Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Kazım Aydoğan


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
1-DKB Değerlendirmesi - 18 Mayıs 2011
2-Tek Başına Yaylaya Seyahat - 20 Mayıs 2011
3-Garaburga'ya Yalın Ayak Gidip Gelme - 21 Mayıs 2011
4-Bardabaşlık Etme - 21 Mayıs 2011

bizimyazarlarimiz-kaz_m-aydogan.jpg

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

4.Öykü - 21 Mayıs 2011
"BARDABAŞLIK ETME!"

Beş altı yaşlarındayım.
Ülkemizde tarım ekonomisinin egemen olduğu, zahire ve diğer tarımsal ürünlerin birer mübadele ve takas aracı işlevi gördüğü, çerçilerin, celeplerin ve tacirlerin köyümüze sıkça gelip gittiği yıllar. Sarıkızgil'den İzzet amcanın bakkal dükkânı var o zamanlar. Bizim eve çok da uzak sayılmaz. Dükkânı daha çok Sabah hala işletiyor, diğer hane halkı tarla bostan işlerine gidiyor.

Bizim de günlük zevklerimizden biri, kendi pengelliğimizden (kümes) kimseye haber vermeden aldığımız iki tavuk yumurtasıyla, Şiran'ın hâlâ, meşhur olan o sarı bisküvilerini ve tatlarını hâlâ unutamadığım o harika lokumları takas etmek. İki yumurtaya beş püskevit :-)))) (bisküvi) ve iki üç lokum alıyorduk. Böylece biz çocuklar Sabah halanın devamlı, veresiyesiz alış veriş yapan sıkı müşterileriyiz. Ne de olsa ödememizi anında, peşin yumurtayla yapıyoruz. :-))). Veli nimet olduğumuza da inanıyoruz bir taraftan.:-))).

İzzet Amcalar bir gün davet veriyorlar ve davete dedemle birlikte katılıyoruz. İçeri girdiğimizde, gerçekten çok kalabalık olduğunu, aynı anda birkaç sofra birden kurulduğunu ve milletin yemek duasına başlamak için dedemi beklediğini fark ediyoruz. Bizden sonra , içerdekiler üçer beşer sofra başlarına oturuyorlar. Ben de yer sofralarından birinde dedemle sevgili Sabah halamızın arasındaki yerimi alıyorum. Sofradaşlarımız arasında Sevgili Üsük Dede ve Cin Ali Baba da bulunuyor.

Üsük Dede'nin okumaya başladığı sofra duasının bitmesini beklemeden, kaşığı aldığım gibi önümüzdeki buharlaşan sütlü çorbaya daldırıyorum, daldırmamla birlikte alnımın ortasına inen ağaç kaşığıyla, feleğim şaşıyor , gözlerim kararıyor, şoke oluyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, sevgili Sabah halamın "Bardabaşlık Etme!" dediğini zor duyuyorum.

Kazım Aydoğan - Çin

----------------------------------------------

3. Öykü - 21 Mayıs 2011
GARABURGA'YA YALIN AYAK GİDİP GELME

Yıl 1974. Aylardan Temmuz. Yayla, sıcak olağan günlerinden birini daha yaşıyordu. Davar, kuşluk sağımı için, kadim dostları sevgili Çoban Ali'nin ıslık talimatına uygun bir şekilde yataktaki yerini almıştı. Biz çocuklar koyunlar korosunun konseri eşliğinde başlarını tutmuş ve sağılmalarına yardımcı olmuştuk. Sağım sonrası herkes kendi dünyasına çekilmiş, tabi biz de doğruca göle yüzmeye gitmiştik.

Büyüklerimizin Bölükmeşe tarafındaki dere üzerinde yaptıkları göl, bizim en büyük eğlencemizdi denilebilir. Gönlümüzce yüzdükten sonra, hem yorulmuş hem de epeyce acıkmıştık. Yaylaya döndüğümüzde bir gariplik sezinledik ama nedenini anlayamadık.

Herkes meydanındaki Sabah halaların yaylasının önünde toplanmıştı, biz de gittik. Bütün ahali, radyonun başında öğlen acansını (ajans) dinliyordu. Arada bir, yaşlı kadınlardan hep birlikte "Allah Allah Allah!" nidaları yükseliyor, içlerinden bazıları Garaburga'nın üstüne yalın ayak gidip gelelim diye feryat ediyordu. Aralarında ciddi bir tartışma vardı, bir kısmı gitmekte ısrar ve acele ediyor, daha yaşlı ve hasta olanlar bunu göze alamıyorlardı. Bizler hem çok korkmuş hem de şaşırmıştık, olağan dışı bir durum olduğu anlaşılıyordu.

Daha sonra radyodan akşam haberlerini dinlerken Türkiye'nin Kıbrıs'a çıkarma yaptığını ve Beş Parmak Dağları'nda amansız bir çarpışma olduğunu öğrendik. Anladık ki, bizim bilge yaylacı ninelerimiz savaşın kaderini Türkiye lehine çevirebilmenin gayreti içinde, kendilerine düşen görevleri yapmaya çalışıyorlarmış.
Bereket ki, Garaburga'ya gitme meselesinde uzlaşma sağlanamadı ve bizler de paçayı kurtarmış olduk.:-)))

Kazım Aydoğan - Çin

---------------------------------------------

2. Öykü - 20 Mayıs 2011
TEK BAŞINA YAYLAYA SEYAHAT

Yıl 1975. On bir yaşındaydım. Köyde hasat zamanıydı.
Doğa, acele etmeden, adaletli davranarak, yavaş yavaş yedire yedire her tarafı altın sarısına boyuyor, gökyüzü yerdeki suları sakin sakin sezdirmeden emiyor, dereler kuruyor, göller buharlaşıyordu. Bu boyama işinde en fazla görev Güneşe düşüyordu. O da elinden geleni ardına koymuyor erkenden kalkarak, hummalı bir şekilde, akşam geç vakitlere kadar çalışıyordu. Akşam olunca vardiya değişiminde görevi sevgili Ay üstleniyordu. Günler geceleri, geceler Ay'ı, Ay da Güneş'i kovalayıp duruyordu.Bu uyumlu, tatlı yarış durmaksızın devam ediyordu. Zaman zaman rüzgar, yağmur ve dolu bu ahenkli yarıştaki yerlerini alıyor, gökyüzü aldıklarının bir kısmını iade ediyor, yeryüzünü serinletiyordu.

Köy ve yayla arasında da, işbölümü yılların deneyimine bağlı olarak gayet dostça yapılmış; yaşlı kadın, genç kız ve çocuklar, sevgili dostları hayvanlarıyla birlikte yaylaya uğurlanalı yaklaşık bir ay geçmişti,
Köyde ise, hasatı, harmanı gecikmeden bir an önce gerçekleştirebilecek iş gücü kalmıştı.

O sabah, alışıldığı üzere her zamanki gibi yaylacı genç kadın ve kızlar, büyük bir neşe ve coşkuyla tan ağarırken, mis gibi kokan çökelek, yağ ve çıra içeren sepetleri sırtlarında, yoğurt ve bazen de çiğ içeren bakraçları ellerinde, destek güç ve lojistik timleri olarak köyün yolunu tutuyorlardı.
Bu ekiplerin köye her uğurlanışı başlı başına bir fenomendi. Biz yayla sakini çocuklar içinse, bu coşkuyu, umudu sevinci, gözlerdeki parıltıyı izlemek tam anlamıyla bir şölen oluyordu.

O gün, bu yolcu kafilesi içindeki yerimi almış, İpek anamın emanetini, elimdeki yoğurt dolu bakracı, dökmeden eksiltmeden köye, dedemlere nasıl ulaştırabilirimin heyecanını yaşıyordum. Disiplinli, profesyonel bir dağcı ekibi ruhuyla ve büyük bir keyifle, türkülerin eşliğinde, petekliğin kıranına ulaştığımızda güneş uykusundan daha yeni uyanmış, uyku mahurluğuyla gözlerini kamaştırıyordu. Benimse, bizim köyü, giderken ciyet (yeşil taze kısa ekin) hâlinde bıraktığımız ama artık iyice olgunlaşan, altın sarısı rengine bürünen ekin tarlalarını, çevre komşu köyleri görmenin mutluluğu içinde gözlerim kamaşıyordu.

Etrafımıza çaktırmadan, güneşle birbirimize göz kırpıyorduk. (Gerçekten de; yaylada aralıksız bir ay kaldıktan sonra köye dönüşte petekliğin kıranından, etrafı kuş bakışı izlemenin keyfine doyulmuyordu. O yıllar, Kırıntı bizim Paris'imizdi.) Petekliğin Kıranı'ndaki molamızın ardından, ben ve diğer çocuklar, dağcı disiplininden uzaklaşarak ve ekip arkadaşlarımızı geride bırakarak acelemiz varmış gibi adeta yarış hâlinde bir çırpıda köye ulaştık.

Eve vardığımda kahvaltı sinisindeki(sofrasındaki) yerimi almış, aldığım taltif ve takdirler eşliğinde emanetimi eksiksiz teslim etmenin haklı gururu ve onurunu yaşıyordum. Kahvaltı sonrası hane halkıyla birlikte kuyu deresindeki tarlamıza gitmiş, payıma düşen tırmık çekme işini, sabah karşılıklı göz kırpıştığımız sevgili Güneşimin, sert, haşin acımasız bakışları altında tamamlamaya çalışıyordum. Sevgili arkadaşım artık beni tanımıyor, bana acımıyordu, hatta bana kızmaya başlamış, ışınlarıyla beni cezalandırıyordu. Yüzüm, kulaklarım pancar gibi kızarmış, burnum soyulmuş, dudaklarım çatlamıştı. Kendi evime, yaylaya dönmek istiyordum. Öküzlerimizi özlemiştim. Orada Güneş daha müşfik daha sevecendi. Ancak dağların doruğuna çıktığımızda, kıskançlığından olsa gerek, rüzgarla el ele verip yüzümüzü gözümüzü iyice bir benzetirdi. Tabi bizim de ona karşı savunma kalkanlarımız, yani fötr şapkalarımız, (foterlerimiz )vardı. Ben işte bu gün foterimi yaylada unutmuştum.
Tırmık çekme, bağ taşıma derken, sabahki kafileye yetişemedim. Onlar yaylaya döneli yarım saatten fazla olmuştu. Ya ertesi akşamı bekleyecek ya da tek başıma yola çıkacaktım. Ama önümüz akşamdı, tek başıma hiç yaylaya gitmemiştim. Dedemlerin, ısrarlı "Akşam vakti tek başına gitme, gidemezsin, korkarsın!" uyarılarına rağmen ben kararlıydım. Kendimi sınıyordum, ancak içten içe korkmuyor da değildim. Ne var ki büyük bir fırsat yakalamıştım, değerlendimeliydim. Sabah görevimi eksiksiz yapmıştım ne de olsa.

Sevgili arkadaşım Güneş öğlenki kaprisinden uzaklaşmış, sakinleşerek yavaş yavaş yatmaya hazırlanıyordu. Çamlığın üzerindeki ardıç ağacına belini vermiş, Kırıntı köyüne son kez bakıyor, ertesi sabah görüşmek üzere diyerek vedalaşırken, ben yaylaya doğru yola çıktım.

Petekliğin kıranına vardığımda, sevgili Güneşime el sallamış karşılıklı göz kırpmış ona iyi uykular dilemiştim. Kayanın önündeki çayırlara geldiğimde sevgilim çoktan horlamaya başlamıştı bile. Ama bu gün bir terslik olmuş görevini Ay'a teslim etmeyi unutmuştu. Hava hızla kararıyordu. Her çalı kümesi, her taş kovuğu birer yabani hayvana dönüşmeye başlamıştı benim için.

Benim gibi geç kalan birini daha gördüm, ama o köye gidiyordu. Yukarıdan yavaş yavaş, otura kalka, dinlenerek ve türkü söyleyerek geliyordu.
Karşılıklı yaklaşınca onun sevgili Elmas bibim(Hoca'nın Elmas'ı) olduğunu gördüm. Sırtında sepeti, elinde bakracı, belindeki kuşağına sokulu birkaç çıra parçası. Dünya tatlısı bir insan. yüzünden nur damlıyor, ağzından bal akıyordu. O da günlük yayla gailesi içinde zamanı ayarlayamamış, gecikmiş. Bana "Geri dön,bu saatte tek başına yola devam etme, korkarsın" dedi. Korkmadığımı zaten yolumun azaldığını söyleyip ayrıldım.
Birbirimizden güç alarak, ters yönlerde o büyük dereye kadar, ben Mahmut'un Gözesi'ne kadar ilerledik. Mahmut'un Gözesi, mola yeriydi. Büyük yorgunluğuma rağmen ayı kurkusundan burada bir saniye bile mola vermedim. Hatta suyu bile zor içtim.
Bir an önce bu tehlikeli bölgeyi, sık kavakları geçip, boş ağaçsız, açık çiçekli çayıra ulaşmalıydım .

Koşar adımlarla yokuşu çıkıp, çiçekli çayırın altındaki taşlık alana geldiğimde, biraz soluklandım. Aman, o da ne! Bir de baktım ki yukarıdan Tuğ Kıranı'nın altındaki ormandan aşağıya bana doğru, son sürat bir hayvan koşuyor.
Bir ayı, evet bir ayı! Koşarken sırtının mor tüyleri havada savruluyor, bir sağa bir sola yatıyordu. Henüz bana ulaşamamıştı, ki bir ara gözden kayboldu. Korkudan, beynim devre dışı kaldı, bacaklarımın, değil bağları, sicimleri, ipleri ne varsa hepsi çözüldü, elim ayağım titremeye başladı.
Tarlada sevgili Güneşimin bana hediyesi olan soyulmuş, kızarık yüzüm bembeyaz oldu.
(Kırmızı-beyaz Türk Bayrağı'na dönmüştüm. :))

Bana o an, bir ışık yılı gibi uzun geldi.
Yan tarafta kısa bodur bir çam ağacı vardı, ona çıkmayı düşündüm, ama çabucak vazgeçtim, ayı benden daha usta bir tırmanıcıydı ne de olsa. Korkmuş, ürkmüş, panik içinde çaresiz beklerken, birden bire bir ıslık sesi duydum, Dere tarafından geliyordu. Biraz cesaretlendim. Derken bir ıslık, bir ıslık daha.

Bu arada Ay da görevi devralmıştı. Yavaş yavaş yükseliyor, bizi selamlıyordu. Dünyaların benim olduğu zamandı artık. Çiçekli çayırın dereye bakan yamacında, bir davar sürüsü yayılıyordu (otluyordu) gecenin yumuşak, kadife örtüsü altında. Ve benim korkunç ayım da sürüden ayrılmış mor kahverengi arası bir koyunmuş. Sürüsüne kavuşmak kurda kapılmamak için son sürat koşuyormuş meğerse. (Sürüden ayrılanı kurt değil, az kalsın koyun kapacaktı. :))

Koyun melemeleri, çan sesleri eşliğinde, büyük bir sıkıntıdan sıyrılmış olmanın keyfiyle koşar adımlarla yaylaya doğru yürüyordum. Yürümüyor adeta, uçuyordum.

Kazım Aydoğan - Çin

----------------------------------------------

1. Değerlendirme - 18 Mayıs 2011
DÜNYA KIRINTILILAR BİRLİĞİ

DKB konusunda düşüncelerimi daha önce detaylandırmıştım, ne yazık ki sistemin (konuk defterinin) azizliğine uğradı, ulaşamadı. Kopya da almamıştım.
Proses devam ediyor; DKB fikri ya da projesi konuk defterinde, halkımızda, hemşehrilerimizde karşılık buluyor, eş zamanlı olarak da olgunlaşıyor, bunu gözlemliyorum. Ali Bey'e böyle bir düşünceyi ortaya atttığı için tekrar teşekkür ediyor, kendisini desteklediğimi bildiriyor ve aynı zamanda da kutluyorum.

Ali Bey sitede DKB'yi ayrıntılı anlatmış. Alim Hocam, Durmuş Hocam, bizim yazarlarımız ve konuk defteri ziyaretçileri değerli fikirleriyle katkıda bulunmuşlar.
Benim sevdiğim ve sıklıkla da kullandığım bir deyim var: Glokalleşme=Globalleşme+Lokalleşme.
Yani lokalliği, yerelliği koruyarak ve gözeterek, globalleşme, evrenselleşme.
Buradaki globalleşmeyi vahşi kapitalistlerin emperyal sömürü aracı olarak almıyorum, kullanmıyorum, evrenselleşme olarak algılıyorum.

Yerelliğin, özgünlüğün, orijinalliğin korunması ve aynı zamanda da dünya ile entegrasyon olarak görüyor ve yorumluyorum.
Ve bu, kesinlikle ne yerellikten, orijinallikten, özgünlükten, otantiklikten utanma, ne de gocunma.

DKB fikir pratiğinde de bunu görüyorum, bir anlamda bunun özeti, Ali Bey'in de ifade ettiği gibi kesinlikle şoven, ırkçı kendini aşamamış bir 'köylülük' ya da 'köylüler' projesi değildir. Olaya bu perspektifle yaklaşmakta fayda var.

Uluslararası boyuttan baktığımızda yerellik ulusal boyutlarda kalıyor, köy çok çok mikro boyutlara iniyor, dolayısıyla 'Dünya Vatandaşlığı, Evrensellik' ön plana çıkıyor.
Kendi yaşam pratiğimle de bunu kanıtlamaya çalışıyorum; örneğin şu an, Çin'de, Hollanda için yapılan bir imalatın Almanlar adına kontrolünü yapıyorum (Türk'üm.:)) Arkadaşlarım arasında Malezyalı, Amerikalı, Hindistanlı, Alman, Fransız, Çinli ve belki şu an hatırlayamadığım bir sürü milliyet var ve ben Kırıntı köyü doğumluyum, Kırıntı Köyü İlkokulu mezunuyum.

Dünyanın bir çok değişik ülkesinde şu an benim gibi onlarca Kırıntı orijinli insan var. Aynı zamanda Ulusal ölçekte (Türkiye boyutlarında) baktığımızda da yurdumuzun her köşesinde her meslekten, ünvandan, kalifikasyondan köy orijinli insanımız, hemşehrimiz var. Şu ana kadar ziyaret etme ve/veya çalışma fırsatını bulabildiğim ülkelerde (ki sayı 16) de aynı olguları gözlemledim. (Hüseyin Abi -babuko- için bir parantez: Hüseyin abi Şükrü emim, 17 ama Kazım, 16 haha haha! :))

Bazı çevrelerde hâlâ 'Köylülük' kompleksinin aşılamaması da bana garip, itici ve primitif geliyor. Köy orijinli olmayı, hayatımda daima bir zenginlik ve çeşitlilik olarak algıladım, hatta zaman zaman içten içe sevindim, gurur duydum,onurlandım. Türkmenistan, Azerbaycan, İran ve hatta Çin ziyaretlerim sırasında (Uygur Türkleriyle) köylü orijinli olmanın avantajlarını yaşayarak, yerel halkla Türkçe';nin değişik lehçelerinde konuşabilme ve anlaşabilme olanağını yakaladım. Azerbaycan'da Azeri lehçesini birlikte çalıştığımız İstanbullu arkadaşlarıma ben çevirdim.:-))) Kırıntı şivesine yakındı. Ve bizim yaşlı insanlarımızın kullandığı (benim İpek anamların-Molla Alinin İpeği) dilin neredeyse aynısı. Günlük sosyal hayatta da ne kadar benzerlikler olduğunu gözlemledim. Bütün Türk dünyasında.

Bir kez daha ifade etmek istiyorum ki köy orijinli olmak bize soydaş ülke halklarıyla, insanlarıyla ortak paydalar sağlıyor.
Dünya Edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan Cengiz Aytmatov'u (ki kendisi Kırgız Türkü) ve birçok Rus yazar ve şairini okurken; (Dostoyevski, Şolohov, Tolstoy, Gorki, Puşkin vs), bu vesileyle ayrı bir keyif ve tat aldığımı da ifade etmeliyim.
Kendi tarihimize baktığımızda, Köy Enstitüleri deneyiminin ne kadar da ustaca kurgulandığını, planlandığını ve hayata geçirildiğini görmekteyiz. Yerel odaklı (köy orijinli) aydınlanma ve kalkınma modeli. Ne kadar da başarılı olunduğunu, Köy Enstitüsü mezunlarının pratiklerinden anlıyoruz.
En yakın, canlı örneği Sevgili Niyazi Bal Hocamız. Neden? İşte yukarıda da değinmeye çalıştığım modeli öngören, komplekslerinden arınmış, hedefleri netleşmiş, özgüveni yüksek kadroların uzgörüşleri (vizyonları) sayesinde.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü tarafından hâlâ, gelişmemiş ülkeler için bu modelin örnek alındığını da biliyoruz. Köy enstitülerinden neden vaz geçildiğini (daha doğrusu vazgeçirildiğini) anlamamız, günümüz dünyasının tahlili için de bize ipuçları verecektir. Bu konuya şimdilik girmeyelim.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü Genel Konferansı 17 Ekim-21 Kasım l972 tarihleri arasında Paris'te toplanan onyedinci oturumunda, Kültürel mirasın ve doğal mirasın sadece geleneksel bozulma nedenleriyle değil, fakat sosyal ve ekonomik şartların değişmesiyle bu durumu vahimleştiren daha da tehlikeli çürüme ve tahrip olgusuyla gittikçe artan bir şekilde yok olma tehdidi altında olduğunu not ederek,
Kültürel ve Doğal mirasın herhangi bir parçasının bozulmasının veya yok olmasının, bütün dünya milletlerinin mirası için zararlı bir yoksullaşma teşkil ettiğini göz önünde tutarak ve birçok diğer nedenden dolayı DÜNYA KÜLTÜREL VE DOĞAL MİRASIN KORUNMASI SÖZLEŞMESİ'ni imzalamıştır.
Diğer yandan "Modern Yönetim Anlayışı" dikey organizasyonlardan ziyade yalınlaşma, sadeleşme , yataylaşma modeline doğru evrilmektedir. Kamu yönetimlerinde ise "Yerinden Yönetim = Ademi Merkeziyet = Desantralizasyon" popüler, uygulanabilir, yaygın ve günceldir.

DKB olgunlaşırken bütün bu unsurların göz önünde bulundurulmasını öneriyorum.
Bir çevre denetçisi (ISO 14001 Senior Auditor) olarak atılacak tüm adımlarda, çevre duyarlılığının bir öncelik olarak daima hatırlanması gerektiğini; DKB'de paradigmanın, bu yukarıda özetlemeye çalıştığım durum olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla biz şimdi kendi yerelimizle kendi evrenselimizi evlendirmeye, entegre etmeye çalışıyoruz. Bu projede, tüm komplekslerden, negatif düşüncelerden arınarak ileriye doğru pozitif, yapıcı, iyimser adımlarla ve ÖZGÜVENle devam etmeli, ettirilmeli.

"Durmak yok, yola devam!" ve "Bir olalım, iri olalım, diri olalım" deyimlerini de gerçek sahiplerinin üstlenmesi zamanı.
DKB aynı zamanda "GELİN CANLAR BİR OLALIM" için "DÜNYA ÖLÇEĞİNDE" çok güzel bir çağrı.

Kazım Aydoğan - ÇİN

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-