Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Seçil Günel


ANASAYFA

İÇİNDEKİLER
01 - Yolcu Emim Sele Kapılıyor - 05 Temmuz 2010
02 - Yayla Maceralarımız - 15 Ağustos 2010
03 - Bilerek Havuza Düşüyoruz - 27 Eylül 2010
04 - Yaylanın Suyunun Köye Getirilişi - 15 Ocak 2011
05 - Armut Dayağı - 04 Şubat 2011
06 - Seçkin'in Düğünü - Filiz'in Ölümü - 04 Temmuz 2011

bizimyazarlarimiz-foto-secilgunel2_.jpg

07 - Helikopteri Canavar Sandık - 06 Mart 2012
08 - Anuk - 06 Nisan 2012
09 - Sinekli Yoğurt - 02 Haziran 2012
10 - Gece Yarısı Yayla Yolunda - 08 Temmuz 2012

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

10. Öykü - 08 Temmuz 2012
GECE YARISI YAYLA YOLUNDA
(Akrep'le Yelkovan Yer Değiştirince)

Yıl 1979. On beş yaşındaydım. Aylardan temmuz. Yayla zamanıydı. Her yıl 15 temmuzda göç yaylaya çıkardı. Yine göçün yaylaya çıktığı bir gündü. Turan abim, o gün arkadaşlarıyla anlaşmış, gece saat üçte yaylaya gitmek için yola gitmeyi kararlaştırmışlar, tam üçte Çamlık'ta buluşalım demişler. Ben de abimle birlikte gidecektim. Abim bana dedi ki, ben seni kaldırırım.

Neyse, gece oldu. Yaylaya gidecek olmanın heyecanıyla arabayı yükledik ve yattık. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, abim bana seslendi:
-Seçil! Şişşt, haydi kalk! Saat üç oldu, geç kaldık. Herkes gitmiştir.

Aceleyle öküzleri arabaya koştuk ve Çamlığın yolunu tuttuk. Evimiz oraya yakın olduğundan aradan fazla bir zaman geçmeden Çamlığa vardık. Vardık ki hiç kimse yok. Abim, dedi ki:
-Allah Allah, bunlar niye gelmemişler.
Bir de saatine baktı ki, gece yarısı yani on iki buçuk. Evde saate baktığında meğerse saat on ikiyi çeyrek geçiyormuş. Abim yelkovanı akrep, akrebi yelkovan sanarak saat üç sanmış. Bu nedenle üç saat önce yola çıkmış.
Abim bana:
-Sen burada bekle, ben köye gidip arkadaşlarımı kaldırıp alıp geleyim, dedi ve öküzlerle beni baş başa bırakıp gitti.

Yanımda bir de teyp vardı. Abim gidince kaldım tek başıma. Bereket ki Ay ışığı vardı da çevremi birazcık görebiliyordum. En çok ayı gelir diye korkuyordum. Ayıları kaçırmak, korkumu gidermek için teybi açtım. Ayılar gelirse öküzleri ayılara bırakır ben kaçarım diye düşünüyordum.

Bir buçuk saat kadar bekledim. Kulağım köy yolundaydı. Arasıra teybi kısıp köyden ses geliyor mu diye dinliyordum. Ses mes gelmeyince teybi tekrar açıyordum.
Sonunda köy yönünden gelen konuşmalar, ıslık sesleri ve arabaların mazı gıcırtısını duydum. Neyse geldiler. Çamlıkta buluştuk. Onları görünce çok rahatladım. Bu arada teybin pilleri de bitmişti.

Arabalar, sıra sıra dizildi, konvoy şeklinde. Ve bu şekilde yola çıktık. Yayla yoluna vurduğumuzda kimileri türkü söylüyor, kimileri ıslık çalıyordu. Arabaların mazı gıcırtıları da bu seslere karışıyordu. Öküzler yorulduğu için arada bir dinlenerek bir buçuk saat sonra Aşağı Gersit (Bahçeli) yaylasına vardık. Öküzleri çözüp dinlendirdik. Biz de bir şeyler atıştırdık. Tekrar yola çıktık ve altı buçuk, yedi civarında yaylaya vardık.

O zamanlar yaylaya göçmek herkese büyük heyecan veriyordu. Birlik, beraberlik, dostluk vardı, herkes bir arada olmaktan çok mutlu olurdu. Geceleri tuz taşlarında meydan ateşi yakılırdı. Türküler çağrılır, horon oynanırdı. Yatak çamlarında sallanılırdı.

Yaylaya çıkmak bizim için düğün, bayram gibi özel günlerden biriydi. Mal davara, koyun kuzuya karışırdı. Meleşmeler, böğürmeler, havlamalar, uykurmalar bize büyük mutluluk verirdi. Yayla hayatından büyük zevk alırdık. Kesinlikle eminim ki belli bir yaşın üzerindeki herkes, o günleri büyük bir özlemle anıyor.

Arkadaş sohbetlerimizde eski anıları anlatırken, bu anıyı benden dinleyenler gecenin karanlığında Çamlık'ta tek başıma beklediğime inanmıyorlar. Hâlbuki anlattıklarım tamamen doğrudur. Çünkü bizim aile köy dışında, ıssız yerde yaşıyor. Yalnızlığa ve ıssız çevreye alışkınız zaten. Geceleri, bizim yaşımızdakilerin asla geçemeyecekleri mezarlık yolundan biz tek başımıza geçiyorduk. Zaten mezarlık içinde yaşıyorduk. Çamlıkta kalmak, mezarlıkta kalmaktan daha zor değildi ki.

Seçil Günel - Ankara

-----------------------------------------------

9. Öykü - 02 Haziran 2012
SİNEKLİ YOĞURT

Yıl 1981'di sanırım, belki de '82. Yayla zamanıydı yani ağustos gibiydi. Beş altı arkadaş, birlikte Karaburga'ya gitmeye karar verdik. Önce geze geze Başyurt'ta çıktık. Oradan da Avlusu'ya gittik. Yanımıza yiyecek olarak sadece bir bakraç yoğurt ve kuru ekmek almıştık ıslayıp yemek için.

Yoğurt ısınmıştı. Avlusu'da yoğurdu soğuması için suya koyduktan sonra dinlenmek için çimenlere oturduk. Sudaki bakraçtan bir tas yoğurt alıp çimenlerin üzerine koyduk ve yemeğe başladık. Bayağı da acıkmıştık.

Çimenler üzerinde toz gibi uçuşan küçük küçük sinekler vardı. Belki sinek de değil başka bir böcek çeşidiydi. Bizi bir türlü rahat bırakmadılar. Pire gibi zıplıyorlardı. Biz farkına varamadan otlar üzerinden fırlayarak tastaki yoğurtlarımıza dalarak yenmez hâle getirdiler. Yoğurdu dökmek zorunda kaldık.

Neyse, oradan kalkıp Karaburga'ya doğru yola çıktık. Yol boyunca uykurduk, bağıra çağıra türküler söyledik. Sonunda Karaburga'ya vardık. Karaburga Tepesi'nin Çorak deresine bakan tarafında bir parça kar vardı. Kirli, kurtlu değildi. Bakracı kara gömdük. Yoğurt soğurken biz de şehit mezarlarını ziyaret ettik.

O zaman kızlar arasında bir inanç vardı. Şehit mezarlar üzerinde uyuyan kızlar, ileride evlenecekleri erkekleri görürmüş. Heyecan olsun, eğlence olsun diye mezarların üzerine yattık. Uyumaya çalıştık. Ne uyuması. Azcık gözümüzü dinlendirmeden gülmeye başlıyorduk. Yani hiç kimse evleneceği erkeği göremedi.

Tekrar yoğurdun yanına döndük. Yoğurdun içine kar koyduk, dondurma gibi yedik.Hem de öyle büyük bir zevkle yedik ki asla unutamıyorum. Tekrar aynı güzergahtan neşeli bir şekilde konuşarak, türküler söyleyerek geri döndük. Önce Büyük Şehit'e, sonra da Küçük Şehit'e geldik. Şehitliklerde şehitlerin mezarlarının bulunduğunu daha önce duymuştum ama ilk kez o zaman gördüm.

Bu arada akşam oluyordu. Güneş dağların üzerine alçalırken çok güzel bir manzara oluşmuştu. Güneş, tam batmak üzereyken yaylaya döndük. Yaylamız çukurdaydı zaten çoktan gölgeler basmıştı.

Seçil Şahintaş GÜNEL - Ankara

----------------------------------------------

8. Öykü - 06 Nisan 2012
ANUK

Zamanını tam hatırlamıyorum. Yaklaşık on beş kişi toplandık Karlıdağ'a dağ anuğu toplamaya gittik. Yaşlılardan Kezban ana, Yusuf aga, Möhteber ablanın oğlu Hasan abi... Kalabalıktık yani. Genç kızlar, erkekler vardı.

Karlıdağ'a çıktık. Anuk toplamaya başladık, ama bir sis bastırdı, kimse kimseyi görmüyordu. Görüş açımız çok kısaydı. Ama heyecanla anuk aramayı sürdürüyorduk. İki tepe arasında bir anuk yeri buldum. Bir tarla gibiydi. bir çanta anuk topladım. Upuzun, yemyeşildi anuklar.

Herkes toplayabildiği kadar anuk topladıktan sonra Kirazmaşat'ın yaylasına gittik. Kezban ananın arkadaşları varmış. Dediler ki gidip orada kuymak yaptırıp yiyelim. Gittik kadının yaylasına. Kadın bizi kırmadı. Kuymak malzemesi hazır nasıl olsa. Kuymak yapıyor ama vita yağını koydu. Nasıl koku yayıldı. Kendimi dışarıya zor attım. Kokudan zehirlendim. Hasan abim, bana yardımcı oldu ve Yükkaya'ya kadar sırtında çıkardı. Sonra yaylaya gittik. Bu arada akşam olmuştu tabi. Kendimi de toparlamıştım.

Anuğu yaylaya koydum. Birisi beni çaya çağırdı. Kim olduğunu hatırlayamadım. Çay içerken... Bizim köyden Kezu diye ahraz bir kız vardı. Herkes Kezu'ya birer parça anuk vermişti. Neredeyse bir çanta anuğu olmuştu. Ama benim anuklara gözünü dikmiş, nereden bileyim.

Çay içmeye giderken kapıyı kilitlememiştim. Geri döndüğümde bir de baktım ki anuk çantamın yerinde yeller esiyor. Çalan kimse anuğu döke döke gitmiş. Yerdeki anuğu izleyerek gittim ki Kezu'nun yaylasına girmiş benim anuklar. Kezu almış götürmüş, yastığın arkasına saklamış. Anuğu buldum. Aldım geri götürdüm. O sırada Kezu danaların peşindeydi. Yaylaya dönünce anukların gittiğini fark etmiş. Kızmış. Başlamış bağırmaya. Kimse ne dediğini anlamıyor. Biliyorum, bana bağırıyor niye aldın diye. Neyse bağırdı, çığırdı. sustu.

Ertesi gün anuğu temizliyordum. Kezu geldi. Bana sarıldı. Özür diledi. Bunun üzerine ona bir elmek daha anuk verdim. Onunla anuk hikayemiz böylece dostça bitti.

Seçil Günel - Ankara

----------------------------------------------

7. Öykü - 06 Mart 2012
HELİKOPTERİ CANAVAR SANDIK.

1975-76 civarıydı herhâlde. Epeyce küçüktüm. On, on bir yaşlarındaydım. Hiç helikopter görmemiştim. Günün birinde küçük kızkardeşim Seçkinle birlikte öküzlerimizi yaymaya gitmiştik. Kürt Çadırları diye bilinen bir tepe var. Orada armut ağacı var, çam var. Malları yaydıktan sonra gidip orada yatırıyoruz. Öğlen yemeğimizi orada yiyoruz.

Bir ara bir ses duyduk. Bir ses geliyor. Motor sesi geliyor. Hayret diyoruz, bu tepenin arkasında yol yok, motor nerden gelecek? Tepeye çok yakın bir alanda, armut ağacının dibindeyiz. Tam tepeden bir şey çıktı, üzerimize geliyor. Canavar sandık gördüğümüz şeyi. Canavar geliyor diye bağırarak nasıl kaçıyoruz!

Tepeden dereye kadar yuvarlana, düşe kalka geldik. Korkumuzdan daha geriye, havaya bakamıyoruz. O canavar, pat pat yaparak dolanıp duruyor üzerimizde. O zamanlar helikopter olduğunu nereden bilelim. O kadar alçaktan uçuyordu ki korkmamak mümkün değildi. Çok yükseklerden geçen hani o zaman kuyruklu tiyareler diyorduk ya işte kuyruklu uçaklardan çok görüyorduk. Ama helikopter hiç görmemiştik. Seçkin hem kaçıyor hem diyor ki, kaç abla canavar bizi yiyecek.

Ee, ağustos ayıydı. Duran abim, harmanda döven sürüyordu. Biz gittiğimizde baktık ki öküzleri çözmüş, derede su içiriyor. Bizi gördü. O ne la, ne bağrıyorsunuz? dedi. Abi,baksana canavar bizi yiyecek dedik. Abim dedi ki, kız susun, deli misiniz, o helikopter, dedi. Seyfi abi geldi dedi.

Makbile bibimler de köydeler, bizdeler. Seyfi abi onları duymuş. Onlara ve köylülere el sallamak üzere Erzincan'dan çıkıp gelmiş. Yere konmadı. Bizim köyün, derelerin, tepelerin üzerinde dolandı, fırlandı gitti.

Seyfi abi daha sonra yine geldi. Kırıntı'da Gültaze bacısı vardı, Şükrü öğretmenin eşi. Bu yüzden Kırıntı'ya da gitti. Hatta Aşığın Paarı'na bile gidip konmuş. Helikopter geldiğinde bütün köylüler kapılara çıkıyor, heyecanla el sallıyordu. Bir kere daha geldiğinde arkadaşım Necla'yla beraber Yeter bacıların ocaklığında kavurga kavuruyorduk. Çok heyecanlı oluyordu helikoptere bakmak, el sallamak. bizim köye helikopter geldi diye gurur duyuyorduk.

Seyfi abi daha sonra kaza geçirdi. Ona sağlık dolu uzun ömürler diliyorum.

Seçil Şahintaş Günel - Ankara

----------------------------------------------

6. Öykü - 04 Temmuz 2011
SEÇKİN'İN DÜĞÜNÜ -FİLİZ'İN ÖLÜMÜ

Sene 1986, aylardan temmuz. Kızkardeşim Seçkin'in düğünü olacaktı. Ben de Ankara'dan düğün için köye gittim. Oğlum Eray sekiz aylıktı, henüz yürümüyordu. Düğün hazırlıkları başladı. Biz de bir telaş var ki sormayın. Düğün için İstanbul'dan, Ankara'dan, Almanya'dan gelenler oldu. Almanya'dan gelenler arasında damat ve babası vardı. Düğünden gelin alıp Almanya'ya döneceklerdi. Başka köylerden de konak çağrıldı.

Düğün öncesinde Seçkin ve birçok kişiyle birlikte son bir defa yaylaları gezmeye gidelim dedik, düştük yola. Eray'ı anneme bırakmıştım. Hacıbektaş'ta oturan teyzemin oğlu rahmetli Süleyman da vardı. Sonunda yaylaya çıktık. Çayı koyduk. Benim içime büyük bir sıkıntı doğdu. Nedenini bilemiyordum. Sanki kötü bir şeyler olacaktı, ya da olmuştu hissine kapılarak köye dönmek istedik. Herkes bana kızdı, daha yeni geldik, ne oldu sana, saçmala, diye. Ama ben ısrarla dönmek istedim. Onlara dedim ki, siz keyfinizi bozmayın, ben yalnız da giderim. Teyzemin oğlu Süleyman dedi ki, olmaz ben seni yalnız bırakamam, seninle geleceğim. Beraber yine düştük yola.

Beraber şimdiki göletin altındaki çamlığın tepesine gelince köyden bir çığlık sesi duyduk. Ben dedim ki kesin köyde bir şey oldu. O günlerde Deligilden Gürcü ablanın kızı Filiz'in hasta olduğunu, İstanbul'da hasta bir hastanede yattığını biliyorduk. Hastalığın çok kötü olduğunu da biliyor ve çok üzülüyorduk. Filiz, Seçkin'in sevdiği arkadaşlarından biriydi. Henüz çok gençti. On altı yaşlarında cıvıl cıvıl bir kızdı. Onun düğüne gelmeyi çok istediğini annesinden duymuştuk. Filiz, illa ben de düğüne gidecem demiş, düğün için hazırlık bile yapmış, elbise almış. Köyden gelen acı çığlıkların Filiz'le ilgili olduğunu tahmin ettim. Büyük bir korkuyla eve koştuk.

Çamlıktan inerken birinin bizim eve doğru hızlıca gittiğin gördük. Eve gittiğimde Seçkin'in kayın babasının annemle konuştuğunu gördük. İşte o anda öğrendim ki Filiz vefat etmiş. Ölüm haberi köye bildirilince herkes acı içinde dövünmeye başlamış. Bizim duyduğumuz çığlıkların nedeni buymuş.

Bu acı olay üzerine düğün ancak birkaç gün ertelenebildi. Daha fazla geciktirilemezdi. Çünkü damat tarafı Almanya'ya dönmek zorundaydı. Çağrılan konaklar iptal edildi. Davul zurna çalınmasın dendi. Düğünde sadece kına yakılırken kısa bir süre davul zurna çalındı. Kimsenin kolları oynamak için kalkmadığı için halaylar kurulmadı. Düğün sönük geçti. Herkes çok çok üzgündü. Bu olay beni derinden etkilediği için paylaşmak istedim.

Seçil Günel

----------------------------------------------

5.Öykü - 04 Şubat 2011
ARMUT DAYAĞI

Bizim evimiz, önce Yeniköy'ün içindeydi. Ben bir yaşındayken babamlar Çatalçam'a şimdiki evimizi yapmışlar. İşte o ıssızdaki evde büyüdüm. Hemen yanıbaşımızda köyün mezarlığı vardı. Herkes, orada korkmadan nasıl yaşadığımızı sorardı. Halbuki biz, korkmadığımız gibi mezarlık içinde simmeç (saklambaç) oynardık. Mezarların aralarına gizlenirdik. Gece yarıları bahçeye su bağlamaya giderken aklımızdan hiç bir korku geçmezdi. Ama ayıdan kurtttan korkardık. Annem halen Çatalçam'da tek başına yaşıyor. Herkes buna hayret ediyor. Alıştığımız için o ıssız yerler bize köyün içi gibi geliyor. İnsan, alışkın olduğu hiçbir şeyden, yerden korkmaz.

Yedi yaşında okula gitme çağına ulaşınca Yeniköy İlkokuluna başladım. Okul köyün girişindeydi. Bizi ev ise tam tersi tarafta, köyün dışındaydı. Yürüme yolum ... metre kadardı. Öğlen tatilinde yani beslenme saatinde eve gider, yemeğimi yer dönerdim. Yazın neyse de kışın gidip gelmek çok zor olurdu. Bazen Selahattin amcamlar öğlen yemeğine götürürdü. Kızı Yasemin'le yemeğimizi yer dönerdik.

Tahminime göre dördüncü sınıftaydım. Güz günü ahlatların yetiştiği zamandı. Bizim evin bahçesinde has armutlar vardı. Bir gün okuldaki kız arkadaşlarım Damatların Necla, Dedenin Emine'si, Hakkı Dayıların Nazile öğlen yemeğine giderken benden has armut istediler. Eve gidip karnımı doyurduktan sonra bahçeden armut toplayıp yanıma alarak okulun yolunu tuttum. Tam okula yanaşmıştım ki zil çaldı. Armutu okula götüremezdim. Eski yıkık bir evin duvarını gördüm. Bir taşını çekerek armutları kovuğa koyup taşı ağzına kapattım. Okula gittim. Derse girdim.

Öğretmenlerimiz Hüseyin Kara ve Alaaddin Öztürk'tü. O günlerde öğretmenler bizi sık sık uyarıyorlardı. Okul bahçesinin dışına çıkmayın diyorlardı. Çünkü ahlat, alıç toplamaya giden öğrenciler derse geç kalıyorlardı. Ders aksıyordu.

Öğlenden sonraki ilk teneffüste kızlarla dışarı çıktık. Kızlar, hani bize armut getirecektin diye beni sıkıştırdılar. Armutu getirdiğimi, damın duvarına sakladığımı söyledim. Akşam giderken alırız dedim. Onlar yalan söylediğimi sandılar. Öğretmenlerden korktuğum için armutu getirmeye gitmek istemiyordum. Öğretmenler odasının penceresi tam armutların sakladığımız yere bakıyordu. Kızların ısrarı üzerine hep beraber gittik, armutları sakladığım yerden çıkarıp onlara verdim. Geri döndüğümüzde Alaaddin öğretmen elindeki bir cetveli arkasına saklayarak bahçenin girişinde bizi karşıladı. Size ben ne demiştim, okulun dışına çıkmak yasak dememiş miydim, dedi. Neye gittiğimizi sordu.

Ben ağlayarak, olayı anlattım. Öğretmen, hani bakayım armutlar dedi. Kızlar, cebinden çıkarıp gösterdiler. Öğretmen, ellerinizi açın bakayım dedi. Kızların ikişer eline cetvelin dik tarafıyla birer kere vurdu. Bana tek elime bir kere vurdu. Ellerimiz şişip, morarıp, su toplamıştı.

Alaaddin hocamı görünce bu olay bazen aklıma geliyor. Ama ona bir kere bile anlatmadım. Bir gün yine karşılaşırsak anlatırım belki. Bu olaydan dolayı ona kin tutmuş değilim. Uyarıyı dikkate almadığımız için belki de hak etmiştik. Şu anda küçük bir öğrenciye aynı ceza verilse kabul etmem. Demek ki o zamanki koşulllar öyleydi ve dayak normal geliyordu. Şimdi düşünüyorum da hiç de normal bulmuyorum. Eminim ki öğretmenlerimiz de normal bulmuyordur.

Seçil Günel - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

4. Öykü - 15 Ocak 2011
YAYLANIN SUYUNUN KÖYE GELİŞİ

Yayladan suyun köye getiriliş öyküsünü dedemden dinlemiştim. Aklımda kaldığı kadarını yazmaya çalışacağım.

Yıl 1988, yaz mevsimi. Dedem Durbaba (Durmuş) Şahintaş, yıllardır Başyurt'un suyunu köye getirme hayalini taşıyormuş. Hatta bunun için tek başına çalışarak Küçükşehit'e kadar kanal vurmuş. Bunu, çocuk olmama rağmen hatırlıyorum. Dedem, destek alamayınca yarım bırakmak zorunda kalmıştı.

Dedem daha sonra muhtar olunca su olayını yine gündeme getirdi, ama muhtarlığı zamanında yine gerçekleşmedi. Kendisinden sonra muhtar olan Durmuş Aydın'a (Kolaman) destek vererek suyun getirilmesi için teşvik etti. Sonunda yaylanın suyunun yani Esme ananın gözesinden çıkan suyun köye getirilme kararı alındı.

Hemen kanal eşme çalışmalarına başlandı. Yukarı Kulaca (Görsüt) bu duruma karşı çıktı. Çünkü su onların köyüne akıyordu. Gündüz bizim köylüler kanal eşiyordu, onlar gece gizlice dolduruyordu. Bizim köylüler, gece sırayla nöbet tutmaya başladılar. Taşlı, sopalı kavgalar oldu ama neyse ki ölüm olayı olmadı.

Olaya jandarma el koydu. Mahkemelik olundu. Suyun Yeniköy'e verilmesine karar alındı. Köylüler, aylarca kazmayla kürekle çalışarak üç buçuk kilometre uzunluğunda kanal eştiler. Boruları döşeyip suyu köye getirdiler.

Suyun getirildiği o yıl, Şiran Kaymakamı, bizim evi göstererek "Önce şu eve suyu verin!" demiş. Ne acıdır ki su o zaman bizim eve verilmedi. Yayladan gelen hattan ancak yıllar sonrasında yani 2009 yılında su alınabildi. Kavgalı günler sırasında Yolcu (İsmail) emimle dedem en fazla çalışan ve nöbet tutan kişiler olmasına rağmen suyun getirilişini göremediler. Bunun ezikliğini yaşayarak dedem 1990'da, Yolcu emim 2001'de ölmüştü.

Seçil GÜNEL - Yeniköy
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

3. Öykü - 28 Eylül 2010
BİLEREK HAVUZA DÜŞÜYORUZ

Sanırım 1981-82 yıllarıydı. Ağustos ayı ekin zamanıydı. Millet köyde ırgat toplar , herkes birbirine yardımcı olurdu. günün birinde Kezban Ana ırgat toplamıştı. Hep birlikte tarla biçmeye gittik. Necla diye yaşıtım bir arkadaşım vardı, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Nereye gitsek beraberdik. O gün da birlikte Kezban Ana'ya ırgat gitmiştik. Evlerin altındaki yazıda ekin biçecektik.
Hatırladığım kadarıyla orada Kezban Ana, kocası Yusuf Aga, oğlu Erdoğan Abi ve Eşi Elmas Abla, onun bacısı Yasemin, Günaydın Günel, Kezban Ana'nın küçük oğlu Erol vardı. Tabi bir de Necla ve ben.

Boğucu bir sıcak vardı. Tarlayı biçerken sıcaktan bunalıyorduk. Mola verip dinlenebilmek için öğlen azığını bekliyorduk. Sonunda azık geldi. Tarlanın kenarında çok küçük bir havuz vardı. Elimizi yıkamaya gittik. Ama önceden plan yapmıştık. Yüzümüzü yıkarken Necla'ya dedim ki:

-Ben seni havuza iteyim. Sen de bana tutunur gibi yaparak beni havuza çek, beraber düşüp serinleyelim.

O da hemen kabul etti. Açıkça suya girmeye utandığımız için kazayla düşmüş gibi yaptık. Sonra bağırarak ırgata havuza düştüğümüzü duyurduk. Herkes bir şeyler söylemeye başladı.

- La yetişin kızlar havuza düştü!
- Çabuk la gidip onları çıkarın!

Biz kendi kendimize kikir kikir gülerken Kezban Ana'nın oğlu Erdoğan abi koşarak yardıma geldi. Güldüğümüzü görünce numara yaptığımız anlayıp şakadan bize kızar gibi yaptı.

- Çabuk çıkın, gelip yemeğinizi yiyin, sonra doğru işe! Kaytarmak yok!

Üstümüz ıslak olduğu için ırgatın yanına gidemedik. Kaytarıp çayırlara gittik. Üstümüzü çıkarmadan kuruttuk. Bize ayrılan yemeği gidip yedik. Kaytarmamız işe yaramadı. Bize fazladan iş verdiler. Serili sapı fazlasıyla bize toplattılar. Biz de güle söyleye cezamıza razı olduk. Böyle gırgırlı işler yapmazsan zaman geçmiyordu. Sıkıcı oluyordu. Irgattakiler bile bizim oyunumuza memnun olmuşlardı.

Seçil Günel
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

2. Öykü - 15 Ağustos 2010
YAYLA MACERALARIMIZ

Sanırım 1978 yılıydı. Yayla zamanıydı ve göç yayladaydı. Ben de yayladaydım. Odun, tezek yapardık. Hayvanlarımızdan yağ, çükelik, kuymak yapardık. Kızlarla, oğlanlarla toplanır eğlenirdik. Akşamları tuz taşlarında ateş yakardık. Türkü söyleyip horon oynardık.

Yayladaki en büyük heyecanlarımızdan biri çerçicinin yaylaya gelişi olurdu. Bir gün dut satıcısı gelmişti. Heyecanla başına toplandık. Adını hatırlıyorum ama şimdi söylemek istemiyorum, kızın biri çerçiciye:

-Dayı dutunu kaç liraya verecen? diye sormuştu.

Biz kikir kikir gülmeye başladık. Kız dedi ki:

-Anam bacım ne gülüsüz gı!

Çercici de güldü. Neyse biraz dut alıp gittik.

Neyse... O günlerde Mollagilli Hacı'nın ailesinden birinin düğünü varmış. Yaylacıları şekerle düğüne çağırdılar. Monoton yayla yaşamı için bu, büyük bir eğlenceydi. Akşam malı davarı sağdıktan sonra gitmeye karar verdik.

Düğün için kendimize göre hazırlıklar yaparken Kezban bacının gelini Seher yani Şekerim durduk yerde:

-Benim keşkek yiyesim geldi, bana keşkek pişirin de düğüne öyle gidin, dedi.

Biz de dedik ki:

- Nasıl olsa düğünde keşkek pişer. Gider orada yersin.

Şekerim, İstanbul'dan gelmişti. Dağa, bayıra alışkın değildi. Biraz da kilolu sayılırdı. Bunun üzerine şöyle dedi:

-Ben düğüne gidemem, size ayak uyduramam. O dağları aşamam anam. Bana keşkek pişirin, öyle gidin.

Güldük. Yasemin bana dedi ki:

-Gız anam, sen buna keşkeği pişir, öyle git. Yoksa ağzı durmaz, söyler gezer.

Ne yapiim, keşkeği pişirdim bir tencere. Şekerim'e teslim ettik, düğüne gittik.

Mollagilde düğün yeri kalabalıktı.

Kırıntı'dan ve Yeniköy'den çok gelen olmuştu. Çok genç vardı. Gece yarısına kadar horon oynadık.

Düğün bitince yaylaya doğru yola çıktık. Karanlık bir geceydi. Gençlerden bir oğlanın pilli elektriği vardı. Onun peşinden yürüyorduk. Yarı yolda elektriğin pili bitti. Yolumuzu şaşırdık. Ayıdan, kurttan korktuk. Bağıra çağıra, uykura zor zoruna yola devam ettik. Bir de baktı ki bizim yaylanın altına, Aşşa Görsüt'ün yaylasının başına yani Lazların yayla yoluna varmışız. Sevinerek yaylaya çıktık.

Ertesi sabah Şekerim'i gördüm. Şekerim heyecanla:

-Keşkeği çok yemişim, dedi. Hastalandım, sabaha kadar uyuyamadım.

Ben de dedim ki:
-Ey, az yeseydin ya!

Bu sefer o:

-Ne yapayım şekerim, güzel olmuştu, yedikçe yiyesim geldi.

Gülüştük.

Seçil GÜNEL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1. Öykü - 05 Temmuz 2010
YOLCU EMİM SELE KAPILIYOR

Ben daha bekardım. 1981-82 yılları olabilir. Bir gün çok yağmur yağıyordu. Bizim evin karşısında Ağgüne diye bir orman var. Yolcu (İsmail) emim bu ormanda kurumuş bir pelit ağacı görmüş. Tutturdu ki gidip onu kesip getirelim. Gideceğimiz yer bir derenin ötesindeydi.

-Gitmeyelim, yağmur yağıyor, sel gelebilir, dedim.

Emim kafaya takmıştı bir kere. Kızarak:

-Bir şey olmaz, gidelim? diye ısrar etti.
Yağmurun ara verdiği bir zaman gittik, ağacı kestik. İkimizi birer ucundan tutarak eve doğru yola çıktık. Dereye geldiğimizde kapkara, bulanık bir selin aktığını gördük. Geçebileceğimiz en dar yeri aradık. Daha doğrusu emim aradı. Çok korkuyordum.

-Emi ne olur dereden geçme, sele gidersin, dedim.

Emim, beni dinlemiyordu bile, geçmekte ısrar etti. Ben biraz yüksekte bekliyordum. Emim, elinde bir değnekle sele dalarak geçmeye çalıştı. Tam ortalara gelmişti ki dengesini yitirdi. Sele kapıldı. Sürüklenmeye başladı. Biraz sürüklendikten sonra bir su çukuruna gömülüp bir anda gözden kayboldu.

Korku içinde bağırıp çağırmaya, yardım istemeye başladım. Evimiz yakındı, ama derenin, selin diğer yanındaydı. Turan abim o sırada evdeydi. Büyük bir telaşla:

-Turan abi! Turan abi! Yetiş! diye bağırıp yardım istedim.

Bu arada yolcu emimin başını arada bir görüyordum. Suya batıp çıkıyordu. Can korkusuyla çırpınıyordu. Ona bir şey olacak diye çok korktuydum. Bağıra çağıra ağlamaya başlamıştım.

Abim, sesimi duymuştu. Koşarak geldi. Elindeki kalın ve uzun bir sopayı emime uzattı. Emim sapayı tutmayı başardı. Abim, onu çekerek kıyıya çıkardı.

Şimdi onlar derenin ev tarafında, ben diğer taraftaydım. Korkmuştum. Emimin kurtulduğunu görünce rahatlayarak derin bir soluk aldım. Selin geçmesini, suyun azalmasını bekledim. Onlarda benimle birlikte derenin diğer tarafında beklediler.

Bu arada abim, verip veriştiriyor, ağzına geleni söylüyordu. Biz suçlu olduğumuz için gıkımızı bile çıkarmıyorduk.

Hey gidi günler hey. Geride kaldı o günler. Yolcu emim de anılarda kaldı. Bari bu anıyla onu yaşatayım dedim.

Seçil GÜNEL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------