Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Cemal Aydoğan


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
01-Oyuncu Oğlak - 25 Mart 2010
02-Az Kalsın ki - 8 Nisan 2010
03-Sefa Tır Altında - 11 Nisan 2010
04-Çocukluk Duası - 11 Nisan 2010
05-Olmayabilirdi - 11 Nisan 2010
06-Ben de Ressam Oldum - 12 Nisan 2010
07-Molla Salih'ten Dörtlükler - 13 Nisan 2010
08-Ben Nereliyim - 14 Nisan 2010
09-Karaburga'da Acı Bir Olay - 21 Nisan 2010
10-Leblebili Mama - 22 Nisan 2010

CEMAL AYDOĞAN

11-Camışın Öfkesi-Sevginin Gücü - 13 Haziran 2010
12-107 Liranın Sırrı - 10 Kasım 2010
13-Sayı Sayma 14 Kasım 2010
14-Yarım Kalan Koyun Çalma - 17 Kasım 2010
15-Nasıl Tavuk Çaldım - 17 Kasım 2010
16-Köyde İki Gencin Ölümü - 18 Aralık 2010
17-Hüseyin. At Arabası Altında - 21 Aralık 2010
18-İlk Tostu Nasıl Yedim - 22 Aralık 2010
19-Beni Eşek Tepti - 22 Aralık 2010
20-Deli Şükrü'nün Dostluğu - 23 Aralık 2010
21-Yaylada Ata Bindim - 11 Nisan 2011
22-Nasıl Yaşadım - 17 Nisan 2011

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

17 Nisan 2011
NASIL YAŞADIM?

18 Şubat 1953 Tarihinde Ordu ilinin Fatsa ilçesinde doğmuşum.
18 Şubat ..................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
................
................
...............
...............
...............
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ....................................................................................................... 31 Aralık
1 Ocak ( Dünleri acısı tatlısıyla yaşadım bitti gitti )
17 Nisan 2011 Bugünü yaşıyorum
..........................
Yarın (Yaşayıp yaşamayacağım belli değil)

Cemal AYDOĞAN - Ankara

---------------------------------------------

21.Öykü - 11 Nisan 2011
YAYLADA ATA BİNDİM

1969 Yazında köye gitmiştim. Köyde bir zaman durduktan sonra, yaylaya gitmeye karar verdim. Köyde bulunan akranlarımla birlikte yola çıktım. Epey bir yürüyüşten sonra yaylaya ulaştım. Yaylada Gülhanım anam torunları olan Hüsnü dayımın kızlarıyla beraber duruyordu.

Gece yattıktan sonra, sabah erkenden kalktım. Dağlara, tepelere doğru yürümeye başladım. Epey bir yürüyüşten sonra düzlük çayırlık bir alanda atların yayıldığını gördüm. Hemen atlara doğru yürümeye başladım. Atlara iyice yaklaştım, atlar benden kaçmıyorlardı. Daha sonra öğrendim ki bu atlar yakın köylerden buraya otlamaya geliyorlarmış, benim onlara yaklaşmış olmamdan dolayı ürkmemişler. Siyah bir atı gözüme kestirdim. Elime biraz ot alıp, iyice yaklaştım, at benden ürkmemişti. Otu uzattım yemeye başladı. İyice yanaştım, kafasından başlayıp gövdesine doğru elimi gezdirip sevmeye başladım.At hiç huysuzlanmadı, elimi yalamaya başladı. Sinemada seyretmiş olduğum birçok kovboy filminde insanların atlara binişlerini hayranlıkla seyretmiştim.

Bir anda ata binip onunla beraber koşturmak isteğim ağır basmıştı. Atın üzerinde eğer yoktu, seyretmiş olduğum filmlerden ata nasıl binileceğini az çokta olsa öğrenmiştim. Atı biraz daha sevdikten sonra, kendime iyice alıştırdım. Biraz çekinsem de atın sırtına bindim, bacaklarımı sallandırıp atın yelesinden tuttum. At, yavaş yavaş yürümeye başladı. Ayaklarımı atın karnına hafiften vurdurarak, atı koşturmaya başladım.

At bana alışmıştı; atla beraber epey koştuk,eğlendik. Epey bir zaman geçmişti, vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Attan indim ve yaylaya doğru yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra bacaklarımın iç tarafları birbirine değdiğinde acımaya başladı. Yürüdükçe acım çoğalıyordu. Bir müddet sonra sünnet olmuş çocuklar gibi bacaklarımı açıp zor da olsa yürüyerek yaylaya ulaştım.

Gülhanım anam benim bu halimi görünce telaşlandı. Olanları ona anlattım.
-Koçum ata eğersiz binilir mi? Bacaklarının her yanı yara olacak, dedi.

Gerçekten de bacaklarımın araları bayağı yara olmuştu. O gece ağrıdan zor uyudum. Aradan birkaç gün geçtikten sonra bacaklarımdaki yaralar iyileşti. İyileştikten sonra tekrar köye geri döndüm.

Her ne kadar bacaklarımın arası yara olmuş olsa da seyretmiş olduğum filmlerdeki kovboylar gibi ata binmiştim, çayırlıkta gönlüme göre at koşturmuştum ya önemli olan buydu. Bacaklarım yara olması hiç de önemli değildi, ata binmiş olmam her türlü acıya değerdi.

Cemal Aydoğan

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

20.Öykü - 23 Aralık 2010
DELİ ŞÜKRÜ'NÜN DOSTLUĞU

Rivayet olsa da söylenene göre her köyün ve her mahallenin bir delisi varmış. Bizim köyde de birkaç deli bulunmaktadır. Benim tespitime göre delilik insanların; kendi içinde yalnızlığı ile birlikte kaybolmasıdır.

Bizim köyde yakından tanıdığım iki deli bulunmaktadır. Birkaç tane de deli olmadığı halde lakabı deli olan insanlar da köyümüzde yaşamıştır. Tanıdığım delilerden birisinin adı Habip, diğerinin adı da Şükrü idi. Habip yaşça bizden büyüktü. Şükrü ise bizimle aynı yaşlarda idi. Habip aynı zamanda Gülhanım anneannemin uzaktan akrabası imiş. Gülhanım anamın anlatımına göre; Habip delikanlılık döneminde bir kıza aşık olur, kızı kaçırmaya çalışır fakat başarılı olamaz. Kızın akrabalarından kaçmak için merek ve samanlıklarda, dağda bayırda saklanmış.

O dönemlerde; cin, peri,hortlak v.b. gibi hikayelere inanılırdı. Gülhanım Anamın dediğine göre güya Habip cinler ve periler tarafından çarpılmış,o yüzden delirmiş. Her iki delinin de insanlara; rahatsız edilmedikleri müddetçe bir zararları olmazdı

Deli Şükrü'yü kızdırdıkları zaman kafasını devamlı kayalara vururdu. Köyün yaramaz çocukları bu durumu bildikleri için Şükrü'yü kızdırırlardı. Şükrü'yü 1959 yazında köye gittiğimde tanımıştım. Ben ona her zaman normal insanlara davrandığım gibi davranıyordum; o nedenle de aramızda bir arkadaşlık oluşmuştu.

1964 yılının yazında köye gitmiştim. Şükrü beni unutmamıştı. Bir gün köyde gezinirken; bir baktım ki birkaç çocuk Şükrü'yü yere yatırmışlar. Hemen koşarak çocukların yanına gittim. Çocuklar Şükrü'nün ellerine ve yüzüne ısırgan otunu sürüyorlardı. Bilenler bilir; ısırgan otu insanın çıplak tenine dokundurulduğunda, yakıcı bir şekilde acı vermektedir. Genelde kavga etmeyi sevmem ama kendimi korumak için saldırıya karşı koymaya çalışırım.

"Ayıptır, neden böyle yapıyorsunuz?" deyince çocuklardan birisi üzerime doğru yürüdü. Ben de çocuğu yer yatırdım; elindeki ısırgan otunu alarak çocuğun yüzüne sürmeye başladım; diğer çocuklar bunun üzerine kaçıp gittiler. Yere yatırmış olduğum çocuk; 'bir daha yapmayacağım' deyince bıraktım, o da kaçıp gitti. Şükrü yerden kalktı 'sağol Cemal beni kurtardın' dercesine sesler çıkararak beni kucakladı.

1969 ve 1972 Yıllarında köye gittiğimde şükrü ile arkadaşlığımız hep devam etmiştir. Genelde Şükrü erkeklere hep Ali diye hitap ediyordu. Beni gördüğünde her zaman ismimi doğru şekilde söylemekteydi.

2010 Yılının Ocak ayında İstanbul'a gitmiştim. Hisarüstü'nde teyzemin oğlu Naki ÖZTÜRK'lerde kalıyordum. Otobüsten inip Nakilere doğru yürürken Şükrü kahvehaneden çıktı yanıma doğru geldi. Beni kucaklayıp 'Cemal cigara verimi, cigara verimi?' diyerek beni kucakladı. Sigarayı aldım; ben de ona bir sigara verdim. Beraberce sigaralarımızı büyük bir keyifle tellendirdik.

Seneler geçtiği hâlde Şükrü'nün beni unutmaması, ismimle hitap etmesi ve bana sigara vermesi beni çok duygulandırmıştır.

"Deli de olsa insan, insandır."

Cemal AYDOĞAN - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

19. Öykü - 21 Aralık 2010
BENİ EŞEK TEPTİ

Tuzluçayır 42.Sokak'ta henüz beş yaşlarında iken; başıma gelen olay bu olay çocukluk travmalarım dan en önemlilerinden birisidir.
O dönemlerde 42. Sokak olarak adı geçen yerin; iki tarafı da karşılıklı olarak küçük bir vadi şeklinde orta yerinde, yağmur yağdığında sel olup akan bir topografik yapı vardı. Yağmur yağıp sel olduğunda karşıdan karşıya geçemezdik. Bu durumu gösteren bir çok eski fotoğraflar bulunmaktadır.Daha sonra toprak dolgu yapılıp üstü asfaltlanan şimdiki halini almıştır.

Gecekonduların yapımına devam ediliyordu. Yapım aşamasında ki en büyük korku; yıkıcıların gelip yıkmasıydı. Yıkımı önlemek için; evin içine birkaç eşya ile, çocuklar ve bebekler beşiğiyle beraber konulurdu. O dönemlerde yeni doğan çocuklar kundaklanıp beşikte yatırılırdı. Beşiğin içine yeni doğan çocukların üşümemesi için; adına höllük denilen toprak ince eleklerde elenir ısıtılıp iki bezin arasına yaydırılır çocuklarda kundaklanıp üzerine yatırılırdı.

Bir gün yeni yapılan bir gecekondunun içine birkaç çocukla beraber, Güzel (Gülden) BAL'ın beşiği konulmuştu. Yıkıcılar gelip gecekonduyu yıkmaya başladı; biz korku ile sağa, sola kaçıştık. Kadınlar yıkıcılara bağırıp; içeride beşikle beraber çocuk olduğunu anlatmaya çalıştılar. Yıkıcılar yıkımı önlemek için; beşiğin içeriye boş olarak konulduğunu düşünerek, yıkıma devam ettiler. Bebek ağlamasını duydukların da yıkımdan vazgeçip çekip gittiler. Yıkılan keresteler beşiğin üzerine gelmişti fakat Güzel'e herhangi bir zarar vermemişti.
Gecekondu yapımında kullanılan en önemli malzemelerden birisi de su idi. O dönemlerde su eşekler tarafından taşınıyordu. Eşeğin semerinin iki tarafına; kapaklı olan ikişer teneke konulup öyle taşınıyordu. Bu su taşıyıcılarına saka denilmekteydi.

İçme suyu ihtiyacı da genelde kadınlar tarafından temin ediliyordu. Suyu taşımak için çıkrık denilen bir aparat kullanılıyordu. Uzunca bir sopanın her iki ucuna omuzdan diz hizasına gelecek uzunlukta; alt tarafı kanca şeklinde bükülmüş ince inşaat demiri ile yapılıyordu. Suyu taşımak için helke yada sopadan yapılmış kulplu tenekeler kullanılırdı. Kadınlar çıkrığı omuzlarına koyup; doldurduklar su kaplarını çıkrığın kancasına asıp, aşağıya doğru uzanan demiri elleriyle tutarak taşırlardı. O dönemlerde ki çocukların da küçücük çıkrıkları bulunmaktaydı. Su temin edilen yerler çok azdı. Mahallemizin az aşağısında; suyu az aktığı için adına cıl cıl denilen bir pınarcık vardı. Birde Mamak merkezinde bulunan camiinin çeşmesinden su taşınırdı. Su doldururken kadınlar; ara sıra saç saça baş başa kavga ederlerdi. Bu kavgaların bir çoğuna şahit olmuşumdur.

Bir gün 42.sokağın orada oynarken; yukarıdan aşağıya doğru su taşıyan bir sürü eşeğin, ürkmüş bir şekilde koşarak geldiğini gördük. Korkuyla evlerin arasına koşuşturmaya başladık. O telaşla kaçarken arkadaşımız olan bizim akran Yakup GÜNEL' le çarpışıp yere düştük. Yakup yerden kalkıp kaçarken; ben ürken eşeklerin arasında kalmıştım. Tam doğrulduğum sırada eşeğin birisi; alnımın tam orta yerine çiftesini savurdu. Alnım kocaman bir şekilde şişti, gözlerimin üst tarafı morardı. Acılar içinde kıvranırken Güssün babaannem geldi beni eve götürdü. Mısır ununu haşlayıp hamur haline getirip bir bezle alnıma sardı. Bu şekilde birkaç gün yattım. Hamur ekşidiği için feci şekilde kokuyordu.

Bir eşek gördüğüm zaman bu olayı hatırlarım; garip bir his olarak da alnımın orta yerinin acısını, mısır hamurunun kokusunun duygusunu taşırım.

Cemal Aydoğan - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

18. Öykü - 22 Aralık 2010
İLK TOSTU NASIL YEDİM?

1968 Yılında Ankara Başkent Lisesi 2. Sınıfta okumakta idim. Başkent Lisesi evimize uzaktı; ancak bir vasıtaya binerek gidebiliyordum. Genelde okula otobüse binip gidiyordum. Öğrenci olduğumuz için, pasomuz bulunmaktaydı. Bilet ücretleri o dönemde tam 50 Kuruş, paso % 25 indirimli olarak 25 kuruş idi. Şimdiki öğrenci bilet ücreti; tam bilet ücretin yaklaşık % 25 ile 35 arasın da indirimli olarak satılmaktadır. Bana göre bu durum Liberal Ekonomi'nin getirdiği en büyük haksızlıklardan birisidir. Öğrenciler bu haksızlığı gidermek için dava açsalar tahminime göre kazanabilirler.

Babam o dönemlerde Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde; Sürveyan kadrosunda Memur olarak çalışıyordu. Biz 7 kardeşiz, en büyük çocuk da benim ve 3 kardeşim daha okula gidiyordu. Kız kardeşim Zeliha Abidinpaşa Ortaokulu'nda okumakta idi. Okullarımız aynı istikamette olduğu için; ikimiz ancak otobüsle gidebiliyorduk. Babam Memur maaşının yettiği ölçüde bize okul harçlığı verebiliyordu.

Babam ikimize ancak 50 Kuruş ile 1 Lira arasında okul harçlığı verebiliyordu. Ben birde delikanlılık özentisi olarak sigaraya başlamıştım. Fiyatı 110 Kuruş olan Birici sigarası içiyordum. Amcalarımın oğulları Hasan, Hüseyin ve Dursun da sigara içiyorlardı. 4 Amcaoğlu harçlıklarımızdan artırdığımız paralarla ortaklaşa sigara alıp içerdik. Yaz tatillerinde de inşaatlar da çalışırdık, o zaman sigara almak için sıkıntı çekmezdik.

Okulumuzun kantini vardı. Burada simit, poğaça, bisküvi, tost v.b. yiyecekler satılırdı. Acıktığım zaman genelde simit ya da poğaça alıp yerdim. Tost almaya paramız yetmezdi. Durumu iyi olan arkadaşlarımız tost yaptırıp yerlerdi.
Cüneyt adında bir arkadaşım vardı; genelde tost yaptırıp yerdi, bende imrenerek bakardım. Cüneyt arkadaşımızın bir özelliği vardı, çok iyi koşardı. Bu konuda da epey iddialı idi. Ama ben ondan daha süratli koşardım; fakat Cüneyt bu durumu bilmiyordu.
Bir gün Mustafa adında bir arkadaşım ile bir plan yaptık. Mustafa plan gereği Cüneyt ile benim daha iyi koştuğumu söyleyerek iddiaya girecekti. Mustafa ile birlikte kantine gittik. Cüneyt tost yaptırıyordu. Yanına gittik; Mustafa benim daha iyi koştuğumu onu geçebileceğimi Cüneyt'e söyledi. Cüneyt tostu yaptırıp eline aldı. Ben Cüneyt'in elinden tostu kaptım; kantinden dışarı çıkıp okul bahçesinde koşmaya başladım. Koşarken bir taraftan da tostu yemeye çalışıyordum. Cüneyt peşimden koşmasına rağmen beni yakalayamadı. Bir müddet sonra iddiayı kazandığımızı söyleyerek pes etti. Tabi ki o kargaşa içerisinde bende tostu bir güzelce yemiştim.

Zil çaldı derse girdik. Teneffüste Cüneyt kantinde tekrar tost yaptırdı. Mustafa ''iddiayı kaybettin ikimize tost ısmarla diyince'' Cüneyt ikimize tost ısmarlamak zorunda kalmıştı. Ben o gün 2 tane tost yemiştim; Mustafa da benim sayemde bir tost yemişti. Hayatım da ilk defa tostu bugün yediğimi Mustafa'ya söyleyince bende ilk defa yedim diye cevap vermişti. Birbirimize şaşkınlıkla bakarak gülmüştük.

Yaklaşık 10 sene sonra Cüneyt ile Kızılay da karşılaşmıştık. Ona yıllar önceki bu olayı anlattım. Beni boşuna koşturtmuşsunuz; deseydiniz birer tostta size yaptırırdım demişti. Cüneyt sana olan 3 tost borcumu bugün sana ödeyeyim dedim. Beraberce bir pastaneye gittik. Bana 2 tost ona da 3 tost yaptırdım. Cüneyt iki tostu yedikten sonra; bu tost fazla gelecek gel bölüşelim dedi. Tostu böldük yedik. Cüneyt bana dönerek; tost borcunu tam ödemedin bana hala yarım tost borcun var diyince beraberce gülmüştük. O tarihten sonra Cüneyt ile görüşemedik sizin anlayacağınız hala yarım tost borcum durmaktadır.

Cemal Aydoğan - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

17. Öykü - 21 Aralık 2010
HÜSEYİN, AT ARABASI ALTINDA

Tuzluçayır'da oturduğumuz dönemde 6 yaşlarında yaşadığım bir olay; belleğimde hala tazeliğini korumaktadır. O dönemlerde Mamak Tren İstasyonu'nun arka tarafında kömür deposu bulunmaktaydı.Genelliklede gazı alınarak elde edilen kok kömürü kullanılırdı.Tahminime göre de Maltepe semtinde Havagazı Fabrikası vardı,kömür oraya getirilip gazı alınıp kokkömürü haline getiriliyordu. Sobada yakıldığı gibi birde yemek pişirmek için; Mantıs denilen şimdiki peynir tenekesinden yapılmış ola aparatta kullanılıyordu. Mantıs şöyle yapılmaktaydı; Bir teneke alınıp üst kapağı çıkarılıyor, dikine olan yerin tam ortasından ızgara yapılacak şekilde; karşılıklı dört tarafından delikler delinip ince inşaat demiri konuluyordu. Tenekenin yarısından üst tarafında kalan bölümün iç tarafına kiremit parçaları ya da sobalarda kullanılan ateş tuğlaları yerleştirilip, yüzeyi çamur veya ateş toprağı ile sıvanıyordu. Alt kısmından hava akımını sağlamak için tenekenin bir yüzeyine de küçük bir boşluk açılıyordu. Üst tarafta elde edilen boşluk kısmına da kokkömürü konulup; yakılarak kullanılıyordu. O dönemlerde şimdiki bildiğimiz mangal yoktu , aynı zamanda mangal işlevini yerine getiriyordu. Kömürleri taşımak için de genelde iki atın çekmiş olduğu at arabaları kullanılıyordu. Yollar bozuk olduğu için kömürler dökülmekteydi. Dökülen kömürleri de toplayıp eve getirirdik. Genelde kömür toplamaya giden bizden büyük çocukların peşine takılırdık. Akrabamız olan Mustafa AYDOĞAN kömür deposunda bekçi olarak çalışmaktaydı.

O dönemde kömür toplamaya giden çocuklar; Bekçi Mustafa'nın oğulları Ali, Hüseyin, Sefa, Mehmet amcamın kızları İpek, Güleser, Emine, Mustafa amcamın kızı Fatma, oğlu Hüseyin , Muharrem Günel' in oğlu Yakup aklıma gelenleri sayabiliriz.

O dönemlerde ki oyunlardan birisi de at arabaların peşinden koşup arkasına takılmaktı. Genelde at arabası sürücüleri bu duruma ses çıkarmazlardı. Bazı sürücülerde at sürerken kullandıkları uzun kamçıları; bize doğru savurup arabadan inmemize neden olurlardı. Yine bir gün kendi akranlarımız olan çocuklarla kömür toplamaya gitmek için; at arabasının peşinden koşup arkasına takıldık; Laz bakkalın oraya doğru yaklaşırken sürücü kamçıyı üzerimize doğru salladı, biz can havliyle atlayıp kaçmaya çalıştık. O sırada Mustafa amcamın oğlu Hüseyin yere düştü; kalkmaya çalışırken arkadan süratle gelen at arabasını altında kaldı. Sürücü arabayı yavaşlatmak istemişti; fakat atlar Hüseyin' in üzerinden geçip ancak durabildiler.

Hüseyin yerde yatıyordu; bacakları, kolları ve bedeninin bir kısmı yara bere içindeydi. Laz bakkal bizi tanıyordu,Hüseyin'i yerden kaldırıp kucaklayıp bakkalın yanına getirdi, su içirdi. Askeri bir cip yoldan geçiyordu Laz bakkal cipi durdurdu, cipe bindirip Hüseyin'i hastaneye götürdüler. Amcamların evi bakkala yakındı haber vermişler, biz eve dönerken amcama rastladık, durumu anlattık, amcam hemen hastaneye gitti. Hüseyin'in bedeninde ezilmeler ve yaralar oluşmuş herhangi bir kırık olmamıştı. Eğer Hüseyin atların arsında kalmayıp da; tekerlerin arasına düşseydi hayatını kaybedebilirdi.

Birkaç gün hastanede yattıktan sonra eve getirdiler. Biz de ziyaretine gittik. Bir süre sonra Hüseyin iyileşti; yine kömür toplamaya gidiyorduk . Arabaların peşinden koşup arkasına takılmaya tabi ki son vermedik ama daha dikkatli olmaya özen gösterdik.

Cemal AYDOĞAN - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

16. Öykü - 18 Aralık 2010
KÖYDE İKİ GENCİN ÖLÜMÜ

1959 Yılının yazında Hüsnü dayım beni köye götürmüştü. Günlerim benim akran çocuklarla oyun oynamakla geçiyordu. Bazı günlerde oğlak yaymaya gidiyordum. Gücüm yettiğince de Gülhanım anama yardımcı olmaya çalışıyordum.

Bir gün Gülhanım anam aşağı mahalleden 16-17 yaşlarında bir gencin öldüğünün haberini almıştı. Ölen kim neden ölmüş diye sordum. Gencin adının Mustafa olduğunu, ayak parmağını taş düşüp yaraladığını epeydir hasta olarak yattığını ve kangren olup öldüğünü öğrenmiştim. Gencinde zurnacı İzzet BAL'ın kardeşi olduğunu söylediler. İzzet amcayı Ankara'dan tanıyordum.Babamlarla beraber tuğla duvar işlerinde çalışıyordu. Aynı zamanda komşumuz olan Arif BAL'ın akrabası idi, ara sıra onların evlerine gelip gidiyordu. Gencin ölümüne çok üzülmüştüm.

1957 Senesinde kardeşim Kemal henüz 6 aylıkken ölmüştü, ölen insanların tekrar geri gelmeyeceğini o zaman öğrenmiştim. Gülhanım anam cenaze evine gitmek için yola çıktı, benim gitmemi istememişti. Gizlice Gülhanım anamı takip ederek; cenazenin olduğu yere gittim. Cenazeyi geniş bir harmanlığın oraya getirmişlerdi. Büyük kazanlarda odun ateşinde sular kaynatılıyordu. Kadınlar çeşitli ağıtlar yakarak ağlaşıyordu. Cenazeyi yıkadıktan sonra; bir tabuta koydular, alıp mezarlığa götürdüler. Gülhanım anam beni gördü. "Mezarlık uzak sen oraya kadar yürüyemezsin, sen doğru eve git." dedi. Geldiğim yolları ezberlemiştim, eve geri döndüm.

Köyde birçok akrabamız bulunmaktaydı. Bunlardan birisi de halam olan Gülbeyaz BAKAR' dı, ara sıra onların evlerine de giderdim. Fikri adında 18- 19 yaşlarında bir oğlu vardı, harmanda düven sürerken beni de bindirirdi; beraberce eğlenirdik.

Bir gün Fikri ağabeyimin ayağına biley taşı düştüğünü ve ayağının ezildiği haberini almıştım. Hemen ziyaretine gittim, yatakta uzanmış yatıyordu. Ayağındaki yarasını görmek istedim, bana göstermedi. Ayağından kokular geliyordu. Çeşitli kocakarı ilaçları ile tedavisi yapılıyordu. Ara sıra Fikri ağabeyimi ziyarete gidiyordum. Bir gün öldüğünü öğrendim; çok üzülmüştüm. Hemen koşarak evlerine gittim. Kadınlar çeşitli ağıtlar yakarak ağlaşıyorlardı, ben de ağladım. Cenazeyle beraber mezarlığa kadar gittim.

Bu iki gencin ölümü bende derin izler bırakmıştır. O dönemlerde kasabamız olan Şiran'da hastane yokmuş. En yakın hastane de komşu ilimiz olan Erzincan'da bulunmakta imiş ve ulaşım sorunu olduğu için de gidilmesi çok zormuş. Eğer hastaneye götürülebilse bu iki genç ölmeyebilirdi. Seneler sonra Gülbeyaz halamla konuştuğumuzda "Çok cahilmişiz, bileydim oğlumu kağnı arabasına yükler Erzincan' da ki hastaneye götürürdüm." demişti.

Bir de babamdan gazyağının; bu tür ezilmelere ve çivi batmalarına karşı iyileştirici özelliğinin olduğunu öğrenmiştim. Babamlar da o dönemlerde gazyağının iyileştirici özelliği olduğunu bilmiyorlarmış, sonradan öğrenmişler. İncelediğimde gazyağının mikrop öldürücü ve yara iyileştirici özelliği olduğunu tespit ettim. Eğer bu bilgi zamanında bilinebilseydi bu iki genç ölmeyebilirdi. Mesleğim gereği bu tür iş kazalarına tanık olmuşumdur,çalışmış olduğum şantiyelerde ecza dolabının yanında devamlı bir şişe gazyağı bulundurmaktayım.

Cemal AYDOĞAN - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

15. Öykü - 17 Kasım 2010
NASIL TAVUK ÇALDIM?
Köyde yaşayanlar şunu çok iyi bilirler ki, yeni yetme köy delikanlıları komşularının kümeslerinde bulunan hayvanları çalıp bir güzelce pişirip yerler. Sanki bu olay delikanlılığın ispatı gibidir ve anladığım kadarıyla da bir gelenek gibi süregelmiştir.
1969 yılının yaz tatilinde köye gitmiştim. Okuyucular "Camızın öfkesi ve sevginin gücü" öyküsünden benim o sene orda olduğumu bilmektedir. Mümkün olduğu kadar kendimi köy yaşantısına adapte etmeye uğraşıyordum. Genelde camız yaymaya gidiyordum. Ara sıra da Müsahip ağabeyim Şükrü AYDOĞAN ile köy çevresinde geziniyordum.
Bir gün Şükrü ağabeyimle gezintiden geldik, karnımız çok acıkmıştı. Mutfağa bakındık yiyecek bir şey bulamamıştık. Evdekiler ekilen buğdaylar olgunlaştığı için; tarlada hasattaydılar.
Şükrü ağabeyim:
-Cemal gel kümese gidelim bir tavuk alıp kesip yiyelim, dedi.
-Bize kızmazlar mı? diye sordum.
- Niye kızsınlar, diye karşılık verdi.
Bunun üzerine beraber kümese gittik. İçerideki kümes hayvanlarından birini yakaladıktan sonra kesip yiyecektik. Şükrü ağabeyim kümese epey bakındıktan sonra bana doğru dönerek:
-Bizim keseceğimiz tavuk kümeste yok, Ethemgilin gelini İpeklerinin kümesine gitmiştir, gidip alıp gelelim, dedi.
Bunun üzerine Şükrü ağabeyimle kalktık İpek'lerin kümesine gittik. İpek, yakın akrabamızdı. Babamın dayısının torunuydu. Kümesin içindeki tavuklara bakınırken Şükrü ağabeyim bir tavuğu işaret ederek:
-Şu tavuk bizim, içeri gir yakala al getir, dedi.
Ben de kümese girdim; epey kovalamadan sonra tavuğu bacağından yakaladım. Hemen eve geldik; evin aşağısında akan derenin yanında büyük bir kayanın olduğu yerde tavuğu kestik. Tavuğun tüylerini yolarak pişirilecek hâle getirdik. Tavuğu tavaya koyup tereyağı ile pişirmeye başladık. Sofrayı kurduk; tam yemeye başlarken dış kapı gürültülü bir şekilde çalmaya başladı.
Şükrü ağabeyim pencereden kapıya doğru baktı. Gelenin İpek olduğunu görünce bana dönüp parmağını ağzına götürerek sus işareti yaptı.
Dışarıda İpek bizim köye has küfürler ederek:
-Komşular görmüş, benim tavuğu çalmışsınız, utanmıyor musunuz? diyerek söylenip duruyordu.
Şükrü ağabeyim
-Cemal yanlışlıkla bizim tavuk zannedip sizin tavuğu alıp gelmiş, biz de kesip pişiriyoruz, parası neyse verelim, dedi.
Her ne kadar İpek bu yalana inanmamıştı ama yapabileceği bir şeyde yoktu. Ne de olsa ben onun yakın akrabasıydım. Ben de Şükrü ağabeyimin yaptığı sus işaretinden dolayı işin doğrusunu söyleyememiştim. İpek Şükrü ağabeyime:
- Madem öyle Cemal yanlışlıkla bizim tavuğu almış, o zaman pişirdiğiniz tavuğun yarısını bana verin, dedi.
Bunu üzerine pişirdiğimiz tavuğun yarısını vermek zorunda kaldık. İpek tavuğun yarısını alıp gitti. Ben Şükrü ağabeyimin oyununa gelmiştim ama yapabilecek bir şey yoktu. Şükrü ağabeyim tavuk çalmanın köyde olağan bir şey olduğunu bana anlattı.
Her ne kadar tavuğu çalmış olsak da çaldığımız tavuğun yarısını da İpek alıp götürmüştü. Anlayacağınız biz tavuğu çalmıştık lakin yediğimiz tavuğun yarısıydı. Yarım tavuk da ikimize yetmemişti. Sofradan yarı aç yarı tok kalkmıştık. Ne zaman tavuk pişirip yesem bu olay aklıma gelir ve gülümserim.
Cemal Aydoğan - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

14. Öykü - 17 Kasım 2010
KÖYDE YARIM KALAN KOYUN ÇALMA
1969 yılının yazında başımdan geçen bu olay bende derin izler bırakmıştır. O yüzden de bu olayı siz okuyucularla paylaşmayı kendimde bir zorunluluk olarak hissettim.
Köyde yaşlılarla sohbet ettiğimiz anlarda başlarından geçen birçok olayı gözlemleyerek dinlemiştim. Çoğunlukla da bizim yaylalarda diğer köylerden gelip koyun otlattıklarını, köy delikanlılarının da koyunları çalıp beraberce pişirip yediklerini söylemişlerdi. Bu olay da genelde köy delikanlıları için övünülecek bir gurur kaynağı sayılıyormuş.
Bir gün yaylaya gezmeye gitmiştim. Çevrede gezinirken ileriden bir koyun sürüsünün yaklaşmakta olduğunu gördüm. Koyun sürüsü vadilik bir yerden geçmek üzereydi. Anlatılanlar aklıma geldi, hemen bir koyun çalıp köye götürmeye karar verdim. Ne de olsa 16 yaşında olmama rağmen kendimi yetişkin bir delikanlı gibi hissediyordum.
Araziye baktım ileride çukurluk bir yer vardı, koyunlar da oradan geçmek zorundaydı. Saklanarak çukurlu olan o yere geldim, boyum üst tarafa zor yetişiyordu. Ayağımın altına biraz taş döşedim, oradan bakmaya çalıştım ama boyum yetmemişti.
Kendimce bir plan yaptım. Nasıl olsa koyunlar yamacın olduğu yerden geçecekti, ben de göremesem bile elimi uzatıp koyunun bacağından yakalayıp, çukurluk yere indirebilirdim. Çan sesleri duymaya başladım; biraz sonra koyunlar yamacın olduğu yerden geçmeye başladı. Taşların üzerine çıktım, elimi geçen sürüye doğru uzatarak birisini çekip aşağıya indirdim. Beraberce yuvarlanıp çukura indik. Aşağıya indirdim bir baktım hayvan pantolonun paçasını çekiştiriyordu. Ben o kargaşa içinde yanlışlıkla sürüde bulunan kangal cinsi köpeğin bacağını yakalayıp aşağıya indirmiştim. Can havliyle yerden taş alıp köpeğin kafasına vurdum. Köpek korkudan kaçıp gitti. Gürültüyü duyan çoban gelmiş ve bana bakıyordu. Çobana dönüp:
-Ben gezintiye çıkmıştım, köpeğiniz benim üzerime saldırdı, kafasına taş vurup kendimi zor kurtardım, dedim.
Çoban:
-Delikanlı kusura bakma bir yerinde bir şey var mı? diye sordu.
-Köpek bir yerimi ısırmadı, bir şeyim yok, diye karşılık verdim.
Bir koyun çalma olayım az daha bir faciaya dönüşebilirdi. Köpeğin bana hiçbir şey yapamamış olmasına çok sevinmiştim. Lakin koyunu çalıp köye götürebilseydim, bu olay benim için büyük bir övünç kaynağı olacaktı.
Her ne kadar yaşım 16 olsa da kendimi delikanlı gibi zannediyordum. Seneler sonra o yaşta delikanlı olunamayacağını öğrenmiştim. Lakin koyunu çalıp köye götüremediğime de çok üzülmüştüm. Bu olayı utancımdan kimseye anlatamamıştım . Şimdi utanılacak bir durum kalmadığına göre bu öykümü de yazdım.
Cemal Aydoğan - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

13. Öykü - 14 Kasım 2010
SAYI SAYMA
1969 senesinde 42.sokak sakinleri olarak, yeni yılı kutlamıştık. Mahallemizin yaşlılarından bir kısmı bizim köy geleneklerimize göre; yeni yılın 13 Ocakta sayı sayılıp öyle kutlandığını belirttiler. Sayı sayma geleneğinin ne olduğunu da anlattılar. Anladığımız kadarıyla köyün delikanlıları bu oyunu oynuyorlardı.
O zamanki yeni yetmeler (henüz 14, 15, 16 yaşlarında) olarak; kulaktan dolma bilgilerle sayı saymaya karar verdik. Sayı sayma geleneği ile ilgili merak edilenler de Muzaffer BAL tarafından yazılmış olan yazıdan öğrenilebilinir. Edindiğimiz bilgilerden; oyunda gelin, şişman, jandarma, hortlak, zenci, ayı, bulgur ve yağ toplayıcıları olması gerekiyordu. Sıra sayı saymamız için gerekli olan oyuncuları bulmaya gelmişti.
Kendi aramızda epey bir görüşmeden sonra oyunda rol alacakları belirlemeye başladık. Şişmanı Sait GÜNEL, Jandarmayı Hüsamettin AYDOĞAN, hortlağı Dursun AYDOĞAN, zenciyi Sefa AYDOĞAN, ayıyı Abdurrahim KARA üstlenmişti. Gelin rolünü kimse üstlenmiyordu. En nihayetinde bu rolü ben üslenirim dedim. Oyuncular tamamlanmıştı ve oyun hazırlıklarına başladık.
Sait, o zamanlar zayıf bir çocuktu, üst üste birçok elbise giydirerek şişman hale getirdik. Sefa, her ne kadar da kara bir çocuk olsa da zenciye benzemiyordu. Siyah yağlı boya ile ellerini ve yüzünü fırça ile bir güzel boyadık. Dursun'a dedemin gece giymiş olduğu uzun fanilasını giydirdik, omuzlarını olduğu yerden bir sopa geçirip, ellerini ve yüzünü bir güzelce unladık. Hüsamettin de (babası o zamanlar askeriyede sivil memur olarak çalışıyordu) jandarma kıyafetini tedarik etmişti. Abdurrahim de ayıya benzer bir post ayarlamıştı. Ben de annemin fistanını giydim, başıma da çitini bağladım, ayağı büyük olan kızlardan birinden de ayakkabı ayarladım.
Oyuna başlayıp, sırayla mahallenin evlerini gezmeye başladık. Oyun güle oynaya gece yarısına kadar sürmüştü. Bulgur ve yağ toplayıp ertesi günde hatırladığım kadarıyla pilav yaptırıp dağıtmıştık.
O günlerden kalan beş olay hafızamda unutulmayacak izler bırakmıştır.
Birincisi: Sırayla evleri gezmeye başlamıştık. Durmuş (Dursun) AYDOĞAN'ın evine geldiğimizde Durmuş amca bana dönerek
-Gelin fene de güzelmişsin seni oğlum İzzet'e alayım mı? dedi.
-Kala kala kara oğluna mı kaldım! diyerek cevap vermiştim
İkincisi: Oyundan sonra Sefa'nın boyadığımız yerlerini gazyağı ile silmiştik. Boyanan yerler bayağı yara olmuştu, farkında olmadan az daha cilt zehirlenmesine uğrayacaktı. Köyde karaya boyama işini odun yakıp çıkan malzemeden yapıyorlarmış. Bunu da büyüklerimizden sonradan öğrenmiştik.
Üçüncüsü: Sayı gecesinde kızlar boncuktan toptu denilen süs eşyasını yapar ve saklanırlarmış. Erkeklerde göz koydukları kızları saklandıkları yerlerde bulup yaptıkları toptuyu ellerinden almaya çalışırlarmış. O gece Esma ve Seher Aydoğan'ı bütün gece aramamıza rağmen bulamamıştık. Ertesi gün Seher ve Esma'nın sırf toptularını erkeklere kaptırmamak için Mamak'ta sinemaya gittiklerini ve o yüzden de bulunamadıklarını öğrenmiştik.
Dördüncüsü: Oyun da gelininin kaçırılıp şişmandan (gelinin kocası) saklanması gerekiyordu. Neyse beni (gelin) kaçırıp, bulunmamam için bir evde saklanılmam gerekiyordu. Kemal KARA'nın (Mehmet Kara'nın babası) evine kaçırdılar. Bir ara tuvalete girdim pencereden kaçarak dışarı çıktım, bahçe çitlerinin üzerinden atlayıp kaçarken üzerimdeki fistan takıldı ve yırtıldı. Beni yakaladılar ve arkadaşımız olan Mehmet AYDIN'ların evine götürmeye karar verdiler. Ev bizim mahallemize biraz olsa uzaktı, oraya gitmek içinde Dutluk Caminin yanından geçmek gerekiyordu. Neyse Mehmetlerin evine gitmek için yola çıktık. İki kişi kaçmamam için iki yandan kollarıma girmişlerdi. Camiye yaklaşmadan o zamanlar sigaraya yeni başlamıştım; bir sigara yaktım. Caminin yanından geçerken cemaat da yeni dağılıyordu. Elimde sigarayı görenlerden birisi:
-Kadına bak utanmadan sigara yakmış içiyor! diye söylenmişti
Adam kadın zannettiği kişinin erkek olduğunu nerden bilebilirdi. Biz gülerek yanlarından geçip yolumuza devam etmiştik.
Bu sayı sayma olayı ilk ve son olmuştu. O tarihten sonrada hiçbir zaman sayı sayılmadı ve kanaatim odur ki bir daha da sayı sayma olayı olmaz.

Cemal AYDOĞAN
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

12. Öykü - 10 Kasım 2010
107 LİRANIN SIRRI

Genelde insanlar, bir gün çok para kazanacağına inanarak çeşitli şans oyunları oynamaktadır. Ben de ara sıra para kazanacağımı umut ederek şans oyunları oynamaktayım. 1997 yılının Aralık ayında oynamış olduğum sayısal lotodan 5 tutturarak o zamanki para ile 300 milyon lira kazanmıştım. Sonraları da birkaç defa 3 ve 4 tutturdum. On numara çekilişinde de bir kere sekiz iki defa da 7 tutturdum.

4 Mart 2009 tarihinde de şans topu oynamıştım. Akşam evde televizyon izliyordum, kanalları gezinirken bir ara TRT-1 ekranlarında şans topu çekilişi olduğunu fark edip izledim. Çekiliş bittiğinde çıkan numaralar bana hiç de yabancı gelmemişti. Ara sıra oynadığım 5'li kupon vardı. Hemen kalktım gömleğimin cebinde olan kuponu aldım. Çıkan numaralar sırasıyla 9-12-21-24-33+5 ti. Benim kuponda 9-12-18-21-33+5 vardı. Benim kupon 4+1 tutmuştu; tek rakamla büyük ikramiye olan 5+1'i kaybetmiştim. Çıkan ikramiye miktarı 107 lira olmuştu. Gayri ihtiyari olarak yukarıya doğru elimi uzatıp, "Bari bir rakam daha tutsaydı da hayatıma yeni bir yön verebilseydim." diye kendi kendime söylendim. Biraz daha televizyon izledikten sonra yattım uyudum.

Sabah kalktım. Proje denetçisi olarak çalıştığım şirkete gidecektim. Saat 09:00 civarında telefon çaldı. Erayan İstanbul'da oturan kardeşim Sinan'dı. Müsahip ağabeyim Süleyman AYDOĞAN 30 Ocak 2009 tarihinden beri kayıptı, bugüne kadar sağlıklı bir haber alınamamıştı. Süleyman ağabeyimin cenazesinin Haliç'teki denizde bulunduğunu, cenazesinin köye götürüleceğinin haberini verdi. Bu habere çok üzülmüştüm. Hemen köye gidebilecek insanlara ulaşmaya çalıştım. Birkaç tanıdığıma telefon açtım ulaşamadım. Haberi duyanlar çeşitli vasıtalarla köye hareket etmişlerdi. Mahallemizde bulunan köy derneğine uğradım. Orada İsmail AYDOĞAN'a rastladım, enişteleri olan Zeki ŞAHİNTAŞ'ın minibüsü ile köye gideceklerini öğrendim. Benim de onlarla köye gideceğimi bildirdim. Eve geldim kendime yolculuk için ufak bir valiz hazırladım. O anda üzerimde 20 lira para vardı, şirkete telefon açtım, muhasebeciye durumu izah ettim. Muhasebeci öğleden sonra ancak para aktarabileceğini belirtti.

Bir an düşündüm aklıma akşamki kazandığım 107 liralık ikramiye geldi. Mahallemizde bulunan loto bayisine kuponu götürüp parayı aldım. Derneğin önünde bekleyen Zeki'nin minibüsüne binerek köye hareket ettik. Uzun bir yolculuktan sonra köye vardık. Gece akrabamız olan Celal Bakar'ın evinde kaldım.

Ertesi gün öğleden sonra Süleyman ağabeyimin cenazesini kıranın ardı denilen köy mezarlığına defin ettik. Kış ayı olduğu için köyde epeyce kar vardı. Yolda yürürken karların üzerinde uçuşan sinekleri fark ettim. Karların üzerine konmaları dikkatimi çekmişti, ilk defa böyle bir olaya şahit olmuştum. Daha önceki anlatmış olduğum köy öykülerinden anlaşacağı gibi hep yaz tatillerinde köyde bulunmuştum. Köyün büyüklerine bu olayın ne olduğunu sordum. Öğrendiğim kadarıyla bu mevsimde bu olay her sene devamlı tekrarlanıyormuş.

Köyde iki gün Naci BAL ile çeşitli yerleri gezdikten sonra tekrar Zeki'nin minibüsü ile sabah Ankara'ya hareket ettik. Yolda somun ekmeği ve şekerli leblebi aldım. Akşam üzeri mahalleye geldik. Eve giderken nescafe almak için bakkala uğradım, elimi cebime attım, bozuk para aradım yoktu. Sadece 20 lira para vardı, parayı verip nescafeleri alıp eve geldim. Cebimdeki parayı nereye harcadığımı merak etmiştim. Hemen hesap yaptım, Zeki'ye gidiş geliş parası olarak 100 lira vermiştim. Almış olduğum ekmek ve şekerli leblebi 7 lira tutmuştu. Yolculuk boyunca tamı tamına 107 lira para harcamıştım. Bunun üzerine yukarıya doğru elim uzatarak tamam mesele anlaşılmıştır diye kendi kendime söylendim. Bu olayla ilgili yorumu da siz okuyuculara bırakıyorum. Nasıl yorumlarsanız yorumlayın.

Cemal Aydoğan
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

11. Öykü - 13 Haziran 2010
CAMIZIN ( MANDA ) ÖFKESİ VE SEVGİNİN GÜCÜ

1969 yılının yaz tatilinde köyümüz olan Kırıntı'ya geziye gitmiştim. O dönemlerde annemin annesi olan Gülhanım anamlar da kalıyordum. Köyde bir çok aile inek, öküz, koyun gibi hayvanların yanı sıra camız da beslemekteydi. Gülhanım anamların da 2 tane camızı vardı.

Çocukluğum dan beri bir çok hayvan besledim, o yüzden de hayvanları çok severim. Bizim akranlarımız kızlı erkekli köyün uygun olan meralarında hayvan otlatmaya giderdi. Sabah erkenden kalkar camızları gün ağarıncaya kadar otlatmak için akranlarımla beraber meraya giderdim.

Gülhanım anam bana yiyecek ve içeceklerimi koymam için bir tane azık heybesi ayarlamıştı. Heybenin içine genellikle o dönem de fırınlarda pişirilen; büyük bir ebatta esmer buğdaydan yapılan somun ekmekler bulunurdu. O somun ekmeklerin kokusu ve lezzeti hâlâ hafızamın bir kenarında durmaktadır. Yanına da genelde haşlanmış yumurta, çökelek, yeşil soğan vs yiyecekler konulurdu. Bir şişenin içine de yoğurt koyardık. Yoğurda biraz su katarak çalkalayıp ayran yapardık.

Camız yaymaya giderken elimizde ucunda çivi çakılı olan modul denilen bir veya bir buçuk metre boyunda düzgün bir sopa bulunurdu. Bu sopalarla herhangi bir tehlikeye karşı kendimizi korur,camızları da idare ederdik.

Camızlar yayılırken bir kişiyi sırayla gözcü koyar, kendi aramızda çeşitli oyunlar oynardık. En büyük eğlencelerimizden birisi de camızların sırtına ata biner gibi oturup, camızları koşturup kendi aramızda yarış yapardık.

Yine birgün camızlara binip yarış yapmak üzereydik. Aşağı mahallede oturan ismini tam hatırlamadığım kızlardan birisi camızın arkasından yaklaşıp kaba etlerine modulun çivisini batırdı. Camız can havliyle koşmaya başladı, ben biran sendeledim, camızın boynuzlarına tutunarak, (genellikle camızı güzelim bir tanem diyerek severdim) güzelim bir tanem diyerek kulağına fısıldadım. Camız biraz koştuktan sonra aniden döndü, kendisine modulu batıran kıza doğru koşturmaya başladı. Kız can havliyle koşarak ilerde bulunan ekinlerin içine girerek saklandı. Camızın sırtından indim; biraz sevdim okşadım, zora ki olsa da sakinleştirdim.

Camızları yaymaya her gittiğimizde camız, kızı gördüğünde öfkeleniyor, huysuzlaşıyordu. Bu birkaç gün devam etti. Bayağı endişelendiriyordum. Camızın kıza bir zarar verebileceğinden kaygılanıyordum.

Kızı camızla barıştırmaya karar vererek kafamda bir plan hazırladım. Camızın arkası dönükken kızı arakama saklayaıp, usulca yanına yaklaştım ve elimle vücudunu okşamaya başladım. Kıza da işaret ederek elini camızın vücuduna değdirmesini söyledim. Kız ürkerek camızın vücudunu okşamaya başladı. Camız geriye doğru bakıp ilkönce homurdandı sonra sakinleşerek kuyruğunu zevkle sallamaya başladı. Ben sevmeye devam ederek yavaşca camızın önüne yaklaştım ve kafasını okşamaya başladım. Camız dilini çıkartıp kolumu yaladı. Yeterince sakinleşmişti. Kıza işaret ederek aynı şeyleri yapmasını söyledim. Kız, camızın vücudunu okşayıp ürkerek de olsa yavaşça önüne doğru geldi, kafasını okşamaya başladı.

Camız tamamen sakinleşmişti, dilini çıkarıp kızın kolunu yalamaya başladı. Her zaman yaptığım gibi camızın alnının ortasına bir öpücük kondurdum. Kıza da işaret ettim, o da bir öpücük kondurdu. Nihayet camızın öfkesi dinmiş, kızla arasında güzel bir dostluk başlamıştı.

O günden sonra camız, kızı gördüğü zaman huysuzlaşmadığı gibi kendisini sevmesine de hiç ses çıkarmadı.

Bu olay hafızamda sevginin gücünün ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren tatlı bir anı olarak kaldı.

Cemal AYDOĞAN
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

10. Öykü - 22 Nisan 2010
LEBLEBİLİ MAMA

Babamların yerleşik olduğu Kırıntı köyü; Gümüşhane ili, Şiran ilçesine bağlı Doğu Karadeniz bölgesinde; yaklaşık 1700 metre rakımında bulunmaktadır. Karasal iklim hakim sürmektedir.

Köyde o dönemlerde geçim kaynağı tarım ve ufak çapta hayvancılık yapılarak sürdürülmekte, fakat bu yeterli olmadığından dolayı insanlarımız devamlı surette gurbete giderek yaşamlarını sürdürmekteydiler.

Köydeki nüfus artışıyla birlikte araziler yetmemeye başlayınca zorunlu olarak köyden göç olayları olmuştur. Bu göçte genellikle Ankara, İstanbul ve çevredeki diğer illere olmuştur. Yabancı ülkelerin işçi ihtiyaçlarından dolayı da insanlarımızın bir kısmı da dışarıya göç etmişlerdir. Halen Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere v.b. ülkelerde insanlarımız yaşamaktadır.

Sülalem olan Uruşangiller de kalabalık bir ailedir. Tek bir evde oturulmaktadır. Çocukların büyümesiyle birlikte evlilikler nedeniyle ev küçük gelmeye başlamıştır. Aynı anda evde dedem, büyük annem, babam, annem, ben, Mustafa amcam, eşi Makbule, kızları Fatma, Hüsnü amcam, eşi Yeter (Emine), oğulları Hasan ve bekar olarak Ali amcam yaşamaktadır.

Evin altında küçük bir yerleşim yerinde Mehmet amcam, eşi Fadime, kızları İpek, Güleser ve Emine ikamet etmektedirler.

Bu olumsuz şartlar altında gelinler arasında ufak tefek tatsızlıklar, çekişmeler olmaktadır. Köyde yaşayanlar tarla sulama nedeniyle, birçok kavgalı olaylar olduğunu anlatır dururlar. Mehmet amcam da bu nedenle aşağı mahalleden bir kadınla münakaşa eder, sinirlenip kadını kürekle döver.

Köyde o dönemlerde; elektrik olmadığından aydınlanma gazyağı lambaları ile yapılmaktadır. O dönemlerde gaz yağı bulmak çok zormuş. Muhtarlar aracılığıyla köylerde dağıtım yapılırmış. Köyün o zamanki muhtarı, gazyağını yukarı mahallede yaşayan insanlara sınırlı olarak dağıtırmış. Babam bir gün gazyağı almak için gider, muhtar gazyağı olmadığını söyler. Babam zorla içeri girer bakar ki gazyağı vardır, bunun üzerine kavga eder ve onu döver.

Babam gelinler arasında ve köydeki olumsuz şartlar nedeniyle (zaten devamlı gurbete gitmektedir) köyü terk etmeye karar verir. Dedeme bu fikrini açar. 1953 yılının bir Eylül sabahında, eline köpeklerden korunmak maksadıyla bir sopa alır, annemi ve beni (henüz yedi aylıkken) köyde bırakarak yola çıkar.

Yürüyerek köye yakın olan Alucra kasabasına varır, daha önceden tanıdığı bir esnafın yanına varır, hâl hatır sorduktan sonra esnafa:
-Bana bir sepet ile incik, boncuk, yemeni, mutfak gereçleri v.s birazda bozuk para ver, ben bunları satıp sana olan borcumu vereyim, der.

Esnaf babamı tanıdığı için istediği malzemeleri verir.
Babam, sırtında sepetle birlikte yola çıkar, çeşitli köylere uğrayıp satış yapar. En son gittiği köyde başına bir olay gelir. Bunu bana anlatmıştı ben de sizlere aktarıyorum:

En son geldiği köyde malzemeleri meydana serer, satış yapmaya başlar, iri yarı bir kadın gelir, yerdeki bakır tası eğilip eline alır ve olanca kuvvetiyle sıkarak, ezer. Babama dönerek:

-Senin tasın da çok çürükmüş! diyerek alaylı bir şekilde güler.

Babam biraz şaşkınlık, biraz da üzüntüyle kadına:

-Sana da öyle bassalar sende ezilirsin, diye karşılık verir.

Kadın, bozularak olay yerinden uzaklaşır; akrabalarını toplayıp geri döner. Kadını niyeti olay çıkarmaktır, olaya şahit olan yaşlı biri, adamlar yaklaşınca elindeki bastonu araya koyar ve:

-Delikanlının bir suçu yok, suç bu kadında, der.

Olayın nasıl olduğunu anlatır. Kalabalık iyice birikir. Gelenler kalan malzemeyi alırlar, babam alışverişi bitirir, Alucra'ya dönüp esnafın parasını verir.

Babam gerekli parayı tedarik etmiştir, hedefi Ankara'ya gidip yerleşmektir. Çeşitli taşıtlarla aktarmalı olarak Ankara'ya ulaşır.

O dönemlerde Efendi'lerden *Milletvekili Rıza ULUSOY Topraklık Dedeefendi sokakta apartman yaptırmaktadır. Babam daha önce tanıdığından burada çalışmaya başlar.

Babam mali durumunu düzeltmiştir, annemle beni de getirmek ister. Bir daha köye gitmek niyetinde değildir. Bu kararını da yıllarca sürdürmüştür. Zorunlu olarak 1972 yazında ve birde 1977 yazında köye gitmiştir. Birinci gidişi, musahip oğulları olan Süleyman ve Şükrü AYDOĞAN'ın köyde düğünleri olması nedeniyledir. Ben de gitmiştim. Şöyle bir olayı hiç unutamıyorum:

Düğün bitmişti Süleyman abimin eşi Emine, babamın yanına el öpmeye gelmişti. Babamın sorularına gelinlik tutmak** geleneği nedeniyle konuşmamıştı. Babam, bunun üzerine:

-Bırak gelinlik tutmayı, artık sen benim de bir kızım sayılırsın, diyerek gelinlik tutmasına karşı çıkmıştı.

İkinci gidişi, Ankara'da oturan herkesin o yıl zorunlu olarak köye gidilmesi için karar alınmasıyla olmuştu.. Babam aynı zamanda; Yeniköy'le bizim köy arasında olan su davası nedeniyle, para toplanırdı, hiç bir zaman vermemişti.

O dönemlerde babamın akrabası olan (Şavgıgilin) Hüsnü AYDOĞAN Ankara'da askerlik yapmaktadır. Babam onun ziyaretine gitmektedir. Köye izine gideceğini duyunca bu durumu değerlendirir, annemin ve benim Ankara'ya gelme fırsatımız çıkmıştır. Yanına uğrar ve dönüşünde annemi ve beni getirmesini, söyler.

Hüsnü amcanın izni bitmiştir, annemi ve beni yanına alarak bir kamyonun kasasında diğer yolcularla beraber 1954 yılının Eylül ayında yola çıkar. Yolda ben ishal olurum, zaten yeterli bez yoktur, annemin üstü başı kirlenir.

Uzun bir yolculuktan sonra kamyon Ankara Tren Garının orada bizi bırakır. O dönemde babam Aydınlıkevler Subayevleri Lojman inşaatında tuğla duvar işleri yapmaktadır. Hüsnü amca, annemle beni garda bırakarak, babamın yanına gider, olanları anlatır.

Babamla Hüsnü amca saatler sonra yanımıza gelirler. Annemin üstünün kirlendiğini duyunca ona entari, iç giyim, ayakkabı v.s bana da bez, elbise alıp gelir. Babam, Topraklık'ta tek odalı bir ev kiralamıştır, bizi alıp oraya götürür.

Annem, 20 aylık olduğum hâlde beni emzirmektedir, hala sütten kesmemiştir. Babam artık büyüdüğümü düşünerek anneme bu çocuğa artık mama yedirelim diyerek bakkaldan pirinç unu alıp gelir, üzerindeki tarife göre anneme nasıl yapılacağını anlatmaya başlar. Annem babama:

-İçine başka bir şey koyacak mıyız? diye sorar.

Babamın da biraz dalgacı ve şakacı yanı vardı. Anneme dönerek, içine leblebi katması gerektiğini söyler ve alışmak için çıkar gider. Annemin okuma yazması olmadığından, tarifi okuyamadığı için babamın söylediği şeyin doğru olduğunu zannederek, mamanın içine leblebi koyarak hazırlayıp, kaşıkla bana yedirmeye çalışır. Ben de bir taraftan mamayı kaşıklarken, mamanın içinde bulunan leblebileri elimle toplayıp yemeye başlamışım.

Bazen düşünüyorum; acaba diyorum dünyada benden başka leblebili mama yiyen bir çocuk var mıdır?
---
**Efendi: Alevilik inancına göre Hacıbektaş Veli soyundan geldiğine inanılan insanlara verilen unvan dır, dini önder olarak anılır. Rıza ULUSOY'un babası olan Cemalettin ÇELEBi, Osmanlı-Rus savaşında kurulan Alevi Alayları'nda komutanlık yapmıştır. Rivayete göre Mustafa Kemal ATATÜRK Anadolu'dan Ankara'ya gelirken, Hacıbektaş kazasına uğramış, Cemalettin ÇELEBİ'nin yönettiği Cem Ayini'ne katılmış, burada da Cumhuriyet Rejimi'ni kuracağını söylemiştir. Cemalettin ÇELEBİ 1922 yılında ölene kadar. 1. Meclis'te Başkan Vekilliği yapmıştır.

** Gelinlik tutmak: Bizim oradaki bir gelenektir. Gelinler evlendiği zaman eşinin akrabası olan, aile büyüklerinden olan erkekler konuşmalarına izin verene kadar onlarla konuşamazlar. Doğan çocukları da kucaklarına alıp onların yanında sevemezler. Günümüzde bu gelenek terk edilmiştir.

Cemal AYDOĞAN
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

9. Öykü - (21 Nisan 2010)
KARABURGA ŞENLİĞİNDE ACI BİR OLAY

1964 yılı. Henüz 11 yaşlarındayım, bir yaz tatilinde köye gittim. Daha önce 1959 yılında köye gitmemden dolayı köy yaşantısı bana yabancı değildi.

Köyde ekinler yeni sararıyordu. Günlerim köydeki akranım olan çocuklarla beraber çeşitli oyunlar ve yaramazlıklarla sürüp gidiyordu. En büyük eğlencelerimden biri de Yanuğun Paarı denilen yerdeki derenin önüne yapılan su birikintisi şeklindeki ufacık bir göletin içinde yüzmek, daha doğrusu çimmekti. Burası Gülhanım anamın, Hüseyin (Alaattin), Hüsnü dayımın ailesiyle birlikte oturduğu evin hemen biraz yukarısındaydı. (Hüseyin dayım o dönemlerde 17 yaşlarındaydı, Yavuz Selim İlköğretim okulunda yatılı olarak okuyordu, o da yaz tatiline gelmişti.) Derenin önü kesiliyor biriktirilen suyla da yakınındaki birkaç evin önünde bulunan bostanlar sulanıyordu. Bostanlarda çeşitli meyve ağaçları çalı fasülyesi, mısır, kabak v.s. bitkiler yetiştiriliyordu.

Köyde tarlalar belli bir sıra (keşik) takibiyle sulanıyordu. Gülhanım anamlara sıra geldiğinde ben de gidiyordum. Bazen bu sıra gecelere denk gelirdi. Gülhanım anamların kangal cinsi bir köpekleri vardı. O da bizi yalnız bırakmaz, peşimizden gelirdi. Köyden tarlaya doğru giderken köpek, bir bakardım önümüzden giderdi, bir bakardım kaybolur arkamızdan koşarak gelirdi. Gülhanım anama neden böyle davrandığını sorduğumda bana şu cevabı vermişti:
- Bizi ayıdan, kurttan korumak için etrafımızda dolanıp öyle yanımıza geliyor.

Ekinler iyice sarardı. Hüsnü ve Hüseyin dayım, birkaç akrabasıyla beraber tırpanla ekini biçip, desteler hâlinde kağnı arabasına yükleyip evin yanındaki harmana getirip koydular. Köyümüz deki en büyük zevklerden biri kağnı arabaların yürürken tekerleklerinden ses çıkartılmasıydı. Bunun içinde tekerleğin bağlantı yerleri özenle yağlanır, çıkan bu sesin de ta uzaklara kadar gitmesine çalışılırdı. Kağnı arabası yüklendikten sonra hemen destelerin üstüne oturur, kağnı gıcırtısını dinleyerek harmana gelip desteleri boşaltmak çok hoşuma giderdi.

Desteler harmana getirildikten sonra yayılır, buğday ve samanı ayırmak için üzerinde düven sürülür, çıkan samanlar merek denilen yere depolanırdı. Dayımlara gücümün yettiği oranda yardım etmeye çalışırdım. Düven sürmek, samanları mereğe depolamak benim için eğlenceli bir oyun gibiydi. Çıkan buğdayların bir kısmı tohumluk olarak ayrılır, geri kalan kısmıyla da un ve bulgur yapılırdı.

Gülhanım anam köyden yaylaya gidiyordu. Yol uzak olsa da bende yaylaya gider, kelif denilen ufacık evlerde kalırdım. Bu durum bana sanki bir izci kampında kalıyormuşum hissini verirdi. Petekliğin kıranı, Paltuçukur, Çiçekli Çayır ve ormanlar hâlâ belleğimde saklı durmaktadır.

O dönemlerde hasat zamanı bittikten sonra Kırıntı, Yeniköy ve çevre köylerde yaşayanlar Karaburga denilen bölgede toplanarak yayla şenlikleri yaparlardı. Bu yayla şenlikleri, Karadeniz bölgesinde gelenekleşmiştir, hâlen de devam etmektedir. Gurbete çalışmaya gidenlerde mümkün olduğu kadar yayla şenliklerine yetişmeye çalışırlardı.

Dayımlar, Karaburga'da yayla şenlikleri olacak seni de götüreceğiz diye söyleyince çok sevinmiştim. Bir gün önceden yaylaya gittik, sabah erkenden kalkıp yola çıktık, uzun bir yürüyüşten sonra Karaburga'ya vardık. İnsanlar, o kadar kalabalıktı ki ben şaşkınlıkla etrafa bakıyordum.

Çeşitli hayvanlar kesilmiş, odun ateşi yakılarak büyük kazanlarda etleri pişirilmeye başlamıştı. İnsanlar öbek öbek yerlere içki sofralarını kurmuş, yiyip, içki içerek, davul zurna eşliğinde halay çekiyorlardı.
Ben oradan oraya gezinip duruyordum. Gezinirken bir baktım Ankara'dan yan komşumuz olan (Ressam) Sait GÜNEL ve abisi yere çökmüş oturuyorlardı. Hemen yanlarına koştum; birbirimize sarıldık. Yanlarına oturdum.

Şenlikler devam ederken insanların kadınlı, erkekli havaya ateş ettiklerini gördüm. Dört bir taraftan karşılıklı silah sesleri geliyordu.

Tam karşımızda duran uzun boylu gençten bir delikanlı da belinden tabancasını çıkarıp havaya ateş etmeye başladı. Ateş devam ederken iri yarı gençten biri yer düştü, başından kanlar akıyordu. Orada bulunanlar hemen delikanlının yanına koşuştular. Kadınlar çığlık çığlığa bağırıyorlardı. Aklımda kalan ön önemli seslerden biri "Nettin ula delü! Gardaşin vurdun ya!" sözü oldu. Kadınlar dövünerek ağıtlar yakmaya başladılar. Kadınların birkaçı da delikanlıyı sarsmaya başladılar. Ortalık karmakarışıktı.

Ateş eden delikanlı tam karşımda, şaşkın bir vaziyette dikiliyordu. Elindeki tabancayı karnına doğrultu, boğuk bir silah sesi duydum, delikanlı yere kaykılarak düştü.

Orada bulunan kalabalık, delikanlının başına üşüştü, ortalık iyice karışmıştı, her kafadan bir ses geliyordu. İnsanlar sedyeye benzeyen (sal denilen) bir şey yaparak üzerine koydular, kasabaya yetiştirmek üzere telaşla (Galiba kağnı arabasına bindirerek) yola koyuldular. O dönemlerde yaylada motorlu taşıt aracı olmazdı.

Şenlik dağıldı, dayımlarla beraber köye döndük. Delikanlıyı hastaneye yetiştiremedikleri için ne yazık ki hayatını kaybetmişti. Cenazesi ağıtlar eşliğinde Yeniköyde defnedilmişti. Köyümüze kara haber gelince bayağı üzülmüş ve ağlamıştım.

Sonradan öğrendiğime göre; vurulan kardeş Hüseyin KARA, kurşunun başını sıyırıp geçmesiyle olayı yaralı olarak atlatmıştı. Bildiğim kadarıyla da hâlâ yaşamaktadır.

Askerden izine gelip şenliklere katılan, kadınların çığlıklarıyla kardeşinin ölümüne sebep olduğunu zanneden ağabey Tuncer KARA karnına ateş ederek kendi canına kıymıştı. Bu olay çocukluğumda üzerimde çok büyük izler bırakmıştı.

Karabuga Yayla Şenlikleri bir dönem yapılmamıştır. Şenlikler, epey yıllar sonra tekrar yapılmaya başlanmıştı. Tahminime göre de içki içip havaya silah atma geleneği terk edilmemiştir. Bu hatalı alışkanlıktan kesinlikle kurtulmak gerektiğine inanıyorum.

Cemal Aydoğan
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

8. Öykü - 14 Nisan 2010
BEN NERELİYİM?

Babam Sait (Durmuş), Salih'ten olma Güssün'den doğma, annem ipek (Fadime) İbrahim'den olma Gülhanım'dan doğmadır.

Babam annemle iki sene nişanlı kaldıktan sonra 1951 yılında evlenmiştir. Babam nişanlı iken gurbete çalışmaya gider dönüşünde; dedem Mustafa amcamı evlendirmek için kazandığı parayı alır, onu evlendirir. İkinci sene yine çalışmaya gurbete gider bu seferki dönüşünde Rıza (Hüsnü) amcamı evlendirir.

Babam bakıyor olacak gibi değil düğün yapmadan annemi alıp kaçırıyor, ancak öyle evlenebiliyor. Babam ilginç bir olayı anlatmıştı. Kendi nişanı olurken davulcudan davulu alır, çalmaya başlar. Bunun üzerine İbrahim dedem, "Böyle kepazelik olur mu?" diyerek oradan uzaklaşıyor. Epey bir müddet babamla konuşmuyor. Annem tarlada çalışıp geliyor, ilk çocuğuna hamileyken düşük yapıyor, ondan sonra bana hamile kalıyor.

Genelde köyümüz erkekleri duvar ustalığı yapmışlardır. Çalışmak için de birkaç aile (kadın, erkek, çocuk) çevre illere taşıt olmadığından dolayı yaya olarak (sırtlarında yatak, yorgan, ellerinde çeşitli iş aletleri) gurbete gidermiş. Genelde buraları cenik bölgesi olarak anılmaktadır.

1952 sonbaharında babam kendi Müsahip'i (Müsahip'in ne olduğunu bilmeyenler "Olmayabilirdi" öyküsünü okuyup öğrenebilirler) Hüseyin'le eşi Güssün, Müsahip'inin babası Bilal, Müsahip kardeşleri (Sarıgızgilin) Ali ve eşi Elmas, Süleyman eşi Seher'le birlikte çalışmak için yola çıkarlar. Annem bana dört aylık hamiledir, o vaziyette yola çıkar.

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra (Şimdiki yolları haritadan takip ederek hesapladım 320 km civarında olduğunu hesapladım) Ordu'nun Fatsa ilçesinde konaklarlar. İş bulup çalışmaya başlarlar.

18 Şubat 1953 günü sabah annemin doğum sancıları tutar. Babama "Sancım çok, bugün çalışmaya gitme diye uyarır." Babam aldırış etmez yola çıkar, giderken elindeki çelik gönyeyi düşürür. Çelik gönye taşa çarpar ve ikiye bölünür. Babam bu olaya şaşırır, alel acele eve geri döner. Bir bakar ki bir erkek çocuk babası olmuştur, tabi bu duruma da çok sevinir.

Doğduğum zaman kundaklayacak bez bulamazlar, annemin entarilerinin biriyle bana kundak bezi yaparlar. Müsahip annem Güssün de yakın komşulardan bulabildiği kadarıyla da bez alır getirir. Çevredekiler de ekincinin (o dönemde kıyı bölgesinde yaşayanlar; bizim orada yaşayanlara ekinci diye hitap ederlermiş) oğlu olmuş diye ziyarete gelip onlarda birkaç parça eşya getirmişler.

Babamların Fatsa'da işleri bitmiştir. Henüz kırkım çıkmadan Mart ayı ortalarına doğru köye dönmeye karar verirler. Yola çıktıktan sonra bir handa konaklarlar, ben devamlı ağlamaya başlarım, bir türlü susturamazlar. Orada bulunanlardan biri "Galiba bu çocuğun soğuktan karnı ağrıyor, taş ısıtıp ayağının altına koyun ısınırsa bir şeyi kalmaz" der. Bunun üzerine annem taş ısıtıp beze sarar, ayağımın altına koyar, fakat farkına varmadan ayağımın altı yanar, daha çok ağlamaya başlarım.

Çocukluğumdan beri yalınayak gezmeyi çok severim, çorap ve terlik giydiğim zaman ayaklarımın altı yanmaktadır. Babam bu olayı 20'li yaşlarımda anlatmıştı. Galiba zannedersem bebekliğimin bu travmasını yaşıyorum.

Babamlar uzun ve yorucu bir yolculuktan köye geri dönerler. Annemin anlattığına göre; köydeki akranlarıma göre biraz daha apalak bir çocukmuşum. Bunun nedeninde cenikte bolca hamsi ve mısır ekmeği yemesinden olduğunu söyler. Ben de balık ürünlerini çok severim, en büyük hobim de balık tutmaktır.

Bebeklik öyküm bu şekilde; tohum Kırıntı köyünde, hasat Fatsa ilçesinde. Bazan kendime soruyorum ben acaba nereliyim? Yorumunu da siz okuyuculara bırakıyorum.

Cemal Aydoğan
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

7. Öykü - 13 Nisan 2010
MOLLA SALİH'TEN DÖRTLÜKLER.

Dedem olan Molla Salih, Kırıntı köyünde Abdallıgillerden Ruşen'in çocuğudur. Babasından dolayı da Uruşangil sülalesi olarak anılmaktadır. Abisi ölünce yengesi olan Güssün'le evlenmek zorunda kalır. Bu konuyu Olmayabilirdi adlı öykümde anlatmıştım.) Bu evlilikten Mehmet, Sait, Mustafa, Rıza (Hüsnü ) ve Ali isimli oğullarıyla Esme adında kız çocukları dünyaya gelir.

Dedem gençliğinde göz kapaklarından rahatsızlık geçirir; gözlerini ancak elinin yardımıyla açar, bu nedenle de devamlı gözlerini kırpardı.

Dedemin en büyük özelliği; olaylara göre dörtlük (Halk dilinde deme yada Türkü yakmak) söylemesiydi Köyümüz ve Yeniköy de birçok insana dörtlük söylemiştir.

Dedem Ankara'da rahatsızlanıp hastanede bir süre tedavi gördükten sonra 29 Temmuz 1975'te vefat etmiştir. Aynı gün ben de Merzifon'da yapmakta olduğum askerliğimi bitirip terhis olarak Ankara'ya gelmiştim . Hayatın bir cilvesi işte sevincim kursağımda kalmıştı, sağlığına yetişemediğim için çok üzülmüştüm. Mezarı Ankara Karşıyaka Mezarlığı'nda bulunmaktadır.

Dedemin söylediği dörtlükleri senelerden beri derlemek ve yazmak istemişimdir, birçok insanda bu dörtlüklerin olduğunu biliyorum . Siz okuyuculardan ricam bu konuda bilgisi olanların Ali AYDOĞAN'a ya da benim "cayidecay@Hotmail.com" adresime yazmalarıdır.

Dağarcığımda olan bir kaç tane dörtlüğü olaylarıyla beraber sizlerle aşağıda paylaşıyorum.

PORTAKAL SATIŞI
Dedem Mehmet amcamla köyden yola çıkar, Adana'ya çalışmaya gider. Birçok işte çalıştıktan sonra ikinci el bir tahta araba alıp portakal satmaya başlarlar. Portakalı aldıkları kişi dedemlere içi boş, kof olan portakalları satmıştır. Gelen müşteriler portakalları ellerine alıp almadan giderler. Dedem portakal tezgahını güzelce süsler, malını beğendirmek için de şu dörtlüğü söyler.

Duruşa bak duruşa
Adam yok ki vuruşa
Portakalım çok güzel
Tanesi bir kuruşa

DEFİNE PEŞİNDE
Köyde bir gün birkaç kişi dedeme define aramaya gideceklerini, kendileriyle beraber gelip Kuran'dan dua okumalarını söylerler. Rivayete göre define alanlarında cin ve peri bulunmakta, defineyi bulunsa bile toprağa dönüşmektedir. Dua okunursa peri ve cin defineden uzaklaşmaktadır. Dedemle beraber yola çıkarlar, define olduklarını zannettikleri yere gelerek, toprağı kazmaya başlarlar, kazdıkça devamlı biley taşı çıkar. Dedem de bir taraftan dua okumaktadır. Kazıdakiler "Dede daha kuvvetli dua oku!" derler, dedem dua okumaya devam eder. Dedem bakar ki dua okusa da habire taş çıkmaktadır, dua okumayı bırakır ve şu dörtlüğü söyler.

Hele diley diley
Çıka çıktı biley
Elinen koyarsan
Para bulmak koley

ISRAR ÜZERİNE
Dedem galiba biraz da morali bozuk köyden aşağıya doğru inerkeN Galmangil denilen sülalenin gelinleriyle karşılaşır. Gelinler sırtlarında odun yüklü vaziyette dedemin önünü kesip karşısına dikilirler. Dedeme "Ne olur bize bir dörtlük söyle" diye ısrar ederler. Dedem, "Kızım önümden çekilin gidin yolunuza" dese de gelinler dedemin o zamanki ruh hâlinden haberleri olmadığı için "Bizi kırma, söyle!" diye diretirler.
Dedem bunun üzerine aşağıdaki dörtlüğü söyler. Bu dörtlük köyümüzde unutulmayan olaylarından biridir.

Kırıntı'nın uşakları
Atarlar fişekleri
Odundan mı geliyor
Galman'ın eşekleri

BİLET PARASI
Dedem Ankara'da yaşadığı dönemlerde genellikle otobüse biner gezmeye giderdi. O zamanlar otobüslerde biletçi de bulunmaktaydı. Biletçiler, dedemi tanırlar ve genellikle ücret almazlardı.
Yine bir gün otobüse biner. Biletçi, ücret almadan "Dede geç otur!" der, dedem gider oturur. Yolculardan kadının biri biletçiye döner, dedemi gösterip sert bir şekilde "Neden bundan ücret almadın?" diye söylenir. Bunun üzerine dedem ayağa kalkar şu dörtlüğü söyler.

Araba gider vızır vızır
Sen edersin dızır dızır
Merak etme hanımefendi
Bak para cebimde hazır.

Bunu söyledikten sonra parayı çıkarıp biletçiye uzatır. Yolcular, "dede para vermene gerek yok" derler. Biletçi parayı almaz, kadın da bir durak sonra otobüsten iner.


AKSİ KADINA
Yine bir gün otobüste giderken şık giyimli bir bayan otobüse biner. Otobüs epey kalabalıktır. Birkaç durak gittikten sonra bayan sıkışıklıktan dolayı yolcuların bir kaçına sert sözlerle konuşur. Biletçi dedemi tanımaktadır. Dedeme dönerek Dede şu bayana bir dörtlük söyle." der. Dedem de kadına bakarak şu dörtlüğü söyler:

Giyinmişsin maksi
Konuşursun aksi
Senin paran çoktur
Tutaydın bir taksi


HEMŞİREYE YANIT
Dedem hastane de yattığı dönemlerde hemşirenin birisi gelip tansiyonunu ölçer. kalp ve ciğerlerini dinler, karnına bastırıp muayene eder. Hemşire dedemin rahatsızlığını öğrenmek için "Dede neren ağrıyor? Nerelisin? Nereden geldin?" gibi sorular sorar. Dedem hemşireye dönerek şu dörtlüğü söyler:

Yetmişi geçti yaşım
Kesildi ekmeğim aşım
Başka bir yere bakma
Ağrıyor benim başım


ÇİŞE YAZIK
Hastanede yatarken dedem iyice rahatsızlanır, boğazı şişer, yemek yiyemez. İdrar tahlili gerekmektedir. dedemin eline bir şişe verirler. Dedem tuvalete gider, uzun uğraşlardan sonra zorla da olsa idrarını yapar . Dışarı çıkar, koridorda yürürken elindeki şişe düşer ve kırılır. Dedem şaşkın bir vaziyette dikilir kalır ve şu dörtlüğü söyler:

Koca ömür bitti yiyemem azık
Olduğun yerde dikil be kazık
Şişenin kırıldığına yanmıyom
Zorunan ettiğim çişime yazık
--------------------

Sayın Durmuş Öztürk öğretmenimizin 3 Kasım 2010'da ilettiği Molla Salih dedeme ait bir dörtlük:

Tabiatım daim böyle,
Köye gidince,
Komşuların cümlesine,
Selam söyle.

Cemal AYDOĞAN
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

6. Öykü - 2 Nisan 2010
BEN DE RESSAM OLDUM

Kentsel yaşamla birlikte insan ilişkilerinde çok büyük değişimler yaşanmaktadır. Bizim insanlarımız da elbette ki bu değişimlerden büyük oranda etkilenmektedir. Çevremizdeki diğer topluluklara nazaran bizim insanlarımızın tahsil ve bilgi birikimi daha fazladır. Bana göre en büyük eksikliğimiz kendi yetiştirdiğimiz insanlarımıza sahip çıkmayışımızdır. Kendi insanlarımıza önem veririz ama değer vermeye gelince bu konuda ne yazık ki sınıfta kalırız. Örnek verecek olursam sağlığında yanında olamadığımız, sahip çıkamadığımız ve hatırlamadığımız insanlar; öldüğü zaman büyük bir cenaze töreniyle gömülürler. Artık, o insanlara değer versek ne olacak, iş işten geçmiştir.

Kırıntı ve Yeniköy Cumhuriyet yıllarında İlkokul imkanlarına kavuşan sayılı köylerdendir. 1930'lu yıllarda köy ileri gelenlerinin uzun uğraşları sonucunda Kırıntı köyüne ilkokul yapılmış, Yeniköy de bulunan çocuklar zor şartlar altında olsa da bu okulda okumuştur. Belki o yıllarda köyümüzde okul olmasının en büyük nedenlerinden birinin de Alevi inancının yerleşik olmasındandır.

Çevre ilimiz olan Erzurum Ilıca kazası Yavuz Selim İlköğretmen okulunda köylerimizden ilkokulu bitiren birçok çocuk yatılı olarak okuyup öğretmen olabilme imkanına sahip olmuştur. Ankara, İstanbul ve diğer illere yerleşen insanlarımızın içinden de çeşitli mesleklere mensup kişiler yetişmiştir. Bu insanlarımız, övünç kaynağımız olmalıdır. Kişileri değerlendirirken falancının oğlu, kızı değil mi, geçmişi ne ki gibi olumsuz düşüncelerimizi bir tarafa bırakmalıyız. Her insan ister bizim toplumumuzdan isterse diğer toplumlardan olsun bizim için önemli olmakla beraber aynı zaman da değerli olmalıdır.

Birçoğumuzun haberi olmasa da bizim toplumumuz hem yurt içi hem de dünya çapında bir çok insan yetiştirmiştir. Basit bir örnek verecek olursam; Güzel Sanatlar alanında yetişmiş birçok insanımız bulunmaktadır.

Müzik dalında Kenan GÜNEL, Celal BAKAR, Bahadır AYDOĞAN, Gülperi ÖZTÜRK, Emre ÖZTÜRK, Aysel BAKAR , Devrim KAYA GÜRENÇ.

Resim dalında Cevat GÜNEL, (Çırakgilin) Celal BAKAR, Sezai KARA, Sait GÜNEL aklıma gelenler.

Müzik olarak az çok saz çalmaktayım, türkü dağarcığım da epey var, kahırlandığım zamanda türkü söylerim, eh sesim de fena değildir.

Resim konusuna gelince nedense bir türlü resim çizemiyorum. Galiba çocukluğumda başımdan geçen bir olay bunun sebebi olabilir.

19 Mayıs İlkokulu'nda okuduğumuz yıllarda 2. sınıfta iken bayan öğretmenimiz doğum yaptığı için orta okulda Resim Öğretmeni olan Orhan Öğretmen (soyadını hatırlayamadım) onun yerine bize ders vermeye başlamıştı . Bize devamlı resim yaptırmaya çalışıyordu. Çeşitli hayvanların, bitkilerin doğanın v.s resimlerini hayalimizden çizmemizi istiyordu. Biz de bu konuda başarılı olamıyorduk. Öğretmenimizden bu nedenle birçok defa dayak yemiştik. Aynı sınıfta okuduğumuz Sefa AYDOĞAN o günleri hatırlar, o da epey dayak yemişti. Hasta numarası yaparak üç gün okula gitmemiştik. Babam hasta olmadığımızı anlayınca (Ben , amca oğlu Hasan, Sefa aynı anda hasta numarası yapıyorduk) sebebini sordu bizde okula gitmek istemediğimizi, nedenin de öğretmenimizin davranışlarının olduğunu söyledik. Babam okula gidip Okul Müdürüne olanları anlatmış, bunun üzerine Orhan Öğretmen okuldan ayrıldı başka bir Öğretmenle derslerimize devam ettik. Bu çocukluk travması benim üzerimde çok etkili olmuştur. Diyarbakır da Ali Emiri Ortaokulu'nda okurken son sınıfta resim dersinde ikmale kalmıştım. İşin garibi de İnşaat Mühendisiyim ve Teknik Resim konusunda hiçbir sıkıntım yok ve rahatça da çizim yapabiliyorum.

Sezai KARA ve Sait GÜNEL Uluslar arası resim camiasında eserleri olan değerli ressamlarımızdandır. Benim haberim olduğu zaman; açmış oldukları resim sergilerine de gitmeyi mümkün olduğu kadarıyla ihmal etmemişimdir.

Anlatacağım olay Sezai KARA'nın Atatürk Kültür Merkezi'nde birçok ressamla açmış olduğu resim sergisinde geçmiştir. Resim sergisini gezerek Sezai'nin yanına geldim. Biraz hal hatır sorduktan sora Sezai "Sıkıştım tuvalete gideceğim sen burada biraz bekle" diyerek gitti. İzleyiciler gelip geziyorlar Sezai'nin resimlerini büyük bir beğeni ile izliyorlar, tabi bu durum benim de hoşuma gidiyordu.

İki tane genç kız, resimlerin önünde durarak uzun uzadıya resimleri incelemeye başladılar. Boş bir kağıt çıkartıp "Beyefendi yaptığınız resimleri çok beğendik, bize bir imza verir misiniz" diye bana rica ettiler. Kızlar beni o an ressam zannetmişlerdi. Kızlar yanılmakta haklıydılar çünkü; çenemde sakal vardı ve saçlarıma epeyce uzundu. Dışarıdan beni gören ressam zannedebilirdi.

O anda aklıma bir muziplik geldi, kızlara prensip olarak tanımadığım kişilere imza vermiyorum ya kağıdın üzerine Sezai KARA'nın bana örneğin 1000 lira borcu vardır diye yazarsanız ben ne yaparım dedim . Kızlar bayağı şaşırmışlardı, "Biz öyle şeyler yapacak insanlar değiliz!" diye kendilerini savundular.

Sezai uzaktan yanımıza doğru yaklaşırken sus işareti yaptım. Bunun üzerine Sezai usulca yanımıza doğru yaklaştı . Kızlara arkanıza dönün bakın Ressam Sezai KARA bu kişi, ben onun arkadaşıyım dedim. Sezai KARA kızlara istedikleri imzayı verdi. Kızlar şaşkın ve sevinçli bir şekilde uzaklaştılar .

Her ne kadar resim yapamazsam da kızlar yanılmış olsa bile, on dakikalık ta olsa ben de ressam olmuştum.

Cemal AYDOĞAN
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

5. Öykü - 11 Nisan 2010
O L M A Y A B İ L İ R D İ

Anlatacağım olay, hem beni hem de dolaylı yoldan Ali AYDOĞAN'ı ilgilendirmektedir. Nasıl mı? Şöyle:

*

Olay 1900 ile 1920 yılları arasında geçmektedir. Osmanlı-Rus savaşının olduğu yıllarda, savaş cephesine yakın olan bölgeler boşaltılmaktadır. Burada yaşayan halkta Anadolu'nun içlerine doğru göç etmektedir. Bu yılları yaşlılarımız; aynı zamanda seferberlik göçü olarak ifade etmektedir.

Kırıntı köyü ve komşu köyümüz Yeniköy'de yaşayanlar, seferberlik gereğince köylerini boşaltıp güvenli sayılan yakın kasaba ve illere göç ederler. Kırıntı köyüne askeri Karargah kurulur, askerler yerleşir, köyümüz artık bir savaş cephesi olmuştur. Karaburga bölgesinde bulunan Şehit Mezarları bilebildiğim kadarıyla Osmanlı-Rus harbinde ölen askerlerdir.

Köydeki bu yapılanmayla ilgili anı ve bilgiler (Sarıgızgil) Celal ÖZTÜRK'ün dağarcığında bulunmaktadır. Kendisiyle yapmış olduğum sohbetlerde bu anıların bir kısmını dinlemiştim. Bu bilgileri ve anıları gün ışığına çıkarmak isteyen gençlere de bu bilgiyi aktarıyorum. Celal amca ile görüşüp bu bilgileri bizlere aktarıp geçmişteki bir dönem yaşanan olaylara ışık tutmuş olurlar. Bu konuda da gençlerin aceleci davranmalarını tavsiye ediyorum.

Ben Ruşen (Uruşan) giller denilen sülalenin torunlarından biriyim. Büyük dedemin Mehmet ve Salih adında iki oğlu bulunmaktadır. Mehmet, Salih'ten yaşça daha büyük olanıdır. Mehmet, Gavrazlı denilen sülalenin kızlarından Güssün ile evlenir. Bu evlilikten Gülbeyaz adında bir kız çocuğu dünyaya gelir. Mehmet amcamız Rus Harbi döneminde kendi akranlarıyla birlikte askere gider. Ermeni çetecilerinin bir baskınında bizim köyden asker giden bir kaç kişiyle birlikte öldürülür. O zamanın şartlarında cenazesi köye getirilemez, öldüğü bölgeye gömülür ve hâlâ mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.

Ruşen dedem ne yapacağını şaşırır; bir gelin eşsiz, küçük bir kız babasız kalmıştır. Dedemin kafasında ne yapacağına dair düşünceler gidip gelmektedir. Aklına en yatkın olan düşünce de gelinin diğer oğlu olan Salih'le evlendirilmesidir. Ama Salih de 18 yaşlarında genç bir delikanlıdır, sevdalandığı genç bir kız vardır. Bu kız da yengesinin kızkardeşlerinden biridir. (Molla) Salih'in olaylara göre dörtlük (deme) dediğimiz şiir söyleme yeteneği vardır. Sevdasını da kızın ablası olan yengesine de şu şekilde ifade etmektedir.

Kerametim olsa kayayı tuz yapardım
Anan kızı verse seni baldız yapardım

Ruşen dedem bu kararını köyün o zamanki dedesine ve köy büyüklerine danışır, bu kararını herkesten onay aldıktan sonra uygulamaya koyar, oğlu Salih'le gelini Güssün'ü evlendirir. Ruşen dedem kendi aklınca olayı çözmüş gelini ve kızı sahipsiz kalmamıştır. Salih ve Güssün'ün ne düşündükleri sorulmamıştır bile. O zamanki feodal bir yapı içinde önemli olan babanın düşündüğü ne dediği önemliydi. Doğu ve Güneydoğu da herkesin malum olduğu gibi bu yapı devam etmektedir.

Molla Salih, Güssün ile evlendikten sonra beş erkek, bir kız çocuğu babası olur. Bu çocuklardan birisi de benim babam olan Sait (köydeki adı Durmuş) Aydoğan'dır.

Salih dedemin köyde yaşayan birçok insana dörtlük şeklinde söylediği şiirler bulunmaktadır. Bu şiirleri bir kısmı da hafızamda bulunmaktadır. Bu site okuyucularından; dedemin söylediği dörtlüklerle ilgili bilgisi olanların bunu Ali AYDOĞAN'a aktarmalarını da buradan rica ediyorum.

Başlangıç olması anlamıyla da dedemin bir dörtlüğünü, hikayesiyle beraber sizlerle paylaşmak istiyorum.

*

Dedem galiba birazda morali bozuk, köyden aşağıya doğru inerken, Galman denilen sülalenin gelinleriyle karşılaşır. Gelinler sırtlarında odun yüklü vaziyette dedemin önünü kesip karşısına dikilirler. Dedeme: "Ne olur bize bir dörtlük söyle!" diye ısrar ederler. Dedem, "Yavrularım önümden çekilin gidin yolunuza!" dese de, gelinler dedemin o zamanki ruh hâlinden haberleri olmadığı için "Bizi kırma söyle!" diye diretirler

Dedem bunun üzerine aşağıdaki dörtlüğü söyler. Bu dörtlük köyümüzde unutulmayan olaylarından biridir.

Kırıntı 'nın uşakları
Atarlar fişekleri
Odundan mı geliyor
Galman'ın eşekleri

Gelinler, her ne kadar kendilerini hakarete uğramış gibi hissetseler de olaya gülmüşler. Ne de olsa dedeme bu dörtlüğü onlar zorla söyletmişler.

Şimdi bu olayların Karadorukaa.sitemynet sitesi ile ne ilgisi var diye merak ediyorsunuzdur. Bu olayları anlatan kişinin Molla Salih'in torunu olduğunu artık biliyorsunuz.

Dedemin sevdalandığı; uğruna dörtlükler söylediği baldız da Elmas büyük teyzemizdir. Elmas teyzemiz de bu sitenin sahibi Ali AYDOĞAN'ın annesinin annesi yani anneannesidir.

İşte hayatın bir cilvesi molla Salih dedem sevdasına kavuşsaydı ne ben ne de Ali AYDOĞAN dünyada 'olmayabilirdik.' Gerisini düşünmeyi de siz okuyuculara bırakıyorum.

Cemal Aydoğan
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

4. Öykü - 11 Nisan 2010
ÇOCUKLUK DUASI

Ankara Mamak 42. Sokak 50.Nolu evde oturduğumuz günlerdeki bir çocukluk anımı bugünkü gibi hatırlıyorum. O dönemlerde 42. Sokak karşılıklı gecekondu yapılaşması olan, ortasından dere akan küçücük bir vadi gibiydi. İlk bahar ve sonbaharda yağmurlar yağdığı zaman bayağı bir sel olurdu. İnsanlar karşıdan karşıya geçemezdi. Sonradan vadi gibi olan her iki taraf dolgu yapılıp belli bir düzeye getirilerek asfaltlandı.
Burada yaşayan insanların unutamadığı meşhur 42. Sokağımız bu şekilde ortaya çıktı.

Mahallemizde birkaç tane bakkal vardı. Abidin Bakkal; Tuzluçayır yönünde, bizim evden de 9 veya 10 ev uzaklıktaydı. Bekir Bakkal; mahallemizin aşağısındaki Dutluk Camisi'nin az ilerisindeydi. Laz Bakkal da Mamak tren yönüne doğru giden yolun üzerindeydi. Laz Bakkal bize biraz daha uzak olduğu için alışverişleri genellikle diğer iki bakkaldan yapardık.

O zamanlarda kışları çok kar yağardı, bazan boyumuza kadar gelirdi. Genellikle açık alanlar bugünkünden daha fazlaydı. Yukarılardan kartopu yapar yuvarlardık. Aşağı indiğinde devasa bir kartopu olurdu.
Başımdan geçen olay bir kış akşamında yaşanmıştı.

Tam hatırlayamıyorum, sanırım yedi ya da sekiz yaşlarındaydım. Babam beni alışveriş yapmam için Abidin Bakkal'a gönderdi. Dikkatli ol parayı da sakın düşürme diye de tembihledi. Düşmemeye gayret edip elimdeki parayı da sıkıca tutarak Abidin Bakkal'a kazasız belasız ulaştım. Dışarıda da hafiften kar yağmaya başlamıştı.

Alışverişi yaptıktan sonra aldığım malzeme ve arta kalan bozuk paraları elimde sıkıca tutarak eve doğru yola çıktım. Evimize gitmek için ara yollardan geçip birkaç evin arasından yürümek zorunda idim. Abidin bakkal dan biraz uzaklaştıktan sonra ayağım karda kaydı düştüm. Elimdeki malzemeler ve sıkıca tuttuğum paralar etrafa saçıldı. Malzemeleri ve düşürdüğüm paraları yerden karların arasından topladım. Fakat o zamanlar demir 2,5 lira vardı. Onu düşürdüğüm yerde uzun bir süre aradım, bir türlü bulamadım. Ellerim ve ayaklarım bayağı üşümüştü.

Bir daha düşmemeye özen göstererek eve geldim. Paranın üstünü babama verdim. Babam burada 2,5 lira eksik diye sordu. Ben de "Karda ayağım kaydı yere düştüm, demir 2,5 lirayı çok aradım bulamadım." dedim. Babam bana kızarak birkaç tokat attı. O dönemlerde çocuklar genellikle yaramazlık ya da hata yaptıklarında babalarından sıkça dayak yerlerdi.

Ben ağlaya ağlaya odama girdim, kapıyı kapattım. Odadaki pencerenin önüne geldim, perdeyi araladım çok az da olsa kar yağıyordu. Allahım ne olur kar yağdırma diye dua etmeye başladım. Babam odaya gelerek, "Daha yatmadın mı?" diye azarladı. Hemen yatağa girdim. Allahım ne olur uyumayayım, ne olur kar yağdırma diye dua ederek, gün ışıyıncaya kadar uyumadım.

Hava biraz daha aydınlanınca yataktan yavaşca kalktım, üstümü sıkıca giyindim. Hiç ses çıkarmamaya gayret ederek, usulca kapıyı açtım dışarıya çıktım. Az ileriye baktığım da akşamki ayak izlerinin üzerine kar yağmadığını gördüm. İçimi bir sevinç kaplamıştı; demekki akşam ki dualarım kabul olmuş ve kar yağmamıştı.

Hemen Abidin Bakkal'ın olduğu yere doğru yola çıktım. Akşamki düştüğüm yere vardım. Ayak izlerimin olduğu yerde demir 2,5 lira hafif ucu yukarıya kalkmış yan vaziyette duruyordu. Belki de ben parayı ararken ayağımla basıp parayı bu hale getirmiştim.

Parayı yerden aldım para soğuktan dolayı elime yapışmıştı. Bu duruma bayağı şaşırmıştım. Diğer elimle parayı tuttum çektim; parmak uçlarımdaki deri azıcık da olsa kopmuştu. Parmağım sızlıyordu, ama ben bu duruma hiç aldırış etmeden; parayı sıkıca tutarak hızlı adımlarla eve vardım.

İçeriye girdikten sonra, hemen babamların yattığı odaya gittim. Babamı sarsarak kaldırdım. Parayı kaybettiğim yere gittiğimi ve onu bulduğum söyledim. Ben çocuk aklımla aferin beklerken babamdan yine azar işiterek iki de tokat yedim. Babam tekrar yatağına döndü yattı.

Parayı kaybettiğimde ve bulduğumda hem azar işitmiştim, hem de tokat yemiştim. Fakat sabaha kadar ettiğim dualar kabul olmuştu. Hem uyumamıştım hem de kar yağmamıştı. Duam kabul olmuştu ya bu mutluluk ve sevinç bana yetmişti. Hala bu yaşımda bile kışın kar yağdığı zamanlarda bu olayı hatırlar gülümserim.

Cemal Aydoğan
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

3. Öykü - 11 Nisan 2010
SEFA, TIR ALTINDA
(Bir Mucize Öyküsü)

Çocukluk yaşantım 42. Sokak 50 Nolu gecekonduda geçti. Bulunduğumuz bölgede ilk gecekondu yapılaşmaları Kırıntı ve Yeniköy'den gelen insanların tarafından 1955 senesinden itibaren başlamıştır. O yüzden de mahallemizde bulunan çocuklar ya akrabamız ya da köylümüz oluyordu. Aramız da çok sıkı bağlar bulunmaktaydı. Arasıra birbirimiz ile küsmüş olsak da (küslüğümüz fazla sürmezdi ) birbirimize çok bağlıydık. Burada yaşayan o çocuklar her zaman o günlerin özlemini çekmektedir. Yaşadığımız günlerde elbette ki unutulmayacak bir çok olay yaşadık. Ben, aklıma geldikçe bunları sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Günlerimiz genellikle çelik çomak, taşlı kuka, futbol, gazoz kapağı, misket, güvercin takla, birdirbir, topaç çevirme, seksek, beştaş, ceyran, saklambaç, çukur kazmaca, çattı pattı kaç attı v.s. oyunları oynamakla geçerdi. Şimdiki çocuklar, bu oyunların büyük bir kısmını bilmemektedir.

Kışın kar yağdığı zamanlarda ya kartopu oynardık ya da kızak kayardık. O dönemlerde oyun oynayacağımız alanlar bayağı fazlaydı. Kızaklarla yukarıdan aşağıya epey uzak bir mesafeye kadar kayardık, tekrar kaydığımız yere gelene kadar da bayağı yorulurduk. Bağlık bahçelik alanlar da epey çoktu. Tabi ki olgunlaşan meyveler o kadar çok olurdu ki, istediğimiz gibi bahçelere girip meyveleri yerdik. Çocuk aklımıza göre sanki hepsi bizim sayılırdı, çalma fikrini aklımıza bile getirmezdik alıp yerdik.

Mesire yeri olarak da genellikle Atatürk Orman Çiftliği'ne giderdik. İçindeki hayvanat bahçesini gezer, çeşitli hayvanları görürdük. Uzak olmasına rağmen Çubuk Barajı'na gider piknik yapardık. O dönemlerde açık hava sinemaları vardı. Gündüzleri sinemada temizlik yapar, arasıra da bozuk paralar bulurduk. Akşamları da bedava film seyrederdik.

Yaz ayları en büyük zevklerimizden biri de Hatip Çayı'nda yüzmekti. O dönemlerde Bayındır Barajı henüz inşa edilmemişti. Hatip Çayı'nda ilkbahar ve sonbaharda fazla yağmur yağdığı zaman sel baskınları olur, Mamak bölgesini sel suları kaplardı. 1957 ve 1962 yıllarında olan seller çocukluk hatıralarımda büyük bir yer tutmaktadır. 1962 yılındaki Misket mahallesin oluşan selde (Kopukgilin) Rıza AYDOĞAN'ın kızı Sedef, henüz 9 yaşında iken sel sularına kapılıp boğularak ölmüştü.

Hatip Çayı'nın üzerinde; Mamak Samsun Yolu Köprüsü'nü epey geçtikten sonra Haciyaz dediğimiz bir bölge vardı, oraya yüzmeye giderdik. Haciyaz dediğimiz bölgeden kum çıkarılırdı. Bu nedenle de çayın içinde ufak ufak göletler oluşurdu, biz de orada yüzerdik.

Hatırladığım kadarıyla galiba sekiz yaşlarındaydım. Yine bir yaz günü Sümerbank bezinden yapılan pijamaları yanımıza aldık. Pijamaların ayak ve bel kısımlarını iple sıkıca bağlar, suda ıslatıp ağzımızla beze üfleyerek şişirirdik. Şişen pijamanın ayak kısımlarını açıp gövdemizi arasına koyup, kendimize can simidi yaparak, ellerimizi ve ayaklarımızı çırparak yüzmeye çalışırdık. Tabi ki şimdiki çocuklar bu bizim can simidinin nasıl olduğunu tahmin bile edemezler.

Haciyaz da yüzmek için ben amca oğulları Hasan, Hüseyin, Dursun ve ayrıca Hüsamettin, Sefa ve isimlerini hatırlayamadığım birkaç çocukla beraber yola çıktık. Haciyaza gitmek için Samsun Yolu Köprüsü'nden geçmek zorundaydık. Samsun Yolu Köprüsü'nün üzerinde karayolu, altından da Demiryolu taşıtları geçiyordu. O dönemlerde trenlerin önünde buharlı (kara tren denilen) kara is çıkaran lokomotifler bulunurdu. Lokomotif, köprünün altından geçerken, kara dumanını köprünün korkuluklarından yukarıya doğru çıkarırlardı.

Samsun Yolu Köprüsüne geldiğimiz zaman, korkuluklardan mümkün olduğu kadar aşağıya sarkar Lokomotif'in çıkardığı dumanla, yüzümüz ve bedenimizin kara is olmasını sağlamaya çalışırdık. Tren geçer geçmez durduğumuz korkuluklardan inip koşarak karşı korkuluklara geçer, tekrar aşağıya sarkar kendimizi karartmaya çalışırdık. Çocukluk işte en büyük zevklerimizden biri de buydu, en fazla kim kararmış diye yarışırdık.
O gün epey yol aldıktan sonra Samsun Yolu Köprüsü'ne gelince hemen korkuluklara çıkıp aşağıya sarkıp, trenin gelmesini bekledik. Tren gelip geçtikten sonra korkuluklardan atlayıp yola baktık. Taşıtlar uzaktan geliyordu, karşıya doğru koşmaya başladık. Yolun ortasında Sefa yere kapaklanarak düştü, kalkmaya çalışırken karşıdan bir tır aracının geldiğini görerek yere iyice yattı. Biz karşıdan çaresizlikle bakıyorduk. Tır frenledi ama Sefa'nın üzerinden geçerek biraz ileride ancak durabildi. Sefa iki teker boşluğu arasında kalmıştı. Arkadan gelen birkaç araç da fren yapıp durdu. Sanki bir mucize olmuş ve Sefa'ya hiçbir şey olmamıştı. Sefa, ayağa kalkıp şaşkın bir vaziyette koşarak yanımıza geldi. Tırın şoförü (galiba yabancı uyruklu) yanımıza gelerek Sefa'nın damağını eliyle yukarı kaldırıp su içirdi

Biz o şaşkınlıkla Sefa'ya senin yüzünden treni kaçırdık diye kızdık. Sefa düştüğü zaman ellerinde ve ayaklarında ufak tefek sıyrıklar oluşmuştu. Olaydan biraz zaman geçtikten sonra birbirimize sarılıp kucaklaştık.

Yüzmeye gittiniz mi diye merak edenleriniz olabilir. Tabi ki yüzmeyi unutmadık. Haciyaz'a gidip yüzdük.

Cemal Aydoğan
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

2. Öykü - 8 Nisan 2010
AZ KALSIN Kİ!...
(Bir Ayı Sanma Öyküsü)

1969 yazında Kırıntı köyüne tatil yapmak için gitmiştim. Henüz 16 yaşında olmamdan dolayı yeni yetmeliğim üzerimdeydi. Köyde kendi akranlarımdan birçok arkadaş edinmiştim. Genellikle de Müsahip** abim Şükrü AYDOĞAN ile daha çok beraber vakit geçirirdim.

Köyde o zamanlar genellikle Ayı , cin, peri hikayeleri rivayet olarak anlatılırdı. Geceleri yukarı mahalledeki çeşmenin başında (ayakları ters vaziyette duran) Peri kızı gördüğünü söyleyen birçok söylentiler yayılmıştı. Adeta sanki köyü periler cinler basmıştı. Bunların içinde tek gerçeklik köyde bir çok kişinin ayı görmesiydi.

Dayım Hüsnü ÖZTÜRK ve Şükrü abimin amcası Rıza AYDOĞAN silahlara meraklı kişiler idi. Her ikisinde de 9 mm çapında Takarof marka Rus yapımı tabanca bulunmaktaydı. Şükrü abimle beraber tabancaları belimize takıp; yukarı mahalleden Büyük Mezarlıklara kadar peri ve cin bulmak gayesiyle dolaşırdık. Niyetimiz karşımıza çıkan peri ya da cini vurmaktı.

Ay ışığı olan bir gecede yine mezarlıklara kadar gittik. Dönüşte aşağı mahalleden, yukarı mahalleye doğru gelirken uzaklarda beyaz bir nesne gördük. (Lakabı Deli ) Şükrü AYDOĞAN'ın evine doğru yaklaştık. Beyaz nesne daha da belirginleşti. Biraz daha yaklaşarak ahırların oraya vardık. Şükrü abimle tabancaları çekip hazneye mermi sürdük, biraz daha yaklaşırken bir eşek anırtısı geldi. Karartı hareket etmeye başladı. Şükrü amcanın beyaz eşeğinin kafası ortaya çıktı. Meğerse bizim uzaktan gördüğümüz beyaz nesne beyaz eşekmiş.

Günlerden bir gün komşu köyümüz olan Yeniköy'de düğün vardı. Şükrü abimle düğüne gitmeye karar verdik. Yola çıkmadan önce tabancaları yine yanımıza aldık. Yeniköy'e gidebilmemiz için ya Kuzuluk denilen ormanlık alandan ya da ormanlık olmayan alandan gitmek zorundaydık. Biz tabi ki tercihimizi Kuzuluk ormanından giderek kullandık. Bizim asıl niyetimiz ormanlık alanda önümüze çıkacak ayı benzeri hayvanları vurmaktı. Bu konuda da çok kararlı idik; bunun en büyük nedeni hem belimizdeki tabancalara, hem de atıcılığımıza güveniyorduk.

Ormandan geçerek Yeniköy'e vardık, düğünde de epey eğlendik. Akşam olunca düğün sahipleri bize köyde kalıp burada yatmamızı telkin ettiler. Biz köyümüze geri döneceğimizi söyledik. Bize köye gitmek Kuzuluk Ormanında ayı olabileceğini onun içinde daha aşağıda bulunan ormanlık olmayan bölgeden gitmemizi tembih ettiler. Biz olur diyerek düğün yerinden ayrıldık.

Tabi ki biz yine ayı vururuz ihtimaliyle Kuzuluk ormanından geçen yolu tercih ettik. Kuzuluk ormanını geçtik ama umduğumuz olmamış, karşımıza ayı çıkmamıştı. Epey yol yürüdükten sonra köye yaklaştık. Sofugilin köprüsü denilen yere vardığımızda köprünün karşı tarafında belli belirsiz bir büyük bir de küçük hareket eden cisim gördük. Şükrü abimle hemen silahları çekerek hazneye mermi sürdük. Köprünün ortasına doğru yürümeye başladık. Abi bir seslenelim diyerek kim var orada diye bağırdım. Karşı taraftan herhangi bir ses gelmemişti.

Eğilerek biraz daha yaklaştık. Ben tekrar kim var orada diye bağırdım. Karşıdan kimsiz ula diye bir ses yankılandı. O anda başımdan kaynar sular dökülmüş gibi hissettim, vücudumdan aşağı soğuk terler boşaldı. Şükrü abime baktım, o da aynı durumdaydı. Biraz daha yaklaştık. Karahalilgilin Yusuf BAL ile torunu yere sırt üstü uzanmış öyle duruyorlardı. Bizi görünce ayağa kalktılar, tarla sulamak için burada olduklarını söylediler.

Eğer son anda karşıdan ses gelmeseydi biz ateş ederek yanlışlıkla iki kişiyi vuracak ve Şükrü abimle beraber genç yaşta katil olacaktık.Yorucu bir yolculuktan sonra evlerimize vardık. Hayatım boyunca bu olayı unutamadım. Bu nedenle de herkesle paylaşmak istedim. Umarım birilerine ders olur da onlar da hataya düşmezler.
...
**Müsahip: Bu siteye giren insanların bir kısmı Müsahipliğin ne olduğunu bilmeyebilir. Müsahiplik, Aleviliğin en önemli inançlarından, kurallarından biridir. Yol kardeşliği, ahret kardeşliği demektir. Alevi olan iki aile reisi birlikte karar vererek müsahip olmak istediklerini beyan ederler. Düzenlenen Cem ayini ile birlikte iki aile reisi yol kardeşi olurlar. Çocuklarda birbirleriyle kardeş sayılır, kendi aralarında evlenemezler.

Cemal AYDOĞAN
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1. Öykü - 25 Mart 2010
OYUNCU OĞLAK

1959 yılının bir yaz ayında; Kırıntı Köyü'ne Dayım Hüsnü Öztürk'le beraber gitmiştim. Henüz 6 yaşının tüm afacanlığı ve yaramazlığını üzerimde taşıyordum.

Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra Civrişon sapağı denilen yere ulaştık. Bundan sonraki yolumuza yayan devam etmek zorunda idik. Ben çocuk adımlarımla toprak yollardan da geçerek, kâh yayan, kâh dayımın sırtına binerek (her ne kadar dayımın yürüyüş hızını kessem de) nihayet köye vardık.

Eve girip ayakkabımı çıkarmaya çalışırken; dayım ayakkabı ile içeri girmemi söyleyerek, beni içeri aldı. Odanın tabanı toprakla kaplı idi. Yerde halı ve kilim olmadığını görünce epey şaşırmıştım. Ankara'daki evimiz her ne kadar gecekondu olsa da yerde halı ve kilim serili idi.

Dayım da ben de epey acıkmıştık; yemek yedikten sonra dayımla beraber hemen çevreyi keşfe çıktım. Dayım ağıl olduğunu söylediği yere götürerek orada yaşayan hayvanları bana gösterdi. Daha önce Ankara'da inek, boğa, koyun ve keçi görmüştüm. Hayatımda ilk defa mandayı (camız) görünce epey şaşırmıştım. Ayrıca çeşitli kümes hayvanları da yaşıyordu. Sabahları ilk işim kümese gidip taze yumurta almaktı.

Her sabah hayvanlar ağıllardan çıkarılarak; çobanlara teslim ediliyordu. Dayımların birde keçi yavruları (oğlak) bulunmakta idi. Bu yavrulardan biri ile devamlı oynuyordum, aramızda da belli bir dostluk oluşmuştu. Oğlaklar her sabah sürüye katılıyordu. O zamanlar oğlakları 7 ile 12 yaşındaki çocuklar sırasıyla alıp otlatmaya götürüyordu. Oğlaklar genellikle Kızlar Kalesi'nin oralarda otlatılıyordu.

Dayıma "Ben de oğlakları otlatmaya gitmek istiyorum!" dedim. Bir sabah dayım oğlak otlatmaya giden çocuklara; beni de alıp götürmelerini söyledi. Ben oğlaklarla beraber Kızlar Kalesi'ne doğru yola çıktım. Oğlaklar devamlı hoplayıp zıplıyor birbirlerine tos vurarak oynaşıyorlardı. Dostluk kurduğum oğlakta bayağı yaramazdı. Bir ara yanıma gelerek bana tos vurmaya başladı. Bende kendimi korumak için oğlağın boynuzundan tutmuştum. Oğlak kendisini kurtarmak için hamle yapınca, ikimiz birden yokuş aşağı yuvarlanmaya başladık. Ben nedense oğlağın boynuzlarını bırakmamıştım belki de hayvana bir zarar gelmesin diyedir.

Epey yuvarlandıktan sonra oğlakla beraber düzlük bir yerde durduk. Her tarafım yara bere içindeydi. Oğlak yerde yatmış hiç kıpırdamıyordu . Yanına gittim sevmeye başladım. Oğlakta hiçbir hareketlilik gözükmüyordu, yerde hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Ben oğlağa bir şey olduğu düşüncesiyle ağlamaya başladım. Bir taraftan da oğlağı seviyor ve kalkması için oğlağa telkinde bulunuyordum. Bir ara oğlak tek gözünü açıp kapattı. Ben "Hadi kalk! Ne olur kalk!" diye yalvarır bir şekilde oğlağı sevmeye devam ettim.

Oğlak birdenbire kalkarak oynayıp zıplamaya başladı ve gelip bana tos vurdu. Sonra kendisini yere atıp tekrar yerde hareketsiz bir şekilde durmaya başladı. Ben tekrar yanına gidip sevmeye başladım. Tek gözünü açıp tekrar kapadı. Ben o zaman bana oyun yaptığını anladım. Bu sefer ben ona bir tos vurdum. Hemen kalkarak bana tos vurmaya başladı.

O gün oğlakla bayağı eğlenceli bir gün geçirmiştim. Oğlağın bana yaptığı oyunu da hayatım boyunca unutamadım.

Cemal Aydoğan
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Cemal bey, yazılarını göndermek için bu linki TIKLAYABİLİRSİN ... aliaydoganaa@hotmail.com