Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Ersin Öztürk


ANASAYFA

İÇİNDEKİLER
01-Gayrgilin Koçu- 03 Mart 2010
02-Vah Benim Zeynel'im - 03 Mart 2010
03-Beş Duyunun Ötesi - 20 Temmuz 2010
04-Bekir - 08 Mayıs 2011

ERSİN ÖZTÜRK

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

4. Öykü - 08 Mayıs 2011
BEKİR

Çok değil, bir-iki sene evveli, ve hatta geçen sene diyelim..)) Köydeyiz, akşam olmuş, hava biraz serince.. Mekan Celal Bakkalın bahçesi.. Rüzgarın yaprakları oynaştırmasıyla ortamın loş karanlığı bütünleşince mekanında sanki yadsıyan etkileşimi sonucu korku filminin en gerilimli anını yaşarcasına bir tahta masa başında bütünleşmiş, olmazsa olmazımız biralarımızı yuvarlayarak muhabbet etmekteyiz..

Soğuk biralardan olsa gerek, benim ses nanay olmuş... konuştuğumda başkası sanıyorum, öylesine kısık ve hışırtılı çıkıyor.. Üstüste giydiğim elbiseler kaba bir montla tamamlanmış, başımda samandan kocaman bir fötr.. sakallar o biçim... birde ortamın loş karanlığı eklenince, tanıyana aşkolsun.))) Neyse , uzatmayalım.. yiğit namı ile anlılır ya..derken Sofugilden sayın İsmail abimiz (Çamur İsmail) geç vakitlerde ortama iştirak buyurdular... selam, kelam derken bi ara bana dönerek "sen kimsin ula" diye sordu.. Aslen çok iyi tanışıp habire muhabbet ettiğimiz İsmail abim beni tanımamış oysa.. nasıl tanısınki.. ses , ses değil..tip, tip değil.. birde karanlıkda yüzüm belli değil.. nerden aklıma geldi bilmem..gerçi hep bu tip şakaları yaparım ya .. neyse.. bende cevaben "Bekir" dedim.. aklıma o an nerden esdiyse bu isim geliverdi işde yaw..) "Bekir kim la" dedi.. dedi "emi Durmuş Öğretmenin ufak oğlu"dedim. Pek inanmadı ama yinede "la hocamın 2 oğlu va, biri Safa, biri Ersin.. sen kimi gandırisın" dedi. "İsmail abi, beni tanımazsın, pek köyde kalmadım, okul-mokul derken bizin köylülerle pek içli dışlı olamadım, Ben Ersin'in ufağıyım, onlar abilerim olur.." dedim.. "Yok yaw.. la valla aha bi yaşıma daa girdim.. ben sanidımki ikidene. senden heç haberim yoh şardolsun" dedi.. bende efendi, utangaç, saygılı bir portre çizdim.. adam nasıl inanmasın yaf..)) Allahdan yanımızdakilerde rollerini iyi becerdiler... kimse açık vermedi.. herkes beni onaylayınca adamcağız inandı gitti.. derken beraberce epey daha biraları içdik, muhabbet ettik.. kalkma yakınları İsmal abi tipimi merak etmiş olacak ki "La Bekir şu yüzünü bi göreyim" diyerek elinde yakmış olduğu çakmağı yüzüme yaklaştırdı ve yaklaştırmasıyla yaygarayı bastı.. ""La seni gidi.......... va sen beni nasıl gandırdın Ersin" diye epeyce saylattı..)))) Ondan sonra beni her görüşünde Bekir demeye başladı.. şimdi adım Bekir.. Geçenlerde (Nisanın ikinci haftası) köye gitmişdim.. Uzaktan gördüm.. "nasılsın İsmail abi" deyince "Ula Bekir eyiyim sen nsaılsın, ula hoo yanındaki kim la " dedi.. yanımda benim ufak kayınço Orhan vardı.. "İsmail abi yanımda babam var" dedim.. "ha.. eyi.. az durun u zaman" diyerek babamla ayaküstü bişeyler konuşma düşüncesinden olsa gerekki bize doğru gelmeye başladı... mesafe epey kısalınca durdu.. baktı. baktı.. "La yanındaki hocam değil miş..ya ....." dedi.. "Yaw İsmail abi sen hala akıllanmadın mı.. Bekir olayından sonra hala bana nası güvenirsin" dedim..hem gülerek hem söverek basdı gitti... bu hikayede tabiiki burada bitti..)))))

Ersin Öztürk

----------------------------------------------

3. Öykü - 03 Mart 2010
GAYRGİL'İN GOÇU

Guzuluun azında mal yayirıh emme fene çohluuh. Gayrgilin Kemalcı, İsgendergilin gızları, Hidayet hocaların Gülerci de urdalar. Ben daa çocuum. Beni milletin yanina gatilar, eyle mal yaymiya gidirim. Bi de çoh gine bal götürürdüm ki beni govmasınlar deyn.

Neyise mal yayiken herkes mezelliin urdaki paara su içmiye getti. Ben de İsgendergilin Sultancıginan urda malların yanında galdidım. Goya mallari çevrecedim.

Goyunlar birez ileri gettidi. Neblüm işte uzahdan dooru "kaas davar" dediim de ufacıh bi daş attım, emme atmaz olaydım. Bi de bahdım ki İsgendergilin goçu bi geli, emme hemi de jet gibin. Gaç gaçmamısın emme ağaçlar da yanımda yoh ki çıham. U gelişe been arhadan bikeen vurdu. Allahtan belimin ortasına gelmedi de yanına ırasgeldi emme ben yüzüstü bikeen yere serildim. Goya daş aldımda galhidım. Daa aya galhmadan bida vurdu. Emme goç da zebillah gibi. Bendir daa ohula bile getmirim, çok güüçüüm yani. Bu sefer gafamı da arhadan sivri bi daşa vurdum emme haşimdi bile izi durüü.Ben galhana gadar goç açıldı bida geldi vurdu.

Sultancıh bar barii. Emme gorhusuna da gelemi. Taaa mezellihlerin urdaki paardan Kemalcıh gelip de goçu dutana gadar goç been boyna vurdu. Üstümde ya GS ya da FB forması varıdı, u da gıpgırmızı oldu. Tepeden dırnaama gadar her yanım gani. Artuh gorhudan mı nedir, heç biyerim acımi.

Beni eve getirdiler. Anamı gördüdüm alamiya başladım. Beni gören bikeen şaşıridı. Motorunan gasabiya götürecediler, bidaa götürmediler. Bidene yeni kesilmiş goyun posdunu duzladılar, beni soyup içine sardılar. Köylü boyna yanıma gelii. Bazıları da gılı getiri. Eyle sevinidim ki.

Bi de bazıları di ki:

-Ha bu çocaa diinki, senin heç bişeni yoh. Çocuh gorhmasın.

Ula diidim bunlar da beni heç bişe bülmüü sanilar. Neyise, İsgendergilin goçunu u gece Muzafercik fene döymüş. Zabasıda goçu köyden gaybettiler.

Been u zamandan bu yana birez guş beyinli diiler. Varsın desinler herif. Emme az daa goç beni öldürüdü. Şimdi ahlıma geli de nası urdan sağ gurtulmuşum yaw..:))))

Ersin ÖZTÜRK

----------------------------------------------

2. Öykü - 03 Mart 2010
VAH BENİ ZEYNEL'İM VAH..!!!!!

5-6 seneden fazla da az değil. Köyde tatilimi bitirmiş İstanbul'un kirli kucağına, iş, stres, trafik ve nemli havasına geri dönmek için Şiran'ın yolunu tutmuşum.

Şiran'da hava alabildiğine sıcak, köprünün yakınındaki yazıhanede iğne atsan yere düşmez. Bir taraftan gelenler, bir taraftan gidecekler, bir taraftan karşılayıp yolcu edenler yetmez gibi bir de meraklılar. Neyse, zar, zor yazıhaneye girmeyi başardım ve önceden rezerve edilmiş biletimi alarak tekrar dışa yöneldim, ama çıkmak ne mümkün.

Olacak bu ya, baktım Zeynel, o kalabalıkta içeriye yönelmiş kalabalığı yara, yara geliyor. Şimdi ben İstanbul'a geri dönmenin hüzünlü telaşını yaşarken Zeynel Efendi izne yeni geliyor olmanın güzelliğini yaşıyor. Yani Şiran'dan ben İstanbul'a, Zeynel Efendi köye. Hiç adalet mi bu?

Zeynel beni görünce bir heyecan, bir coşku, bir sevgi, açmış o kalabalıkta kollarını bana doğru geliyor. Aklı sıra sarılacak, öpecek falan filan. Tam yanıma gelip gülümseyerek ve "gardaşım naber" diyerek sarılıyordu ki "NE OLUYOR , SEN KİM OLUYORSUN, NE SIRITIYORSUN, KAÇSANA YOLUMDAN BE ADAM!" diye avazım çıktığı kadar bağırarak orayı terk ettim. Zeynel, o kalabalığın arasında dut yemiş bülbül gibi, mosmor kalakaldı. Çevredeki herkesin dikkati de tabii ki onun üzerinde.

Ayrılış o ayrılış. Ben İstanbul'a o köye. Zavallım, köyden gelene kadar "Bu adam bana niye böyle yaptı, ya ben ona ne yaptım?" diye düşünmüş. Adam nerden bilecek Ersin'in can alıcı şakalarından birisinin üzerinde denendiğini.

Neyse, gel zaman git zaman Zeynel izinden döndü. Döndü dönmesine de daha benimle konuşmaz. Ya emice etme eyleme desem de yüzüme bakmaz. İşi gereği geldiği bizim ofiste elimle çay, kahve yaptım içmez. Çok peşinde koştumsa da yüz vermedi. Yani tekrar arayı düzeltene kadar akla karayı seçtim. Şimdilerde de aklımıza geldikçe anlatıp gülüyoruz.

İşte eyle Zeynel emiceme hebeylece işlerde ettim ama güzel bir anı olarak kaldı.

Ersin ÖZTÜRK

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1. Yazı - 20 Temmuz 2010
BEŞ DUYUNUN ÖTESİ

Ah ki ah abim!!! Site için parmaklar bir kez daha klavyede ağabeyciğim. Ne diyem, ne söyliyem? Benden kalıplaşmış, kurallara sadık yazı türü bekleme ne olur! Esneklik, her konuda her görüşte kabul ve teslimiyet aşırılığa varmadığı ölçüde vuku bulur derim.

Konu mevzu değil. Taştan, topraktan, hemen her şeyden konu çıkar evelallah. :)

Gelişen teknolojinin kayıpları... ruhaniyetliğin, duygusallığın yitimi... mekanikleşme... değer yargılarının değişimi... nerde o eski mesut günler diyelim di mi? :)

Bir zamanlar dede ve büyük annelerimiz sadece toprak eker, dilenir ve bir dilim ekmekle mutlu olabilirlermiş. Yani imkânsızlıklar ne kadar olsa da bu durum günümüzün yüksek stresini yaratamamış, huzuru bozamamış. Öyle ya da böyle mutlu olmuşlar. Maddiyetin ya da popüliretenin getirdiği ayrımcılık yokmuş. Nasıl olsun ki? Hepsi hemen hemen aynı potansiyelin yakın getirilerine sahiplermiş.

Şimdi öylemi ya? Ah! Ne adamlar var! Adam demeye bin şahit ister derler ya, öyle cinsten! En ufak bir kültür birikimi, nebliim, sosyaliritesi ya da kendince bir özelliği olmayan; ama maddiyatı genelin üzerindekiler ne de saygınlar toplumda. Ne de prestijliler! El pençeyiz yanlarında. Saygımız, sevgimiz maşallah yani!

Ee bunu gören adamımız n'apıyor peki? Görüyor ki toplumda yer edinmenin, el üstünde olmanın yolu bilgiden, kültürden, bilinçten, sevgiden değil maddiyattan geçiyor. Yani konuşan yürek değil, para! Sözü geçen para.

İyi, güzel, has ad o kişiler ne kadar suçlu? Aslında hiç de suçları günahları yok. Sadece farkındalıklarının, bilgi potansiyellerinin yansımalarını yaşıyorlar. Yani kalkıp senin bilinç düzeyin niye bu kadar az diye adamı suçlayacak değiliz. Zaten farkında olsa, bu hâlde hiç olmazdı. Hem şu da var ki toplumda bu insanlara gerek var. Onlar bizlere katalizör oluyorlar. Onlara bakıp öğreniyoruz. Neyi öğreniyoruz, onlar gibi olmamayı. Yani aynı deneyimi yaşamadan yaşamış gibi, para değerinin değil, bilgi ve sevgi değerinin önemini öğreniyoruz.

Gözlem, çok önemlidir tekamülde. Kendimizi gözlemleyelim, çevremizde ve hatta dünyada olan biteni gözlemleyelim. Dünya'ya Ay'dan bakalım ve yargılamalarımızı, değerlendirmelerimizi bu geniş açıdan yapalım. Her gece yatmadan evvel şöyle bi beş dakika o günkü kendimizi şöyle bir elden geçirelim. Tarafsız bir gözle yorumlayalım.

Akıl ve mantık; günümüzün, teknolojik birikimin, batının olmasa olmazı. Sezgi ya da yürek önemli değil. Maneviyatın önemi yok. Merkezde insan değil, sevgi değil, mekaniklik ön planda. Peki, öyle mi olmalı? Gerçeği bize gerçekten akıl ve mantık ikilemi mi veregidecek? Hayır!

Beş duyunun dışına çıkma zamanı, akıl ve mantığı aşma zamanı geldi de geçiyor arkadaşlar! Madde teknolojisi spiritüel teknolojinin yanında bebek oyuncağı olamaz. Bilgi ve sevgi karışımlı farkındalığın kainatta aşamayacağı hiçbir engel yoktur ki bu günümüzün yıldızlaşan bilimi kuantum fiziği ile mekaniki şekilde de güzelce izah edilebiliyor.

Yaşam; doğum ve ölüm arası değil. Burası sadece frekansı düşük enerjinin deneyimlendiği zaman ve mekan geçerliliği olan alan.

Ölüm; bildiğimiz anlamda yokoluş değil, sadece enerjideki frekans değişimi. Sadece diyelim elektron ve altı parçacıkların saniyede bin devirden milyon devire çıkması ve sonucunda beş duyumuzun algısı dışında olması. Yani ölüm dediğimiz yer de burası, değişen sadece algılama eksikliğimizin bize oyunu. Değişen bir şey yok.

Kimbilir belki de her şeyi bilen bizler bilmemeyi deneyimlemek için bu kadar frekansımızı düşürüp dünyaya geldik. Belki de acıyı, sıkıntıyı, kısıtlı olmayı, bilmemeyi deneyimliyoruzdur.

Yaratan nedir, kimdir, niyedir? Bunu bilemiyoruz. Sınırsız, ezeli ve ebedi olmayan, zaman ve mekan ötesi... O zaman biz de ondanız. O'yuz. Eğer Allah her şeyse biz de O'yuz. Sadece fark şu.. Biz Allah'ız ama Allah biz değil. O, bizi de kapsayan sınırsızlık. O; bilgi, sevgi ve bildiğimiz her şey ötesi.

Hakikat... ki hakikat kelimelerle anlam bulamaz, sözlerle ifade edilemez. Mutlak yokluk ve varlık, öyle bir şey ki hakikat demek hakikat bile değil. Hem var, hem yok. Yani bizler hem varız hem yokuz. Kuantumda gidebildiğimiz en üst nokta takyon evren dediğimiz ışık hızını aşan zerreciklerin olduğu evren ki burada zaman mekan olayı da yok. Zaman varsa da tersine işliyor ve buradaki kaosun sonucu bildiğimiz varoluş var. Yani bizler, aslında bir kaosun ürünleriyiz. :) Ama o takyon evreninde ötesi var. En ötede hakikat, işte orada heplik ve hiçlik iç içe. E daha ötesi de var. İşte orda var ya da yok da anlamsızlaşıyor..

Hakikat belki bizi aşar ama hakikate gelene kadar daha şeriat, tarikat, marifet ve bunların onar makamları da var. Bunlar insandaki gelişim, farkındalık düzeylerini gösteriyor. Mesela şeriat, kuralcılığı devam ettiren, henüz öğrenmenin başında, ana hatların yeni yeni kavranıldığı bir seviye Ve bu seviyede cahilliğin getirisi ile özellikle hassas yönü itibariyle din kullanılarak kişiler kendi egolarına hizmet etmekte. Zahıri dediğimiz dışsal yön önem arzetmekte. Oysa Tarikat ta yavaştan Batıniliğe yani görünenin altındaki anlama doğru kayış var. Gelişen farkındalıkla düşünce çapı genişliyor. Oluşun ne olduğunun peşine düşülüyor. Sofular, şeriat düzeyinde ise sufiler tarikat ve hatta marifet düzeyinde denebilir.

Aslında bunları tek tek anlatma yerine örnekle ifade etmek çok daha kolay. Mesela şeriatta bu seninki, bu da benimki denir. Tarikatta bu senin, benimkide senin denir. Marifette sen ya da ben yokuz ki denir ki bunun için batınininde batınisine inmek, varoluşun özüne bir derece hâkim olmak gerekir. Gelelim hakikate ama hakikate kalırsa sen ya da ben değil hiç bişey yoktur.

Diğer bir örnek de şöyle verilebilir. Adamın biri çayır çimene oturmuş dalmış gitmiş. Arkadan birisi sessizce yaklaşıp Allah ne verdiyse küüt diye enseye yapıştırıyor. Şimdi tepkilere bakalım. Şeriatta enseye tokadı yiyen hırsla ayağa kalkar, döner ve vuran adama da aynen kendisi tokadı patladır. Tarikat seviyesine gelmişse tokadı yiyen hırsla kalkar, döner, tam vuracakken "Yahu ben ne yapıyorum!" diyerek kendine hâkim olur ve elini indiririr. Marifet düzeyinde ise tokadı yedikten sonra sadece kimmiş bu adam diye oturduğu yerden kafasını dönderip bakar. Hakikatte ise geri bile dönmez; bilir ki vuran da vurulan da kendisi. Yani aslında sınırsızlıkta BİR ilk var. Her şey birbiriyle bağlı ki; bu durumu kuantumda da açıklayabiliyoruz.

Biraz derme çatma oldu sanırım. Yani böyle 15-20 dakikada akla ne geldiyse yazarsak yazı da bi ordan bi buradan olur tabi. İçimden geleni yazmak, doğallığımla akmak en güzeli. Dedim ya, kural yok. Bilir misiniz sonsuz varoluş da mükemmel değildir. Eğer mükemmellik olsaydı statik bir durum olurdu, donukluk olurdu. Her şey en mükemmel hâlinde öylece kalakalırdı ve varoluşun hiçbir cazibesi kalmazdı. Varoluş düzensizliği ve düzenliliği bir arada barındırmasıyla devamını sürdürür.

Kaos düzeni, düzende kaosu getirir. Tıpkı ying ve yang gibi. Düalitik madde dünyasında her şey zıddıyla vardır. Ancak bizler tersi ile öğrenebiliriz; ama bu durum sonsuzluğun yüksek bilinç katlarında geçerli değil sanırım. Yani düaliteye gerek duymadan zaman ve mekan ötesi kavrayışa dahil ileri düzey bizler de var.

Neyse, en büyük özelliğim, çene açıldı mı kapanmıyor. :)) Ama bu durum, bu akıcılık, bu doğalsallık nedense sanal alem ötesinde, reel yaşamda o kadar etkili olmuyor... Çoğu zaman iki kelimeyi yan yana koyamıyorum. Çünki ben ben olamadım, rahat değilim, hâlâ dünyanın, insanların beni görmesini istediğim şekilde davranma gayretim var. Oysa sadece ben olarak davransam bi sorun kalmayacak. Yani akışa uymak yerinde terse kürek çalma bizimkisi... Şimdilik hoşçakalasın abim. :) Sonrasını sonra düşünürüz he he...

Ersin ÖZTÜRK

Ersin'ciğim, yazılarını göndermek için bu linki TIKLAYABİLİRSİN ... aliaydoganaa@hotmail.com