Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

M. Aydın2- Ç.Ahmet


ANASAYFA

İÇİNDEKİLER
01-Çete Ahmet Kimdir? - 03 Şubat 2015
02-Değirmenlere Gidiş Dönüş - 11 Şubat 2015
03-Ahmet’in Kirazmaşat (Selimiye) Köyü’ne Gidişi Ve Cinayet - 16 Şubat 2015
04-Ahmet’in Öldü Sanılarak Bırakılması - 27 Şubat 2015
05-Gümüşhane’den Sinop’a Gidişi Ve Cezaevi Yılları (1908-1915)/1 - 05 Mart 2015
06-Gümüşhane’den Sinop’a Gidişi Ve Cezaevi Yılları (1908-1915)/2 - 10 Mart 2015
07-Çete Grubuna Seçilişi ve Çankırı Oluşumu - 22 Mart 2015

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-

Değerli” karadorukaa.com” takipçileri

Çevremizde yetişip hikâyesini herkesin bildiği, adına yakılan türkülerin hâlâ söylendiği Kırıntı’nın Başları türküsüne (ağıtına) konu olan Recep’in İsmai’i gibi efsaneleşmiş birçok değerlerimizden biri de Yeniköylü Çete Ahmet’tir.

Nüfus kayıtlarında 1895 doğumlu görünse de 1889-1890 doğumlu olduğu yaşadıklarına daha uygun görünen Çete Ahmet dedemle ilgili yaşananları, köydeki farklı kişilerden duyup dinliyordum. Çete Ahmet’in torunlarından, yeğenlerinden, daha çok da Çete Ahmet’in kızı (annem) Gülsüm Aydın’dan. Fakat bu anlatılanların bir kısmı yerli yerine otursa da, bir kısmı efsane gibi anlatılıyordu.

Mustafa Suphi, Burhan Felek, Sabahattin Ali gibi ünlülerin yattığı; Nazım Hikmet’in de yattığı söylenen Sinop cezaevini gezip araştırdığımd cezaevinde sergilenen pranga ve zincirler, gördüğüm hücreler, orada bulunan yazılı açıklamalar ve anlatılanlarla, dedem hakkında çevremizde anlatılanları harmanladım. Tamamen uyuşuyordu. İşte o zaman karar verdim Çete Ahmet’in hayatını yazmaya.

Cezaevi araştırmalarımın üzerine; anlatılanları Ansiklopedik araştırmalarla Birinci Dünya Savaşı’nda Erzurum, Ilıca ve çevresinde yaşananları, çetelerin durumunu ayrıca Ilıca öğretmen okulunda okuyan öğretmenlerimizin Çete Ahmet’le sohbetlerinden edindiklerimle bu yazı oluştu

Çete Ahmet’in 18-19 yaşlarında iken, Kirazmaşat (Selimiye) köyünden daha önceden arkadaşlığı da olan bir genci öldürüp, yirmi dört yıl ceza alıp, yedi yıl Sinop cezaevinde yatma sebebi; tarladan koparılan birkaç tane mısır, kardeşlerinin feci şekilde dövülmesi ve duyduğu onur kırıcı söylemler.

bizimyazarlarimiz-foto-muharrem-6.jpg

08-Görev Yerleri Erzuruma Giderken Köyüne Uğraması-02 Nisan 2015
09-Çetelik Yılları/1 - 12 Nisan 2015
10-Çetelik Yılları/2 - 20 Nisan 2015
11-Çete’nin Köyüne Dönüşü Ve Köy Yaşamı - 02 Mayıs 2015
12-Öksüz Çocuklara Eski Hanım - 11 Mayıs 2015
13-Çetenin Hastalığı, Dağlara Özlemi Ve Ölümü - 14 Mayıs 2015

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-

Çete Ahmet’in Sinop cezaevinde yattığı yedinci senesinde, Birinci Dünya Savaşı devam ederken, askerin yetersiz gelmesiyle, cezaevlerindeki genç, dinamik, eli silah tutacaklara da ihtiyaç duyulunca Çete Ahmet de bunlardan biri olarak şartlı bırakılmış.

Cezaevinden çıkışla Çankırı’da eğitim, müfreze ve tim oluşum dönemi sonrası, Çete Ahmet, Ruslara karşı, Erzurum ve çevresinde görevlendirilen atlı süvari timinde yer almış, şartlı çete olarak görev yapmış. Çete Ahmet, Çankırı’dan Erzurum’a giderken bir geceliğine köyüne uğradığında, seferberlik dönemi, köyünün ve çevre köylerin büyük çoğunluğunun boşalıp, batıya doğru göçlerine şahit olmuş.

Erzurum ve çevresinde, 1915 tarihinden, Rusların ve Ermenilerin Türk sınırlarını tamamen terk ettikleri 1919 ilkbaharına kadar, kendisine göre ufak tefek sıyrıklarla dört beş yıl ölümle burun buruna yaşamış.
Ordunun Erzincan, Kelkit, Çilhoroz hattına çekildiği zamanlarda, köyünü birkaç kez ziyaret etmiş, Çete Ahmet. bu dönemlerde, Alucra’nın Karabörk, Zun, Zıhar, Çakmanus Hacıhasan köylerini içine alan bölgede kolordu karargahı kuran, Kırıntı ve Yeniköy yaylalarını da içine alan bölgede mevziler oluşturan Fevzi çakmakla karşılaşmış.

1919 ilkbaharında köyüne temelli dönüp, köyünde sakin bir yaşamdan sonra, 1961 ilkbaharında yetmiş bir- yetmiş iki yaşlarında dağlara özlemle gözlerini hayata yuman Çete Ahmet’in belgelere dayandırarak hayat hikayesini sizlerle paylaşmaya çalıştım. İlgiyle ve zevkle okumanız ümidiyle. Ankara- 2015

Muharrem Aydın
Çete Ahmet’ in Torunu

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg


............. ÇETE AHMET .............

1-ÇETE AHMET (Çetemet) KİMDİR?

Annem, daha önce yazları birlikte gittiği köye, babamın ölümünden sonra yalnız gitmeye başlamıştı. Biz de okullar tatil olduğunda fırsat buldukça, annemi yalnız bırakmamak için Yeniköy’e, yanına gidiyorduk. Yine, köyde olduğumuz sıcak bir ağustos günü:
-La Muharrem! Hadi seninle Çatalçamlar’a doğru gidip bakalım, ne var ne yok, dedi annem.
Yukarı Çatalçamlar bizim tarlalarımızın, bahçelerimizin yoğun olduğu yerler. Çocukluğumuzun bir kısmı, annemin ise köyde bulunduğu sürece zamanının büyük bir kısmı Çatalçamlarda geçmiş.
-Hadi gidelim anne, dedim. Ben de çoktan beri gitmemiştim, özledim Çatalçamları, soğuk gözesinden su içmeyi

Annem önündeki peştemalın bir köşesini kıvırdı beline soktu. Sepetten aldığı yarım somunu peştemalın arasına koyarak çıktık yola.
Binek Taşı’na doğru giderken, omzunda birkaç parça odun, elinde nacak Yusuf amcaya rastladık.
- Oğlunu da yanına almışın, nereye gidiyorsunuz, büyük gelin, Çete’nin kızı? diye takıldı anneme her zamanki gibi.
Annem de her zamanki hitap şekliyle karşılık verdi.
-Hiç... Çatalçamlar’a doğru gidiyoruz harman ağızlı. Sen nerden geliyorsun?
Yusuf amcanın daha da konuşası vardı ya biz durmayınca o da gülerek:
- Hadi uğurlar olsun, dedi.

O, köye, biz Çatalçamlara doğru giderken, binek taşının orada yol ayrımına geldiğimizde,
Yusuf amcanın sözüyle de aklına babasını ziyaret etmek geldi herhalde ki:
-Habu mezarlıklardan doğru gidip de bakalım babanlar, dedenler ne yapıyor, dedi annem.
Tarlaların sınırlarını belirlemek için taşların harçsız olarak, üst üste konarak örüldüğü duvarlar arasında, yol boyunca kenardaki arktan akan su şırıltısıyla mezarlıklara giden yoldan yürüdük. Suyu kurumak üzere olan dere üzerine kurulmuş kenar demirleri maviye boyanmış dar köprüden geçtik.
Mezarlıkların girişinde eski taşlarla yapılmış mezarlık üzerine, yeni mermer baş taşıyla dedem Şükrü Aydın’ın mezarı karşıladı bizi. Dedemin ve hemen yanında çocukken yanarak ölen kardeşim Mevlüde’nin mezarını ziyaret ederken:
-Habu Şükrü dedenin mezarı iyi oldu da zamanında dağları titreten Çete Ahmet dedenin mezarında bi baş taşı bile yok, çalıların arasında kaybolmuştu neredeyse dedi annem. Allahdan bizim Doktor Zeki tamir ettirdi de ziyaret edilecek bir mezar çıktı meydana. Baş taşı da eski yontma taşdandı, okunmuyordu. Onu da yaptıracağım dedi ama daha getirmedi.

Çete Ahmet dedemin mezarını ziyaret ederken:
-Anne kaç defa sordum sana: Dedem niye adam öldürmüş? Cezaevinde ne kadar yatmış? Cezaevinden nasıl çıkmış? Nasıl, çete olmuş, doğru dürüst bi anlatmadın bize.
-Tamam oğlum bir yere oturalım, biraz soluklanırken anlatırım.
Babamı ve diğer akrabaları da ziyaret edip mezarlıklardan ayrıldık, yukarı Çatalçamlara doğru. Taş gözesinden eğilerek sularımızı içtikten sonra, gözenin kenarındaki ağaçların gölgesine oturduk.
-Hadi anlat anne, dedemi anlat, dedim.
Annem, geçiştirmek ister gibiydi.
-Oğlum, deden Kirazmaşat Köyü’nden bir adam öldürmüş, yedi sene Sinop mapushanesinde yatmış, sonra da çete olmuş işte. Senin doğduğun sene de verdik toprağa babamı.
-Anne birer birer düzgünce anlat. Dedemin yaşadığı her şeyi öğrenmek istiyorum. Ben sorayım sen anlat tamam mı?
-Tamam oğlum tamam! Anlatacam işte.
-Anne, Çete Ahmet dedem nasıl birisiymiş?
-Oğlum deden, evleneli bir seneye yakın olmuş, ama çocuğu olmamış. O zaman daha çete olmamış ama gözünü budaktan esirgemeyen, atik, çalışkan, güçlü, karıncayı incitmeyen bir gençmiş. Eyle hızlı yürüyormuş ki, yola giderken sanki ayakları yere deymiyormuş, derlerdi tanıyanlar.
-Anne, nerede, neden adam öldürmüş?
-Hiç oğlum bi hiç yüzünden. Hem de arkadaşlıkları da varmış öldürdüğü Halil’le.



2-DEĞİRMENLERE GİDİŞ VE DÖNÜŞ

-Bak oğlum Çete Ahmet dedenin, kardeşleri Veli emim ile, Mustafa emim Akçacının değirmenlerine buğday öğütmeye gidiyorlarmış. Kirazmaşat’ın içinden geçerken Veli emim, yolun kenarında ekili iri iri mısırları görünce dayanamamış. Atlamış öküz arabasından kaşla göz arasında birkaç tane mısır koparıp yine atlamış arabanın gopuna. Veli emim biraz yaramazmış o konularda.

Akçacı’daki değirmenlerde buğdaylar öğütülürken, öğüttükleri undan paaç yapmışlar. Mısırları da paaçın üzerindeki ateşte bir güzel közleyip afiyetle yemişler.
Ertesi gün öğlen üzeri un çuvallarını öküz arabasına yüklemiş iki kardeş köye doğru düşmüşler yola.
Mısırları koparırken birileri görmüş herhalde ki. Kirazmaşat Köyü’nün içinden geçerken bostanlar bölgesinde emimlerin yollarını çevirmişler. Durdurmuşlar öküzleri beş altı Kirazmaşatlı genç.
-İnin la aşağı Kötüköyün gızılbaşları! diye bağırmış içlerinden birisi. Hem bizim köyün içinden geçersiniz,(köylerinin içinden geçilmesine de razı değiller) hem de bahçelere dalanırsınız ha. Bizim mısırları nasıl çalarsınız? Görmedik sandınız değil mi? Size bi ton sopa atalım da ders olsun Kötüköylülere, Kırıntılılara.

Veli emim tanımış o genci. Daha önce tırpanla tarla biçmeye gelmiş bizim köye. Abisi Ahmetle yani babamla da arkadaşlıkları varmış. Daha arabadan inmeden çullanmışlar emimlerin üstüne, başlamışlar küfür ederek dövmeye. Veli emim bi ara kaçmaya çalışmış ama yakalayıp daha çok dövmüşler. Öyle böyle dövmemişler insafsızlar. Emimlerin ikisi de bayılmış yedikleri dayaktan. İkisini de atmışlar öküz arabasının üzerine baygın vaziyette. Sürmüşler öküzleri. İçlerinden birisi arabanın peşinden koşarak elindeki değnekle birer birer un çuvallarını da delmiş, Öküzler kendi başlarına gelmişler bizim köye kadar. Tabi ki, arabanın da sarsıntısıyla bütün unlar çuvallardaki deliklerden boşalmış yollara. Sanki beyaz bir çizgi çektin Kirazmaşat’tan bizim köye kadar. Öküzler gelip durmuş babamların kapısında. Emimlerin ikisinin de kafaları gözleri kan, revan içinde, yarı baygın vaziyetteler. Un çuvalları da bomboş.

Veli Emiminen, Mıstafa Emimimi indirmişler arabadan, ellerini yüzlerini yıkayınca biraz kendilerine gelmişler. Köyden bi çocuk koşarak harmanda çalışan babama haber vermiş.
-Ahmet abi Kirazmaşatlılar kardeşleriyin fene dövmüşler. Ağızları, burunları kan içinde.

Çete Ahmet yani babam, o zamanlar henüz on sekiz, on dokuz yaşlarında genç bir delikanlı. Koşarak gelmiş evlerinin önüne. Daha öküzler çözülmemiş arabadan, öküzlerin üzerleri ve arabanın her tarafı un içinde, etrafta kan damlaları. Kardeşlerini yarı baygın vaziyete görünce köşkü nün üzerinde, beyninden vurulmuşa dönmüş. Büyük bir öfkeyle:
-Kim yaptı bunları size çabuk söyleyin, niye yaptılar! diye bağırmış.
Veli emim biraz da korkarak tarif etmiş:
-Bize “İnin la aşağı, Kötüköy’ün gızılbaşları. Hem bizim köyün içinden geçersiz, hem de bahçelere dalanırsınız. Size bi ton sopa atalımda ders olsun.” diyen Kirazmaşatlıları.
Değirmenlere giderken kopardıkları mısırları da itiraf etmişler.



3-AHMET’İN KİRAZMAŞAT (SELİMİYE) KÖYÜ’NE GİDİŞİ VE CİNAYET

Ahmet dedeni durdurmaya çalışsalar da becerememişler. Tarlalardan lahana, patates, mısır çalmanın gelenek olduğu buralarda, birkaç mısır için kardeşlerinin, insafsızca dövülmeleri, hakarete uğramaları çok zoruna gitmiş. Atlamış atına, sürekli belinde takılı hançerini de kontrol ederek. Sürmüş beyaz atını un izlerini takip ederek Kirazmaşat Köyü’ne doğru dörtnala. Peşinden bağıranları, gitme goçum bir şey olmaz diyenleri dinlemeden, arkasına bile bakmadan.

Tahmin etmiş kardeşlerine hakaret eden, onları bu hale getirenlerden biri olan Kirazmaşatlının Tufangillerden olduğunu, ama emin değilmiş. Yine de doğru gitmiş evlerine. Açık kapıdan içeri dalmış, tüm ev ahalisi sakince sofra başında. Onlar da tanımış dedeni, ama evdeki kimsenin haberleri yokmuş değirmenin yolunda olan olaylardan, oğulları Halil den başka.
-Hayrola ne geziyorsun bu saatte buralarda? Gel sofra başına, demiş Halil’in babası.
Dedeni görünce bir an telaşlanıp, ürpermiş evin genç oğlanı Halil; Dövdükleri çocuklara bir şey mi oldu acaba diye. Çünkü Halil, değirmenlerden gelenlerin yolunu kesenlerden biriymiş. Deden “Sağolun aç değilim, bi ineğimiz kayboldu da onu arıyorum” diyince rahatlamış Halil.
-Sizin buralara gelmiştir diye bakmaya geldim, diye sürdürmüş deden konuşmasını.
-Sizin habu Halil le bakalım yukarki tarlalara, sivri tepenin eteklerine doğru.
-Olur demiş genç Kirazmaşatlı Halil’in babası, yemeğini yesin de.

Birlikte çıkmışlar evden sohbet ederek, dışarıda bağlı atını da alarak, Sivri Tepeye doğru.
Hep gerçekte kaybolmayan inekten bahsetmişler, renginden, cinsinden, yaşından. İkisi de akşam
üzeri gerçekleşen olaylara hiç değinmemişler. Bu arama ve sohbetle sivri tepenin eteklerine kadar çıkmışlar. Kirazmaşatlı genç de bilmiyormuş dövdükleri gençlerin Yeniköylü Ahmet’in kardeşleri olduklarını. Biraz dinlenmek için oturmuşlar bir kayalığın üzerine.
Kirazmaşatlı genç:
- Sizin köyden iki genç bizim köylülerin tarlalarını talan etmiş, değirmenlere giderken. Biz de hesaplarını gördük, biraz hırpaladık değirmenlerden dönüşlerinde.
Diyince, deden iyice kanaat getirmiş Kirazmaşatlı Halil’in kardeşlerini dövenler içinde bulunan, hakaret eden gençlerden biri olduğuna.
Bir anda hançerini çıkarıp oturduğu yerde yanında oturan gencin karnına saplamış, deden. Bıçak darbesiyle ayağa kalkan gencin böğrüne bir daha saplamış bıçağını.

Hançer darbeleriyle yüzükoyun yere uzanıp, kıvranan genci çevirerek bakmak istemiş. Çevirirken ellerine bulaşan kanlardan rahatsız olmuş, kan tutmuş, babamı. Zavallı babam da düşüp kalmış bıçakladığı Halil’in yanına.
-E sonra ne olmuş?



4-AHMET’İN ÖLDÜ SANILARAK BIRAKILMASI
Bu arada bizim köyden iki üç genç gitmiş Kirazmaşat’a yürüyerek. Kimseye görünmeden şöyle bir dolanıp geri dönmüşler, köyde her hangi bir olumsuzluk görmeyince,
Deden için o, köye dönmüştür Agüne’nin, Sivrinin oralardan diye. Köye geri dönmüşler.
Aradan saatler geçmiş, merak etmiş Kirazmaşatlılar oğullarını. Biraz da şüphelenerek aramaya çıkmışlar, gencin ailesi, yanlarına da birkaç akrabasını da alarak. Hava kararmış, uzun aramalardan sonra , atın kişnemesine gitmişler Sivritepe’nin eteklerine.
Görünce önce anlayamamışlar, iki genç de yerde yatıyorlar. Fakat babam biraz kendine gelmeye başlamış, ayılmak üzere. Elinde kanlı bıçağı görünce anlamışlar sessiz yatan oğulları Halil’in öldürüldüğünü. Yüklenmiş bütün aile, akraba, babamın üzerine. Başlamışlar taşla sopayla, ellerinde ne varsa babama vurmaya, zaten yarı baygın olan babam hiç karşı koyamamış. Halil’in annesi, oğlu Halil’in arkadaşı çok sevdiği Ahmet in üzerine kapanmış.
-Benim oğlum öldü. bir oğlumda Ahmet sayılır diyerek. Yinede yakınlarının darbelerinden koruyamamış. Öldüğüne kanaat getirmişler babamın. Bindirmişler atına, vurmuşlar atın kıçına. Tahmin etmişler atı götürür Yeniköylü Ahmet’in ölüsünü köyüne.
Köye at üzerinde gelen babamı indirmişler. Köylü de öldü sanmış önce. Ağlayıp figana başlamış Çal köylü karısı Fatma, anası Gülsüm, babası Hüseyin, yakınları. Daha sonra yüzünü gözünü silerken canlanmaya başlamış babam.
Daha tam kendine gelmeden de basmış köyü jandarmalar alıp götürmüşler babamı. Çallı kız da bu olaylar sırasında düşürmüş üç dört aylık bebeğini.

Annem elinde değneğiyle yerinden doğruldu.
-Oğlum fene yoruldum, hadi kalkalım diyen annemin gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Annem olayları anlatmıyor sanki o anları yaşıyordu. Bende daha zorlamadım.
-Hadi kalkalım, ama devamını da anlatacaksın tamamı anne.
-Tamam oğlum tamam dedi annem.
Yürümeye başladık yukarı Çatalçamlar’a doğru, Aşağı Bahçeli Köyü’nün yaylasına, sürekli geçen traktörlerin oluşturduğu tozlu yoldan. Her tarafı ot bürümüş, tarlaların hiçbiri ekili değildi, yılan korkusundan da elimizdeki sopaları sağa sola rasgele vurarak Cafer Dayıların tarlasından Pehlül Dedenin tarlasına geçtik.

Yukarı Çatalçamlar’a varınca, bostanın üstündeki, bahçe takımlarını koyup yağmurda korunmak için yapılmış, şimdi ise tavanı çökmüş, duvarları yıkılmış kelifin önüne oturduk.
-Anne, biliyorum çok yoruldun ama ne olur anlat, çok merak ettim. Dedemi Sinop’a niye götürmüşler?

Annem yine hüzünlenerek anlatmaya başladı.
- Oğlum, daha çocuktum ama babamı devamlı ben çimdiriydim, daha doğrusu sırtını iliflerdim. Bu ben evlendikten sonra da babam ölene kadar devam etti. Çimdirirken gördüm, kollarında, ayak bileklerinde, derin derin izler vardı. Sol omzundaki çizgi de daha kalın. Sanki derin yaralar iyileşmiş de çizgi şeklinde izleri kalmış. Bu izlerin neden olduğunu çok merak ediyordum. Babamın Sinop Mapushanesi’nde yattığını, çok eziyetler çektiğini ara sıra arkadaşlarına anlattıklarından duyuyordum, ama tam da bilemiyordum. Babama sorup aslını öğrenmeye de cesaret edemiyordum. Bir gün yine leğenin içinde oturmuş babamı çimdirirken, başını sabunladım sanki kızarsa bana bir şey yapamasın diye, cesaretimi topladım,
-Baba ha bu kollarındaki, bacaklarındaki, omzundaki izler ne? Bana anlatsana, dedim.
Ne kızması, paylaşmak istiyordu sanki çektiklerini.
- Tamam kızım çimdikten sonra anlatırım, dedi.
Çimdikten sonra kurulandı, çizgili pijamalarını giydi, yatağına uzandı. İşte o zaman anlattı.
- Gel kızım gel yanıma dedi anlatayım, bu izlerin ne olduğunu.




5-GÜMÜŞHANE’DEN SİNOP’A GİDİŞİ VE CEZAEVİ YILLARI-1 (1908-1915)

-Offf kızım biliyorsun Kirazmaşatlı adamınan yaşananları, derken yüzünde ve sesinde pişmanlık vardı. Sanki keşke yaşamasaydım olanları der gibiydi.
-Biliyorum baba diyerek iyice sokuldum babamın yanına. Babam Ruslara da, Ermenilere de geçit vermemiş, vatanımız için kahramanlıklar yapmış, tüm çevre köylerdekilerin de çekindiği meşhur bir çeteydi, ama belli ki o da çok sıkıntılar çekmişti.
- Kızım dedi o olaydan sonra beni Şiran’dan Kelkit’e götürdüler, Kelkit’de de bir mahkemeye çıktıktan sonra, fazla kalmadım. Bu dava ağır cezalık diyerek Gümüşhane’ye gönderdiler. Gümüşhane’de beş altı ay kaldıktan sonra yirmi dört yıl ceza verdiler bana. Daha sonra da Gümüşhane Mapushanesi’nde duyduğumuz kadarıyla, en azılı katillerin de yattığı Sinop Mapushanesi’ne gitmemize karar verdiler.
-Diğer koğuşlardan da dört kişi ayaklarımızda pranga, kollarımızda zincirler. Ayrıca zincirlerle beş kişiyi birbirimize bağladılar.
-Baba pranga ney ki?
-Kızım pranga ayak bileklerimdeki ha bu izlerin sebebi, birbirine zincirle bağlı demir halkalar,
-Bir arabaya attılar bizi ekmek yok, su yok saatlerce yol aldık. Arabadan inerken, nemini hissettik, denizi gördük. Daha sonra öğrendik buranın Trabzon olduğunu. Bizi bir gemiye bindirdiler. Ama ne gemi balık kasalarının arasına attılar bizi. Ayaklarımız ıslak, inanılmaz pis balık kokuları içinde, hareket edemiyoruz, ettikçe’de el ve ayak bileklerimizde dayanılmaz sancılar. Bilmiyoruz ne kadar zaman geçti. Sinop’a vardık sabaha karşı. İndirdiler bizi limanda, mapushaneye kadar epey yol var. Hizaya geçtik, zincirlerle birbirimize bağlı yürümeye başladık. Sinoplular da yolun iki tarafına dizilmiş bizi seyrediyorlar, zincirlerin prangaların şıngır şıngır seslerini dinleyerek. Bacaklarımızdan kan damlıyor, tüfekleri üzerimize doğrultulmuş jandarmalar yanımızda ilerliyor. Büyük adım da atamıyoruz ki yol çabuk bitsin, bacaklarımızdaki prangaların ağırlığı neyse de arasındaki zincirler de kısa.
Acılar içinde etrafı sekiz on metre yüksekliğinde, kalın duvarlarla çevrili, duvarların üzerinde devriye gezen, nöbet tutan askerlerle dolu, meşhur Sinop Mapushanesi’ne girdik. Daha koğuşlara girmeden bahçedeki darağacını görünce buradan kurtuluşun olmayacağını anlamıştık.
Mapushaneye girince de uzun süre çıkarmadılar zincirlerle, prangaları. Daha sonra da, değişik zamanlarda takılı kaldı prangalar, ayak bileklerimde, zincirler kollarımda. İşte o zincirlerle prangaların izleri, kollarımdaki, ayak bileklerimdeki izler. Omzumdaki izde, yaman bir Urus askerinin tüfeğinden çıkan kurşunun izi.

-Anlattıklarını gözümde canlandırdım, yüreğim dayanmadı, gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Ama devamını da dinlemek istiyordum, dedi annem.
-Baba mapushaneden kaçamazdınız ki niye orada da prangaları zincirleri taktılar ki? Ben gördüğüm izlerden rahatsızdım, ama, babamın çok daha fazlasını çektiği belliydi.

- Kızım, maphus cibilliyetsiz adamlarla doluydu. Müşterisini usturayla kesen berberi mi ararsın, öldürdüğü çocukları öldürüşünü zevkle anlatanı mı, komşusu olan aileyi evleriyle birlikte yakanı mı, tarla sınırındaki on santimlik kayma yüzünden tarla komşusu olan amcasını gözünü kırpmadan vuranı mı ararsın. Kavganın sık yaşandığı, yan baktın, omuz attın gibi bahanelerle, bir hiç yüzünden insanın öldürüldüğü bir yerdi Sinop Mahpushanesi. Yüz sene, yüz elli sene cezası olanlar vardı ama
çoğu mühebbetlikti. Sinop Mapushanesi’ne girip de sağ çıkan pek olmamış. Ya asılmışlar, ya da orada dayanamayıp ölmüşler.
- Koğuşumuzda Bayburtlu Mehmet adında birisi vardı, hep Memo gel Memo git diye çağırırdı herkes onu. Mehmet dayı bizden epeyce yaşlı, koğuşun temizliğine bakıyor, sobasını yakıyor odun geldikçe. Gariban birisi işte. Geleni gideni yok, elbise para gelmiyor. Gerçi benim de gelenim gidenim var sayılmazdı ya.
Yedi senede bir defa ziyaretçim geldi. Dayım Aziz, Annemle Babaannemi alıp gelmişti ziyaretime bir sonbahar günü. Görüş yerine gelirken taktıkları zincirleri ne kadar saklamaya çalışsamda, ayaklarımdaki prangaları ve kollarımdaki zincirleri gördükleri zamanki feryatlarını hiç unutamam, annemle babaannemin.

-Memo koğuştakilerin eskileriyle, yardımlarıyla idare ediyor. Hemşerimiz diye ben de korumaya çalışıyordum Mehmet dayıyı.Yine koğuşta insan demeye bin şahit, iki haşarı , biri Trabzonlu kaç tane cinayeti var belli değil, müebbet almış Hikmet le, Mardinli suçunun ne olduğunu bilmediğimiz Hüso vardı. Bunlar sık sık birbiriyle dalaşır. Gizledikleri birer kamaları da var bunların. Gardiyanlar da biliyor ama bilmemezlikten geliyorlar. Ara sıra kamalarını çıkarırlar bileyler, siler, yağlar, yine saklarlar.

Yine bir gün kamalarıyla oynarken, iddalaşıp, tartışmaya başladılar. Senin kaman kötü, benimki iyi. Seninki kör, benimki daha sivri diye.
- Hüso var mısın la iddasına? dedi.
- Varım la, kaybedenin bundan böyle sesi çıkmayacak koğuşta tamam mı? dedi Hikmet
- Tamam la, önce ben deniyeceğim. Bizlere dönerek siz karar vereceksiniz, dedi Hüso.
- Nerede nasıl deniyeceksin?
- Görürsün birazdan dedi Palabıyıklı Mardinli Hüso. Kafaya koymuştu koğuşun ağası olmaya.
- Bana bi tas su getir Memooo! diye bağırdı Kürt Hüso.

Memo elindeki su dolu bakır tası uzatırken, bizde suyla nasıl gösterecek ki kamasının sivriliğini diye merak içindeyiz?




6-GÜMÜŞHANE’DEN SİNOP’A GİDİŞİ VE CEZAEVİ YILLARI-2 (1908-1915):

Kürt Hüso bir eliyle su tasını alırken diğer elindeki bakımlı kamasını nara atarak Mehmet dayının göğsüne saplamasın mı! Hepimiz donup kaldık önce. Çıkardı kamayı, Mehmed amcanın göğsünden sırıtarak, kamasına baktı.
- Gördün mü kamanın iyisini Hikmet ağa, bize dönerek gördünüzmüüüü diye bağırdı. Yerde kıvranan Mehmet dayının suratında çektiği acıyı görünce, kan beynime sıçradı. Fırlamışım Hüsonun üzerine Allah ne verdiyse. Farkında değilim, daha sonra koğuştakiler anlatıyor, öldüresiye dövmüşüm Hüsoyu. Ağız burun kırık, kaş göz patlak, surat darmadağın. Hüso revirde kalmış bir ay kadar, daha sonrada hiç görmedik. Ben de Hücrede Prangalarla, zincirlere vurulmuş vaziyette.
-Hücre öyle bildiğin gibi değil. Daracık bir yer kızım. Uzanıp yatacak kadar yer yok, ne ışık, ne pencere, anca oturabiliyorsun, demir ızgaranın üstünde. Altından da dalgalanan denizin suyu gidip geliyor. Arada bi yemek veriyorlar kapının altından. Pisliklerini de ızgaradan aşağı. İnsan belirtisi olarak, yan hücrelerdekilerin iniltilerini duyuyorsun ancak.

-Koğuştayken duymuştuk asacakları mahkumları , deniz suyunun geldiği ızgaralı hücrelere kapattıklarını. Mahkum bir ay kadar kalınca bu hücrede, hareketleri yavaşlayıp vücudu uyuşuyormuş, tuzlu suyu solumanın etkisiyle. Onun için de, idama götürülürken hiç sesi çıkmıyormuş. Hüso öldü diye düşündüm. Beni de asacaklar diye fene korktum, hücredeyken. Ne kadar yattığımı da bilmiyorum ya. Koğuşa çıkınca, oradakiler söyledi bir ay kaldığımı.

Baba kaç sene yattın Mapusta?
Sesi kısılmış gibi anlatıyordu.
-Kızım daha neler neler çektik Sinop Mapushanesi’nde. Yedi senem geçti, o berbat yerde, umudumuz yoktu çıkacağımızdan. derken, yorgunluktan çimmenin de verdiği rehavetle uykusu gelmişti babamın. Örttüm üzerini uyudu babacığım bir çocuk gibi. Gerisini de, sorup öğrenemedim. Fırsat olmadı, diyerek bitirmek istiyordu annem Çete’nin yaşadıklarını.
- Anne yine de duymuşsundur başkalarına anlatırken. Bildiğin kadarıyla anlat.
- Oğlum Mustafa Emimlerin Metin’i var ya o fene meraklıydı. Babamı ara sıra konuşturup dinlerdi, öğrenmeye çalışırdı babamın yaşadıklarını.
- Ona anlattır da dinle, derken gözlerinden yaşlar damlamıyor akıyordu adeta. Babasını anlatırken, hastalıktan kaybettiği kardeşlerini, doğumda ölen bacısını, otuz dokuz Erzincan depreminde henüz on sekizinde kaybettiği Hüseyin abisini, yanarak ölen kızını hatırladı. Annem gözeye doğru giderken bizim köylerin makamıyla bir türkü tutturdu sazlanarak:

Kan ağlıyor Erzincan’ın dağları
Viran kaldı, mor sümbüllü bağları
Sivas’a geliyor kalan sağları
Şikayetim kimden kime ne deyim.

Türkü değil ağıt yakıyordu. Gözeden suyumuzu içip elimizi yüzümüzü yıkayıp dereden çıktık. Annem, karşı tepelere bakıp, bir taşın üstüne oturdu. Sesini biraz daha yükselterek
Gareyser, Koylesar hep viran oldu
Gül yüzlü yavrular, sarardı soldu
Bize ne olduysa, Mevladan oldu
Şikayetim kimden kime………………
Annemin daha da kalası vardı ama geç olmuştu. Hava da kararmaya başlamıştı, kalktık. Çatalçamları da fazla gezemeden döndük köye. Annemin köye gelene kadar da sürdü ağıtları alçak sesle.
Merak ediyorum dedemi, köyün içerisine doğru gittim. Belki Metin amcaya rastlar anlattırırım diye. Fakat kimseyi göremedim, köyün içinde, akşam olmuştu. Pek de alışık olmadığım evlerine de gidemedim, döndüm evimize.
Ertesi sabah, not alırım diye de elimde kağıt kalem köyün ortasındaki çeşmenin başında, birkaç kişi oturmuşlar sohbet ederken yakaladım Metin amcayı, heyecanlıydım. Selam verdim, oturdum yanına, hemen sordum.
-Metin amca, Çete Ahmet dedemle çok sohbet edermişsiniz. Annemden biraz dinledim ama, cezaevinden sonraki yaşananları tam bilemediğini söyledi. Sen bize anlatırmısın nasıl çete olmuş, nerelerde bulunmuş.
Metin amcanın yüzünde bir gurur hissettim, Çete Ahmet dedemin ismini duyunca. Ciddi bir tavır takındı, dikleşti eğri duran vücudu. Kendini hazırladı, elindeki değneği yere vurarak, etrafındakilere de bir göz attıktan sonra başladı anlatmaya.




7-ÇETE GRUBUNA SEÇİLİŞİ VE ÇANKIRI OLUŞUMU

-Yeğenim, mahpustaki kavgadan sonra dedene herkes saygı duymaya başlamış, koğuştaki arkadaşları da gardiyanlar da, cendermeler de, mahpushane müdürü de.
Bir gün gardiyan çağırmış dedeni,
-Gümüşhaneli Ahmeeet diye. Koğuştan her çıkanın ellerine kelepçe vurarak götürürlerken, kelepçe vurmadan götürmüşler cezaevi müdürünün odasına. Odada ayaktaki iki gardiyandan başka, iki kişi daha oturuyormuş müdürün karşısında. Ahmet emime de boş sandalyeyi göstererek otur Ahmet efendi demiş mahpushane müdürü. Ahmet emmim önce şaşırsa da ortamdaki yumuşaklıktan cesaret almış, oturmuş sandalyeye. Normal zamanlarda ne oturması, arkadan kolları kelepçelenmeden kimse giremezmiş müdürün odasına.

-Ahmet efendi, demiş müdür. Buraya neden düştüğünü biliyoruz. Bir hata yapmışsın gençliğin ateşiyle. Kaç yıldır seni tanıdık. Mertsin, dürüstsün, cesursun, güçlüsün. Bütün koğuştakiler de, gardiyanlar da biliyor güvenilir birisi olduğunu. Geride kalsın şimdiye kadar yaşadıkların. Sana, bizim de devletimizin de ihtiyacı var. Bu berbat yerden kurtulmak ister misin?

Deden inanamamış, rüya mı görüyorum yoksa bana bir şey yapacaklarda önünü mü yapıyorlar diye şüphelenmiş. Konuşuldukça anlamış olayın ciddiyetini. Memleketini, köyünü sormuşlar. Mahpushaneye düşmeden önce ne iş yaptığını, neyle uğraştığını. Bayburt, Gümüşhane, Erzurum, Erzincan bölgelerini bilip bilmediğini. Müdürün karşısında oturanlardan biri, başka koğuşta yatan hükümlü bir subaymış, diğeri de emim gibi mahkum.
Birinci Cihan harbinin başladığını Urusun sınırlarımızdan içerilere girdiğini anlatmışlar. Anlamış emim, cezaevinden çıkacağını düşmana karşı vur-kaç timinde yer alacağını. Memleketi gelmiş aklına, özgürlük gelmiş, zaten başka çaresi de yokmuş. Hemen kabul etmiş kendisine yapılan teklifi. Daha sonra tim komutanları olmuş emimlerin, karşılarında oturan İbrahim üsteğmen.

Ahmet Emiminde içinde bulunduğu, 20-25 kişilik bir müfreze oluşturulmuş, kafeslerinden çıkarılmış gülmeyi unutmuş suratlarla, yıllardır içerde kalmış, dışarıyı unutmuş insanlardan. Askeri bir araçla, gelmişler Çankırı’ya. Askeriyede kalmışlar iki hafta kadar, karavanadan yemişler. Sivil elbiselerinin üzerine parka vermişler, ayaklarına da potin. Gittiklerinde başka müfrezeler de varmış Çankırı’da sonradan gelenler de olmuş. Talim yapmışlar başka mahpushanelerden de gelenlerle birlikte.
İbrahim Üsteğmen sekiz kişilik süvari timini oluşturmuş, ata binmeyi bilenlerden. Hepsi fişek gibi. Dedeni de almış gurubuna. Ata binmeyi, tüfek, bıçak kullanmayı öğretmişler. Ahmet Emim zaten biliyormuş. Hayran kalmışlar Emimin at binişine. Başka, başka süvari timleri de oluşturmuşlar Çankırı da, başka başka yerlere gidecek.
İki hafta sonra, mavzerlerini fişekliklerini kuşanmışlar, kütüklükleri dolu. Süngü palaskada, hançer belinde. Sırt çantalarına, bir iki çamaşır, biraz kumanya. Atlamışlar atlarına, düşmüşler Çoruma doğru yola Urusun hakkından gelmek için. İskilip de bir arkadaşının köyünde kalmışlar bir gece. Geceleri uygun yerlerde konaklayıp, gündüzlerileri yol alarak, Amasya’dan sonra Yeşil ırmak’ı, Kelkit ırmağını takip etmişler. Görev yerleri Erzurum’a gitmek için.




8-GÖREV YERLERİ ERZURUMA GİDERKEN KÖYÜNE UĞRAMASI

Suşehri’ne doğru yaklaşıp tanıdığı yerleri görünce heyecanlanmış deden, köyü aklına gelmiş. Çift sürdüğü tarlalar, mazısının dişlerini sıkarak bağırttığı öküz arabası, dövene koştuğu öküzleri, taş gözesi, yaylalar, başyurt, çiçekli çayır, soğuk pınar, avlu su, şehitlikler, ormanlar, dere tarlalar, göllü çayırlar, hıdır’ın pınarında otlayan atını hayal etmiş. İçinde köyünü görme duygusu inanılmaz bir tutkuya dönüşmüş. Bırakılmayacağını da tahmin ederek, mola yerinde, köyüne gitmek için izin istemiş İbrahim Üsteğmen’den.
-Olmaz, seni çavuş yaptım biliyorsun ÇETE AHMET, benden sonra timin komutanı sensin, demiş komutanı. Çete ismini de orada duymuş ilk kez Ahmet Emim. Üstelememiş emim daha fazla, ta ki bizim bölgenin dağlarını görünceye kadar. Daha önceden tanıdığı dağları, bölgeleri görünce, İçi yanıp tutuşmaya başlamış köy özlemiyle.
At sırtında giderken İbrahim Üsteğmen’e doğru yanaşmış, bütün cesaretini toplayarak.
-Komutanım ben buraları çok iyi biliyorum. İki günde varırsınız buradan Erzincan’a. Ben o zamana kadar anamın babamın elini öper Erzincan’ın girişi Yanlızbağlar’da size katılırım demiş yalvarır bir ses tonuyla.
Hiç cevap vermemiş komutanı.
Ezbider’de mola vermişler, Ahmet Emim, oturmuş sırtını dayamış bir ağaca, dağları heyikliymiş. Bir ses duymuş.
-Ahmet Çavuuuş, vedalaş arkadaşlarınla. Öbürsüğün bekletme bizi Yalnız Bağlar’da. Güveniyoruz sana tamamııı, demiş İbrahim Üsteğmen. Akşamüzeri ayrılmış deden Ezbider’den.
-Köyde kalan birkaç aile, sabahleyin erkenden bakmışlar ki köyün altındaki kıraçta bir atlı, durmuş köyü seyrediyor. Askere benziyor sırtında tüfek var ama tek başına, bu nasıl asker. Köydekiler ürkmüş, çekinmişler önce. Köyün içine doğru girmiş deden bir heybetli, bir yakışıklı. Asker parkası üzerinde, sırtına çapraz atmış mavzeri, çifte dolu fişeklikler çapraz göğsünde, belinde tabanca, kasatura. Gerektiğinde başına da sardığı, boynunda büyükçe bir poşu. Köyde kalan herkes etrafına toplanmış. Kimse tanıyamamış emimlerin kapısında durana kadar. Ne annesini, ne babasını, ne de eşini bulabilmiş, terk edilmiş evleri.
Metin amca da gurur duyuyordu, amcasını anlatırken duygulanarak. Elinin tersiyle gözlerini siliyordu ara sıra.
-O gün köyde kalmış, gece de yatmış, yatma denirse. Rahat bırakmamış köyde kalanlar soru sormaktan.
Rusların saldırılarına karşı köy boşaltılmaya başlamış. Yakında ordumuz karargah kuracakmış bizim köy, Kırıntı ve çevresine. Köyün çoğu boşalmış zaten, Reşadiye, Niksar, Kelkit Irmağı boyunca. Bir kısmı da Cenik tarafına doğru. Deden aradıklarını bulamamış köyde. Çallı kız da köyüne dönmüş, anasının babasının yanına. Kocasının mahpustan çıkacağından ümidi olmadığı için.
-Deden ertesi gün öğlen üzeri ayrılmış köyden, heybesine doldurulan azıklarla. Köyde kalanlar yolcu etmişler Göllü Çayırlara kadar.
Gece boyunca yol almış. Yalnızbağlar da bir meyve ağacının dibine oturmuş, sabaha karşı. Erzincan’a gelen yol, tüm ova, gözlerinin önünde. Beklemeye başlamış arkadaşlarını yüksekçe bir yerde. Arkadaşlarının geldiğini görünce de, sürmüş atını dörtnala karşılamış onları, karışmış içlerine Ahmet Emim.
Çeşmenin başında Metin Amcayı dinleyenler artmıştı. O dönemleri yaşayan bazıları da anlatılanlara katkıda bulunuyorlardı. Çete Ahmet’le yaşadıklarını heyecanla, birkaç cümleyle anlatmaya çalışıyorlardı. Metin amca da anlatırken yorulmuştu ama, heyecanlıydı gözleri ışıldıyordu. Çete Ahmet’in yeğeni olduğunun, etraftakilerin duyacağı şekilde hatırlatılması onu gururlandırmıştı.
- Yeğenim hem yoruldum hem de acıktım. Hadi bize gidelim Maha Yengen ne hazırladıysa yiyelim dedi, Metin amca. Hemen çeşmenin karşısındaki evlerine geçtik. Maha yengenin hazırladığı patatesli taze fasulye, bulgur pilavını yedik, bakır tastaki ayranı kaşıklayarak.
Yemekten sonra çayımızı içerken köşkünün üzerinde, heyecanla devamını öğrenmek istiyordum dedemin yaşadıklarının.
-Metin amca dedem nerelerde bulunmuş çete olarak, nasıl geçmiş çetelik yılları? dedim.



9-ÇETELİK YILLARI -1

-Yeğenim Ahmet deden pek anlatmazdı çetelik dönemlerini. Daha doğrusu anlatmak istemezdi. Rusların, Ermenilerin yaptıkları zalimlikleri anlatırdı ara sıra. Emme biz de çok canlar yaktık, çok zararlar verdik Ruslara, Ermenilere derdi. Daha çok Erzurum yakınlarında, Ilıca ve çevresinde kalmışlar. Erzincan, Kelkit Çilhoroz’a kadar gelmişler bir ara.
-Ha bu bizim Kibar’ın uşakları Reşat’la Hüseyin, Ilıca’da okumuşlar öğretmen okulunu. Ahmet Emimin de oralarda geçmiş çetelik yılları. Uşaklar her yaz, okullar tatil olup da köye gelince konuşurlardı dedenle dedi. Anlatacağı pek bir şey kalmamıştı Metin Amca’nın.
-Ama dedemi anlatacak başka bir kaynak bulmuştum.
Anlattıkları için Metin amcaya, yemek için, Metin Amcanın eşi Maha yengeye, teşekkür edip ayrıldım Metin amcalardan.
Hikayenin devamını öğrenmek için hemen gittim Kibar’ın uşağı Hüseyin hocanın yanına. Balkona oturmuş, rakısını yudumluyor Hüseyin hoca. Selam verdim yanına oturdum.
-Hocam, sizin öğretmen okulunu okuduğunuz Erzurum Ilıca, Çete Ahmet dedemin de çetelik yıllarının geçtiği bölgelerdenmiş. Siz yaz tatillerinde köye geldikçe, çetelik yıllarından ve o bölgeden size bahsedermiş. Neler anlatırdı sizlere? Dedemin anlattıklarını siz de bana anlatır mısınız? dedim.
-Tabi ki anlatırım, dedi ilkokul öğretmenim.
Dedemin çetelik yıllarını ve çeteliğin geçtiği yerleri, oraları bilen, dedemi tanıyan kişiden dinleyecektim. Biraz bekledi, geçmişi hatırladı. Anlatacağı epeyce şey vardı, nereden başlayacağına karar verdi sanıyorum.
Hüseyin Hoca anlatmaya başladı:
-Bir gün abim Reşat ile yaylaya gidiyorduk, akşam üzeri. Mustafa amcaların yoncasının altında, Çevriklerin orada karşılaştık önünde bir çift öküz, köy ve çevresinde adı duyulduğunda korkulan Çete Ahmet ile. Elinde girebi, altmış beş-yetmiş yaşlarında, boyu duyduklarımız kadar çok uzun da değil, orta boylu, kumral, dimdik duran vücudunda, uzun bembeyaz sakalları yeni taranmış gibi, öküzleri otlatmaktan geliyordu herhalde. Görünce biz de irkildik, uygun olsa yolumuzu değiştireceğiz. Çete Ahmet diyince, öldürmüş, asmış, kesmiş heybetli bir adam geliyor akla, herkes isminden korkuyor. Köyde uzaktan görüyorduk ama, biz de ilk defa bu kadar yakın olmuştuk Çete Ahmet’e.
- Ula uşaklar, ben de ne faattır sizinle konuşmak istiyordum, gelin oturun ha bu yanıma dedi Çete Ahmet deden.
Kendisi arkın kenarına oturdu, bir yanına beni oturtturdu, diğer yanını da Reşat’a işaret etti.
-Uşaklar, ikiniz de Erzurum Ilıca’da okuymuşsunuz eyle mi?
-Evet Ahmet Amca dedim Ilıca Öğretmen Okulu’nda okuyoruz, Kırıntı’dan da var üç dört arkadaş.
Ilıca’nın karşısındaki tepeleri tarif etti özlemle, tarlaları, daha uzaktaki Karasuyun çıktığı Dumlu Dağı’nı. Zorlu kış şartlarında bulundukları Kargapazar Dağları’nı, Erzurum’u, Oltu’yu, Palan Döken Dağları’nı anlattı.
Yaza doğru biraz ısınsa da, kaçarak buz gibi suyunda çimdiğimiz, Palandöken’den gelen dereyi anlattı. Çetelik yıllarından bahsetti, kısa sürede.
-Ula uşaklar size bir şey diyeceğim dedi Çete Ahmet birden ciddileşerek. Hani Ilıca’nın içinden geçen dere var ya, biraz aşağısında iki derenin birleştiği yere varmadan, üzerinde ağaç köprü var biliyor musunuz o köprüyü.
- Ilıcadan aşağı doğru gidince, iki derenin birleştiği yere varmadan önceki küçük köprü mü Ahmet Amca?
-He uşak he, etrafında da kocaman kavak ağaçları vardı benim zamanımda, dedi.
-Ahmet Amca o köprüyü şimdi betondan yapmışlar, aşağıya doğru da yukarıya doğru da her iki yanında yine bir sürü kavaklar var uzun uzun.
-Ha işte o köprünün biraz aşağısında büyük bir kayalık var, yarısı derenin içinde.
-Evet Ahmet Amca dedim. Reşat ağabeyime bakarak, “Abi derede çimerken elbiselerimizi üzerine çıkarttığımız kayalığı diyor” Reşat da başını öne sallayarak onayladı.
-İşte o kayalığın arka tarafında içeriye doğru bir oyuk var. O oyuğun içine sakladık. Ruslardan zorla aldığımız üç tane tüfek, üç dört tane toplu tabanca mermileriyle, kamalar, hançerler, bir teneke de dolu el bombası var. Üzerlerini de epeyce taşla kapattık. Bakın bulursunuz, alın getirin köye dedi.
Heyecanla birbirimize baktık abimle. Emir olarak algıladık. Tamam Ahmet Amca alır getiririz dedik.
-Daha çok anlatacağı şey vardı ama, biz karanlığa kalmadan yaylaya çıkmalıydık. Anlattıkları dikkatimizi çekmişti, artık çekinmiyorduk. Çete Ahmet’in korkulacak birisi değil, tonton bir dede olduğunu gördük. Çete Ahmet’ten izin istedik.
-Hadi uğurlar olsun, fazla da geç kalmayın önünüze ayı, kurt çıkar, selametle gidin dedi. Çete Ahmet deden.
Yayladan döndükten sonra da, yaz tatillerinde de, kışın şubat tatillerinde köye döndüğümüzde, gelip bizi bulurdu, sohbet edip anılarını anlatmak için. Heyecanla anlatırdı hep, sanki o dönemleri tekrar yaşardı. Aynı bölgeleri bilen birilerini bulmuştu çünkü. Tanımadığımız dönemlerde korktuğumuz Çete Ahmet değildi artık. Reşat’ı da beni de çok sevmişti, biz de onu. Yaşı da epeyce ilerlemiş, hiç de korkulacak biri olmadığını anlamıştık Çete Ahmet’in.
-Çete Ahmet dedenin silahları saklama hikayesini dinlediğimiz yılın sonbaharında Reşat abimle karar verdik. Bir pazar günü gidip bakıp çıkaralım silahları diye. Çıktık Ilıcadan tarif edilen yöne doğru köprüyü geçtik, çimerken üzerine elbiselerimizi koyduğumuz kayalık. Arka tarafına dolaştık oyuğa doğru ilerledik korkarak, abim önde. Çete Ahmet’in silahların üzerine kapattıklarını söylediği kocaman taşlar, üst üste yığılmış.
- Bu taşları yalnız kaldıramayız Hüseyin, dedi Reşat abim. Zaten ürpererek girmiştik taşın koğuna. Bir korku düştü içimize, hemen ayrıldık oradan. Koşarak döndük Ilıca’ya, okulumuza.
-Çete Ahmet’in silah saklama hikayesini ve ağabeyimle çıkarmaya gidip çıkarmadan geldiğimizi birlikte okuduğumuz Kırıntılı arkadaşlar, Süleyman, Alaattin, Hüsnü, İsmailler’e de anlattık. Onlar da heyecanlandılar. Bir hafta sonra hep birlikte, askeriyenin de önünden geçerek gittik, bizim daha önce keşfettiğimiz kayalığın arkasına. Diğer arkadaşların da cesaretiyle. Alaattin hocayla Reşat abim kayaları dışarıya doğru yuvarlayarak atmaya başladılar. Bir saatten fazla uğraştık, bazı parçalar görünmeye başladı. Sanki her an bir şey patlayacakmış gibi de korkarak. Hissediyoruz biraz sonra karşılaşacağız tabanca, tüfek, el bombalarıyla. Hüsnü hoca bağırdı, arkadan.



10-ÇETELİK YILLARI -2

-Duruuun oğlum durun. Silahları çıkarırsak ne yapacağız? Nereye götüreceğiz? Askeriyenin de önünden geçeceğiz. Ya üzerimizde yakalarsalar?
Oturduk dinlenirken düşündük, hak verdik, biz de katıldık Hüsnü hocaya. Okula getiremezdik, ya ne yapacaktık?
Bırakıp geldik öylece. Bir daha da gitmedik silahların olduğu kayalığa.
-Fakat Çete Ahmet soruyordu bize sakladığı silahların akıbetini, köye her geldiğimizde. Anlattık silahların olduğu yeri bulduğumuzu, çabalarımızı, bazı parçaları gördüğümüzü, çıkarmadan dönüp gittiğimizi.
-Ula korkaklar getiremediniz ho hazır silahları, siz e delikanlısınız he dedi bize, biraz da kızarak. Anlatmaya başladı o silahlarla geçmişini.
Ruslarla çatışırken mermimiz bitti, biliyorduk Rusların mermisi, silahı bol. Sızdık üç dört arkadaş düşman içlerine. Ruslardan aldıydık o tüfek tabancaları, mermileri. Biz o silahlarla kaç defa yardık Rusların Ermenilerin mevzilerini. Kaç defa sızdık keşif için düşman içine, kaç defa yarma harekatında bulunduk, cephaneliklerini havaya uçurduk o silahların cesaretiyle dedi Çete Ahmet.
-Silahların geleceğinden ümidini kesmemişti, soruyordu her karşılaştığımızda. Ölene kadar da dinledik çetelik dönemlerini. Dört yıl boyunca dinledik, Ilıca, Erzurum, Oltu, Hasan Kale ve çevresinde, her an ölümle burun buruna yaşadıklarını. Birlikteki askerlere verilemeyecek kadar riskli, tehlikeli görevleri üstlendiklerini.
Öğretmenim dedemi anlatırken baktım Metin Amca merdivenleri çıkıyor yavaş yavaş. Merak etmişti Hüseyin hocanın anlatacaklarını sanıyorum. Selam verdi oturdu yanımıza.
Hüseyin öğretmenim devam etti dedem Çete Ahmet’i anlatmaya.
Kendi deyimiyle Uruslara, Ermenilere çok zaiat verdik diye anlatırdı Çete Ahmet. Rus askerlerinin çok yaman, çok zalim olduklarını, ama Erzurum kışının Ruslardan da zalim olduğunu, kış günlerinde soğuktan donup ölen arkadaşları olduğunu anlatırdı dağlarda, hüzünlenerek.
Rusların Erzurum’u işgal edip batıya ilerlemek için üs olarak kullandıklarını. Amaçlarının, Ilıca’ya kadar ortalığı dümdüz ederek gelen Rus askerini, Ilıca’dan daha batıya geçirmemek olduğunu, fakat başaramadıklarını, Rusların önünde duramadıklarını anlatırdı, Çete Ahmet.
-Ruslar erzakları tükenince, etraftaki Türk köylerinden karşılamaya çalışmışlar ihtiyaçlarını. İçte o zamanlarda daha çok iş düşmüş Çetelere. Köylerde beklemişler dedenler, Rus askerlerini köylüler gibi. Rus askerleri gelince de görmüşler hesaplarını.
Erzurum’un işgalinde esir edilen Türkler, çeşitli yol yapımı ve mevzi kazma işlerinde çalıştırıyormuş Ruslar. Türk esirlerini çalıştıkları yerleri, bazen de yattıkları yerleri basarak kurtarmışlar dedenler.
Rusların Ilıca’yı ele geçirmesiyle Ilıca halkı Sivas, Erzincan taraflarına göç etmiş.
Çetelerde çekilmiş bir süreliğine orduyla birlikte Erzincan Kelkit Çilhoroz mevkine kadar.


Hüseyin hoca Çete Ahmet’i anlatırken anlatılanları başını sallayarak onaylayan Metin Amca. “Dur hoca burada ben bir şey anlatayım” dedi. Heyecanla hemen anlatmaya başladı.
-Çete Ahmet Emim o zamanlarda Kelkit Çilhorozdan köyüne de gidip gelmiş birkaç defa.
Bu dönemlerde, her tarafta olduğu gibi, bizim köy Kırıntı, Civrişon, Ağağı Görsüt çevrelerinde de kendilerini çete diye adlandıran, köylülere rahatsızlık veren, hırsızlık yapan, kız kaçıran, askerden kaçanları soyup silahlarını alan bazı haydut gurupları türemiş. Ha bu bizim Kolaman’ın değirmeninin orada da kaç defa çatışma çıkmış, soymuşlar askerden kaçanları. Bazı asker kaçakları da ha bu bizim Kaçağınkıyı’nda saklanırlarmış. Bu haydutların verdiği rahatsızlık şikayetleri o dönemlerde Alucra’nın Zıhar köyünde karargah kuran Maraşal Fevzi Çakmak’a kadar gitmiş.
Haydutların yakalandığında çok ağır cezalandırıldığı bu dönemlerde, yine Çete Ahmet Emim köye ziyarete geldiği bir gün, bölgede bulunan jandarmalar tarafından yakalanmış. Çete görevini ve köye geliş sebebini anlatsa da dinletememiş. Çete Ahmeti Yaylalardaki mevzileri kontrol etmek için, Kırıntı da bulunan Fevzi Çakmak’ın huzuruna çıkarıp derdini anlatmasını istemişler.
-Benim için Fevzi Çakmak’ın huzuruna çıkmak onurdur demiş Çete Ahmet. Çete Ahmet, Fevzi Çakmak‘ın yanına götürülürken izin verirseniz Komutanı selamlamak isterim demiş, Yeniköyden Kırıntıya giderken. Kırıntıya yaklaşınca mavzeriyle dört beş adımda bir ateş ederek Fevzi çakmak’ı selamlamış Kırıntı Köyü’nün altına kadar. Metin Amca anlatırken elide silah varmış da ateş ediyormuş gibi, elini havaya kaldırmış işaret parmağını hareket ettirerek anlatıyordu taak taak diye. Jandarmalar arasında gelen mavzerli, belinde el bombaları asılı, çifte arma çapraz asılmış, Kasaturalı Çete Ahmet’i görünce, “Kim bu gözü pek delikanlı” demiş, Fevzi Çakmak.
Kendisinin, Kelkit Çilhoroz hattında vatan için şavaştığını, köyünü ziyarete geldiğini çete olduğunu söyleyen haydutun biri demiş yanındakiler.
Maraşal Fevzi Çakmak Böyle donanımlı, gözü pek bir delikanlının haydut olamayacağını, yanına getirilmesini emretmiş. Ahmet Emim bir asker selamı çakmış Fevzi Çakmak’a. Emim anlatmış Fevzi Çakmak dinlemiş. Bırakılmasını emretmiş Emimin. Ahmet Emim giderken de arkasından “Haydut olsaydı da, böyle bir gencin asılmasına yazık olurdu” demiş, Fevzi Çakmak. Yine duygulanmıştı Metin Amca.
Köydeki diğer yaşlılardan dinlediğim kadarıyla ve edindiğim ansiklopedik bilgilerden araştırdığım kadarıyla;
Ekim 1917 devrimiyle Rusların Erzurum ve çevresinden çekilmesine sevinen Çetelerin sevinçleri uzun sürmemiş. Ruslar çekilmiş ama bu sefer de Ermeniler varmış karşılarında. Ruslar, çekilirken silah ve cephaneliklerini Ermenilere bırakmışlar. Bu sefer ordunun dolayısıyla Dedemlerin çarpıştıkları askerler Ermeni askerleri olmuş.
Rusların çekilmesinden sonra, bir yıl daha kalmış Çete Ahmetler Ilıca, Erzurum ve çevresinde. Ermeni Çeteleri de varmış etrafta. Dedemlerle Ermeni çeteleri karşılaşmışlar sık sık, dağlarda, köylerde. İşte o zamanlarda geçmiş dedemlerin en zor günleri. Hem Ermenilere karşı, hem de kara kışa soğuğa karşı mücadele vermiş dedemler.
Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle, Ermenilerin Erzurum ve çevresinin kendilerine kalacağı, Erzurum’u başkent yapacakları beklentisi boşa çıkınca, vurma kırma oradaki Türklere eziyet hat safhaya ulaşmış. Bu sıralarda binlerce kişi ölmüş her iki taraftan da.



11. Bölüm: ÇETENİN KÖYÜNE DÖNÜŞÜ VE KÖY YAŞAMI

Çeteler, Kazım Karabekir komutasındaki ordu ve sivil halkla beraber verdikleri mücadeleyle Mart 1918’de düşman tehlikesini sona erdirmiş. Ermeniler de Türk sınırlarını terk edince çatışmalar kısmen azalmış. Bizim çeteler de1918 sonunda özgür kalmışlar.
Komutanları sağ kalan çeteleri toplayarak,
-Herkes kendi memleketine gitsin, vatan için çok büyük yararlılıklar gösterdiniz. Bundan sonra kendi köyünüzü, kasabanızı, şehrinizi koruyun tehlikelerden diyerek hepsiyle tek tek vedalaşmış, savaş döneminde kullandıkları silahları da kendilerine hediye ederek.
Dört beş yıllık zor ve tehlikeli yaşamdan sonra herkes dönmüş memleketine. Çete Ahmet de dönmüş, karlar erirken, bir bahar günü köyüne.
On- on iki yıl sonra baharla köyüne dönen dedem Çete Ahmet köyüne dönmüş ama uzun süre evinde kalamamış, özellikle geceleri.
Söylenenlere göre, abisi Salih’in savaşlar döneminde askere gidip geri dönmemesi ve kendisinin de çetelik dönemlerinde yıllarca ölüm korkusuyla yaşaması, ona hep savaşın vahşi yüzünü hatırlatıyormuş. Çete Ahmet de her an köyünün ve evinin basılıp öldürüleceği korkusu oluşmuş bir süre. Tarlada, bostanda, ormanda bazen de dağlarda geçiriyormuş zamanının büyük bir kısmını. Her an gelebilecek tehlikelere karşı eli tetikte yaşamış uzun süre.
Köylüsü de rahat etmiş Çete Ahmet sayesinde. Çünkü kendisine çete diyen eşkıyalarla doluymuş etraf. Yol kesen, kız kaçıran, hırsızlık yapan birkaç kişinin bir araya geldiği çapulcular Kırıntı’nın Yeniköy’ün etrafına bile yanaşamamışlar o dönemde Çete Ahmet’in korkusundan. Köyde yaşayanlar da çekiniyormuş Çetenin köye geldiği ilk zamanlarında.
Köyüne alışması biraz zor olsa da baharda yeniden canlanan ağaçlar gibi yapraklanmış, çiçek açıp meyve vermeye başlamış yirmi dokuz otuz yaşlarında.
Yeniden evlenmiş, ikinci eşi Hanım ile. Dört oğlu (Hüseyin, Bayram, Abdullah, Halit), üç kızı (Gülsüm, Rukiye, Zilif) olmuş. İlk çocuğuna babasının ismini vermiş, Hüseyin. Bütün çocuklarını çok severmiş ama Hüseyin’e farklı bir düşkünlüğü varmış Çetenin. Tedirgin yaşamı sona ermiş. Sakin bir hayat yaşamaya başlamış köyünde, önceki yaşadıklarına göre.
Herkes gibi tarla bağ bahçe ekmiş, hayvan yetiştirmiş ailesinin ihtiyacını karşılayacak kadar. Zaten kıt veren mevcut tarla ve bahçeler yetmeyince. Zencirler bölgesindeki o ana kadar hiç kullanılmamış kıracı karasabanla altı kere sürmüş, tarla açmış gübreleyip bir daha sürdüğü, ürün alacağından pek de ümidi olmadığı yeni tarla için. Ellerini gökyüzüne açarak “Yüce yaradan ben yapacağımı yaptım, bundan sonra ürün vermezsen sen bilirsin” dediği, çok büyük emeklerle tarlaya dönüştürdüğü zincirlerde geçirmiş, zamanının büyük bir kısmını. Sürdüğü tarlanın bir kısmını bostan yapıp ekmiş. Bazen sırtında su taşımış, fasulye, patates, lahana yetiştirmiş.
Aklı da dağlardaymış hep. Yeni tarlasının karşısındaki Melidar tepesine çıkıp dağlara bakarak vakit geçirmek yetmezmiş Çete Ahmet’e. Adeta aşıkmış dağlara. Bazen çıkarmış Karaburga Tepesi’ne, Büyük Şehitliğe, Avlusular’a, Kanlı Dağlara, daha önce yapılmış siperleri gezermiş. Dağlarda kalırmış bazen de ertesi gün gelirmiş sırtında çetelik yıllarında kullanıp köyüne dönerken kendisine hediye edilen tüfeğiyle. Tam da geçmişi unutup, düzenli hayat yaşamaya başlamışken.



12-ÖKSÜZ ÇOCUKLARA ESKİ HANIM

Eşi Hanım, hastalanmış Çete Ahmet’in birden bire. Ne olduğunu anlayamamışlar, üç gün sonra da toprağa vermişler yedi çocuğun annesini.
Çocukları küçük. En büyüğü henüz on beş, on altı yaşlarında.
Çetelik yıllarından daha zor bir hayat yaşamaya başlamış Çete Ahmet. Yedi çocukla kalmış baş başa, Zilif henüz beşikte. Ruslara, Ermenilere karşı savaşırken bile böyle çaresiz kalmamış. Çocuklar birbirine bakmaya çalışıyorlarmış komşuların yardımı ile ama ne kadar. Eşinin ölümünden altı yedi ay sonra beşikteki kızı Zilif’i de kaybetmiş Çete Ahmet.
Çete Ahmet her zamanki gibi sabah erken kalkmış. Bakmış ki köyün büyüklerinden iki kişi kapısında.
-Bu böyle olmaz Çete. Biz düşündük önünü de yaptık, sen de kabul edersen gidip getirelim Çallı kız Fatma’yı (ilk eşi) çocukların başına, demişler. Çok istemese de Çete Ahmet kabul etmiş çaresizce. Gidip getirmişler ilk eşini. Çallı kız Fatma, analığı değil anaları olmuş çocukların, ölene kadar.
Çocukları büyümüş Çete’nin. En büyükleri Hüseyin de diğer kardeşi Bayram da gurbete gidip geliyormuş köyün diğer gençleri gibi. Baharda karların erimesiyle, her yıl olduğu gibi yorganlarını sırtlarına vurmuş, on beş-on dokuz yaşlarında. Çıraklık yapan da var içlerinde, amelelik yapan da. Çoğunluğu kısa sürede ustalığı öğrenmiş, kimisi nişanlı kimisi evli köyün geçleri. Yürüyerek ilk durakları Kelkit sonra Erzincan, çalışacak iş aramışlar. Malatya’da iş olduğunu haber almış bizim gurbetçiler. Para kazanacaklar, çünkü bazıları ertesi yıl askere gidecek, bazıları evlenecek, para kazanmaları gerek. Yaz boyunca çalışmışlar, şen şakrak neşe içinde, yaptıkları işten zevk alarak.
Güz gelmiş, gurbetçiler dönmüş. Dönmüşler dönmesine de, eksikler var gurbetten gelenlerin arasında. Malatya’dan dönerken, son mola yerleri Erzincan’da otelde yakalamış bizim gurbetçileri köyümüzü de etkileyip derinden yaralayan 1939 büyük Erzincan depremi. Kaldıkları ahşap otel çökmüş üzerlerine, birbirlerine yardımla çıkmışlar enkazların altından. Bayram dayım, Fikri dayı, Derviş Ali, İdris, Sefer Dayı ve birkaç arkadaşı. Hepsi yaralı, bazıları ağır.
Enkaz altından çıkardıkları Hüseyin’le Fidanın Salih’inde ses yok ne kadar sallasalar da. Belediye yardımıyla Erzincan’da defnetmişler Hüseyin dayımla Fidanın Salih’ini.
Hüseyin dayım öldüğünde, eşi Havva hamileymiş. Bebek daha doğmadan ismini koymuşlar, Yadigar. Yadigar babası Hüseyin den yadigar kalmış. Doğduktan sonra çok yaşamamış, bir sene sonra da kaybetmişler Yadigarı.
Çok sevdiği oğlu Hüseyin’in ve onun Yadigarının ölümünden sonra, kendini dağlara vermiş, divane gibi gezmiş üç dört sene, ne işe bakmış ne evle ilgilenmiş Çete. Rusları, Ermenileri dize getiren Çete Ahmet’i yıkmış oğlu Hüseyin’in ölümü. Erzincan’a gitmiş, aramış, araştırmış, resmi makamlara sormuş soruşturmuş günlerce. Kimsesizler mezarlıklarını gezmiş, bulamamış oğlunun mezarını.



13-ÇETENİN HASTALIĞI, DAĞLARA ÖZLEMİ VE ÖLÜMÜ

Oğlu Hüseyin’in ölümünden sonra sık sık, hastalanmaya başlamış Çete Ahmet. Yaptığı tek iş öküzleri yaymakmış, o da iyi olduğu zamanlarda.
Kızı Rukiye’nin, doğum yaparken genç yaşta ölümü ile de üzüntüden tamamen yatağa bağlı kalmış.
Havaların güzel olduğu zamanlar da yatağını bahçeye çıkarıyorlarmış yönünü dağlara çevirerek. Büyük zevk alırmış dağları izlemekten. Sesinin çıktığı kadarıyla çetelik dönemlerde hatırladıklarını anlatırmış, ziyaretine gelenlere.
Ölmeden önceki kış boyunca,
-Beni dışarı çıkarın dağlara gideceğim diyormuş sürekli, çocuklarına. Uyurken de rüyalarında görüyormuş, dağları sayıklıyormuş.
-Baba dışarısı buz gibi donar ölürsün. Zaten hastasın, diye çıkarmıyorlarmış dışarıya, çocukları, torunları.
Havalar henüz ısınmamış ama dayanamamışlar, Çete Ahmet’in ısrarına. Yatağını çıkarmışlar, kapının önündeki harmana. Yönünü de Büyük Şehitlik’e, Karaburga’ya doğru çevirmişler. Yüzü gülmüş, gözleri ışıldamış çetenin. Gözleri yarı kapalı, dağları geziyormuş adeta yatağında. Çocukları, hareket eden yüzünü, ara sıra açılıp kapanan gözlerini seyrediyorlarmış babalarının. Değişik hırıltılar çıkararak, kah gülüyormuş, kah kızıyormuş. At sürüyor, koşuyor, atlıyormuş sanki, düşmana saldırıyormuş. Bir iki saat sonra yorulmuş, gülerek gözlerini kapamış son kez, Çete Ahmet dedem.
Uyudu sanmışlar, içeri alalım, üşüdü demiş çocukları. İçeri alırken anlamışlar Çete Ahmed’i kaybettiklerini.

-0-


YARARLANILAN KAYNAKLAR
1 – Gülsüm Aydın-1923 – 2008 (Çete Ahmet’in kızı)
2 – Metin Günel 1927- (Çete Ahmet’in Yiğeni kardeşi Mustafa’nın oğlu)
3 – Hüseyin Kara -1948 –Emekli öğretmen- Erzurum –Ilıca öğretmen okulu 1966 mezunu)
4 – Hürmüs Günel -1926 –(Çete Ahmet’in komşusu)
5 – Nadim Şahindaş – 1925 – (Çete Ahmet’in komşusu)
6 – Sinop cezaevi kayıtları, müze gezi izlenimleri)
7 - Gardiyan Pala – (Sinop cezaevinden emekli, şimdi turizm rehberliği yapıyor)
8 – Ansiklopedik bilgiler.

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg