Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Sebati Günel


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
1-Susuz Yaz - 25 Şubat 2010
2-Gölet - 05 Mayıs 2010
3-Ağzımda Bardak Kırmışım - 28 Ekim 2010
4-Memleketime Bir Yolculuk Hikayesi - 28 Mart 2011
5-Duyarlı Olmak - 11 Ocak 2013

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

5. Yazı - 11 Ocak 2013
DUYARLI OLMAK

Duyarlı olmak, hassas olmak olmak anlamına gelmektedir. Bir diğer kelime anlamı hassasiyettir. Duyarlılığa çağrı düşüncelerime değinmeden önce Krishnamurti'nin "Bunları Düşün" kitabından alıntı yaparak devam etmek istiyorum.

......."Duyarlı olmak ne demektir biliyor musunuz? Elbette ki şefkat hissine sahip olmaktır: Bir hayvanın acı çektiğini görünce bir şeyler yapmak, insanlar yolda çıplak ayakla yürüdükleri için yerdeki taşı, birinin arabasının lastiği patlayabilir diye yoldaki çiviyi kaldırmaktır. Duyarlı olmak, size ait oldukları için değil, olağanüstü güzelliklerin farkında olduğunuz için insanlara, kuşlara, çiçeklere, ağaçlara karşı bir şeyler hissetmektir. Peki, bu duyarlılık nasıl yaratılır?
Yoğun biçimde duyarlıysanız doğal olarak çiçekleri yolmazsınız. Çevrenizdeki şeyleri yok etmemeye, insanları incitmemeye yani gerçekten saygı ve sevgi duymaya dair içten gelen bir arzu taşırsınız. Sevmek, dünyadaki en önemli şeydir. Fakat sevgiden kastımız nedir? Birini, sizi sevdiği için sevmek sevgi değildir. Sevmek, karşılık beklemeden bu olağanüstü şefkat hissine sahip olmaktır. Son derece zeki olabilirsiniz, tüm sınavlarınızı geçebilir, doktoranızı verebilir ve yüksek bir mevkiye gelebilirsiniz. Ama bu duyarlılığı, bu basit sevgi hissini taşımıyorsanız hayatınızın geri kalanında sefil olursunuz ve zavallı bir hayat yaşarsınız.
Bu nedenle kalbinizin bu sevgi hissiyle dolu olması çok önemlidir. Çünkü ancak o zaman yok etmez, merhametsiz olmazsınız ve savaşlar da böylece son bulur. İşte o zaman mutlu insanlar olursunuz ve mutlu olduğunuz için dua etmez Tanrıyı aramazsınız; çünkü Tanrı bu mutluluğun ta kendisidir".....

Yukardaki alıntıdan sonra bu yazıyı yazmamdaki nedene şimdi gelebilirim:
Bizim toplumuzda duyarlılık nasıl algılanmaktadır? Bilindiği gibi çeşitli paylaşım sitelerinde duyarlı gençlik, duyarlı çevrecilik vb gibi paylaşımlarda bulunmaktadır. Gerçekten bu paylaşımları yapanlar amacına göre davranıyorlar mı? Ben yeterince davrandıklarını söyleyemeyeceğim. Elbette, insanları aydınlatmak, bilgilendirmek için bir şeyler yapanlar var, ama sayıları çok az. Onlara destek verilmediği için duyarlılıkları bir sonuca ulaşamıyor.
Paylaşım sitelerinde fotoğraflarını yayınlayan köy sevdalılarına şunu demek istiyorum: Sadece doğa fotoğrafı veya bir objeyi çekip yayınlamak duyarlılık değildir. Paylaşım sitelerine bunları yayınlarken, hayvanlarla, çevreyle ve insanlarla ilgili, özellikle sorunlarıyla ilgili bir şeyler yazılması gerekir diye düşünüyorum.

Altın arama konusuna da kısaca yer vermek isterim:
Doğanın, hayvanların, börtü böceğin kış uykusuna yattığı gibi altın arayıcıları da şu anda kış uykusuna yatmış durumdalar. Bahar geldiğinde, karlar eriyip yollar açıldığında altın arayıcıları faaliyetlerine tekrar devam edeceklerdir.
Merak ediyorum; yaz boyunca bu faaliyetler devam ederken duyarlı olduğunu söyleyen gençlik neler yapacaklar acaba? Yanlış duymadımsa, altının çıkmasının ülke ekonomisine ve yakın köylere katkı sağlar diye söyleyenler bile varmış.
Çevremizin, ormanlarımızın, sularımızın hatta insanlarımızın yok olma olasılığı karşısında sessiz kalmak duyarsızlıktan başka bir şey değildir.

Yazımı, yukarıdaki alıntıdaki şu satırlarla bitirmek istiyorum:
"Duyarlılık; bir hayvanın acı çektiğini görünce bir şeyler yapmak, insanlar yolda çıplak ayakla yürüdükleri için yerdeki taşı, birinin arabasının lastiği patlayabilir diye yoldaki çiviyi kaldırmaktır."

SEBAHATTİN GÜNEL - Ankara - 10 Ocak 2013

-----------------------------------------------

4. Yazı - 28 Mart 2011
MEMLEKETİME BİR YOLCULUK ÖYKÜSÜ

Sene, geçen sene; aylardan Kasım ayı. Yani Kurban bayramının olduğu aydı.Hafta sonlarıyla birlikte dokuz günlük bir tatil vardı. Arkadaşım, dostum, sırdaşım olan Şevket Aydoğan, dokuz günlük tatili değerlendirmek için köye gitmeye karar vermişti. Benim de köye gitmeye niyetim vardı.

Şevket'le köye gidiş gününü tespit ederek bir gün önceden içeceklerimizi, yiyeceklerimizi Ankara'da tedarik ederek çantalarımıza yerleştirdik. Yukarıdaki cümleyi yazmamdaki gaye Şevket'in arabasıyla gitmeyip otobüsle yolculuk yapmak, bir de kendimize güvenerek Konaklı sapağından köye yürüyerek gitmekti.

Çalışkanlardan otobüse binerek yolculuğumuza başladık. Belirli yerlerde molalar verdikten sonra sıkıcı bir yolculuktan sonra sabah güneşinin ilk ışıklarıyla birlikte Konaklı sapağında otobüsten indik. Çantalarımızı sırtlayarak Kırıntı köyüne doğru yola koyulduk. Daha Konaklı köyün altına gelmeden tıkanmaya başlamıştık, anlayacağınız gibi yüklerimizin ağırlığından dolayı yürümekte zorlanıyorduk

Kısa molalar vererek Konaklı köyünün altındaki ilk rampaya vardık. Bu arada bir yandan da Şevket'in tanıdığı ekmekçi ya da Kırıntı köyünde ustalık yapan arabalı birileri gelir diye umut ediyoruz. İlk rampada beklerken Kırıntı yolu istikametinden 34 plakalı beyaz bir araba durdu. İçindekileri ben tanımıyordum, fakat Şevket tanıyordu. Onlar da Şevket'i tanıyordu. Kısa bir selamlaşmadan sonra sürücünün yanındakiyle Şevket'in arasında şöyle bir konuşma geçti:

-Arabayla gelmedin mi Şevket?
-Hayır getirmedim, dağları gezeceğiz.
-Sen arabaya alışıksın, arabasız yapamazsın.
Şevket, şöyle bir istekte bulundu:
-Çantalarımız ağır, bizi yukarı düzlüğe kadar bırakır mısınız?

Zatı kişi yanındaki sürücüye kısa bir bakış attıktan sonra:
-Arkadaşın İstanbul'dan yolcuları var, Alucra'ya gidiyrik, işimiz acele, dedi.

34 plakalı beyaz araba gaza basarak Alucra yoluna devam etti. Biz gene yaya kaldık, ağır
çantalarımızla birlikte.

Rampa yukarı yola koyulduk. Kısa molalar vererek oflaya, puflaya yukarıdaki çeşmenin olduğu düzlüğe vardık.

Elimizi yüzümüzü yıkayıp dinlenip ihtiyacımızı da giderdik. Bu arada Kasım ayı olmasına rağmen hava oldukça sıcaktı.Çeşmenin yanında oyalanırken Konaklı yolundan doğru bir araba gelip bize yakın yerde durdu.
Şevket, arabaya gidip sürücüyle hoş beş ettikten sonra bana işaret ederek çantalarımızı getirmemizi söyledi.
Hatta arabadaki genç delikanlı da çantalarımızı taşıyarak bize yardım etti.
Araba öyle doluydu ki bagaj çantalarımızın hepsini almadı, bir kısmını kucağımıza alarak arabanın içinde altı kişiyle Kırıntı'ya doğru yola koyulduk. Şevket'in demesine göre arabanın tonajından dolayı balatalardan koku geliyormuş(Burnum koku almaz.)

Zor bela Kırıntı köyüne vardık. Sürücü Sofugil mahallesinde çalışmasına rağmen bizi yukarı mahalleye bırakmak istediyse de Talip'in bakkalının yanında indirmesini söyledik ve teşekkür ederek Şevketlere gittik ve böylece yolculuğumuzun sonuna gelmiş olduk.

Yani sevgili dostlar, bu öyküyü anlatmaktaki amacım Ankara-Konaklı sapağı arasındaki on saatlik yolu kolayca katederken Konaklı ile köylerimiz arasındaki yolu bin bir güçlükle tamamlayabildiğimizdir.

Sebahattin GÜNEL

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

3. Yazı - 28 Ekim 2010
AĞZIMDA BARDAK KIRMIŞIM

Uzun olmasa da çoçukluğumdan kalma bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Benim doğumum zor şartlarda olmalı ki çoçukluğum hep hastalıklarla geçmiştir. Hatta kız kardeşimi de aynı hastalıktan küçük yaşta Ankara'da kaybetmiştik.

Neyse, anımıza dönelim. Bir gün çok ağır hastaymışım. Yatak döşek yatıyormuşum. Herkes benimle ilgileniyormuş. Rahmetli Fedime (Bal)bibim de yanıma gelip benimle ilgilenmeye çalışırmış.

Bibimin geldiği bir günde bizimkiler zorla bana süt içirmeye çalışırmışlar. Ben de biraz hastalığın biraz da inatlığın sayesinde içmemekte direniyormuşum. Bibim dayanamayıp "Verin bardağı bir de ben deneyeyim!" diye teklif etmiş.

Bizimkiler bir umuttur diyerek dolu bardağı bibime vermişler. Zorla sütü içirmeye çalışırken ben gene isteksiz davranıyormuşum. Bibim, son bir hamle yaparak süt dolu bardağı ağzıma dayayıp içirmeye çalışmış. Bibimin ve bizimkilerin şaşkın bakışları arasında sütü içmek yerine dişlerimle bardağı kırmışım.

Bu bardak kırma olayı yıllar geçtikce espriye dönüştü. Bibimin çoçukları yani kuzenler(Muzaffer-Hasan-Abit-Elmas-Firdes) "Bardağımızı kırdın, bize bardak borçlusun!" diye söylenip durdular.

1990 yılında İstanbul konutlarda pazardan yarım düzine bardak alıp ilk taksidimi Muzaffer abime götürüp teslim ettim. Kuzenlere bardak borcum hâlâ devam ediyor.

Keşke geçim koşulları ve kazancımız iyi olsaydı, bardak borçlarımın hepsini bir anda öder kurtulurdum. Ne yapayım, yoksulluğun yaratıcıları utansınlar.

Sebahattin GÜNEL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

2. Yazı - 5 Mayıs 2010
GÖLET

Su tüm canlı varlıkların hayat kaynağıdır. Özellikle insanlar ve doğada yaşayan hayvanlar için çok önemlidir. İnsanoğlu gürül gürül akan bir derenin yanında oturduğunda doğayı ve suyun sesini dinlerken daha huzurlu ve coşkulu oluyor.

Ne yazı ki bizim köyümüzde oturup dinlenecek, huzur bulacak gürül gürül akan bir deremiz bulunmamaktadır. Ağgüne tarafında bulunan dereden akan suda köylülerin ve doğada yaşayan hayvanların ihtiyacını karşılamaktan uzaktır.

Köyümüzde su ihtiyacını karşılayacak ortam araştırılırken Ankara'da derneğimizdede bu konuda bir çalışma yürütülüyordu. Daha sonra dernekte o zamanın yönetiminde bulunan Hüseyin Aydoğan (babıko), Cevat Günel (kameraman-fotoğrafçı) ve Şükrü Aydoğan'In (sağlıkcı) öncülüğünde bir çalışma başlatılıp Köy Hizmetlerine dilekçeler yazıldı, görüşmeler yapıldı, aracılar konarak köyümüzde bulunan Çatalçam'ın yukarısında Döndü'nün kavağının civarına Gölet yapıldı.

Gölet insanlarımıza, doğada yaşayan kuşlara ve diğer canlılara hayat veren su kaynağı hâline geldi. Ne yazık ki ortada bir terslik var.

Gölet, insanlarımızın ihtiyacını karşılarken, hayvanlar için özellikle kuşlar için geçerli gözükmemektedir. Bunun nedeni göletin yanında bulunan üstü parlak çinkoyla kaplı barakadır. Güneş ışınlarının yansıması kuşların ve yaban ördeklerin gözlerini kamaştırdığından gölete inip su ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır.

Aslında bunun bir çözümü yok değil. Bu da barakanın yıkılıp yerine göletin etrafına dört beş tane güneş ışınlarını yansıtmayacak üstü kapalı kamelyalar yapılabilr. Hatta yanlarına mangallıklarda konabilir. Bunun ötesinde göletin etrafına çabuk büyüyen ağaç çeşitleri dikilirse tam piknik alanına dönüşebilir. Böylelikle kuşlar, yaban ördekleri, hatta diğer canlılar su ihtiyaçlarını karşılarken gölet etrafında üreme yaparak kendilerine bir yaşam alanı bulmuş olurlar; aynı zamanda görsel bir güzellik oluştururlar.

Unutmayalım, hayvanlar yeryüzü ortaklarımızdır, onların da yaşam hakları var; işbirliği yaparak yaşamlarını kolaylaştıralım.

Sebahattin GÜNEL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1. Yazı - 25 Şubat 2010
SUSUZ YAZ

Köylerimizde yıllar boyunca SU, sorunlu hâle gelmiştir. Özellikle bizim (Yeniköy) köyde her zaman sorun olarak güncelliğini korumaktadır.

Özellikle yaz aylarında gün geçmiyor ki, su yüzünden tartışmalar çıkmasın. Su tartışmalarının olağan hâle geldiğini bile söyleyebiliriz.

2004 yılının temmuz ayında Libya'dan geldikten sonra köye gittim. Yaz sıcağında gündüz vaktinde Haydar Günel'in (Deligillerden) kızının yemeği verilmekteydi. Havanın sıcak olmasından kaynaklı epeyce kalabalıktı. Hatta Kırıntı'dan da misafirler vardı.

Yemekler yenip Kuran okunup dualar edildikten sonra insanlar yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Gitmemeyi tercih edip de evde kalarak sohbet edenler de vardı köyün
yerlileriyle.

İstanbul, Ankara ve Almanya'dan gelenlerle köyün ihtiyar heyeti yani yaklaşık 20-25 kişi, hem çay içip hem de sohbet ediyorlardı. Ben de yanlarındaydım

Aralarında yüksek sesle tartışırlarken konu dönüp dolaşıp suya geldi. Su konusunda da kilitlenmişlerdi. Birbirlerini ikna etme yarışına girmişlerdi. Hiç birinin ikna olma gibi bir gayreti de yoktu zaten. Dayanamadım, orta yere döndüm ve:

-İzin verirseniz su hakkında ben de bir şeyler anlatayım, dedim.

-Buyur anlat, dediler.

Biraz da heyecanlanmıştım.

-Bu köye Keban Barajı'nın suyu bağlansa size yine yetmez, dedim. Üstelik tartışmalarınız asla bitmez, tükenmez.

Hep bir ağızdan:

-Neden? diye söylendiler.

Sözüme şeyle devam ettim:

-Köyün alt tarafından başlayıp yukarı mahalleye kadar evlerin önündeki 15-20 bostanın içindeki hortumlardan sular boşuna akıyor. Oysa yayladan az miktarda gelen su, içmek, yemek hazırlamak veya çay demlemek için kullanılmalıdır.

Köyün ihtiyar heyetinin içinden Durmuş Şahintaş (Deli Durmuş) amca doğrularak:

-Aha, bu çocuk, bizden akıllı doğru söylüy, dedi.

Önerimin destek görmesinden çok mutlu oldum. Ama ne yazık ki o günden bu güne değişen bir şey olmadı. Su, köyde sürekli kalanlara yetmiyordu zaten. Bir de şehirlerden gelenler olunca su kullanımı yarı yarıya inmektedir. Gücü yetenler, su deposu yaptırarak paçayı kurtarıyorlar. Peki, gücü yetmeyenlerin durumu ne olacak?

Kalıcı bir çözüm bulunmadıkça köyün ihtiyar heyeti ve köylülerimiz tartışmaya daha çok devam ederler.
-0-

Sebahattin GÜNEL
(Emekli İşçi)
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------