  komşularına  bol  kepçe  dağıtırmış  her  yıl.  Kocasının  canına  tak  etmiş  karısının  tuzu  bol  bol  dağıtması.  Bir  seferinde  kadınını da  yanı  sıra  tuza  götürmüş. Geri  dönmüşler.  Komşular  yine  tuz  istemeğe  gelmişler. Tuzun  zahmetini  gören  kadın  tuz  isteyen  komşulara  şöyle  demiş:
 -Ben  kendi  getirdiğimden  vermem  ama  herifin  getirdiğinede  karışmam!
 
 Bu  yazıyı  yazan  ben  Alim'in  dedesinin  dedesi  olan  Mürteze  ekinler   biçilirken  Bayburt'a  eşeğiyle  tuza  gider.  Tuza  gidip  gelme  beş  altı  gün  sürmektedir.  Mürteze'nin  geri  gelme  zamanı   yaklaşmıştır.
 
 Mürteze,  nerde  rastlasa  yemek  yenen  sofraya  destursuz  oturur, ne bulursa  yermiş.  Az  yermiş,  çok yermiş  ama  mutlaka  yermiş.  Yemek  seçmeden  her  evde  sormadan  danışmadan  bismillah  deyip  başlarmış  afiyetçe  yemeğe.  Çok  sevimli  ve  hoş  sohbetli,  sakin  birisiymiş.
 
 Bir gün Aşağı  Mahalleden  bir  hane,  çok  büyük  bir  tarlalarının  ekinini  biçtirmek  için   ırgat  toplar.  Tırpancılar  tırpanla,  orakcılar  orakla  ekini  biçmeye  başlarlar.  Kemciler  kem  yaparlar.  Zorcular  biçilen  ekinleri  toplarlar.  Yine ekinden yaptıkları bağlarla veya kemle ekinleri bağlar, bir  alana  toplayarak   part- yığın  yaparlar.  Tırmıkcılar  tarlayı  tırmıklamaya  başlarlar.  Usta  bir  tırpancı  ise  tırpancıların körelen  tırpanını  dövmektedir.  Çocukların görevi ise ırgata  gözeden   devamlı  su  taşımaktır.
 
 Öğle  yemeği  zamanı gelir. İki  kadın, ellerinde  yemek  bakraçları,  sırtlarında   yiyecek  dolu  sepetlerle  köyden ırgatlara  yemek  getirirler.  Irgatlardan biri eliyle işaret ederek:
 -Bakın  uşaklar yemeğimiz geldi, der. Mürteze'ye belli olmaz, Kemah'a tuza gitmiş olsa da, birden ortaya çıkıp yemeğimize dalabilir. Şu başı çıkaralım da o ortaya çıkmadan yemeğimizi yiyelim.
 
 Adamın tahmini tutar. Tam  bu  sırada  dedem Mürteze  eşeği  ile   kırandan  çıkar.  Bakar ki  Aydın Paarı tarafında  tarlada  ekin  biçilmektedir,  eşeği  doğruca  oraya  sürer.
 
 Azıklar  tarlanın  ortasındaki  ahlat  ağacının  altına  dizilmiştir.  Ev  sahibi  ırgatlara  bir de  oğlak  kesmiştir.  Dedem  Mürteze  cıkıları,  azıkları  açar,  başlar  iştahla  yemeye. Irgatlar  işi bırakıp  gelene  kadar  karnını  doyurur.  Sırtını  ahlata  dayar, bir  cıgara  sarar, yakar ve keyfli  keyfli  tüttürmeye başlar.  Irgatlardan biri ona bakar bakar ve şöyle der:
 -Ekmek  teze   et  teze,  ye  Mürteze Mürteze!
 Bu  cümle  günümüzde  bile  hâlâ  atasözü  gibi  kullanılmaktadır.
 Soyaçekimden olsa gerek, dedemiz gibi biz de boğazımıza düşkünüzdür.
 
 Alim  Aydoğan   - Kırıntı -   19:39
 
 ---------------------------------------------
 
 23.Öykü - 08 Ocak 2011
 İLKOKUL  ÇANTAMIZ  NEDENDİ ?
 
 Bizler  ilkokula  giderken  1960'lı  yıllarda  devir  bu  zamana  hiç mi  hiç  uymuyordu.  Bugün  her  türlü  olanak  var.  Kalem,  defter,  çanta,  açacak,  silgi,  kaplık  ve   diğer  araç-gereçler  çok   harikalar.  Bizim  zamanımızda ki  silgiler  yazıyı  silecek   yerde  hepten  kapkara  ediyordu.  Kalemlerimizi  jilet  veya  ekmek  bıçağı  ile  açıyorduk.  Açarken  çoğu  zaman  parmak   veya  tırnaklarımızı  kesiyorduk.  Kitap  ve  defterlerimizi  bulabilirsek  çimanto  torbası  kağıdı  ile  kaplıyorduk.  Sarı  yapraklı  defterimize  yazı  yazarken  defterler   hemen  yırtılırdı.  Kalemlerimiz  çok  sertti.  Ama  alfabe   kitabımızı  hiç  unutamıyorum. Çok  güzel  ve   hoşuma  giden   yazı  ve  tekerlemeler  vardı.
 
 Her  neyse  gelelim  konumuza. Okul  çantası  olarak  ya  azık   koyduğumuz  mal  yayma  çantamızı  kullanırdık  ya da  tahtadan  yapılmış  çantayı  kullanırdık.  Bu  tahta  çanta  kısaca  şöyle  yapılıyordu:  On beş  cm  en  ve  otuz beş-kırk  cm  boy,  iki  cm  kalınlıkta   iki  tahta,  yirmi-yirmi  beş  cm  boyunda  iki  adet  kısa  tarafının  tahtası  kare  prizma  şeklinde  birbirine  çivilerle  çakılırdı.  Bu  şeklin  iki  yüzü  ise  daha  ince  ve  geniş  tahta  ile  kapatılıp  testere  ile  üst  kapağı  daha  az  derinlikte  olmak  üzere  ikiye   biçilirdi. Sonra  menteşelerle  iki  kapak  birbirine  tutturulurdu. Bir de  ağzını  kapamak  için  çengelli  düzenek  yapılırdı. Bu  tahta  çanta  her  öğrencide  olmazdı.  Olanlar  ise  çok  şanslı  idi.  Çantası  olmayanlara   olanlar  hava  atardı.  Bu  çantaları  başka  bir  amaçla da  kullanırdık.  Kışın  kar  yağdığı  zamanlarda  kaykı  olarak da  kullanırdık.  Bu nedenle  çantalarımız  tez  yıpranırdı. Evdekilerden  azar  iştir  veya  dayak  yerdik.  Bazen de  çantalarımızı  birbiriyle  çarpıştırırdık.  Daha  çabuk  kırılırdı.
 
 Bir  gün  gezdim  dolaştım.  Etem  Gilin  kapısından  geçerken  baktım  ki  Cemal  Ağbim   çok  sinirlenmiş  kızıp  duruyor.  Ben de  oraya  saptım.  Ağbimin  sinirli  yapısını  bildiğim  için  öyle  izliyordum.  Etemlerin  Hüseyin'ine  tahtadan  okul  çantası  yapıyordu. Tahtalara  her  çivi  çaktığında  tahta  yarılıyordu. Tahta  yarıldıkça  esip  bağırıyordu. Sanki  bir şeyler  suçluymuş  gibiydi.  Etrafındakilere  kızıyordu.  Kimse  gık  edemiyordu.  Bir  baktım  ki  tahtalara  çakmaya  çalıştığı  mıhlar  çok  kalın  ve  uzun. O kalın  mıhlardan  birini  daha     çakıyorduki  ben  hemen  aceleyle 'O mıhı  çakma  tahta  yarılır!"  der  demez  nalini  sırtıma  pekitti.  Öteki  nalini de  arkamdan  savurdu  ama  tutturamadı.  Oradan  hızla  uzaklaştım.  Sonradan  öğrendim  ki  o  kalın  mıhları  her  çaktığında  tahta  yarılmış, o  sinir  olmuş. Benim  sözlerim  sinirini  iyice  artırmış.  Elindeki  keserle  kırıp  haşat  etmiş.
 
 Alim  Aydoğan  - Kırıntı  Köyü -  4  Ocak  2012 -  15:05
 
 ----------------------------------------------
 
 22.Öykü - 05 Ocak 2011
 KÂN'DA ODUN  HIRSIZLIĞI
 
 Köyümüzün  adının  Kırıntı  olmasının   sebebi  ormanları  devrin  şartlarına  göre  kıyım  yapmasından  aldığını  hepimiz  biliriz.  Devam  eden  orman  kıyımının  son  yılları   idi.  Köy  halkı  Almanya  ve  büyük  şehirlere  göç  etmeye  başlamıştı.  Orman  kıyımının  son  yıllarıydı.  Kuzuluk'u  İbil  Amca  bekçiliğinde  korumaya  almıştı  köy  halkı.  Ama  Civrişon (Konaklı)  köyü  ormanından   yani  Kân'dan  odun  ve   sırık hırsızlığı  yapılmaya  devam   ediliyordu.
 
 1961  Yılı.  Şehri  hala'nın  kocası  Mustafa  amca (köydeki  lakap  isimleri  Enni  Mustafa ya da Gadı  Mustafa'ydı.) Bir gün bana şöyle dedi:
 -Akşam  beraber Kân'a  oduna  gidelim.   Sizin  eşşe  alalım.  Eşşen  yükünün  bi  tarafı  sizin,  bi  tarafı  bizim  olur.   Biz de  elimizde  birer  sırıh  alır  geliriz. Civrişonlular  ormanı  gece  gelip  beklimiş.  Yastı  namazından  sona  gidersek  da  iyi  olur.  Hazırlan.   Girebiyn,  ipiyn    hazır  et.  Eşşen de  semerini  vur.  Yularını da  bağla.
 
 Gece  yatsı  vakti  geldi.  Hazırlıklarmı  yaptım.  Eşeğin  semerini  vurdum  sırtına.  Yularını  bağlayıp       dışarı  çıktım.  Enni  Mustafa  amca  ile  küçük  mezarlıkların  yanından  aşağı  Kân  yolundan  aşıp dereye  indik.  Gökyüzünde  tam  dolunay, ortalık gündüz gibi.  Eşekle  beraber  ormana  daldık.  Eşeği  bir  ağaca  bağladık.  Başladık  pat-küt  odun  etmeye.  Bir hayli  odun  etmiştik  ki   aşağıdan  insan  sesleri  gelmeye   başlamıştı.  Sesler  bize  doğru  yaklaşıyordu.
 -Mustafa  emi  neydeceğiz?  Bizi  yakalayacaklar!  Çok  korkuyorum,  dedim.
 
 Sen  korkma  der  gibi  beni  okşadı. Hemen  yanımızda  suyun  selin  yarması   insan  boyundan  yüksek  bir  dere  gibi  yer  vardı.  Derenin  yukarı başı  şelale   gibi  birden  dik  olarak  biten  bir  yapıdaydı.  Eşekle  birlikte  dereye  indik.   Derenin  en  sonuna  gittik  saklandık.  Sanki  saklandığımız  yer  özel  oluşturulmuştu  tabiat  tarafından.  Üzerimiz  ağaç  dallarla  kaplanmış  durumdaydı.   Köylülerin   aha  şurda,  daha  orda  diye  seslerini  duyuyorduk.  Yani  çok  yakınımızdaydı  Civrişonlular.  Biz  ise  durmadan  ediyorduk  yakalanmamak  için.  Tam  sesler   bize  yaklaştığı  sırada  bizim  eşeğin  eşekliği  tuttu,  anırmaya  başladı:
 -Aaii   aaiii!
 
 Civrişonlular eşeğin  sesini  duymuşlardı. Bah  ula  eşşen  sesi  haşuradan geli,  yoh  lan  öteden  geli  diye  laflar   kulağımıza  geliyordu.  Bu  arada  Mustafa  emi  çabucak eşeğin  ağzını  kapatıp  yularıyla  bağlamıştı.  Eşek  artık  anırmıyordu.
 Etrafımızda  epeyce  dolandılar.  Bizi  bulamadılar.  Biz  olduğumuz   yerde  saatlerce   korku  içinde  bekledik.  Korka  korka  dışarı  çıktık  Odunumuzun  eksiğini  tamamlayıp  eşeği  yükleyip  köyün  yolunu  tuttuk.  Beni  bir  daha  oraya  oduna  kimse  götüremedi.  Çünkü  yakalansaydık  kemiklerimizi  kırarlardı.  Olur ya belki de  öldürürlerdi.
 
 Alim  AYDOĞAN
 
 ----------------------------------------------
 
 21.Öykü - 03 Ocak 2011
 SARISAKAL'LA  MEZİRE'DE  NE  YAŞADIM?
 
 Sanırım  1963  yılının Temmuz  ayı  ortaları.  Köyde  hasat  zamanı.  Fiğ,   mercimek,  arpa   gibi  ürünlerin  tarlalardan  biçilip  harmanlara  getirilme  günleri.  Komşular  o  devirde  birbirleriyle  çok  yardımlaşırlardı.  Bir  isteği   olursa  komşunun  isteği   mutlaka  yerine   seve  seve  getirilirdi.  Hatta hısım  akraba,  eş  dost  ve   komşulara  kendileri  istemeden  de  işlerine   el  atılır,  bitirene   kadar  yardıma   devam  edilirdi.  Bazı   durumlar  ve   özel  günlerde   ise  her  türlü  işlerini  bırakıp  komşunun  işine  el  atılırdı.
 
 Durmuş  öğretmenin   babasına  Sarısakal  derlerdi.  Sarısakal  benim  halamın   kocası  idi.  Halaya  bu  devirde   teyze  diyorlar.   Elmas  halamı  biz  tüm  kardeşler olarak  annemiz  kadar  çok  sever,   sayardık.  Sarısakal  emmiyi de   bir  o  kadar   severdik.  Halamgilin  çocukları   ile   Yeter  halanın  çocukları   olan   bizler  birbirlerimizi  kardeşmiş  gibi  severdik.  En  azından  ben  öyle   hissediyordum.  Bugün   bile   aynı  saygı,  sevgi  ve  yakınlık   içinde  görüyorum   iki  aileyi.
 
 Bir  akşam  SARISAKAL (İbrahim) amca   bize  geldi.  Hoşladık.  Ben  elini  öptüm.   Yemek  yendi.  Çay  içildi. Bir  hayli  zaman  geçtikten  sonra  İbrahim  amcaya bir  isteği  olup  olmadığı  soruldu.
 
 -He  var  dedi ve arkasından  ekledi. Mezirede  Urişangilin  tarlasını  bilisiz. Oraya fi  ekdiydik.  Fileri  biçdik  yıın  yaptık. Beş  altı  öküz  arabası  fi  çıkar.  Habu   Alim'i   öküz  arabası  ile  yarın  bize  verin de  fiyi  çekelim.
 
 Sabah  oldu.  Öküzleri  arabaya  koştum.  İbrahim  amca da kendi arabasını aldı. Birlikte   tarlaya  gittik.   Öküzleri  çözdük.  Kağnı  arabasının  birisine  dirgon  ile  fiği  yükledik.    İkinci  arabayı  yüklemeye   başladık.  Ben  kağnı  arabasının  üzerindeydim.  İbrahim  Amca  ise   dirgon   ile  tapul  tapul  fiğ  demedi  atıyordu  arabanın  üstüne.  Yarıya  kadar  yüklemiştik  ki  İbrahim  amca  şöyle  dedi:
 -Sen  aşa  in.  Ben  arabanın  üstüne  çıhıym,  sen  yıından  fi  ver.
 
 İndim  aşağı. Çıktım   yığının  üstüne.   O  yığının  yanından   önce  yüklenmiş  olan  arabanın  arkasına  geçti.  Kendisini  göremiyordum.   Eskiden  büyüklerimize  karşı  çok   saygılı  ve  edepliydik.  Onların  yanında  istemedikleri  hiç  bir  şeyi  yapamazdık. Hayatımda   en  çabuk  terlediğim,  kızarıp   bozarıp  ve  utandığım  bir  olayı   yaşayacağımı  nerden  bilebilirdim.
 -Oğlum  Alim, ateşin, cigaran  varsa  yının  arhasına  bırah da  ben  alırım,  dedi Sarısakal amca.
 
 İşte  o  anda  terledim, sıkıldım, utandım. Yer  yarılsa da  yerin  dibine  girsem  diyordum  içimden.  Hiç  ses  çıkarmadım  sigara  içtiğimi  bilmesin  diye. İsteğini  yeniledi.
 -Cigarayı   aşa  bırah  ben  alırım.
 İsteğini  devamlı  tekrarlıyordu.  Daha fazla dayanamadım.  Köylü   sigarası  isimli  paketi  ve  kipriti  aşağı  attım.  Gidip alıp bir  dal  yaktı.  Sigarayı  ve  kipriti  aynı  yer  bıraktı.  Benim  onları  almamı  söyledi.  Almadım.
 -Sen  cebine  koy,  içersin,  dedim.
 
 Aldı  cebine  koydu  hiç  ses etmeden.  Arabaları  yükledik.  Öküzleri  koştuk.  Fiği  harmana  getirip  yıktık.  Aynı  gün  iki  sefer  daha  fiğ  yükleyip   taşıma  işini  bitirdik.  Ama  bende  bittim  o  gün.  Çünkü  İbrahim  amcanın  yüzüne  bakamıyordum  hiç. Sarısakal  öyle  bir  sigara  keyfçisiydi  ki  sigaranın  külünü  avucunun  içine  alıp,  ağzına  atıp  yutuyordu.
 
 Alim  AYDOĞAN
 
 ----------------------------------------------
 
 20.Öykü - 30 Aralık 2011
 GAZOCAĞI  YILLARINDA  ÇAY  DEMLEMEK
 
 Altmışlı  yıllar. Mevsim  yaz.  Temmuz  ayı  sonları  sanırım.  Güneş  her  tarafı  cayır  cayır  yakıp  kavuruyor,  gölgede  bile  bunaltıyordu.  Yine  öyle  bir  günün   öğlen  sonu  eve  geldim.  Evde  o  zamanlar   elektrik  yok.  Eve  suyu  çeşmeden   helkilerde   annelerimiz,  gelinlerimiz,  kızlarımız  ve  bacılarımız   omuzlarında  çakak  denen  boyunduruğa  benzeyen  bir  araçla  taşırlardı.  Su evde   helkilerde  dururdu.  Eve  geldiğimde  rahmetli  Cemal  Ağbim  ve  Elmas  Hala  oğlu  Durmuş  öğretmeni gördüm. Evde  hiçbir bayan olmadığından  beni  görünce   sevindiler.
 
 Bana iş yaptıracaklarını anlamıştım. Yanılmamıştım. Önce soğuk su içebilmek için beni helkilerle çeşmeye gönderdiler.  Sonra birayla sigara almak üzere Talip'in bakkalına gidip döndüm. Biraları soğuması için helkinin içine koydurdular.
 
 Cemal  abim  çok  dürüst  ve  dobra  bir   kişidir.  Düzenli  olmayı  seven,  isteyen  ve uygulayan,  uygulatan  biridir.  Eşyalar  yerinde  değilse,  kayıpsa  veya  bir  tarafı  kırılmış,  zarar  görmüşse  ev  halkını  haşlar,  en  sert  fırçasını  çekerdi. Söyleyeceklerini   söyledikten   sonra  da  hiç  bir şey  olmamış  gibi  hoş   ortam   yaratmayı da   sever,  uygulardı.  Çok  merhametli  ve  hediye   vermeyi  canı  gönülden  yapmayı  seven  biriydi.  O  devrin  ortamı   öyle  olduğu   için  belki  kızdığı  konu,  iş  ve  hatalı  davranışlara  karşı  kişileri   tıkıçlardı.  Bu  tıkıçlama   işi  ise  ellerine  ayakkabı  olarak  taktığı  nalinlerle  olurdu.  Zaman  zaman  ev  halkı  bu  nalinlerden  nasibini  alırdı.  Ben de az  sonra  nalini    yiyeceğimi  nerden  bilebilirdim.  Cemal  ağbim  şöyle  seslendi:
 -Alim,   biralar  soğuyuncaya   kadar   çay  içelim.  Gaz  ocağını  getir  ben  onu  yakayım.  Sende  çayniği   getir.
 
 Gazocağını  bulup   elime  aldım  ki  içinde   gazyağı  yok.  Gazocağını  ağbimin  yanına  götürdüm.
 -Bunda  gaz  yağı  yok ağbi,  dedim.
 -Gazyağı  şişesini  getir  dedi.
 Baktım  şişede de  gazyağı  yoktu.
 -Şişede   gazyağı   yok,  dedim.
 
 Ses tonundan kızmaya  başladığını  anlamıştım.
 -Honiyi getir, dedi.  Gazyağı  tenekesini de  getir.  Şişeye  gazyağı  koyalım.  Şişeden de  gazocağına  gazyağını  koyarız.
 Honiyi  baktım   bulamadım.  Yerinde  yoktu.   Aramaya başladım.  Neticede  honiyi  bulamadım.  Arar  gibi  yapıyordum.   Ağbim bunu  anlamıştı.  Böyle durumlar  hiç  hoşuna  gitmezdi.  Sinirlenmişti.  Bana  ağzına  geleni  sıralıyordu.
 -Gel  yanıma  lan!  diye  kızgın   bir  sesle  bağırdı.
 
 Korka  korka  yanına  yaklaştım.
 -Eğil  bakayım!
 Eğildim.  Kulağımdan  yakaladı.  Var  gücüyle  çekiyordu. Arada  da  pestil   gibi  ufalıyordu.
 -Sen  bu  evin    erkeği  değil misin? Honinin  nerede  olduğunu  bilmiyorsun.  Honiyi  her gün  bakacaksın yerinde mi  değil mi diye. Yerinde  değilse  gidip  honi  alıp  yerine  koyecaksın,  gibi   sözler  ediyordu.
 Kulağım  hâlâ  elindeydi. Habire  çekiyordu.  Canım  çok   yanıyordu.  Kulağım yerinden  kopacak  gibiydi. Bir anda  bir de  okkalı  bir  tokat  indi  yanağıma.  Bu  tokat  bana  yıldızları  saydırmıştı!
 
 Gazyağı  tenekesinden  şişeye,  şişeden  gazocağına kağıttan  yaptığımız  honiyle  gazyağını  koydum.  Ağbim  ispirto  ile  gazocağının  başlığını  yakarak  ısıttı.  Gazocağının  pompası  ile  pompalayarak  gazocağını  yaktı.  Çay  suyunu  çayniğe  koyup kaynattık.  Demledik.  Çayı  içtik.   Sonra da biraları  çekmeye  başladılar.
 
 Alim  Aydoğan  - Kırıntı  Köyü   - 29  Aralık  2011 - 20:40
 
 ----------------------------------------------
 
 19.Öykü - 25 Aralık 2011
 AZIK ŞİŞELERİ YILLARINDA TAŞ YUVARLAMAK
 
 Küçüklüğümüzden  bu  güne  Cimbom  Hüseyin'le iyi arkadaşızdır.  Onun on  iki, benim on  yaşlarında olduğumuz yıllardayız. (1954)
 Hüseyin'le  gece  gündüz  beraberiz. Mal  yaymağa  giderdik.   Çantamızda  sac  ekmeği,  çükelik  ve  tırtıllı  rakı  şişesine   konmuş  çalkama,  ayran  veya  yoğurdumuz  katıklık  olarak  bulunurdu.  O  zamanlar  yokluk  var,  rakı  şişesi  bulmak  çok  çok   zor  bir  olaydı.  Birisi  köyde   rakı  içecek de  boşalan  şişeyi  sizin eve  verecek  ki   içine  katıklığınızı  koysunlar.   Siz  de  uzun  ve  sıcak  yaz  günlerinde  şişedeki  aurtuyu  çantanızdaki  kurumuş  sac  ekmeği  ile  katıklık   yaparak  karnınızı  doyurasınız.
 Biz  çocuklar  azarken,  koşarken  veya   birbirimizle  dalaşırken  şişemiz  kırılırdı.   Çok  üzülür,  çok  korkardık.  Çünkü büyüklerimiz şişeyi  neden  kırdınız  diye  bizleri  ara  sıra  marizlerdiler  .
 -Daha  nerden  şüşe  bulalım!  El  adama  şüşe  mi verir?  derlerdi.
 
 Sıcak  yaz  günlerinden  bir  gün  annelerimiz  çantamıza  azığımızı   koydular.  Önlerimize  malları  kattılar .  Haydi   uğurlar  olsun  dediler.
 -Şüşeyü  gırmadan   gerü    getürün ha!   diye sıkı sıkı tembihlediler.
 İki  arkadaş birlikte   malları  alıp  araziye  otlatmaya  çıktık.   Sığın ormanının  dereye   doğru  malları  yaya  yaya   ormanın   yukarısına  geldik.   Bulunduğumuz  yer  çok  yamaç.   Kademe  kademe  terek   diye   tabir  edilen  kayalık  bir  bölge.  Mallar   yamaçta bizden yukarı bölümde  otluyorlar.
 Yamaçlarda bulunup da kaya yuvarlamayan var mıdır bilmem? Biz de kaya yuvarlamaya karar verdik. Çantalarımızı   yere  koyduk.   Başladık   gücümüzün  yettiği  kayaları,  taşları  yerinden söküp yuvarlamaya.
 Bir ara yukarıdaki  terek  taşların  üstüne  çıktım.   Hüseyin  aşağıda,  ben  yukarda  taş  yuvarlamaya   devam  ediyoruz.  Ben  yuvarlak  teker   gibi  bir  taşı   tam   yuvarlamak  için  hazırlandım.  Baktım  ki   Hüseyin  tam  benim  yuvarlayacağım  taşın  doğrusunda  duruyor. Ona seslendim:
 -Hüseyin   kaç  oradan,   kenara  çekil! Kaçıl oradan!
 Kaçmadı. Yine uyardım. Beni duyuyordu ama duymazdan geliyordu. Sonunda:
 -Tamam Ali, sen  yuvarla,  ben  kendimi   korurum, dedi.
 Bunun üzerine taşı  aşağı  doğru koyverdim. Taş  zıplayarak,  yere  vurup  havaya  kalkıp   tekrar  yere   vurarak   hızla  Hüseyin'e  doğru, tam   ona çarpacak şekilde  gidiyordu.
 Hüseyin, tehlikenin büyüklüğünü anlayınca sağa,  sola  kaçmaya çalıştı. Taş son anda her yöne dönebilirdi. Hüseyin çok şaşkındı. Telaşa kapıldı.
 Ya ben? Korkudan kaskatı kesilmiştim. Taş, tam ona çarpacak gibiyken gözlerimi sıkı sıkı kapattım. Neredeyse kalbim duracaktı.
 Gözlerimi açtığımda tehlikenin savuştuğunu, taşın Hüseyin'in aşağılarına doğru yuvarlandığını gördüm. Hem de tam da bizim azıkların olduğu yere doğru yuvarlanıyordu.
 Taş, azıkların üzerinden geçerken gözümüz gibi sakındığımız şişelerin şangır şungur sesler çıkararak kırıldığını gördük. Hemen Hüseyin'in yanına indim. Ona sarılıp öptüm.
 -Çok korktum Hüseyin! Ya, sana bir şey olsaydı?
 Şişelerin kırılması umurumuzda bile olmamıştı. Ama akşam eve gittiğimizde annelerimizin umurunda olduğunu gördük. Bir güzelce azarlandık. Azarlansak ne ki Hüseyin'e bir zarar gelmemişti ya önemli olan buydu. Artık bir daha taş yuvarlarken çok dikkatli olacaktık.
 
 Alim   Aydoğan  - Kırıntı -  25  Aralık  2011 - 15:45
 
 ----------------------------------------------
 
 18. Öykü -21 Aralık 2011
 DARI  BEKLEMEK
 
 1944  doğumluyum. İlkokul  birden  ikiye  geçtiğim  yılın  yaz  ayları, yani sekiz yaşındayım, Darı  tarlaları  gelişti.  Koçanları  tanelenmeye  başladı. Ayılar,  darıyı  çok  sevdikleri için geceleri  tarlaları  perişan  ediyorlardı.  Bazı evler,  ayıdan  darı  tarlasını  korumak  için  birkaç metre uzunluğundaki yere çakılı dört sırık üzerine tahtadan  bir  kulübe  yapıyordu tarlasına. İçine yatağını yorganını atıp sabaha kadar nöbet tutuyordu.
 Bizim de  Emişen  Paarında  darı  tarlamız  vardı.  Hemen  yanımızda  ise  Şavgu  amcaların  darı  tarlası  vardı.   İki  darı  tarlasının   ortasına  ortak  bir  kulübe  yapılmıştı.
 Bir gün  Şavgu  amcanın  oğlu  Hüsnü  amca  ile  bizi  darı  beklemek  için  yolladılar. Tarlaya  vardık.  Sessizce  kulübeye  çıkıp  oturduk.  Işık  yakmak  yok.  Konuşmak  yok.  Sessizce  ayının  gelmesini  bekliyorduk.
 Hüsnü ağbi  benden  on  yaş  kadar  büyük. Bazen havadan sudan konuşsak da çoğunlukla zamanımız sessiz geçiyordu. Görevimiz uyanık kalmak ve ayı geldiğinde elimizdeki tencereleri çalarak hayvanı ürkütüp kaçırmaktı.
 Çok heyecanlıydım. Şimdiye kadar böyle bir macera yaşamamıştım. Ayıyı gördüğümde tencerelerle o kadar gürültü çıkaracaktım ki köydekileri bile uyandıracaktım. Bir yandan da korkuyordum. Ayı, ağaca çıkabiliyormuş, ya ağaca tırmanmaya kalkarsa. Yani heyecanım son haddindeydi. Hüsnü abi duygularını fazla belli etmiyordu. Heyecanlı mıydı, korkuyor muydu, anlayamıyordum.
 Ay ışığının aydınlığında görebildiğimiz kadarıyla çevreyi gözlüyor, tüm seslere, çıtırtılara kulak kabartıyorduk.
 Gece yarısını geçerken  bazı karartılar görür, gürültüler duyar gibi olduk. Tencereleri elimize almış çalmaya hazırlanmıştık. Ama umudumuz boşa çıktı, karartılar kayboldu, gürültüler kesildi. Sonra yine yerimize çöktük. Sessizliğe büründük.
 Zaman ilerledikçe Emişen Paarı çevresinden çıt çıkmaz oldu.  Uykum gelmişti ama uyanık kalmaya çabalıyordum. Çabalamam boşa çıktı. Gözlerim kendiliğinden kapanmaya başladı. Sonunda uyumuşum da haberim olmamış.
 Ertesi gün öğrendim ki Hüsnü abi de uyumuş. Biz uyuyunca artık saat kaçta gelmiş belli değil, ayı darı tarlasına dalıp haşat etmiş.
 
 Alim  Aydoğan    Kırıntı - 18  aralık   2011 -  Pazartesi - 16:00
 
 ----------------------------------------------
 
 17. Öykü -17 Aralık 2011
 BENİ  TANIDIN  MI?
 
 Çal'dan  Elvanlar'ın  Kazim  ile  Şehrigilin  Halil'i  gençlik  arkadaşıdır.  Hem de  can  ciğer  arkadaştırlar.  Yiyip  içtikleri  ayrı  gitmez.
 Zaman  gelir  Kırıntı  Köyü  boşalmaya  başlar.  Halil  1963  yılında  Almanya'ya  işçi  olarak  gider.  Yıllar  geçer,   iki  kafadar  ayrı  düşer  bir  türlü  buluşamazlar.  Sadece arada  bir  mektuplaşabilirler.
 Elvanların  Şiran'da  dört  katlı  büyük  bir  binaları  vardı.  Alt  katında  dükkan, ikinci  katında  ise  kahvehaneleri  vardı.  Yandan  ve  dışardan  ahşap  bir  merdivenle  çıkılıyordu.  Binanın  geri  kalan  kısımları  ise  otel  olarak  kullanılıyordu.
 Yılar  sonra  Halil  ağbim  Kırıntı  köyüne  izine  gelir.  Mevsim  kıştır.  Havalar  soğuktur. Köyden  Halil  bir  kaç  arkadaşı  ile  Şiran'a  inerler.  İşlerini  gördükten  sonra  Elvanların  kahvesine  giderler. Başlarlar  bulüm  oynamaya.  Çay  kahve  getirir  garson. Kağıt  oynamaya  kendilerini  kaptırırlar.
 Elvanlar'ın  Kazim  de  biraz  sonra  kahveye  gelir. Kağıt  oynayan  Kırıntı'lılara  bakar, ilgi bekler. Kimse  onun  geldiğine  aldırış  etmez.  Kazim  yanda  bir  masaya  oturur  onları  seyreder.  Daha  çok  Halil'i dikiz  eder.  Halil de ara  sıra  Kazim'i  kaçamak  bakışlarla  gizlice  takip  eder.  Hiç  tanışlık  vermez.
 Elvanların  Kazimi  ise bu  duruma  içerler.  Şiştikçe  şişer.  Ayağa  kalkar  ve  gider Halil  ağbimin  başına  dikilir.  Burnundan  solumaktadır  hırsından.   Halil  arkadaşına  kızgın  ve  kinayeli  bir  ses  tonuyla  şöyle  söylenir:
 -Ula  HALİL  İbram!  Göynün  ne gadar  büyümüş  senin.
 Kazim  hiç  aralık  vermeden  sözlerini  şöyle sürdürür:
 -Ula  Halil,  sen  beni  tanımadın  mı?
 -Hayır  tanımadım!?  der Halil.
 -Madem tanımadın da  niye  havlamadın?
 Bu hakaretin altında kalmak istemeyen Halil:
 -Peki  sen  beni  tanıdın  mı?  diye   sorar  Kazim'e.
 -Tanıdım, der Kazim.
 Halil  ağbim, gerekli  cevabı  yapıştırır:
 -Tanıdın da  niye  kuyruk sallamadın?
 Sonra   kalkar  sarılıp  öpüşürler.  Hasret  giderirler.
 
 Alim  AYDOĞAN  -  Kırıntı - Kasım  2011 -14:30
 
 ----------------------------------------------
 
 16. Öykü -17 Aralık 2011
 KAMİL  ONBAŞI
 
 1911 yılında BALKAN  SAVAŞI başlamıştır.    Çocukluğumdan  beri  duyduğum bir  toplu  askere  gitme olayı  vardır: O  yıllarda  KIRINTI  köyünden  bir  seferde  topluca yüz  beş  kişi  askere  alınır. Seferberlik   yılarıdır.  Bu  askere  alınan  yüz  beş  kişiden  biride  benim  babam  olan  ŞEHRİNİN  KAMİL'idir.
 Bu yüz  beş  kişiden  söylentiye  göre  üç  kişi  köye  geri  dönmüştür. Geri  dönen  şanslı  askerlerden  biride  Kamil'dir.
 Kamil  doğuda  sınırda askerdir.  Hava  soğuk  ve  kar  kıştır. Kamil'i uç  sınır  noktasında bir  gece  nöbete  götürürler.  Babam nöbetini  tutarken  karanlıkta  düşman  tarafından  sesler  gelir. Kamil kim  o  parolayı  söyle!  der.  Karanlıktan  gelen  ses:
 -Benim  oğlum,  komutanın  yüzbaşı Mustafa.
 -Ben  komutan  momutan  tanımam.  Parolayı  söyle!
 Ses  giderek  Kamil'e  yaklaşmaktadır.
 Kamil  tekrar  seslenir:
 -Dur!  Kıpırdama! der  ve  tüfeği o  tarafa doğrultur .  -Bir  adım  daha atarsan  seni  vururum. Ellerini  kaldır  ensene koy!  Yavaşça  yere  yat!
 -O  ses  yine  bir şeyler  söylerse de  yanındaki  nöbetçi  arkadaşıyla  adamı  yakalar  ellerini  arkadan  bağlarlar.
 O  kişi  yine  ben  senin  komutanınım  der.  Kamil  komutanını  tanır  ama  görevini  hakkıyla  yapmak  için  yakaladığı  adama:
 -Ben  seni  tanımıyoum,  der.
 Tekme  tokat  ite  kaka  birliğe  alır  getirirler.  İlgili  komutana  teslim  ederler.   Orada  ellerini  çözerler.  O  kişi  kendini  tanıtır.  Kamil tanıdığını çaktırmadan  şöyle  der:
 -BEN  KOMUTAN  TANIMAM.  BEN  GÖREVİMİ  YAPARIM. VATANIM  İÇİN  HERŞEYİ  YAPARIM.  Der. Yatakhaneye  git  yat  derler.  Selam  verip  oradan  ayrılır.
 Bu  olaydan  sonra  okuma  yazma  bilmeyen  KAMİL'e  komutanları  ONBAŞI  rütpesi  takarlar.      Kırıntı  Köyünde  artık  O  KAMİL  ONBAŞIDIR.
 Kamil  Onbaşının  oğlu  olmak   bana  sonsuz  gurur  ve  haz vermektedir.
 
 Alim  Aydoğan  - Kırıntı  Köyü  -16.12.2011  - 16:12
 
 ----------------------------------------------
 
 15. Öykü - 27 Kasım 2011
 YEMEK YEME SIRASI
 
 Deli  Şükrü  amca,  ağbim  Halil  İbrahim'in  kaynatası.  Gelinim  Fatma'yı  nişanladıktan  sonra  Dudu  hala ve  cip  amca  devamlı  yedirip  içirmek  için  evlerine  çağırıp  karnını  doyuruyorlardı.
 İstisnasız  bu  yemeğe  çağırma  durumu  devam  ediyordu.
 Halil  ağbim  nişanlısını  kaçırdı.  Bu  kaçırma  işi  ailenin  düğün  yapacak  gücü  olmadığı  için   kaçırmayla  oldu.
 Cip  amca  Halil  ağbimi  dışarlarda  bulamazsa  gelip  evden  çağırırdı.  Yemeğe  çağırırken de  damadı  Halil’e  şöyle  seslenirdi:
 -Dudu  halan  sana  yemek  yaptı.  Seni  çarı. Hadi  tosunum  gelde  ye.
 Halil  Ağbim  ise  her  çağırmalarında  gider  yemek  yerdi.
 Bu  yemeğe  çağırıp  yemek  yedirme  işi  devam  edip  gidiyordu.
 Birgün  yine  Halil  ağbimi  yemeğe  davet  etmiş  Deli  Şükrü:
 -Hadi  tosunum  Dudu  halan  seni yeme  çarı, der.
 -Halil  ağbim  bu  isteğe  şöyle  cevap  verir:
 -Bak  Şükrü  emi  her  gün   sizde  sizde yemek  yeme  olmaz.  Bir  gün  sen  beni  çağırırsın  gelir  yerim,  bir  günde  ben  size  gelir  yerim,  demiş.
 Deli  Şükrü, damadının  ne  dediğini  anlayamaz. Sakin bir tavırla:
 -Olur  tosunum  olur, diye karşılık verir.
 
 Alim  Aydoğan   - Kırıntı  Köyü   - 22 Kasım 2011 -  09:46
 
 -----------------------------------------------
 
 14. Öykü - 24 Kasım 2011
 TAVUK HIRSIZLIĞI
 
 Köydeyiz. Konu  komşunun  tavukları  köydeki  delikanlılar  tarafından  geceleri  çalınıp  aralarında  afiyetle  yeniliyordu. Tavuğu  çalınan evler,  şüphelendikleri  tüm  delikanlıları  açıktan  açığa  suçluyorlardı.  Ben  pek  öyle  çalma  işlerine  karışmazdım  ama  beni de  tavuklarını  çalan  birisi  olarak  ara  sıra  suçluyorlardı.  Bazıları  ise  beni  baş  hırsız olarak  suçluyorlardı. Bunlardan  biri ise  ABBAS  emmi  idi.
 Eylül  ayının  başları.  Ekinler  harmanlarda  dövenle  sürülüp  sapla  saman  ve  buğday  tanelerinden  ayırma  zamanıydı.  Bu  iş  harman  makinesi  ile -tınaz-  yapılırdı.
 Abbas  emmi,  biz  delikanlıları  o  günlerde açıktan  açığa  tavuklarımı  siz  çaldınız  diye herkesin  yanında direkt  olarak  suçluyordu.  DELİKANLILAR  bir  araya  geldik. Aramızda  konuşup  maddem  Abbas  emmi  bizi  hırsız  olarak  suçluyor  biz de  onun  tavuğunu  çalalımda  görsün  o zaman.  Dersini  alsın diye  karar  aldık.
 -Peki  bu  işi  kim  yapacak?  dedim.
 -Kim  yapacak  sen  yapacaksın  bu  işi! dedi arkadaşlarım.
 -Neden  ben?  dedim.
 -Çünkü  senin evin  onlara  yakın.  Hem de  en  çok  seni suçluyor.  Bu  işi  sen  yapacaksın!  dediler.
 Bu  bir  emir  idi  sanki  bana. Pek  hoşuma  gitmedi  ama  delikanlılık  gururumla  kabul  ettim.
 -Hadi  seni  görelim  koç  seni!  dediler.
 Gündüz  tam  öğlen  vakti.  Abbas  emmi kendi  harmanlarında  döven  sürüyordu. Ben  fırsat  bu  fırsat  dedim.  Evden  bir  avuç  buğday  aldım,  Abbas  emminin  evinin  alt  tarafına damlarının  kapısına  gittim. Benim  bulunduğum  yeri  o  göremiyordu.  Tavuklara  yem  serperek  dama  doğru  yürümeğe  başladım.  Tavuklar  peşimden  dama  girdiler.  Kapıyı  kapadım.  Bir  tavuk  tuttum. Kafasını boynundan  büküp  kanadının  altına  soktum.   -BÖYLE  YAPINCA  TAVUKLAR  HİÇ  SES  ÇIKARMAZ,  DEBELENMEZLER-   Bacaklarından  tutup  yanımda  getirdiğim  pardösünün  içine  sarsarmalayıp  koltuğuma  aldım  tavuğu.  Çıktım  dışarı.  Arkadan  dolanıp  Abbas  eminin  evinin boynuna  dolandım ki  Abbas  emmi  yolda  duruyor.  Tam   yanından  geçerken  beni  durdurdu:
 Koltuğunun  altındaki  ne?  diye  sordu.  O  anda  tavuk  koltuğumda  hafif  pardösüyü  ırgaladı.    Ben  hemen  hareket  ettim  ve  Abbas  emmiye  şöyle  diyerek   oradan  hızla  uzaklaştım:
 -  Sizin  tavuk!
 Çırak  Celal'ların  eski  evlerinin  körük  odasında  pişirip   afiyetçe  yedik.
 Yılar  sonra  ABBAS  emmiye  bu  olayı  hatırlattım.  Gülerek:
 - Olsun canım, eyi  etmişsin,  dedi.
 
 Alim  Aydoğan  -  Kırıntı    Köyü   - 2011   Kasım  -  Pazartesi  -  10:26
 
 ----------------------------------------------
 
 13. Öykü - 22 Kasım 2011
 TAVUKLAR   ÖLMÜŞ  OĞLUM!
 
 Bin   dokuz  yüz  altmış  iki  yılı  Şubat  ayında  karne  tatili  için  kırıntı  köyümüze  geldik  Erzurum  Ilıca  Öğretmen  okulundan.  Yer  gök   kış  ve  kar  yağışlı.  Köye  çok  zorluk  çektik  Civrişon'dan  yukarı.   Ama  esas  anlatmak  istediğim  bu  zorluk  değil.
 Rahmetli  annem  çok  sevindi  geldiğime. Evde  bulunan  ne  varsa  bana  pişiriyor.
 Bir  gün:
 -Olum  canın  ne  istise  ondan  pişirim  de  ye.  De  been  ne  pişirim?  Canın  ne  isti?
 -Anneciğim  ne  pişirirsen  ben  onu  yerim.  Sen  sıkıntı  etme  kendine. Benim  için  annemin  yaptığı  her  yemek  çok  güzel  ve  çok  leziz.  Oh  oh  oh   yemede  yanında  yat!
 -Söyle  olum   söyle  seen  ne  bişirim?
 Annem  bir  kaç  gün  israr  etti  bana  ne  pişireceği  hakkında.
 Baktım  isteğinde  çok  israrlı.  Yine  aynı  soruyu  sorunca  şöyle  dedim:
 -Anacığım  ben  ne  istersem  yapacan  mı?  Ne   istersem  pişirecek misin?
 -He  bişirecem!  De  bahıym?
 -Anne  o  zaman  bana  evelik  yoğurtlaması  yap da  yiyeyim.
 -Kış  günü  ben  eveliği  nerden   bulayım?  bulamam ki! dedi.
 -Anneciğim  bulamazsan  yapmazsın, olur  biter!  dedim  ve  arkasından  başka  bir  isteğim  vardı  şakacıktan. Kışın  köyde  tavuklara  kıran  girmiş.  Herkesin  tavukları  üçer-beşer  ölmeye  başlamış. Annemin  topu  topu  üç  tavuğu  vardı.
 -Anaa!?  Gel  tavuğun  birini  kesip de  yiyelim,  olur mu? dedim.
 -Yoh  olum  yoh!  Zatı  üç  tavum  var. Ben  yazın  onların  yumurtası  ile  çerçiciden  bel  nasdii,  sabun,  gaz, duz  herşey  alirim, dedi.
 O  zamanki  yoklukta  annemin  dedikleri  çok  doğruydu, tamamen  haklıydı.
 Ben  evde  sabahleyin  yatıyorum.  Annem  alel acele  yattığım  odaya  daldı:
 -Olum  olum!  Tavuklarımın  hepsi  şişmiş  ölmüşler!  Keşkem  hepisini  kesip  yeseydin!  dedi.
 Annemin  o  yoklukta  tavuklarının  ölmesine  bu  gün  bile  fazlasıyle  üzülüyorum.
 
 Alim   Aydoğan  -   Kırıntı  Köyü   2011 - 19  Kasım 2011 -    Pazar  16:12
 
 
 ----------------------------------------------
 
 12. ÖYKÜ - 19 Kasım 2011
 KÜPTÜCÜ
 
 1970'li  yıllardı.  Bir  evde yaşlılar  toplanmış  sohbet  ediyorlardı. İçlerinde  Deli  Şükrü  amca da  vardı.  Cip  amca  bir  kenarda  sessizce  oturuyordu.
 İçlerinden  bazıları  lafı  dönüp  dolaştırıp  Cip  amcaya (D.Şükrü) getirmeye, bir boşluğunu yakalayarak onu kızdırmaya  çalışıyorlardı.
 Birbirine göz ederek yapılan plan gereği  iki  kişi kendi aralarında şöyle  konuşmaya  başladı:
 -Köyde epeyce küptücü var değil mi?
 -Ohoo! Olmaz olur mu? Hem de kaç tane küptücü vardır!
 -Kaç tane ki? Yirmi  beş  küptücü  var mıdır?
 -Yok  canım,  o  kadar küptücü  olmayabilir.
 Vardır  yoktur  derken  Cip     amcayı da  göz  ucuyla  takip  ediyorlardı.  Her  sözün  biri  ağızlarından  küptü  kelimesi  çıkıyordu  bilinçli  olarak.
 -Madem  öyle  köydeki  küptücüleri  tek  tek  sayalım  mı?
 -Nerden  başlayarak  sayalım?
 -Sofugilden  başlayalım.
 -Haydi  başlayalım  küptücüleri  saymaya.
 Şükrü  amca  kıllandıkça  kıllanıyordu  bu  konuşmalara.
 Küptücüleri  saya  saya Cip emmiye gelip takıldılar.
 -Cip  emmi  on  dokuzuncu  küptücü.
 -Cip   emmi  on  dokuzuncu.
 -Cip  emmi   on  dokuzuncu.
 Bir  türlü  on  dokuzuncu   küptücüden  yirminci  küptücüye  geçmiyorlardı.
 Şükrü  amca sonunda dayanamadı. Kalktı  ayağa,  kapının  yanına  geçti. Açtı  ağzını  yumdu  gözünü, başladı onları sulamaya:
 -Cip  amca  .mınıza  goysun.  Anasını  avradını .iktiğimin  piçleri.
 O sayıp söverken diğerleri amaçlarına ulaşmanın keyfiyle kahkahalarla gülmeye başladılar.
 
 Alim  Aydoğan - Kırıntı  Köyü - Kasım 2011 - 12:25
 
 
 ----------------------------------------------
 
 11. ÖYKÜ - 19 Kasım 2011
 BİR  KENDİNE  BAK  BİRDE  ALDIĞIN  KIZA  BAK!
 
 Bin  dokuz  yüz  altmış  altı  yılı  Şubat  ayında  düğünüm  oldu.  Bir  haftada  rapor  aldım.  Köyde  evliliğin  balayını  yaşıyoruz.  Dışarda  bir  metre  kar  var.  Havalar  çok  çok  soğuk.
 Bir  gün  AĞABEY-POTUR-  dayı  bize  geldi.  Fadik  hanımla odada oturuyorduk. Doğrusu  ben  çok  şaşırdım.  Hayatta  bize  geldiğini  hiç  mi  hiç  görmedim.
 -Hoş  geldin! Dedik. Elini  öptük. Hal  hatır  sorduk.
 Kendisine çok  merakla  şaşırarak  baktığımızı  anlamış  olmalı  ki  dİrekt  söze  girdi.
 -  Bak  olum  dedi.Bizim  olan  Hüsnü  Sultangilin  Nayfer'i  istiyor.
 -Eg  eee!  Dedim.
 -Esi  kızın  gönü  oğlana  yok,  dedi.  Ama  kız  benim  hoşuma  gidiyor. Gelinim  olsun  diye  çok  arzu  edirim.
 -İnnşallah  olur  ABEY  emmi. Hayırlısı  olsun.dedik.
 -Ama  oğlum  bak  sana  bişey  dicem.  SEN  BU  GIZI  NASSI  ALDIN?  Balogilden  gız  çıkarmah  şimdiğe  kadar  heç  görülmş  mü?  EL  SANA   BU  GIZI  VERİR  Mİ?   Bi  genden  bah  bi de  gıza  bah!?  BU  GIZ  HEÇ  SEEN  VARIR MI?
 - Abey  emmi  sen  ne dediğini  biliyormusun?
 -Biliyrim,  biliyrim: BAH  OLUM  Bİ  GENDEEN  BAH  Bİ  DE  ŞU   GIZA!?  SEN  BU  GIZI  YA  YAZDIRDIN  YAHUTTA   BİRİSİNE  NUSHA  YAPTIRDIN!
 -Yok  Abey  emmi  öyle  bir  şey  yok!  Ben  bir  öğretrmen  olarak  böyle   işlere  hem  inanmıyorum  hemde  öyle  bir  şey  olmadı.
 -YOH  YOH  OLUM.  YA   BENİ  NUSHA  YAPTIDIĞIN  YERE  GÖTÜRECESİN  YADA   NEREDE  YAPTIRDINI  SÖYLECESİN!  BAH  GIZA  GÜL  GİBİ  YA  SEN?
 Açık  açık  bana  esmer  olduğum  için  hakaret  ediyordu.  Beni  hiçe  sayıyordu.  Yaşlılara  o  zamanlar  aşırı  saygılı  olduğumum   için  sesim  hem  yumuşak  çıkıyor  hemde  kızgınlığımı  belli  etmiyordum.
 -  Yok  Abey  emmi  öyle  bir şey  olmadıki   sana  ne  söyleyeyim!
 -  Bana  yerini   söylemezsen  şurdan  şura gitmem. Dedi. BAH  HEM  ETEM'İN  ÇAHIR'I  GIZI  GIRANDAN  AŞIRDINIZ   ZAMAN  BARMANI  ISIRMIŞDA  YARIYA  GEÇİRMİŞ.  BU  GIZI  MEHLEDEN  NASI  DIŞARI  CIHARDILAR!?diye.
 Ben  ne  dedimse inandıramadık.  Biraz  sonra  gitti. Birkaç  güna  peşpeşe  geldi.  Aynı  konuyu  aynı  olumsuzluklarla  konuştuk.  Yakamı  kurtaramıyordum. Sabah  PERŞEMBE  idi.  O  gün  Afyon  EMİRDAĞ'a  gidecektim. Abey  emmiye  şöyle  dedim:
 Yarın  öğleden  sonra  gel  seni  kızı  yazdsırdığım,  nuska  yaz  yazdırdığım  yere  götüreceğim,  dedim,
 Sevinerek  gitti.  Bende  sabah  öğretmenlik  yaptığım  yere  gittim.  Yazın  köye  geldim.  Abey  emmi  bana  hiç  bir  şey  demedi.  Niçin  demediğini  2011  yazında  öğrendi. Kızı,  Ali  öğretmenin  Hüsnü   öğretmene  rest  çekmesiyle  istemekten  vaz  geçmişler.
 
 Alim  Aydoğan   Kırıntı  Köyü   2011  Çarşamba   Saat  12.50
 
 ----------------------------------------------
 
 10. ÖYKÜ - 16 Kasım 2011
 KIŞIN  KÖYDE   DÜĞÜN BİR BAŞKADIR
 
 1967 yılı Şubat ayı.  AFYON  EMİRDAĞ'dan  karne tatilinde  köye geldim. Köyde tam  bir metreye yakın kar var.  Ağbimlerin hepsi düğünümüze geldiler. Diğer yakın akraba, eş, dost da köye geldiler. Hepsine geldikleri için teşekkür ediyorum, sağolsunlar.
 Düğün hazırlıkları yapıldı. Kız tarafına verilmesi  gereken  et, yiyecek ve  tahu malzemeleri  bol  bol  hazırlanıp  TAHU GÖTÜRME  töreniyle  ANŞAGİLE  davul, zurna  eşliğinde  çala oynaya  götürüldü.
 Çalgıcımız  ANŞAGİLİN  İzzet  ağbi. Düğünümüzü  ücret  almadan  yaptı. Sağ olsun. Eline  ve nefesine  sağlık. Fadik  hanımı  çok  çok sevdiği  için  bize  kıyak  geçti.  Kızı gibi  hâlâ  seviyor.
 Düğün  başladı.  Köy  halkının  düğünümüze ilgisi ve yaklaşımı   üst  düzeyde.  Çalgı  çalıyor, gençler, yaşlılar  ve  kadın-erkek  karışık   herkes  büyük  çoşkuyla  veredip  horun  tepiyorlar.  Ama bu oyun  ve diğer  eğlenceler  dışarı  kar-kış  olduğu  için  evlerde  yapılıyordu.
 Ben  birçok  adet  geleneklerimizi  bilmeme rağmen  birçoğunu  ise  kendi  düğünümüzde öğrendim  ve yaşadım.  Kız  tarafının  delikanlılarına  her türlü  içki  şişeleri  ve  mezeleri  bol  bol  gönderildi.  Düğünde  oyun  oynayanlara da  ayak  üstü  bol  bol  içki  ikramı  yapıldı.  Yemek  içmekte  bol  kepçe  yapıldı  düğün  süresince.
 Kına Gecesi   sanırım  Eseflerde  oldu.  Evin  içinde  çalıp  oynadılar.  Millet  eğlenirken  ben de  gizlice  oyun  oynanan  eve gittim.  Beni  görüp  yakalasalar  mahallenin  gençleri  götürüp  kurunda  suya basardılar. Neyse ki  kimse  görmedi. Halk  oynarken   Fadik'i  yandaki  odaya kapattım. Az  sonra  kına  yakmak  için  kız  evine  gitti  ahali.  Ben  kızı  bırakmıyorum.  Yalvarıyor  yine  bırakmıyorum.  Az  sonra  bıraktım  gitti.
 Kına  gecesi    gelin  olacak  kız,  başbuğ  olan  kız  ve  diğer  kızlar   benimsedikleri  bir  evde  toplanırdı  o  devirdeki  adetlere  göre.  Gelin  olacak  kızı  ve  diğer  kızları  kız  evine  getirip  kına  yakılması  için  davul  zurna ile  gelip   almaları  geleneği  uygulandı.  Davul  zurna  çala  çala  büyük  bir  kalabalıkla  kızı  almaya  gittiler. Kızın  bulunduğu  evin  kapısında  zurnacı  bahşişini alana  kadar  çaldı.  Bahşişi  alınca  zurnanın  sesi  hemen  fıs  diye  kesildi. Kızlar  gelin olacak  kızı  ortalarına  aldılar.  Hepsinin  üstünü  örtecek  biçimde  başlarının  üstüne  büyük  bir  çarşaf  açılmış  hâlde   dışarı  çıktılar.  Ama  hemen  kolayca  ve çabucak  çıkmadılar.  O  zaman  adettendi  kızlar  kızın  bulunduğu  evden  baba  evine  kına  yakmaya  getirilirken  damat  tarafının  erkekleri   silahları  ile etrafı  mermi  manyağına çevirirlerdi. Tabancalar  atıldıkca  kızlar  iki  adım  ileri  bir  adım  geri  usul  yavaş  nazlana  nazlana  zar  zor  yürüyorlardı. Kızların  bir  adımına  en az  on  mermi  atılıyordu. Damat  tarafı  ne  kadar  mermi  yakarsa  kızların  attığı  her  adım  için  düğün  o  kadar  şerefli  oluyordu.  Kıza  ise  daha  çok  önem  ve  değer  verildiğini  atılan  mermi  ile  değerlendiriyordu  köy  halkı.  Sağ olsun  erkek  tarafını  erkek  ve silah  patlatan  gençlerine.  Gelmiş  geçmiş  düğünlerin  içinde  beklide  en çok  mermi  atılan  düğün  bizimkidir. Silahların  cayırtısı  yeri  göğü  yıkıyordu. Kızları  bence yarım  saatte  ancak  baba  evine  getirebildiler.
 Kına  yakılmış.  Dini  nikahımız  kıyılmış. Şerbetler  içilmiş. Halk  biraz  daha  horun  tepip  dağılmış.
 Gelin  evinden  gelin  çıkarılırken  iki  atlı  evden  sini  tepsisini almak  için  yarışır. Atın üstünden  inmeden  birisi  eve  girmiş  ve  siniyi  almış  çıkmış  dışarı. Düğünlerde  kız  evinden  siniyi  alıp  çıkmak  ise  büyük  bir  şeref idi  o delikanlı  için.  Bir de  kız  bir  bohça  hazırlardı  damat  için.  Bohçanın  içine  ise atlet, kilot, çorap, mendil, havlu,  pijama  ve   çeşitli  kokular   konur  damadın  giymesi  ve güzel  kokması  için. Bu hazırlanan  bohçayı  ise  gençler  aralarında  guruplar  kurup  bir  gurup  diğer  guruba   bohçayı  kaptırmadan  damada  ulaştırıp  yüklü  bir  bahşiş  almadan  vermezlerdi .  Kızın  hazırladığı  bohçayıda  bana getirdiler  ve  bahşişini  alıp  gittiler.
 Beni  Mollaligile  götürdüler.  Her  mahalleden   bir  göy  uşağı  vardı. Başbuğum  ise  rahmetli  Şükrü ağbi  idi.-Hancıgilin-  Sağdıcım  ise  bu  yazıları  sizlere  okuma  imkanı  sağlayan  ALİ  AYDOĞAN'dı.
 Bana  geleneksel  damat  kıyafeti  giydirdiler.  Sağdıcımıda  bir  güzel  usule  uygun  süslediler.  Bu arada  bana banyo  yaptırdılar. Sadece beyaz  bir  ince  naylon  gömlek  giydirdiler. Siyah  damat elbisesini  zar  zor acele  ile  bana  giydirdiler. GELİN geliyor  dediler. Beni  çabucak  bizim  toprak  evin  bacasına  çıkardılar. Akşam  üzeri.  Her  taraf  kar.  Hava  insanı  jilet  gibi  kesiyor.  Gelinin  gelmesi  geciktikce  gecikti.  Zımbır  zımbır titremeye  başladım.  Beni  seyredenler  heyacandan  titrediğimi  sanıyorlardı.  Oysa  ben  yeni  banyo  yaptığım ve de  ince  giydirildiğim  için o  soğuk  havada  onun  için  titriyordum.
 Gelini  GUCUGOYN  dereye  kadar  atla  getirebildiler. At  karda  yukarı  çıkamadı. Gelini  yukarı  bizim  eve  yürüyerek  getirdiler. Tekrar  ata  bindirdiler,  gelini  bizim  önümüzde  durdular. Elime bir  elma  verdiler.  Gelinin  eteğini açtılar. Elmayı  dua  ile  kucağına attım. Sağa  sola  tabaklardan  kuru  meyveler  savurdular. Halk havada  kapış  kapış  etti. Uğur  sayılırmış  meyve kapmak. Geline  kaynana  yakınları  tarafından  damızlık  ve  hediyeler  sözü  verildi. ALKIŞLARLA  gelini  eve aldılar.  Gelin  getirdiği kab kacak  ve  ceyizleri  ile  evi  süslemiş.
 Biz  konak  evine  gittik.  Evde  tam  on dokuz  kişi idik. Şükrü  ağbi  bana yapmam  gerekenleri  söyleye  söyleye gelinin  bulunduğu  kapıya  getirdi. Sırtıma bir  zumbuk  vurdu. Hemen  bir  zumbuk  daha  yemeden  içeri  daldım.
 Biraz  sonra  gelip  beni  alıp  toplantı  evine  götürdüler. Ben  içeri  girer  girmez  bir  alkış  tufanı  koptu. Beni  kutlayıp  öptüler. Hayırlı  uğurlu  olmasını  dilediler. İstisnasız  hepsi bana peşpeşe  içki  ikram ettiler. Karışık  içkinin  yüzünden  kısa  sürede  sarhoş oldum.
 Herkese  çok teşekkür  ediyorum.  Fadik  hanımımla  bugüne  kadar   mutlu  geldik  inşalah  böyle  gidecek.
 
 Alim  Aydoğan   - Kırıntı  Köyü -  15  Kasım  2011  -  13:10
 
 ----------------------------------------------
 
 9. ÖYKÜ - 14 Kasım 2011
 BALO   GİLDEN   KIZ  ALMAK
 
 1966 yılında ben Fadik  kızın yanına üç defa gidip söz alır gibi olduktan sora durumu anneme anlattım. Annem çok mutlu oldu ve sevindi. Ben sabahleyin  Civrişon'un altından  arabaya binip Alaattin'le  birlikte Sivas'a üçbuçuk aylığına askere gittim.
 Geriden annem hemen harekete geçmiş. Annem Anşa'nın Ali'sinin yanına ağız yoklamaya inmiş. Sultan Hala'ya  durumu anlatmış.  Sultan  halada sen bu dediklerini  Anşanın  Ali'sine  söyle demiş. Annem  Ali  dayıyı  dama  çağırmış,  ona anlatmış  dururumu. Anneme:
 -Sen  iyi  has  disin emme  bahalım  gızın  gönü  varmı  ki!?
 Annem :
 -Kızınan  oğlan  Hıdırlez'in  tepede buluşup  konuşmuşlar  demiş.
 Ali  dayı :
 -Emme ben  her ne kadar onu  baktım  büyüttüm isede  onun bir  babası var,  der.  Bide  Arif  ne diycek bahalım?  Nede  olsa  gızın babası  O!  der.
 Annem  de :
 -Bizim  İseyn  Angara'da  ben haber salarım  Arif'inan konuşur.  Arif  bişe demez  bizim  oğlanınan  arası  iyi  sende  bilisinye  Ali emmi der.
 Ali dayı  akşam  olur  Sultan  hala  ile ışığı  söndürüp  yatarlar.
 Fadik de  yanlarında  yatmaktadır.  Fadik'in   uyumasını  bekler  Ali  dayı.  Uyuduğunu  sanarak  alçacık  bir  sesle:
 -Anşanın  gızı  bahale  der.  Hau  Şerigilin  oluymuş  demehgi   Hıdırlezin  böründe bizim gızı  uyan  buyan  yiten.  Çeküz'ün  goruhcuları  deelmiş.
 Fadik  bu  lafları  duymuş.
 -Utancımdan  o günü akşama kadar  dedeme görünmedim, diyor.
 Annem Ankara'ya  bir  gidenle  haber  salar  oğlu  Hüseyin'e. Ankara'dan  köye  Arif'ten  olumlu  haber  gelir.  Annem  hısım  akraba  ve  eş dosttan  sözü  geçen  hatırı  sayılan  büyüklerden  bir  kaç  kez  düğünçü  yollar  Anşagile.  Durum  olumluya  doğru  gitmektedir.  Bu arada  şunu da  belirtmeliyim  ki  o  güne  kadar   BALOĞLU   mahallesinden  dışarıya  düğün ve  nişan  yaparak  kız  çıkaramamış hiç  kimse.  Baloğlu  mahallesinden  kıza  talipli çıkarmaya  başlamışlar  hemen.  Anşagile  baskı  yapmaya  başlamışlar.  Fadik  bu  arada  mahalle  baskılarına  çeşitli  yöntemler  uygulayarak  karşı  koymuş  ve  ortamı  güzel  idare  etmiş.
 
 Aradan  birkaç  gün  daha geçer.  Fadik  birine  çaşır  biçmeye  gider.  Gündüz  söz  kesilir. Alelacele  hazırlıklar  yapılır, söğüş  eti  için  keçi  kesilir.  Davul, zurna  ayarlanır.  Akşama  nişan  olacaktır  ama  Fadik  kızın  haberi  yoktur  bu  durumdan.  Fadik  eve  gelir.  Bu  arada  yukarı  mahalleden  aşağı  doğru  davul,  zurna  çala  çala gelmektedir.  Fadik  durumdan  habersizdir.  Sultan  halaya  (babaannesi)  birisini  görmesi  gerektiğini  söyler.  O  da çabuk  gör de  gel  bekleme  der.  O  devirde  nişan  yapılacak  kızın  öyle  açıktan  köyün  içinde  güpegündüz  gezmesi  çok  çok  ayıptır.  Nahırın  biriktiği  kırana doğru  Fadik  giderken  yakınlarından  birisine  rastlar.
 -Kız  nere  gidisin!  Bak  davul-zurna  çalii duymisin  mi! der.  Kızın  o  anda  burnundan  birden  bire  vaal  vaal  kan  boşanır.  Koşarak  eve  gider  tepilir.
 
 O  akşam  nişanımız  yapılır.  Dini  nikahımız  kıyılır.  Ama  ben  askerde olduğum  için  nişan  tarihimi  gün  olarak  tam  bilmiyorum.  Haziran  ayının  onu  ile  onbeşi  arası  bir  Çarşamba  gecesi.  Nişanımın  olduğu  gece  ben  askerde  habersiz  arazide  dokuz-onbir  nöbeti  tuttuğumu  sonradan  öğrendim.
 
 Alim  AYDOĞAN  Kırıntı köyü  - 14  kasım  2011 - Pazartesi  -  12:25
 
 -----------------------------------------------
 
 8. ÖYKÜ - 14 Kasım 2011
 GÖLE TAŞ ATMA
 
 İlk  torunum Irmak 2003 yılında yazın köye geldi. Köyde gezip tozuyoruz birlikte. Çiçek toplayıp annemize koşa koşa getirip zevk ve heyecanla sunuyorduk. Anne ve torunum çok mutlu oluyordu. Kurbağaların suda yüzmesi ve suya atlamaları vaak vaak ses çıkarmaları aşırı derecede hoşuna gidiyordu. Kurbağaları gölmeçlerde yüzerken seyretmeye bayılıyor, çok mutlu oluyordu.
 
 Irmak kızıma ben doğduğu günden beri Dadduh derim.  Bu seslenme şeklime  Dadduh çok mu çok sevinir, mutlu olur. Kendine has sevgi ifadesi olduğunu  hisseder. Belki de dedesi Alim'i bu yüzden çok sever, bu sevgisini her ortamda her vesileyle  içten belli eder, istekle uygular.
 
 Bir gün ailece dünürlerle birlikte Yanuk'un pınarına pikniğe gitmiştik.   Dadduh kızım hemen elimden tuttu. Hadi dedeciğim derede kurbağa bulalım, dedi. Hemen dereye indik.  Aklıma hemen az aşağıdaki  Gavrazlıların gölü geldi. Dadduh'un elinden tutup  gölün yanına indik. Şansımızdan göl suyla doluydu.
 En  güzeli  ise gölde birkaç kurbağa vardı.
 
 Ben etraftan küçük taşlar toplayıp Dadduh kızıma veriyordum.  O da göle tek tek atıyordu. Attığı taşın suda çıkardığı sesler onu  sonsuz mutlu ediyordu. Kurbağaların sesleri ve göle atlamaları onu çok çok mutlu ediyordu. Bir zaman sonra piknik yapılan yere gittik. Bizi  yedirip içirdiler.   Az sonra babasını alıp göle gittiler. Bir zaman sonra geri geldiler. Dadduh, çok durmadı beni yakaladı yine. Tekrar göle indik. Yine aynı  olayları yaşadık. Bir süre sonra yine piknik yerine geldik.    Bu sefer Celal dedesi ile  göle gidip oynadılar, geri geldiler.  Gölün  başından  geri gelmek istemiyordu. Tekrar  Dadduh ile göle gittik.  Göle taş attı. Attı da attı. Ben yazlık şapkama taş toplayıp ona veriyordum, o da habire  taşları göle atıyordu. Ben taş toplamaktan  yoruldum, o yorulmadı.  Şapkama zar zor biraz daha taş topladım. Yani  nerde ise göle atacak taş  kalmamıştı.
 
 -Bak dadduh kızım bu şapkadaki  taşlar son taşlar, dedim.
 -Tamam  dedeciğim!   dedi.
 Elime aldığım bir taşı göstererek:
 -Bak kızım!  Bu taşı da ben göle atabilir miyim? dedim.
 O da:
 -Atamazsın  dedeciğim! dedi.
 
 Göle taş atmaya devam ediyordu.
 Bu arada torunum  iki buçuk yaşından  küçük  idi o zaman.
 Az  sonra  geri  döndü  ve  bana bakarak  şöyle  seslendi:
 - Dedeciğim  ben sana çok kötü davrandım!  Özür dilerim. Atabilirsin!
 Çok şaşırdım. Bu yaştaki bir çocuk, bu cevabı nasıl bilebilirdi? Onu kucakladığım gibi öpe öpe oradan ayrıldık.
 
 Alim Aydoğan - Kırıntı Köyü - 10 Kasım 2011 - 20:22
 
 ----------------------------------------------
 
 7.Öykü - 13 Kasım 2011
 BİR DANA YÜZÜNDEN
 
 Yıl 1950. Sonbahar mevsimi. Altı yaşındayım. Bugün Hanife'nin oturduğu evde o zaman Şavgu amcagil oturuyordu. Ölüye-diriye o zamanlar okutulan Kuran'a Mevlüt diyorlardı. Şavgu amcalarda mevlüt yemeği yapmıştı. Akşam üzeri köyün büyükleri yemek yemeye başlamışlardı. Kenarda biz çocuklara da yere bir sofra kurdular. Çocuklarla hep beraber güle söyleye, üstümüze başımıza dökerek, ite kakışa, birbirimizin önündekini kaparak şapur şupur yemeği yiyorduk. Çok neşeli ve mutlu bir ortamdı benim için.
 
 Bizim evden haber salmışlar bana, Alim hemen gelsin, diye.  Evdekiler  beni bırakmadılar. Yemeğini yesin de öyle gitsin! dediler. Bunun üzerine yemeğe devam ettim.
 
 Çok geçmeden Halil Ağbim yemek yediğimiz eve  geldi. Beni kolumdan tuttuğu gibi ite kaka dışarı çıkardı. Kulağımdan çeke çeke beni eve getirdi. Bir yandan da bağırıp duruyordu:
 -Çabuk eve bakiym! Biz çağırdık da sen niye gelmedin lan!
 
 Meraktan ölüyordum. Ne olmuştu? Neden beni bu şekilde sürüklercesine götürüyordu.  Meğer eve dana gelmemiş. Danayı bulmam için arkadaşlarımdan koparılmışım.
 "Çabuk koş! Danayı bul getir!" kesin emri üzerine ağlaya ağlaya  dananın peşine gittim.  Danayı buldum mu bulmadım mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki beni sofranın başından kaldırmalarını,  çocuklardan ayırmalarını hiç mi hiç unutamıyorum.
 Çocuklara böyle bir olayı kimse yaşatmasın!
 
 Alim Aydoğan - Kırıntı - 7 Kasım 2011 - 11:20
 
 ----------------------------------------------
 
 6.Öykü - 13 Kasım 2011
 EŞİM FADİK'LE NASIL TANIŞTIM?
 
 Yıl 1966. Mayıs ayının başları. Sabah evde yatıyorum. Bir gün sonra  üç buçuk aylığına Sivas'a askere gideceğim. İsim vermeyeceğim birisi gelip beni  uyandırdı.
 -Haydi kalk ! Hadi hadi  çabuk ol!  Bak güneş göbeğine gelmiş!
 
 Hemen kalktım. Üstümü başımı giyindim. Elimi yüzümü yıkadım. Gelen kadını hoşladım. Hal hatır sorduktan sonra:
 -Buyur bakalım isteğin dileğin nedir? Sabah sabah böyle acele  geldiğine göre ne  diyeceksen de bakalım! dedim.
 O da:
 -Benim işim yok asıl senin işin var! demesin mi?
 -Ee! Neymiş benim işim ki ? diye sordum şaşırarak.
 Kadının yüzüne heyacanla bakıyordum!
 
 Kadın anlatmaya başladı ıkına sıkına. Lafları eveleyip geveliyordu. Bir türlü  konuya  giremiyordu. Anladım ki benden çekiniyordu. Çekinmeden anlatmasını söyledim. Zar zor konuyu  anlattı sağa sola bakarak.
 
 Özetle şöyle idi anlatmak istediği: Beni ailecek severlerdi. Sağdan soldan istediğim  kızları ve ailelerini beğenmiyorlardı. Anşagilin  Fadik'ini ise it-köpek istiyormuş. Fadik'in Hıdırillez'in yamaçlarında körpe yaydığını  söyledi. Kızın yanına bir kere gitmemi ima etti. Hadi seni göreyim der gibi bir bakış atıp çekip  çabucak sıvışıp gitti.
 
 Günlerden perşembeydi.Tarttım, dündüm. Kızı fazla tanımıyordum. Mavili isimli  bir kız istiyordum. Bu kızı istememi hem benim ailem  hem de  kızın  ailesi karşı çıkıyor ve istemiyorlardı. Bir de annemi   hayatımda hiç kırmadım.  Baktım ki  annem de bu  kıza  hevesli.  Gidip bir göreyim dedim kendi kendime.
 
 Yemeğimi yedim. Annemi öptüm. Annem beni öyle bir sarılıp öptü ki sanki  git o kızı kaçırma  der gibiydi.   Hıdırlez’in yamacına kızın yanına gittim. Yanında  kuzeni  Güldane  vardı. Fadik elinde ekmek yiyordu. Beni  görünce al  al oldu. Utandı.  Bir şeyler konuştum ama  bana  pek  yüz vermedi.  Köye  geri döndüm.
 
 Biraz sonra  bu olay zoruma gitmeye  başladı. Tekrar  aynı gün  yine Hıdırlez'in tepeye peşine gittim.  Biraz daha  diller döküp kendimi anlatmaya çalıştım. Biraz o yanı bu yanı  örseledim söz  söz almak için.  Çünkü sabahleyin askere gitmem gerekiyordu.   Sonuç alamadan  yine  köye geri geldim.   Her şeye rağmen biraz ümit ışığı  vardı.
 
 Üçüncü kez Fadik  hanımın  yanına gittim. Biraz  sonra  şıkıştıra  sıkıştıra  bana şöyle  söyledi:
 - Sen sözünde  dur. Okumuşlar sözünde  pek durmuyorlar,  dedi.
 Kıza bir  vesikalık resim verdim. Alıp  koynuna  koydu. O zaman anladım ki  az çok   gönlü  olmaya  başlamıştı.  Teşekkür edip ayrıldım.  Akşam olmak üzere  idi. Fadik  körpeyi   köye  götürmeden  koyun  sürüsü  köye  gitmiş.  Koyunlarla kuzular  birbirine  karışmış.
 
 Nişanım  ise ben askerde gece  nöbet tutarken  köyde olmuş. Hayırlısı böyleymiş.
 
 Alim Aydoğan - Kırıntı  Köyü -    11  Kasım 2011 -   Cuma  16:00    Alim  Aydoğan
 
 
 -----------------------------------------------
 
 5.Öykü - 08 Kasım 2011
 CEVİZ SAYMA
 
 Deli Şükrü (cip) veya diğer  namıyla Dıvdıların Deli Şükrü'sü ile ilgili anılar yazacağım zaman zaman. Kullanacağım takma isimler veya halk ağzıyla lakapları ben takmadım, ben uydurmadım. Kimse alınmasın. Burada amacım kimseyle gırgır geçmek, alay etmek değil kesinlikle. Burada  maksat olayları anlatabildiğim kadar orijinalliğini bozmadan aslına uygun olarak  anlatabilmek  olacaktır.
 
 Cip amcayı tanıyanlar onun kafa yapısını bilirler. Tanımayanlara da tanıtmak gerekirse: Diğer insanlardan  biraz daha safca ve sinirlice. Kızdırılınca ağzına gelen her türlü küfürü  hiç kimseye aldırış etmeden peşpeşe savuran bir kişiliğe sahip bir yaradılışı var. Başka özellikleri de var amma onları da ilerde anlatacağım hatıralarda ara sıra vurgulayacağım.
 
 Bundan altmış-yetmiş yıl önceleri  Del Şükrü amca her zaman olduğu gibi güzün Mindaval'a (Şimdiki ismi ÇAMOLUK ilçesi) gider. Oralarda birkaç gün küptüledikten sonra  eşeğini yükler köye döner.  Bir torba da ceviz getirmiştir. Ağbim HALİL İbrahim CİPİN  DAMADIDIR. Postuların MUSTAFA'sı ve Halil ağbim Cip'in bir torba ceviz getirdiğini duyarlar. Yanına gider otururlar. Dudu hala onlara biraz ceviz ve dut kurusu getirir önlerine koyar. Bizimkiler geleni yer bitirirler. Yine aynısından isterler. Biraz elleri sıkı olduğu için istenenleri vermezler.
 
 Bizimkiler hinlik düşünmeye başlarlar. Şükrü amcaya derler ki:
 -Şükrü emmi gel bize cevizi parası ile sat.
 -Olur satayım, der Şükrü amca.
 -100 ceviz alsak bizden kaç lira alacaksın? diye sorarlar.
 -Yüz cevize bir lira verin der.
 
 Şükrü emmiye bir lirayı verirler. Cip  amca  ceviz dolu  torbayı  getirip önlerine koyar  ve onlara derki:
 -Ben sayı saymasını bilmiyorum, siz benim yanımda sayın alın.
 
 Bizim uyanıklar cevizi saymaya başlarlar.  Saydıklarını ceplerine, koynuna, koltuğuna doldururlar. Torbadan cevizleri sayıp alırlarken Şükrü emmi de onları dikkatlice seyreder. İki kafadar cevizleri sayarken şöyle bir yöntem uygularlar:
 
 Birden başlarlar saymaya. Saya saya çıkarlar yukarlara. Yetmiş beş, yetmiş altı, yetmiş yedi, yetmiş sekiz, yetmiş dokuz der ve on, onbir, oniki diyerek yine aşağıdan başlarlar cevizleri sayıp koyunlarına doldurmaya. Saya saya yine yukarlara çıkarlar   Seksen sekiz, seksen dokuz, yirmi, yirmi bir, yirmi iki diye devam edip aldıkları cevizleri ceplerine, koyunlarına, her taraflarına istif ederler. Bu sayma şekli habire devam eder. Torbadaki  ceviz yarıdan çok çok aşağıya iner. Cip amcanın canı sıkılmaya başlar. Uyanıklar ha bire sayıp cevizleri almaya devam ederler.
 
 DELİ ŞÜKRÜ artık dayanamaz, patlar:
 -Ananızı avradınızı .ikerim  gavatoğlu gavatlar! diye bağırır.  Ben caydım bu pazarlıktan. Hassi.tir olun gidin picoğlu picler, deyip torbayı önlerinden kapar.
 Bizimkiler gülerek istifledikleri cevizleri alıp giderler.
 
 Alim  Aydoğan  - Kırıntı Köyü  - 21 Mayıs  2011  - Cumartesi  Saat 10: 45
 
 ----------------------------------------------
 
 4.Öykü - 08 Kasım 2011
 "TEF DE BU TEYF!"
 
 1940'lı yıllar. Temmuz veya Ağustos ayları. Köyümüzde bir erkek çocuğu malları alıp yaymaya götürür araziye. Belki Gülizar'ın Paarı'nın oralara, ya da Kurudere taraflarına...
 
 Hava çok çok güzeldir, üstelik aşırı sıcaktır. Birden öğle zamanı hava aniden bozar, kara bulutlar gökyüzünü kısa sürede kaplar. Isı düşer. Rüzgar ,fırtına kopar. Aniden şiddetli bir dolu yağmaya başlar. Çocuk sırılsıklam su olur. Üşümeye başlar. Dişleri ve çeneleri çatır çatır birbirine vurmaya başlar. Zangır zangır titrer. Malları alır evin yolunu tutar.
 
 Annesi oğlunu görünce hemen eve alır. Ocaklığı yakar. (O zamanlar evlerde soba yoktur.) Oğlunun elbiselerini üzerinden çıkarır. Anne çıkardığı çamaşırların suyunu sıkar oğluna yeniden giydirir. (Yokluktan yedek elbisesi olmadığı için aynı yaş elbiselerini  çocuğuna giydirir anne.)
 
 Çocuk, ocaklıkta yanan ateşin karşısında  döne döne hem ısınmakta hem de elbiselerini kurutmaktadır. Biraz sonra oğlan azar azar ısınmaya başlar. Çeneleri ve dişleri artık birbirine vurmaz.
 
 Bu geçen zamanda anne, oğluna  pancarpatak ne varsa yemek hazırlar. Sofrayı kurar. Oğlunu sofraya çağırır. Çocuk sofraya bir türlü gelmez. Annesi her çağırdığında şöyle karşılık verir annesine:
 -ANNE TEF DE BU TEYF! Anne tef de bu teyf! (Keyif de bu keyif)
 
 Anne ne kadar ısrar etsede  oğlan gelip yemeğini yemez. Ateşin karşısında döne döne ısınmaya devam eder. İliği kemiği yeni yeni ısınmaya başlamıştır çünkü.
 Anne:
 -Yemesen yeme çoşga! diye bağırır.
 Oğlan hiç durmadan: "Anne tefde bu teyf!" demeyi sürdürür.
 
 Alim Aydoğan  -  Kırıntı  Köyü -   14  Mayıs 2011 -  Cumartesi  - Saat 12:15
 
 ----------------------------------------------
 
 3. Yazı - 05 Kasım 2011
 "KONUŞMA SANA 100 LİRA"
 
 Yine eski tarihlerde bizim köyden bir grup insan, güzün küptülemeye giderler.  Gümüşhacıköy'ün civarında toplarlarken bir köyün yakınında bir araya gelirler tesadüfen. Buluşan kişiler şunlardır: Abbas emmi, Deli Şükrü, Abbas'ın oğlu Hasan, Şehrigilin CEMAL AĞA ve bir iki kişi daha.
 
 Biraz sohbet ederler. Hasbıhal olurlar. Şakalaşırlar. Bir köyden başka bir köye doğru konuşa konuşa yol almaya başlarlar.  Bizim Deli Şükrü amcanın huyunu bilirler. Onu kızdırıp küfür ettirmek isterler. Şükrü  amca kızıp küfür söyledikçe onlar kebap yemiş gibi zevk alırlar. Cip emice çok sabırsızdır. Konuşmadan duramaz. Uzun süre konuşmadan hiç duramaz ve sabrı tükenir patlar. Başlar konuşup küfürler savurmaya.
 
 Deli Şükrüye derler ki:
 -Gel seninle pazarlık eldim. Yarım saat konuşmadan durursan sana tam yüz gayma vereceğiz. Ama yarım saat ağzından hiçbir söz çıkmayacak.
 
 Yüz lira çok büyük para o devirde. Bir öğretmenin aylığı 150 lira civarında.   Şükrü emmi yüz lira karşılığında yarım saat sus durmayı kabul eder. Ama bir şartı vardır: Bu yarım saat süre içerisinde kimse ona laf atmayacak, kızdırmayacak. Şartlarda anlaşırlar süreyi başlatırlar. Bu arada  CEMAL AGA  cip ammiye fazladan yüz lira da kendisinin vereceğini söyler.
 
 Süre işlemektedir. Yol boyu giderler. Dakikalar ilerlemektedir. 	Süre on dokuz, yirmi dakikaya ulaşır. Şükrü  emicede ses yok.  Abbas dayı Deli Şükrü'nün musayip kardeşidir. Dolaysıyla Abbas Hasan, cip emminin oğlu sayılmakta.  Abbas Hasan bakar ki Şükrü emice konuşmayacak, para da gidecek. Şükrü emice karısı Dudu halayı Hamza dayıdan çok çok kıskanmaktadır. Dudu hâlâ da köydedir, Hamza emmide köydedir.  Abbas Hasan başlar yandan yandan konuşmaya. Ortaya doğru konuşur.
 
 -Bak şu işe. Dudu hala köyde. Hamza emi de köyde ! Hamza emi Dudu halaya acaba bişe eder mi? Dudu halayı aralıkta sıkıştırırsa ne olur acaba. Dudu hala kendini kurtarabilir mi?
 
 Abbas Hasan böyle konuşup dururken Deli Şükrü artık daha fazla dayanamaz başlar boğazı yırtılırcasına bağırmaya:
 -Ulan gavat! Hamza emmiyin de avradını  .ikeyim senin de. Avradını  .iktiğimin gavatı! Paranızın da sizin de  .mınıza goyum!
 
 Böylece konuşmuş olur, anlaşma bozulur. Parayı vermekten kurtulurlar. Ama CEMAL AGA söz verdiği 100 lirayı Cip amcaya verir.
 
 
 Alim  Aydoğan   - Kırıntı  Köyü  - 21  Mayıs  2011  Cumartesi  Saat   11:55
 
 ----------------------------------------------
 
 2. Öykü - 04 Kasım 2011
 İKİ TEKER  PEYNİR
 
 Kamil Şıh'ın Kırıntı Köyü muhtarlığı dönemiydi. Yayla zamanıydı, göç yayladaydı. Rahmetli annemle ben de yaylacıydık. Bir gün muhtarın oğlu (Dede) Mustafa ile yaylada geziniyorduk. Bir ara babası onu yanına çağırdı. Mustafa, gitti ama çok geçmeden yanıma döndü. Elindeki kağıdı bana göstererek:
 
 - Babam  seni de yanıma alıp Sulak Yaylası'na gitmemi söyledi, haydi gidelim, dedi.
 
 İtiraz etmedim. Yanımıza azık, elimize birer girebi alıp yola koyulduk. Eski yataktan geçip Karadoruğun arkasına doğru yürürken  Mustafa, muhtarın verdiği kağıdı okumam için bana verdi. Kağıtta şöyle yazıyordu:  "Kadem Efendi, bu gelen çocuklarınan bana iyisinden bir kuzu  gönder. Selam eder gözlerinden öperim." Mühür, muhtarın adı soyadı, bir de imzası vardı. Yazı, dolmakalemle yazılmıştı.
 
 Dede Mustafa, "Gel bu pusulaya  biz de bir şey yazlım." diye önerdi.  "İyi ama ne yazalım?" diye sordum. "İki teker de peynir gönder diye yazalım." demesin mi? Şaşırdım ama kabul ettim. Pusulaya yanımızda bulunan kurşunkalemle iki tekerde peynir göndermesini yazdık.
 
 Sulak yaylası  o zaman bizim köyün yaylası idi. Lazlar, kiralayıp yaz boyunca otlak olarak malını, davarını yayıyorlardı. Bugün AĞDAŞ (aktaş)  yaylası dediğimiz yerde kiralık olarak oturan Çepnilere  bu pusulayı verecektik. Gide gide sonunda  obaya vardık. Dışarıda genç bir amca oturuyordu. Pusulayı ona verdik. Pusulaya baktı, bize baktı, pusulaya tekrar baktı, döndü yine bize baktı. Bu hareketi birkaç kez daha tekrarladıktan sonra döndü bize şöyle dedi:
 -Ula, habu yazu bua benzemey!
 Heyecanlansak da sakin olmaya çalışarak şöyle dedik:
 -Kurşunkalemle  yazılan yazıyı  muhtar biz yola doğru gelirken yazdı. Yanında dolma kalemi yokmuş.
 Adam obanın içerisine doğru şöyle seslendi :
 -La Kadem ya cel puraya pakaym, pu kağıtta  aceyp bişey yazay!
 
 Bir yayladan dışarı yaşlı, esmer bir amca çıktı.Kağıdı eline aldı, baktı, baktı. O da aynı sorulardan sordu. Ona da aynı şekilde cevaplar verdik. Kadem amca dudağını bükerek "Hadi hayurlusu!" dedi. Bizi kuzuların olduğu yeri  gösterdiler. İki teker peynir yerine bize bir teker peynir verdiler. Büyük bir  lazut (mısır yani darı) ekmeği de verdiler. Çobanın yanına gittik. Çoban kuzu yerine bize oğlak verdi. Oğlağı çekerek, sürüyerek  zar zor bizim yaylaya getirdik. Yolda bir kerede elimizde kaçtı, zor yakaladık.
 
 Muhtar bu oğlağı Çepnilerden rüşvet olarak alıyordu. Biz de ondan ne gidiyor,  iki teker peynir alalım dedik, bir teker peynir verdiler. Biz alavere  dalavere  bir teker peyniri alıp pay ettik.
 
 Muhtarla köyün ileri gelenleri akşam oğlağı kesip yemişler.  Oğlağın bir kalçasını da bize verdiler, biz yedik.
 
 Birkaç gün sonra Çepniler muhtarı görmüşler. Kağıtta yazılanları muhtara anlatmışlar. Muhtar biraz kızarıp bozarmış, yüzü kızarmış.  Yaylada ikimizi yakaladı. Kağıda neden peynir ilave ettiğimizi kızarak bize sordu.
 Hiç de alttan almadık:
 -Senden giden bir şey mi var, sen alırsan da biz alamaz mıyız? dedik.
 Muhtar, ne desin?  Hiç ses  çıkaramadı. Çekip gitti.
 
 Alim  Aydoğan  - Kırıntı  Köyü - 15 Mayıs  2011  - Çarşamba  Saat: 18: 19
 
 -----------------------------------------------
 
 1.Öykü - 03 Kasım 2011
 ALAMAN TOSUNUN KESİLMESİ
 
 İlkokulu bitireceğim  yılın Ekim ayının sonları.(1957) Evde ara-sıra şöyle laflar ediliyordu:
 
 -Bu yıl alafımız çok az. Malların hepisini bakamayız. Hayvanlardan birini muhakkak satmamız lazım. Hangisini satalım? Öküzleri satamayız. Bir ineğimiz var onu hiç satamsyız. Satsak  satsak tosunu satarız.
 
 Günlerce bu konuyu  böyle işlediler. Ben tosunu kesecekler diye hergün ağlıyorum. Bana kızıyorlar. Sus! Seni döveriz ha! Senin lafına mı bakacağız ulan eşek! Sus bakalım! Çok zırlama ha! Valla karışmam, beni biliyor musun?
 
 Birgün kararlarını verdiler. Tosunum akşama kesilecek. Aşırı derecede üzüntülüyüm. Ağlıyorum. Kimseciklere derdimi anlatamıyorum. Beni hiç takmıyorlar. Onlar da haklılar. Çünkü alaf yeterli miktarda yok. Güz gelince hemen hemen her evde  kış için kavurmalık hayvan  mutlaka kesiliyordu o devirde köyde. Bizimkilerde tosunumu etlik edeceklerdi.
 
 Neden bu kadar tepkiliydim? Niçin aşırı derecede üzüntülüyüm? Beni on kere dövseler de tosunumu kesmeseler diyordum. Allah'a yalvarıyordum. Ama her şey nafile!  Tosunumun adını ALAMAN  koymuştum. Annesinden yeni  doğduğunda  alnı sakar doğmuştu. Rengi altın sarısıydı. İlk günden itibaren  onu aşırı derecede sevmeye başlamıştım. Alnını kaşırdım. Sırtını tarakla tarardım. Tongullarını okşardım. Devamlı onunla konuşurdum. Yat derdim yatardı. Kalk derdim kalkardı. En güzel yerlerde otlatırdım onu. Her yanıma geldiğinde onu muhakkak bir şeyle ödüllendirirdim. Günlerce aç kalsa bıraktığım yerden kalkıp  ekin tarlalarına girmezdi. En taze otlu yerde  yayılırken onu çağırdığımda yayılmayı bırakıp hemen yanıma gelirdi. Bir insan çocuğunu nasıl severse ben de onu aynı o vaziyette seviyordum. ALAMAN! diye seslenince sesimi hemen algılardı. Çantamdaki ekmeğimi, azığımı hep ona yedirirdim. O benim canımdı, en iyi arkadaşımdı. Onun için her şeyimi  feda ederdim. Aramızda  sıkı bir dostluk gelişmişti.
 
 Akşam oldu. Tosunumu yatırıp boğazladılar. Parçalayıp karakazana doldurdular. Bol ateşte pişrdiler. KAVURDULAR. Arasıra birbirlerine tosunun etinden ikram ettiler. Benim iki gözüm iki çeşme. Gözlerim kan ağlıyor. Hırsımdan deli divaneyim.  Zaman ilerledi. Yatsı zamanını geçti. Dediler ki:
 
 -Gidin helki ile yukarı paardan su getirin etin yanı sıra taze taze içeriz.
 
 Halil ağbim beni zorla yanına aldı, pınara gittik. Bir helki soğuk su getirdik eve. Ben yine ağlıyorum.
 
 Oturdular tosunumun etini bir güzelce iştahla yediler. Üzerine tas tas soğuk sudan içtiler. Bana da yedirmek istediler ama ben yemedim. Hatta niye yemiyorsun diye beni tıkıçladılar. Yedi-içti yattılar. Fazlasını da kavurma yapıp küleklere bastı lar kışın yemek için. O gece ağlaya ağlaya yatakta uyumuş kalmışım.
 
 Yıllarca ağzıma et sürmedim. Bugün bile etin yumuşak tarafını hiç yemem. Kelle-paça, işkembe, kokereç, akciğer yemem. Zaman sonra  sadece etin yağsız ve kırmızı tarafıdan  çok çok az yemeğe  başladım. Bu olay beni yıllar boyu çok etkisi  altına  aldı ve perişan etti.
 
 Alim  Aydoğan  - Kırıntı  Köyü - 23  Mayıs  2011 - Pazartesi  Saat  17:37
 |