Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Muzaffer Bal-1


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
01-Kulağımdaki Küpe - 29 Mart 2010
02-Uzun Saç Tutkum - 12 Nisan 2010
03-Elyaz Dayı ve Tütün - 24 Nisan 2010
04-Üç Dost - 06 Mayıs 2010
05-Üç Dost + Bir Dost - 12 Mayıs 2010
06-Saman Sapı ve Ben - 25 Haziran 2010
07-Ben ve Ot Ayısı - 29 Haziran 2010
08-Yalnız Atlı - 15 Temmuz 2010
09-Mazı Bağırtısı - 23 Ağustos 2010
10-Fotoğraflardaki Bir Kare - 24 Eylül 2010
11-Yaylada Körpe Çobanlığı - 18 Ekim 2010
12-Kedinin Köpeklere Direnişi - 29 Ekim 2010
13-Mal, Davar - 29 Ekim 2010
14-Bizim İnşaat Ustaları ve Ben - 20 Kasım 2010
15-Hiddet ve Olgunlaşmak - 24 Kasım 2010
16-Telefondaki Ses - 13 Aralık 2010
17-Toprak Ekmektir - 14 Aralık 2010
18-Hayvanların İnsan Sevgisi - 03 Ocak 2011
19-Gözünle Takip Et! - 13 Ocak 2011
20-Yayla Yolunda Beşikli Delikanlı
21-Nalbantlıktan Tamirciliğe - 09 Mart 2011
22-Yeniköy'de Düğün - 18 Mart 2011
23-Gelinlik Tutmak - 08 Mayıs 2011
24-Niyazi Öğretmenle İmtihana Yolculuk - 11 Mayıs 2011

MUZAFFER BAL

25-Çarık Değiş Tokuşu - 03 Temmuz 2011
26-Tuzdan Dönen Mehmet Amca - 21 Ağustos 2011
27-Güvercinin, Tavşanın Toprağına Düşen Bir Damla Gözyaşı - 02 Temmuz 2012
28-Tamzaranın Üzümü Ve Eziz'in Hasan'ı (Ahmet'in Düş Kırıklığı) - 12 Temmuz 2012
29-Bir Damla Su - 27 Eylül 2012
30-Kertenkele - 08 Ekim 2012
31-İlkler-1: Etek-Saç Kesme Makinesi-Radyo-Öğrenci Sırası
32-İlkler-2: Odam Kireç - 01 Mart 2013
33- "Biz Ekşi Hamur Gibi Salınırsak, Toplum Yerlere Serilir." - 08 Ekim 2013
34-"Akrep Döner Kendini Zehirler" - 30 Ekim 2013
35-"Bizim Camuş (manda)" - 17 Kasım 2013
36-Kerim'in İsmail'i - 20 Aralık 2015
37-İskarpinlerin Çapaları - 25 Mart 2016
38-Vahit ve Falcı Kadın - 01 Nisan 2016
39-Birinci Sınıf Berber - 09 Nisan 2016
40-Tamircilikten Müzisyenliğe - 16 Mayıs 2016
41-Ölüme Terkedilen İki Çocuk, İki Kardeş - 21 Ağustos 2016
42-Üç Bacı Ve Camide Ölen Bir Ana-11 Kasım 2016
43-Süleyman'ın Düğünü (Tüm Bölümler) - 10 Haziran 2017
44-Cicimali’nin Bastonun Ortaya Çıkardığı Sır - 12 Aralık 2017
45-Üç Arkadaş ve Bir Ayı - 21 Aralık 2017
46-Yaylanın Muhtar Heyetleri - 5 Şubat 2018
47-Bencillik ve Ben - 25 Nisan 2018
48-Bu Dünyadan Cevat Günel Geçti - 19 Haziran 2018
49-Örf , Adet ve Gelenekler Yaşatılmalı - 21 Eylül 2018
50-İki Kardeş ve Bir Tabaka Tütün - 12 Ekim 2018
51-GURBET - 26 Mart 2020

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg


51. Yazı – 26 Mart 2020
GURBET

Bizim iki mesleğimiz vardı, bir reşberlik, tarla eker biçeriz, kışın mal davar ve bizim yiyeceğimizi verir. Biride gurbet. Gurbet para kazanmak için çok önemli. Ömrümüzün çoğu gurbette geçer. Gurbete giderken, bir mitil alır, içine de madırgamızı, malamızı, şakulümüzü, gönyemizi. Su terazimizi ve iki üç parçada tencere tabak çaydanlık sarar, sonra bi güzel dürer büker sırtımız vurur düşeriz yollara. Aha bura senin, bura benim derken nerede bir iş bulursak mitili oraya atarız. Mesleğimiz taş duvar ustalığı. Bunu, atalarımız nereden öğrendiyseler öğrenmişler, bize de onlardan baba mesleği olarak geçti. Gurbete çocuk yaşta başlarız.

Babam beni, Ağabeyim Cicimali’nin Memed’ini, Kerimin Yagabının ve Çilali’nin Durmuş’unun yanına katıl. Hep beraber yollara düştük. Yaya olarak Giresun’a, oradan da merkez bir köyü olan bir Gürcü köyünde mitillerimizi serdik. Taş duvardan ev yapılacaktı. Uzun bir pazarlıktan sonra işi aldılar. Kerimin Yakubu’yla Çilali’nin Durmuşu ustalık yapacaklar, bizde ameleliklerini.

Ev sahibi Hüseyin Ağa, bize yatacak bir yer verdi. Öyle ağa mağa değildi biz öyle diyidik. Boğazımızı da ev sahibi görecek. Bir gün sonra, hep beraber temelleri kazmaya başladık. Temel kazma çok uzun sürmedi, iki günde bitirdik. Birazda toprak hazırladık, çamur yapmak için. Taş biraz uzakta idi. Taşı sırtımızda taşımak için, Durmuş usta, sırtımıza girineceğimiz uyduruk birer semer yaptı. Ağabeyimle taş taşımaya başladık. Çamuruda sabahtan hep beraber yapıp hazırlıydık. Ev sahibin karısı çok iyi bir kadındı. Hep yanımıza geli, “ustalar aç kalmayın, aha buraya ayran bırakıyım için” deyip gidiydi. Bazen de “ustalar, bu çocukları fazla ezmeyin, onlar daha sabu, vücutları su gibi” diyerekte bizi koruydu.

Ev, Erzincan depreminde yıkılmıştı; biz köyden buraya on günde geldiğimizden dolayı, Erzincan depremini duymamıştık. Mevsimlerden sonbahardı. Ağabeyimim askerlik celp kağıdı geldi. Bize nasıl ulaştı bilmym, işi de epey ilerlettik. Ağabeyim askere gitmek üzere köye gitti. Ben amele olarak tek kaldım. Yetiştiremediğim zaman, Durmuş usta taş taşımama yardım ediydi.

Bir gün, Hüseyin Ağa geldi, bizde öğlen yemeğini yedik çay içiydik. “Ula ustalar, siz benim evi yapısınız da, ya sizin evi kim yapıy diyerek, bize Erzincan depreminin olduğunu söyledi. Çok yerler yıkılmış haberiniz var mı? köyüzden haper aldınız mı?” diyince, Yağab usta, birden sıçradı. “Uşaklar, sahi bizimkiler acaba öldüler mi, yaşıylar mı diyerek bir telaşa başladı. Durmuş usta, “telaş etme, aha bu Cicimali’nin Şükrü’sünü Giresun’a göndeririz, o Hancığil’in Ali’sinden durumu öğrenir gelir. Köyden onun yanına gelen olmuştur. Bizde, çarıklarımız dağıldı, birer çift çarık sırırız, birazda dinlenmiş oluruz.” Yagab usta ayağa kalkarak, “Şükrü, sen Giresun’a gidebilir misin? orada Hancıgil’in Alis’ini bulursun demi.”

“Giderim, zaten gelirken onlarda kaldık ya, ben unutmadım, gider bulurum.” Durmuş usta omuzuma vurarak, “Bu Cicimali’nin oğlu Cicimali gibi yiğittir, sen merak etme Yağap” diyerek bana bir miktar haşlık verdi ve ben oradan ayrıldım. Fındık bahçelerinden geçerek, soseye geldim. İlk gelen kamyonla Giresun’a vardım. Hiç şaşırmadan Hancıgil’in Ali’sinin evini buldum. Ona durumu anlattım. O da, köyden haber aldığını, yıkımın, ölümün yani hiçbir zayetin olmadığını, sadece köylüler, nahırın biriktiği yere dastardan çadır yapmışlar. Şimdi orada kalıymışlar. Bir kısmı da, yavaş yavaş evlerine gitmeye başladığını söyledi. O gece, beni bırakmadı. Zaten karanlıkta kavuşmuştu.

Sabah erkenden, geldiğim Gürcü köyünün yolunu tutum. Durumu anlattım. Onlarda birer oh çektiler. Yeni çarıkları ayaklarımıza geçirerek işe koyulduk. Kış, yavaş yavaş kendini göstermişti. Bizde duvarları bitirdik, çatıyı çatık, sıvasına başladık. Çatı bitiğinde, Durmuş usta beni çatıda bıraktı. Ev sahibini çağırdı. “Hüseyin Ağa, bak bu çocuğu biz çatıdan indiremedik, sen belki indirirsin” dedi. Hüseyin Ağa görmüş geçirmiş biri olduğundan, karısına seslenerek, “şuradan bir miktar fındık getir de, şu inatçı çocuğu çatıdan indirek.” Kadıncağız elinde bir küçük torba ile geldi. “Hadi oğlum, inde bu torbayı al” diye seslendi. Bende Yağab ustanın yüzüne baktım. O da “ in artık” deyince çatıdan hoplayıp aşağıya indim.

Hava artık iyice soğudu ve bizde işi bitirdik. Tabak çanağımızı, takım taklatavımızı mitilimize sardık, yeni çarıklarımızı da ayağımıza geçirip yola koyulduk. Yollarda Alucra’lı gurbetçiler ellerinde fındık dalından yapılmış mastalar vardı. Bizde fındık dalından masta yapmıştık ama onları mitilin içine yerleştirdik. Sadece Durmuş usta eline almıştı bir tanesini. Yol aldıkça, kar yolları kapamaya başladı. Öyle duruma geldik ki, sıra ile bir kişi önden gidiyi yolu açı, bizde onun açtığı yolda gitmeye çalışıydık. Şiran’dan gurbetçi sadece biz vardık. Beni hiç önden göndermediler. Sıra Yagab ustaya geldi. Öne geçti, karı yarmaya çalışıydı, çok da zorlanıydı. Durmuş usta arkasında, bende onun arkasında yürüdük. Yağab usta birden kayıp oldu. Durmuş usta, “vula uşaklar uşaklar bizim usta kayıp oldu, galiba dereye düştü” demesi ile Alucralılar bizi kenara iterek, “ burada köprü var, galiba köprüden aşağı düştü. Hadi uşaklar mastaları uzatın” demeye kalmadı 6-7 masta uzatıldı. Her biri, ula Şeyranlı usta mastalardan birini tut, seni çekip yukarı alalım, yoksa orada öleceksin, hadi acele et, ses ver olduğun yere mastaları uzatalım. “durun, durun benim mastayı tuttu, buraya gelin, ben çekemem.” İçlerinden en iriyarısı “çekilin, çekilin ben şimdi çeker alırım, zaten ufak tefek biri. Ula Şeyran’lı sıkı sıkı sarıl seni çekecem.” Güçlü bir hamleyle çekip aldı. Aldı almasında sırılsıklam olmuştu. Yapacak bir şey yoktu. Köye de az kaldı sayılır. Yükü de çok ağırlaşmıştı. Durmuş usta onun yükünü de sırtladı. O ıslak elbisesi ile köye geldik.
muzaffer bal - altınoluk – 26 Mart 2020




---------------------------------------------------

50. Yazı – 12 Eylül 2018
İKİ KARDEŞ VE BİR TABAKA TÜTÜN

Molla’nın iki oğlu, iki farklı karaktere sahipti. Biri Esef, biri Vahit, bu iki kardeş iki karaktere sahip olmalarına karşı, ortak özelikleri de vardı.

Her iki kardeş de, yaşadıkları Kırıntı Köyü’ne farklı alanlarda hizmet ettiler. Her ikisi de farklı yeteneklere sahip olduklarından ve kendi yetenekleri doğrultusunda Kırıntı’ya hizmet ettiler.

Vahit, babasının yolunu seçerek, köye imamlık yaptı. Cenaze yıkamak, kaldırmak, bayramlarda bayram namazı kıldırmak vs. Çok iyi kuran okuyan ve o günün şartlarının zorunlu sonucu kuran kursu açıp çocuklara kuran öğreten biri idi. Bunun ötesinde o günkü koşullarda Kızılbaşlığı da iyi bilen ve dede yetiştirecek bir talip olarak kendini yetiştirmişti. Aynı zamanda, o dönemin en iyi taş ustası olan ve de kendi ismi ile anılan bir kemer köprüyü günümüze bırakan bir usta idi.
Kızılbaşlığın olmasa olmazı olan muhasipliği, Cicimali (Ali Bal) ile ölene kadar en iyi sürdürmeye çalışan biri. Yani, Molla’nın devamı olan bir oğuldu.

Esef ise, Kırıntı Köyüne uzun bir dönem muhtarlık yaptı. Muhtarlık döneminde, köye ilkokulun yapılmasında çok önemli emeği olan biri idi. Daha açık söylersek, köye inat, babası Molladan aldığı cesaretle okulu yaptırdı. Çok ilginç bir karaktere sahipti. Kış olunca cemde, yaz olunca tarlada, devlet dairelerinde rakı masalarında.

O zamanlar, 23 Nisanlar, 29 Ekimler kazada yani Şiran’da kutlanırdı. Köy muhtarları, heyeti ile beraber bu bayramlara çağrılırdı. Esef, Kırıntı muhtarı olarak katıldığı bu kutlama törenlerine, önce atına bir şişe rakı içirir ve sonra kasabaya giderdi. Kasabanın tepesinden inerken, onlarca dinamit sallardı yollara, tarlalara. İşte o dinamit sesini duyan tüm kasabalılar, köy muhtarları, kaymakam, jandarma komutanı kısacası herkes gelenin Kırıntı Köyünün Muhtarı Esef olduğunu bilir ve karşılar. Burada bir şeye dikkat ederdi. Esefin atı sarhoştur ama kendisi ayıktır.

İşte, bu karaktere sahip olan mollanın oğulları, yaşamlarında doğal olarak bir biri ile pek anlaşamazlardı. En küçük meseleden dolayı konuşmazlar, ne zamana kadar, cem başlamaya yakın zamana kadar. Cemden önce konuşurlar dualarını rahat almak için.
Yine böyle küskün oldukları bir dönem, tam da son bahardır. Yapraklar solmuş, kimi sarı, kimi kızıl, kimi yeşilce, bir sonbahar mevsimi. Kırıntı’da tam herk zamanıdır. Herk, tarla bahara ekilmek için güzden bir defa sürülür. Bunun anlamı, toprağı altını üstüne getirmektir. Toprak güneşi alacak, kar suyunu içlerine kadar çekecek ve bahara ektiği ürünü bol verecek.

İşte böyle bir herk zamanı, Molla’nın tarlasını bölen iki kardeş, öküzlerini, sapanını, azığını alıp tarlaya gittiler. İki kardeşin tarlalarını ayıran ip gibi bir sınırdı. Her ikisi de öküzleri sapana koşup, ya bismillah deyip, başladılar tarlayı sürmeye. İlginci olan, her ikisi de aynı anda sınıra geliyor ve aynı anda dönüyorlar. Her karşılaşmalarında, her ikisinin de suratları bir karış. Sadece, öküzler birbirlerine gülücükler atıyor iki kardeşe inat. Neyse.
Bu iki kardeşin ortak özeliklerinden biri de, her ikisi de sigara tiryakisi. İlk başlarda, her ikisi de kendi sigaralarını içerek herk yapıyorlar. Ama tarla bir türlü bitmiyor. Öğle geçiyor, Hasan’ın dolandığı taşın gölgesi dereyi aşıp karşı sırta doğru yol alırken, Esef, galiba tütünü ayarlayamadı veya tarlanın bu kadar uzun süreceğini tahmin etmedi. Esefin tabakasında tütün bitti. Esef şöyle düşündü “varsın bitsin, şimdi eve gider güveçten tabakamı doldururum”

Vahit, önce anlamadı Esef’in tütünün bittiğini. Normal sigarasını içerek sınırdan dönüyordu. Bir iki sefer döndü, baktı ki esef sigara içmiyor. O zaman uyandı. Bu sefer, her sinora gelince, Esefe doğru dumanı üflemeye başladı. Bir iki, üç beş derken, Esef’in canı öyle sigara istedi ki, sinirleri tepesinden attı. Buna rağmen direndi, direndi son damlayı taşıran, Vahit’in, tam Esefin suratına gelecek şekilde dumanı bıraktı mı, yoksa rüzgar mı dumanı savurdu. Bunları düşünmeden Esef, tam sınıra geldiğinde eli ayağı titriyordu. Vahit ise, dönerken sigarasından bir nefes daha çekti ve havaya bıraktı. Duman havada halkalar oluşturularak gökyüzüne yükselirken, Esef’in de tepesi iyice attı. Vahit’in arkasından, “ ula Vahit, tamam konuşmuyk anladım. Şu tabakayı sınıra atta yine konuşmayalım, istersen kıyamete kadar”
Vahit, içinden “işte kardeş yüreği, andır ciğer” deyip, tabakayı sınıra bırakıp cifte devam etti.
muzaffer bal - 12 – 10 – 2018 - altınoluk


--------------------------------------------

49. Yazı – 21 Eylül 2018
ÖRF , ADET VE GELENEKLER YAŞATILMALI

Örf adetlerinin yaşatılması, o toplumun kültürünün gelecek nesillere taşınmasıdır. Eğer örf adetlerimiz, toplumun gelişmesine engel değilse, mutlaka en canlı şekilde yaşatılmalıdır. Bazı örf adet ve geleneklerimiz vardır ki toplumun gelişmesine engel teşkil eder, bu örf adetler bünyemizden çekip çıkarılmalı ve tarihin çöp sepetine atılmalı.

İşte üç köy aynı kültürü taşımakta olup, bazı küçük farklılıklar olsa da, genel olarak aynı çorbanın insanları.
Bu üç köy, bilemiyorum kendi aralarında anlaşarak mı, yoksa tesadüfen mi, her neyse iş bölümü yapmışlar. Bundan dolayı da üç köyün insanlarını saygı ile selamlıyorum.

Kayacık:
Kayacık Köylüleri keşkek günü düzenleyerek, önemli bir yemek kültürünü yaşatmaktalar. Tabi ki keşkek yemeği, işin belki de bahanesi. Burada şu daha öne çıkmış olabilir, keşkekle halkımızı köyüme getirelim ve kaynaştırılalım. Bu fikir gerçekten çok önemli ve doğru da. Bunun yanında, keşkek üç köyünde (Kayacık – Yeni Köy – Kırıntı) düğünlerde vaz geçilmez, yani olmasa olmaz bir yemeğidir, tabi ki kabuklu böğürce ile. Kayacık Köylülerinin bu olmasa olmaz yemeğimizin adına şenlik düzenlemelerini saygı ile selamlıyorum.

Gelelim Yeni Köye:
Yeni Köylüler Çamlık şenliği düzenleyerek, kendileri için çok önemli olan çamlığın adıyla onlarda, kendi köylülerinin birlik ve beraberliklerin pekiştirerek kaynaşmalarını sağlamaktalar. Bu şenlik de çok önemli, bundan daha önemlisi tam Çamlık Şenliği’ne denk getirerek, sayı sayma geleneğini yaşatıyorlar. Sayı sayma geleneği, tarihin derinliklerinden gelen ruh inancının yaşatılmasıdır. Çok önemli bir inanç kültürünün günümüze taşınması. Keşke, Çamlık Şenliğin de sayı saymanın anlamını anlatan bir söyleyişi düzenlese. Böylece bu çok daha anlam kazanır. Belki ilerki senelerde bu da yapılır. Böyle bir söyleşiye veya panele birde mezarlık üstü de eklenebilinir. İki gelenekte, aynı inancı içinde taşımakta. Benim açımdan çok önemli olan bir inancı günümüzde yaşattıkları için tüm Yeniköylülere saygımı iletirim.
Belki burada küçük bir eleştiri değil, ama uyarım olsun isterim. Sayı saymayı abartısız ve sulandırmadan yapılırsa çok daha özüne sadık kalmış oluruz.

Kırıntı Köyü:
Kırıntı Köyü, Burgababa şenlikleri düzenlemekte. Belki de Burgababa Kırıntı dağlarında olduğu için Kırıntı köylülerine düştü. Buda, zaten çok doğal. Kırıntı kuruldu kurulalı Burgababa ziyaretini onlar düzenliyor. Burgababa ziyareti, bir dağ kültünün kutsanmasıdır. Yani dağların tanrılaştığı dönemden kalan bir inançtır. Bu inancı tüm Kızılbaşlarda görüyoruz. Kızılbaşlar, tabiat tanrıya inandıkları dönemden kalan bu inançlarını dağlara birer yatır hayal ederek, o yatıra da bir isim vererek günümüze taşımışlardır. Bu inanç günümüzde kutsallık kazanmış. Bu inanç çok tanrıcı inancın günümüzde yaşatılmasıdır. Bunu karadorukaa sitesinde uzun uzun anlattım.
Burgababa ziyaret günü, belki bunun için geniş bir panel ve söyleyişi düzenlenebilinir. Hatta uluslararası bir sempozyuma dönüştürülebilinir. Burgababa ziyaret gününü düzenleyen tüm Kırıntı halkını saygı ile selamlıyorum.

Bunun dışında uydurma yapılan, tarihi kökü olmayan şenlikler bana göre terk edilmeli. Çünkü zorlama yapılan hiçbir eylem tutmaz. Tam tersine tarihi kökleri olan bir inanç ve kültürü geçici olarak yaralar, ama öldüremez.
Tabi ki bunlar benim görüşüm. Bu görüş yanlış da olabilir, doğruda olabilir. Bütün mesele dostça tartışabilmektir.
Her üç köy halkını saygı ile selamlıyorum
Muzaffer bal - altınoluk

--------------------------------------------------------



003.jpg

Bu fotoğrafını çektiğimde Cevat abi çok ilginç bulmuş ve beğenmişti. Muzaffer Bey'in alttaki güzel anlatımını tamamlaması için ekliyorum.
Cevat Abi, fotoğrafı doğrularcasına birden fazla kişilikti. Bir yerden değil, her yerdendi.
Gölet yapımı önderlerinden olduğundun Yeniköylü,
Aliağa'nın Kavağını ve Ardıç'ı anıt ağaçlar grubuna kattığından Kırıntılı,
Ege Mahallesindeki derneğimizin kurucuları arasında yer aldığından Ankaralı,
geçmişte Hisarüstü'de koşturduğundan İstanbullu,
ayrımsız bir insan olduğundan dünyalı,
düşünceleri sınırsız olduğundan evrenliydi.
Cevat Günel, kendine özgün kişiliğle kolay kolay unutulmayacak bir insandır. Onunla son yazı projemizi gerçekleştiremeden erken ayrıldı aramızdan.
Eh, yaşam bu! Ölümle yoldaş. Bir o, bir bu? Okuyor olabilseydi bu yazıyı şen kahkahalar eşliğinde okurdu, bunu biliyorum. Güle güle Cevat Günel abi.
Ali Aydoğan - Ankara - 19 Haziran 2018




48. Yazı – 19 Haziran 2018
BU DÜNYADAN CEVAT GÜNEL GEÇTİ

Karadorukaa sitesi sayfalarından, dağlardan, vadelerden, derelerden bir Cevat Günel geçti.
Şiran’ın Yeniköy’ünde dünyaya gelen, ilkokulu, köyünde okul olmadığından akraba köy olan Kırıntı’da okudu. İlkokul 3. Sınıfta iken, sınıf duvarında asılı olan Osmanlı padişahları fotoğraflarından dikkatini çeken Yavuz Sultan Selimin remini yapmaya başladı. Bu resim serüveni, yaşamı boyunsa sevdası oldu.

Cevat’ın babası, çocuklarım okusun diye köyden göçü göze alıyor ve Giresun’a ailesini götürüyor. Yoksulluk Cevat’ı okuma yerine sepetçiliğe sürüklüyor. Hayatı, baba mesleği olan inşaatçılık ve sepetçilikle başlayan, tekerlekli sandalye da son buldu.

Cevat Günel, sepetçilikle başladığı hayat serüvenine, çok yönlü ve çeşitli sanatla devam etti.
Girişken, inatçı bir karaktere sahip olan Cevat, Giresun’da bir fotoğrafçının yanında öğrendiği fotoğrafçılığı, İstanbul’a geldikten sonra Hisarüstü’nde derme çatma oluşturduğu fotoğraf banyo yerinden siyah beyaz fotoğrafları insanlara ulaştırıyordu.

Bu dönem iş için İstanbul valiliğine başvurur. Vali, “bir dilekçe yaz vali muavinine ver” der. Cevat, orada bir dilekçe yazar vali muavine verdiğinde, vali muavini dilekçiyi daha okumadan altındaki imza dikkatini çeker. Vali muavini, “bak bu imzanın sahibi her yerde iş bulur” der ve dilekçeyi alır. İmza denizde yüzen bir yelkenlidir. İtiraf edeyim ki, yıllarca bu imzayı ben de atmak için uğraştım. Galiba beceriksizliğimden olsa gerek, beceremedim. Belki de bu imzayı atanı kıskandım, bilemiyorum. Her neyse.

Cevat, bir derginin açtığı Tarkan karakterini oynayacak oyuncu yarışında birinci olarak seçilir. Ailesinin göndermemesi üzerine bu sevdası da içinde bir uhde olarak kalır. Cevat, Ankara macerası yolculuğu başlar. Ankara’da İstanbul gravürlerini renklendirme çalışmasına başlar, açtığı küçük bir atölyede. Bu renklendirilmiş gravürleri gören Japon konsolosluktan birileri Japon’yaya davet eder. Yine aile engeline takılır. Bu da, içinde bir uhde olarak kalır. Daha sonra kirasını ödeyemediği için ve de ailesine ekmek almak için atölyesini kapatır.

Cevat, inatçı girişken yapısı sayesinde ayakta kalmaya çalışmıştır. Bu karakteri onu Orman Bakanlığının açtığı bir imtihana girmesini sağlar. İmtihanın sonucu Cevat’ı birinci ilan eder. Evet, Cevat kazanır kazanmasına da önüne koskoca bir engel çıkar. Cevat işe giriş yapmak için gittiğinde, diplomasının ilkokul diploması olduğu için alınamayacağı söylenir. Cevat, birinci olmasının verdiği cesaretle ve inatçılığı birleşince pes etmedi ve sonuç olarak bakanlığa çaycı olarak girer. Bakanlık çaycı kadrosu ile işe aldığı Cevat’ı bakanlığın fotoğrafçısı olarak çalışmaya başlar. Ülkenin dört bir köşesinde özellikle ormanlar, dağlar, dereler, tepeler, vadiler Cevat’ın fotoğraf makinasının içine akmaya başlar. Birçok turizm ve ülke tanıtım dergilerinde, posta pullarında yerini alır Cevat’ın makinasından çıkan fotoğraflar. Cevat, bu hırsı ile dışardan orta ve lise diplomalarını ilkokul diplomasının yanına yerleştirir ve kadroya geçer.

Cevat, sadece sanatla uğraşmadı. O aynı zamanda sosyal mücadelenin ortasında mücadele etti. Daha çok yaşadığı alanların ve halkının sorunları ile mücadele etti. Cevat, Ankara’ya geldikten sonra bugünkü Ege Mahallesinin ilk temeline dostları ile kazmasını vurur. O zamanlar, bu mahallenin ismi çöplük olarak biliniyor. Cevat, valiliğe yazdığı bir dilekçede, adres olarak çöplük yazar. Valilikten gelen bir memur, Cevat’a bunu hatırlatır. Cevat, “evet, bu mahallenin adı çöplük, valinin bana verdiği cevapta da bu adrese geldiğine göre doğru yazmışım” diyerek cevap verir. İmhahör Köy’ünün tarlarından koça bir mahalle oluşturur dostları ile.
Mahallenin, hemşeri derneğinin kurulmasına öncülük yapar ve yönetimde yerini alır. Hem bu derneğin, hem de Kırıntı Köyü derneğinin logolarını çizer.
Kırıntı Köyü’nde bulunan bir ardıç ağacının, bir de Alagilin Kavağı’nı anıt ağaç olarak tecil ettirir. Yeniköy’de, köyün üstündeki gölettin yapımında öncülük eder.

Cevat, köyü seviyordu mu? Bunu kesin bilmiyorum. Ama kesin bildiğim, köye bir ev yapmak istediği. Bu istek köy sevgisinden mi? Yoksa anasının- babasının yıkık olan evleri olan, bu evin ocağını tekrar tüttürmek mi? İşte bu sorulara benim cevabım, anasının- babasının ocağını tüttürmekti. O ocağı tüttüremedi ama o ocağın gözden kaçırmamak için, Yeniköy’ün mezarlığına yattı.
Karadorukaa da bizlere okumamız için bıraktığı yazları.

Not: Cevat Günel’i çok ama çok kısa çarpıcı yönlerini yazmaya çalıştım. Tabi ki çok eksiklerin olduğunu biliyorum. Öncelikle, beni bu eksiklerimden dolayı hoşgörü ile karşılamasın istiyorum Pipolu Tahta Kele Cevat’ın.
Cevat’ı daha geniş tanımak isteyenler, Ayhan Aydın’ın yaptığı yaklaşık iki saatlik söyleyişinden öğrenebilirler. Ayhan’a yaptığı bu hizmetinden dolayı teşekkürü bir borç bilirim.

muzaffer bal - altınoluk


----------------------------------------------

47. Yazı – 25 Nisan 2018
BENCİLLİK VE BEN

Sabah kalktığımda canım çok sıkılıyordu. Sıkıntı içinde kahvaltımı yaptım. Sonra, kendi kendime dedim ki, hadi bu gün dağlara doğru çıkayım. Hem gezer, hem de biraz kekik toplarım. Sırt çantamı aldım, yürüyüş sopamı da kapmasıyla İda (Kaz Dağları)Dağlarına tırmanmaya başladım. İda Dağı, sert yamaçları ve zeytin ağaçları ile süslenmiş ve de her taraf yemyeşil, otlar diz boyu derler ya öyle. Yamaçlar otlarla yarışan papatyalarla dolu. Dağa çıkan toprak yollarda var, var ama bu yolları tercih etmiyorum. Çünkü bu yollarda yürüyünce kendimi yaşlı olduğumu hissediyorum. Bu da benim moralimi bozuyor. Yamaç tırmanmak vücudun her tarafını harekete geçiriyor. Yamaç tırmanırken en çok yardımcı olan, birincisi elimdeki uzun sopa ve ikincisi de domuzların burunları ile oluşturdukları merdivençikler.

Kekik arıyorum, yok değil, ama biraz yükseklerdekini tercih ediyorum. Yükseklerdeki kekikler daha temiz ve egzozdan etkilenmemiştir de ondan. Bazen dağa tırmanırken dereler karşına çıkar. O derelerin etrafı daha yeşil ve kekiğin yaprakları daha geniş oluyor. Birde, derelerden kuş sesleri daha net ve ahenkli geliyor insanın kulağına. O gün dağlar da hiç insan yoktu. Sadece ta uzaklardan görmediğim bir insan sesi geliyordu. Dağa tırmandıkça, kekik kokusu zeytin çiçeğine karışarak burun deliklerimden ciğerlerime dolmaya başladı. Kendi kendime ha artık burada mola verim ve biraz su içim diyerek bir zeytin ağacının gövdesine sırtımı dayadım. Derler ya (sırtını ya bir ağaya ya da bir dağa yaslana) bende Yüzyıllarca meyve veren zeytin ağacına sırtımı verdim.

Biraz dinlenince, Tabiat Tanrı tüm sıkıntımı alıp götürdüğünün farkına vardım. Artık çok rahatlamıştım. Kekiğin bol olduğu yere de geldim. Burası düzlük sayılırdı. Sırt çantamı açtım başladım kekik toplamaya. Önce seçerek toplamaya başladım. Sonra rast gele toplamaya başladım. Öyle dalmışım ki, baktım çantam dolmuş ama ben hala topluyorum. Birden aklıma bu kadar kekiği ne yapacağım geldi. Cevabını hemen buldum konu komşuya veririm. O zaman biraz daha rahatladım ve tekrar toplamaya başladım. O bölge bitti, başka tarafa gittim oradan da topladım. Çantam doldukça ben ha bira bastırıyorum. Gözüm doymuyordu. Belki benden sonra birileri daha gelir toplar diye düşünmüyordum. Nasıl olsa bahane bulmuştum, konu komşuya veririm. Eğilmekten belim ağrıdı. Şöyle bir dikilim de belimi düzeltim dedim. Başımı yukarı kaldırırken, birden geçen sene topladığım kekikten kimlere verdiğim aklıma geldi. Sahi ben kime verdim: kardeşime, oğluma, kızıma, gelinime. Peki, hani konu komşuya verecektim. Konu komşu bahane idi. Benim aç gözlülüğüm ve de içimdeki bencilliğimdi dağlardaki tüm kekiği toplama hırsı. Diğerleri bahane idi.

Eğer bu içimde ki benciliği yenemesem, insan olarak değişmesem, toplumun değişmesini de beklemek bir hayal olur.
Bencilik, tüm canlılara zarar veren bir hırstır. Bunu yenmek bencilikle mücadele etmekten geçer.

Tüm okuyuculara İda Dağlarından selamlar.
muzaffer bal - altınoluk


----------------------------------------------

46. Yazı – 5 Şubat 2018
YAYLANIN MUHTAR HEYETLERİ

Kırıntı, Yeniköy ve çevre köyler için Mindaval deyince eşek sırtında armut, erik, kayısı, elma satan meyveciler akla gelir.
Mindaval, meyvenin bol olduğu bir yer. Burada yetişen meyveler, eşek sırtında köylere getirilip takas usulü satılırdı. Yani buğday, fiğ, arpa türü tahıllar verilir, karşılığında meyve alınırdı. Bu köylerdeki alışverişti.
Bir de yayladaki alışveriş vardır, ki bu alışveriş para ile yapılırdı. Göç yaylada olunca, yaylaya da, eşekle meyve getirirdi Mindavallı satıcı.
Yaylacılar genellikle yaşlı kadınlardan oluşuyordu, bazı genç kadınlar da vardı. Ama bunlar çok azdılar. Bir de yaylaların olmasa olmazlarından olan çocuklardır. Çocuklar: köyde hasat zamanı olduğu için telef (aç ve çıplak) olduklarından, yayladaki nenelerin yanında yaşarlardı. Yaylalar genellikle çocukların ve nenelerin, çobanların mekânıdır.

Çocuklar özellikle iki ziyaretçi beklerlerdi. Akşamları anaları, babaları veya en yakın akrabaları olurdu. Diğeri ise, öğlene doğru yaylanın altıdaki küçük çamlıktan çıkacak eşek yüklü meyvecidir. Çocuklar, kim gelirse gelsin, gelenlere doğru koşarlar ve genellikle meyve beklerlerdi. Aileden gelen ana baba akrabalar genellikle yatma şekeri, kuru incir leblebi, kuru üzüm getirirlerdi. Yaylanın nenelerini de, yaylaların içinden dışarı bu çocukların çok tatlı sesleri çıkarırdı. Eğer çocuk sesleri akşam karanlık kavuşurken yaylaya yayılmışsa, hemen neneler birbirlerine “Kim gelmiş kim?” sorularını sormaya başlarlar. Herkes kendine gelenin yürüyüşüne, sırtındaki yüküne, elindeki bakraca, giydiği elbiseye göre tahminlerini birbiri peşi sıra sıralarlar. Gelen gelince, herkes gelene “Bizden kimi gördün? Tarlalar ne durumda?” diye birçok sorulara cevap vererek ailesinin yaylasının kapısından içeri girer. Çocuklar, gelenin boynundan aşağı gelirler. Bu sevinçleri biraz da köy hasretindendir.

Çocukları yaylada olanlar yoğurdu, yağı filan bahane ederek çocuklarını görmek için evin büyüklerini ikna ederler. Gelenler sabah erken yayladan aldığı yoğurdu ve kuymak yapmak için çiğiyle tereyağıyla köyün yolunu tutarlar.
Çocuklar, öğlen saatinde yaylanın altındaki çamlığa doğru sevinç çığlıkları ile koşarlarsa, genellikle eşekle gelen meyveci olduğunu yayladaki neneler anlarlardı. Eğer gerçekten gelen meyveci ise, hemen nenelerin önde gelenleri yaylanın meydanını işgal ederler. Meyveci ve sırtında meyveleri taşıyan eşeği ve meyveciyi çocuklar ortasına alarak, çocukların merasimi ile yaylanın ortasına gelirler.
Yaylacı nineler, halalar meyveciyi hoş beş ettikten sonra, “Ey satıcı kardeşim, yükünde ne meyvesi var, hele indir de görelim.” derler. Meyveci, önce fiyatını söyledikten sonra sandıkları indirmek ister, ama kadınlar bastırınca ve de meyveci, eşeği yorgun olduğu için fazla ısrar etmeden, sandıkları eşeğin sırtından indirir. Sonra, yaylacılardan gelen katığı (ayran) içerken fiyatlarını söylemeye başlar meyvelerinin. Söylerde söylemesine fiyatın nenelerin belirleyeceğini bilirdi. Meyveci buna göre fiyatı ayarlardı.

İşte tam bu sırada neneler devreye girerler. Meyvenin fiyatının son sözünü ve esas kararı onlar verirdi. Bu neneler kendiliğinden oluşmuş muhtar ve heyettiler Bu heyet genellikle, Cücük (İpek Gündoğan), Bağdat Hala (Bağdat Çoşkun), Balı’nın Kızı (İpek Bal), İpek Bibi (Mollaaligilin İpek Aydoğan), Zilif Hala (Zilif Aydoğan), Sabah Hala (Sabah Öztürk) ve Ayşan’ın Gelini (Sultan Bal). lurdu. Benim yaylada olduğum senelerde böyle oluşuyordu ‘muhtar heyeti’.
Bu muhtar heyeti, sadece meyveciden sorumlu değillerdi. Ormanı korumaktan, çobana, yani kısacası yaylanın dirlik düzenini de sağlamaya çalışırlardı.

Muzaffer Bal – Altınoluk - 5 Şubat 2018

-----------------------------------------------

45. Yazı – 21 Aralık 2017
ÜÇ ARKADAŞ ve BİR AYI

Kırıntı Köyü’nde tarlalar biçilmişti. Dağlar yavaş, yavaş sessizliğe bürünmüştü. Tek tük gazel toplamaya giden kadınların fistanların sarı yapraklar arasında kayıp oluyordu. Mevsim dönmüş, ağaçlardaki yapraklar yeşilden sarı ve kızıla dönmüştü. Eziz Bal, Petekligin Kıranı’nı aşar, yoğurt taşına niyaz ettikten sonra yoluna devam etti. Büyük derenin çağlamaları arasında taşları bir bir atlayarak karşıya geçti. Eziz yorulmuştu, karşıya geçince Hünkar’ın tarlasının tumdunda taşın üzerine oturdu, bir cığara yaktı ve dereyi gözleyerek beş dakika kadar dinlendi. Beş dakika yorgunluğunu atmaya yetmiş de artmıştı Azız’e. Bu zamanda Eziz’de cıgarası bitirmişti, kalktı yola koyuldu. Yolu Kayan’ın önündeki tarlasında son buldu. Eziz etrafı şöyle bir dolaştı. Güneş de yavaş, yavaş dağların doruklarını yalayarak kayıp oldu.
Güneşin batımı ile kayanının önü giderek karanlığa gömüldü. Karanlık, kayaları giderek canavarlaştırdı Eziz’in gözünde. Bu kayalar, bazen ayı, bazen kurt oluyordu. Eziz bu görüntüler içinde korku tüm vücudunu sardı. Daha fazla dayanamadı. Dayanamadı, çünkü kayalar artık ses vermeye başladı. Tam bu sıra Eziz, tarlanın kenarından kestiği küçük bir kızıl ağacı omuzuna vurdu ve yola koyuldu. Arkadan gelen gürültü ve etraftaki ağaçların her çeşit canavarlığına aldırmadan, hızlı adımlarla Petekliğin Kıranı’ndan kendini köye bıraktı. Köyden gelen köpek sesleri Eziz’i cesaretlendirdi. Sağırın kavağına varınca, tüm canavarlar ve canavar sesleri kayıp oldu.
Artık korku gitti, Eziz, arkadaşlarına korkuttuğunu anlatamazdı. Korku yerine, arkadaşlarına anlatacağı bir hikaye kurmak geldi aklına. Bir hikâye uydurmak mecburiyetinde idi. Çünkü yarın mahallede görüşeceği İbo’nun ve Cicimali’nin Memed’inin soracağı sorulara cevap vermesi gerekiyordu. İşte bunun için hazırlandı.

Aziz, öyle ufak tefek biri değildi. Tam tersi uzun boylu idi. İşte böyle biri kalkıp, İbo’ya ve Cicimali’nin Memed’ine ben korktum, kayalar canavar oldu diyecek hâli yoktu. Öyle bir hikâye bulmalıydı ki kendine yakışsın. Biraz düşündükten sonra kendine yakışanı buldu ve bu rahatlıkla yattı. Hikâyeyi, rüyasında gördü ve iyice pekiştirdi.

Sabah kalktığında, kendi uydurduğu hikâyeye kendi de inanmaya başladı. İşte bu gururla, mahalleye doğru yürüdü. Cicimali’nin Memed’inin evinin önünde İbo ve Cicimali’nin Memed’i kütüklerin üzerinde oturuyordu. Cicimali’nin Memed’nin ağzından hiç düşürmediği cığarasını alt dudağına yapıştırmıştı. Eziz gururla yanlarına gitti. Eziz de kendine bir kütük buldu ve otururken selam verdi. Selamı aldıktan sonra, havadan sudan konuşmaya başladılar. Laf dolandı dolaştı Eziz’in dün nerede olduğuna geldi. Cicimali’nin Memedi:
-Ula Eziz dün seni merak ettik, gün boyu nerede idin, valla merakın yanında gözümüz de aradı. Öyle demi İbo, derken İboy’a döndü.
-Öyle öyle valla, dedi İbo.
Cicimali’nin Memed’i:
-Vula İbo, sen değirmenin dereye doğru gittiğindi orada da yoktu demi?
-He işim vardı, ben değirmenin dereye gittim, valla oraya eğri hiçbir şey gelmedi, dedi.

Eziz, önce bozulur gibi olsa da kısa zamanda kendini toparladı.
-Vula İbo, Memed’e sor bakım değirmenin boğazını toparlak bir kütük tıkamış mı, deyince kahkahaya boğuldu kapı.
Eziz, birden ciddileşti ve kendini toparlayarak:
-Ula ne diysiniz, ben kayanının önüne çayırı bakmaya gittim. Hem de bir sırık lazımdı, onu da getirmek için gittim. Galiba biraz oyalandım. Hava giderek kararmaya başlamıştı ki, ben de yola düşmek için geri döndüm. Bir de ne görüm, karşımda dikili bir boz ayı durmu mu. Önce irkildim, ama kıpırdamadım. Ayı da bana baktı baktı ve yüzüme tükürerek dönüp Mahmud’un Gözesi’ne doğru yürüdü gitti.
İbo çok dikkatli ve kıpırdamadan dinledi. Sonra birden:
-Vula Eğri Eziz, sen hiç düşündün mü ayı senin suratına niye tükürdü? Ben bilirim, sen bunu heç düşünmedin. Ben sana söylüm: Ayı baktı baktı kendi ve kendine “ yau ben bu adamın neresini yiyim, her tarafı kemik” diyerek çekip gitmiştir. Ben olsaydım ayı şöyle bir bakacaktı “vula ben bunun burnunu yesem doyarım” derdi. Der demez herkes bayılırcasına güldü.
Eziz, Cicimalinin Memedine dönerek:
-Vula sen neye gülüsün Memed, ayı seni yerde ararken boyun fıdığına yakalanırdı, diyerek kahkayı bastı.
Bu kahkahaya oradakiler ve Memed’de katıldı.
---------------------------
Not: yukarıda anlattığım hikâyenin ayı ile olan bölümü, yaşanmış bir şakalaşmadır. Bu şaka yapılmış şahıslar arasında. Hikâyenin diğer şakaları ve etrafının örülmesi bana ait. Aziz amcanın, İbrahim (İbo) amcanın ve Mehmet amcamın yakınlarından özür dilerim. Amacım, kimseyi incitmek değil. Benim uydurduğum şakaları onlarda yapardı diye düşünüyorum.
Muzaffer Bal - Altınoluk


-------------------------------------------------

44. Yazı – 12 Aralık 2017
CİCİMALİ’NİN BASTONUN ORTAYA ÇIKARDIĞI SIR

Bir gün, son durak olan Mahmut’un kahvesinin önünden geçip eve giderken yoluma çıkan bir arkadaşım. “Muzaffer senin deden bu gün Halimpaşa’da kavga etti” diyerek, sanki olayı biraz yadırgayarak, birazda dalga geçerek bana anlatmak için beni durdurdu. Benimde eve uğrayıp hemen çıkacaktım, zamanım hiç yoktu. Onun için he he deyip geçiştirmek istedim. Am arkadaşım olayı bana anlatmakta kararlı idi. “Yahu hele bir dur, bu çok önemli ve komik, deden çok sinirli bir şekilde idi.” Baktım kurtulamayacak durumdayım, anlat bakalım şu aksakallı ihtiyar dedem Cicimali neden kavga etti?
- Bana neden kavga etiğini sorma. Ben yanlarında yoktum, sadece dedenin elinde bir baston Kayacıktan birini firik firik dolandırıyordu.
- Yahu sen ne diyorsun benim dedem onlardan çok büyük ve de olgun biri, neden birisini bastonu ile firik firik dolandırsın, sen yanılıyorsun iyice baktın mı o dedem olduğuna eminimsin?
- Ya sende emme Dedeci oldun, sanki senin deden evliya.
- Yok, yanlış anladın be kardeşim, ben o yaşta birinin birini bastonu ile kovalamasına şaşırdım da ondan itiraz ettim. Belki de sen haklısın, ama mutlaka sen haklıdırsın. Bende eve gidince dedeme soruyum bakım işin aslı astarı neymiş öğrenirim.
- Öğren öğren belki de önemli bir olay oldu; bende şaşırdım. Çünkü deden Cicimali oldukça sakin biri olarak bende biliyordum. Ama vallahi o kadar sinirlenmişti ki sakalı bile tiftiyordu.
- Tamam, tamam ben şimdi evde öğrenirim diyerek hemen Mamudun Kahvesinin önünden ayrıldım. Hızla eve gittim. Dedem evde idi, hemen yanına oturdum. Dedem, “ne yapıyorsun, nereden geliyorsun” diye sorunca laf açmak kolay oldu. Hemen söze girmek zor olurdu, ama dedemin sorusu üzerine, gezmeden geliyorum. Sahi dede gelirken Mamudun kahvesinde senin hakkında şikâyet edenler var derken sözümü kesti. “Kim benim hakkımda konuştu, beni sana mı şikâyet etti.” Yahu dede hemen hiddetlenme, ben sordum dedem eve geçti mi diye. Onlarda “geçti, geçti de sok sinirli idi sakın üstüne gitme, senide bastonla kovalar” dediler. Bende ne oldu diye sana sormaya geldim. Ne oldu dede niye sinirlendin seni kim kızdırdı, hadi dede anlat, merak ediyorum.
- Yahu oğlum bişe olmadı ne merak ediyorsun azacık bağırdım.
- Yok, yok dede çok kötü kızmışsın, elinde baston adamı Halimpaşa’da kovalamışsın. Seni görenler diyorlar ki, “deden, adamı yakalasaydı valla bir baston darbesi ile öldürürdü.” Ben hemen kalktım dedemi anlatılanlara göre taklit etmeye başladım.
- Otur otur, otur soytarılık yapma da anlatım, anladım sen öğrenmeden beni rahat bırakmayacaksın.
Bende hemen dedemin dizinin dibine oturdum.
- Aha oturdum dede, hele anlat gelen olur vazgeçersin hadi anlat.
- Bak oğlum çok iyi dinle ilk defa sana söylüyorum, oğullarıma bile söylemedim.
Bende çok merakla ağızımı açmadan nefesimi tutup dinliyordum. Dedem devam etti.
- Bak oğlum güzel güzel Halimpaşa’da her zamanki arkadaşlarımla sohbet ediyorduk, ben de sırtımı ağaca verdim. Laf düşünce bende konuşuyordum, bazen de uzun uzun dinliyordum. Sohbet ederken birden içimizden benden küçük olan birisi lafı dolandırdı dolaştırdı size getirdi ve bana lafı vurdu. Dedi ki “bu gece kondular da goministler kendileri zehirlenmişken bizim çocukları da zehirliyorlar. Valla, gominist ülkelerde ana, bacı tanımıyorlarmış. Yahu anlasanıza, kim kimin çocuğu belli değilmiş” derken bütün kan beynime sıçradı, Yahu sen nereden bilsin de cahil cahil konuşuyorsun. Sen bu lafları bana mı vurdun. O da “he senin torunların baş da gidiyor” deyince, İşte o zaman kan beynime atı. Hemen, yanıma uzattığım bastonu aldım peşine düştüm, o benden biraz daha genç olduğu için önümde tazı gibi kaçtı, bende kovaladım ama yakalayamadım, bastonu attım ama yetiştiremedim. Aha, olan bu oğlum işte.
- Ey dede bırak söylesin, ne diye başını belaya sokuyorsun. Sende kominizim hakkında ne bilmiyorsun. O da herkesin bildiğini söylemiş sende karışmasaydın demeye kalmadan baktım bastona bakıyor, tamam tamam dedim. Sen galiba bize söylediği için kızdın.
- Yok, oğlum oda var ama bu adamlar cahil Komünistlik nedir bilmiyorlar, insan konuşurken bilmediği konuyu konuşmaz. Azcık birilerine sorar demi?
- Dede, sende hiç bize sormadın.
- Bak oğlum, ben size sormadım ama bildiğim için sormadım. Ben size hiç karşı çıktım mı? Çıkmadım nedeni ben sizin ne yaptığınızı biliyordum. Dedim ya ben oğullarıma bile söylemedim dedim ya, aha şimdi sana söyleyeceğim. Bak, hani benim Mustafa kardeşim vardı ya, o işte Rusya’da esir düşmüştü. Orada bir Komünist devrim olmuş. Devrimi Lenin, Stalin yapmış, onların kızıl ordusu varmış, o ordu çarın ordusunu yenmiş devrim olmuş. Mustafa amcan tam o sıra orada idi, bunları anlattı ve o devrim sonucunda onları serbest bırakmışlar. Bilisin Mustafa amcan Rus bir kadınla evlenmiş, onunla geldi, o da çok şey anlattı. Rusların bizim ülkemizden çekilmesi de bu devrimin sonucu olmuş. Mustafa ve karısı uzun uzun anlatırlardı. Orada herkes çalışıyormuş ve eşitmişler açlık kalmamaya başlamış. Öyle yok ana, bacı tanıma yokmuş filan uydurma imiş, bizde o zaman duyduk ama Mustafa bunların yalan olduğunu söylüyordu. Hem de karısının babasını Kızılordu öldürmesine rağmen böyle diyordu. Şimdi anladın mı.
- Peki, bunu neden sakladınız?
- o zaman korktuk birileri bizi şikayet eder diye, sonrada unuttuk gittik.
İşte, dedem 60 senelik sırını bir bastonla kovalaması sonucu açıkladı.

Muzaffer Bal - Altınoluk -15 – 11-2017
--------
Not: Ali dost, sen de diyeceksin ki hep Cicimali anlatıyorsun. İnan bana bu yazıyı çoktan yazdım göndermedim. Uzun dönemde yazmadığım için hadi gönderim dedim. Bir de şöyle düşündüm; herkes dedesini yazsa daha doğrular yazılmış olur. Selamlar, hoşça kal.


------------------------------------------------


43. Yazı – 10 Haziran 2017
SÜLEYMAN’IN DÜĞÜNÜ
(Tüm Bölümler)

Süleyman, Mehmed büyümüş evlenme çağına gelmişlerdi. Süleyman kendi mahallesinden değil, başka bir mahalleden kız ister. Balogil’den Süleyman’ın yaşında evlenebileceği kız olmadığı için, bu evliliğe karşı çıkılmadı. Kız istenir ve düğün hazırlıkları yavaş yavaş yapılır. Yapraklar sararmış, yavaş yavaş toprağı kapatmaya başlamıştı.

Bu mevsim, köyde düğünlerin yapılma mevsimidir. Çünkü hasat ambara konmuş, bulgur, yarma yapılmış, değirmen taşları buğdayları çakçakların ritimli sesi ile öğütülmüş ve insanlar boşalmış, boşta kalan erkekler gurbete gitmeden tam zamanı deyip düğün günü belirlendi. Davulcu, zurnacı ayarlandı. Köy baştan aşağı çağrıldı. Akraba köy olan, Yeniköy de unutulmadı. Çağrılmayan köyde tek ev vardı, o da Hancığil; bir de oraya kaçan Arif’in Kızı’nın kızı İpek. Cicimali, kesinlikle çağrılmayacağını Arifin Kızına söylüyordu. Daha da ileri giderek “onlar gelirse vururum, benim kodeste çürümemi istemiyorsan çağırmayacaksın!” diye tehdit ediyordu. Arifin Kızı için bu tehdit ölümden de beterdi. Oğlunu everiyor ama biricik kızını çağıramıyordu. Bundan daha büyük zulüm olabilir mi diye düşündü, gizli gizli ağladı. Cicimali’ye bir şey söyleyemedi. Tam bir çaresizlik içindeydi. Çareyi mahallenin ileri gelen kadınları ile konuştu. Mahallenin ileri gelen kadınları önce Cicimali ile konuşmaya çalıştılar, ama nafile. Cicimali onları hiç dinlemeden olmaz deyip kestirip attı.

Mahallenin kadınları, “madem bu mahallenin büyükleri toplanıp, kimin kimle evleneceğine karar veriyorlar, o zaman bu meseleyi de çözsünler.” diyerek herkes kocasını harekete geçirdi. Arifin Kızı’na da, “sen merak etme, biz bunu çözdürürüz, hele bir çözmesinler de görelim, bak o zaman elmi yaman beymi yaman görürüz. Burada sen ağlayacaksın, onlar keçi inatlı Cicimali’yi yola getiremeyecekler ha! Gelir, gelir, o keçi inatlı Cicimali yola gelir. Sen ağlama bacım, gelin hep beraber düğün hazırlıklarını yapalım” diyerek Arifin Kızını biraz rahatlattılar.

Kadınlar gece kocalarına durumu anlattılar. Herkes, “yahu bu Cicimali kime çekmiş, bu kadar kin olur mu? Bize de kinli, onu yolda bıraktığımız için ama hiç olmasa konuşuyor, her ne kadar ben bu mahalleden değilim dese de kararlara da uyuyor. Şu Arifin Kızı ne kadar temiz ve saf insan onu üzermi insan? Madem mahallenin kararlarına uyuyor bu Cicimali. O zaman biz de toplanalım, bunu konuşalım bakalım, bu keçi inatlı o zaman ne yapacak.” Bu ara Arifin Kızı da, “ne olur, ne olmaz” diye Mollaya gider. Durumu en açık olarak anlatır gözyaşları içinde, “Bak Molla emmi, ben seni kırmadım. Sen istediğin için evlendim. Sen de ne yap yap, kızımın gardaşının düğününe gelmesini sağla” diyerek elini öperken Göz yaşı çoktan Mollanın eline ulaşmıştı. Molla çok üzüldü buna. “Sen hele ağlama, git düğün hazırlıklarını yap. Şu bizimkiler ne karar alacaklar görüm, ona göre ben çağırır o kinci herifle konuşurum.” Arifin kızı daha rahatlamış olarak eve döndü.

Herkes, zaten nerede ise toplanmış durumda oldukları için hemen Mollanın misafir odasına giderler. Molla, herkesin bildiği durumu bir daha anlatır ve ekler “ ey komşular, bu kız bu düğüne gelecek, o kadar!” diyerek kestirip atar. İçlerinden beklenmedik bir teklif gelir. “Bak Molla emmi, eğer bu Cicimali inatlaşırsa hiçbirimiz bu düğüne gitmeyeceğiz. Karımızı, kızımızı, çoluk çocuğumuzu da göndermeyeceğiz. Herkes bu teklifi destekledi. O inadı ile kendi kendine nasıl yapacaksa bırakalım yapsın.” Mollaya, bu kararlarını “Cicimaliye söyle ve de sen konuş” diyerek dağıldılar.
Molla hemen Cicimali’yi çağırmaz. Biraz düşünür, Molla, Cicimali’nin kendisini de ret edebileceğini düşünür, bu da Molla için iyi olmayacaktır. Bir de mahallenin “kararı vardır, ben onu iletir, tavrına göre ne yapacağıma karar veririm” diyerek, Cicimali’yi çağırtır. Mahallenin kararını bildirir. Cicimali çok zor durma düşer, başını yere eğer, bir taraftan kendi inadı, bir taraftan kini, diğer taraftan mahallenin kararı ve bunu Molla’nın iletmesi. Cicimali biraz daha düşünür, doluya koysa olmuyor, boşa koysa dolmuyor. Cicimali, birden başını kaldırır, “Molla emi sen nasıl istersen öyle olsun, seni kıracak halim yok ya.” diyerek müsaade ister. Tam giderken, Molla, “hey Ali bak sadece düğüne çağırmayacan, elini de öptürecen, kin bizim inancımızda yok, bak artık olgunlaştın, ceme de gelecen. Ceme gelebilmen için musahip olman gerek. Musahip olman için, kimse ile küskün, dargın olmaman gerek. Ben duydum, bizim Vahit le musahip geçiniyormuşsun. Düğünden sonra cemler başlayınca inşallah kurban keseriz. Ha unutma sözümü. Dinlediğin, mahalleyi kırmadığın için, musahip kurbanı benden. Hadi şimdi git. Hızır seninle olsun, düğünün başköşesinde de ben oturacam” diyerek Molla bir oh çeker.

Cicimali tekrar geri döner, Molla’nın elini öper “sana boynum kıldan ince” diyerek evden ayrılır.

Cicimali eve gelince Arif’in Kızına “hey Arifin kızı bu akşam git İpeği düğüne çağır. Bu kin mezarlığa kadar sürmez ya. Ha Molla, Vahitle bizi musahip yapacak. Kurbanı da o verecek” derken Arifin Kızının ağlamaktan solmuş gözleri güneş gibi parladı. Cicimali daha birşeyler söyleyecekti, ama Arif’in Kızı çoktan Hancıgil’in yolunu tutmuştu. Yolda rastladığı kadınların, “Arifin Kızı ne bu telaşın seyirte seyirte nere gidisin? Bişey mi oldu?” sorularına “yok bacım yok, bizim keçinin inadı kırıldı” diyerek yel yepelek Hancıgil’in kapısından içeri attı kendisini. İçerdekiler şaşkınlarından ne oldu bile diyemeden, sadece şaşkın şaşkın baka kaldılar.

Arifin Kızı, o kadar hızlı içeri girdi ki İpeği kenara iterek, “ benim İpeğim nerde, ona müjdem var” sesleri ile içeriyi gözden geçirmeye başladı. İpek, panik içinde, “Ne oldu ana? Kardeşlerime bişey mi oldu? Yoksa emmime mi bişe oldu? Nedir bu talaşın ana, ben buradayım.” diyerek anasını kolundan çeker. Arifin Kızı, geri dönerek, “ müjde kızım, benim ipek kadar güzel kızım” sesleri arasında kızını öyle bir kucaklar ki, yılların hasretini alır. İpek ne olduğu şaşkınlığı için de “hele otur benim kınalı anam, otur da ne olduğunu anlat, meraktan yonca yemiş inek gibi çatlıyacam, hele otur da ben sana bi su verim.” diyerek bir meşrebe su getirdi. Anası sudan iki yudum içerken, ipek de, kedi gibi anasının koltuğunun altına sıkışarak anasının müjdesini öğrenmek için bekler. Arifin Kızı sakinleşince, “benim canımın parçası ipek saçlım emmin seni affetti. Kardeşinin düğününe çağırmam için beni gönderdi.”

İpek, bu haberi duyunca olduğu yerde anasının boynuna sarılırken sevinç gözyaşları, ana kızın göğüslerinden eteklerine dökülmeye başladı. İpek bunu hiç mi hiç beklemiyordu. “Ana ne oldu o inatçı, kinci emmime, emmimin kafasına bişey mi düşmüş? Ne olduysa olmuş, önemli olan imana gelmiş ya. Ana artık sen bize rahat rahat gelip gidecen, ben de sana çekinmeden gelecem del mi?” Arifin Kızı durup durup kızına sarılarak “he güzel tutuyam gelecem, sen de gelecen. Şimdi ben gidim düğün hazırlığı yapıym, hamur ekşimiştir. Mahallenin garılar da beni bekliyler, onlar da beni yalnız bırakmıylar. Bak kızım insan zaman için de olgunlaşır, olgunlaştıkça da değişir. Belki de emmine de hak vermek gerek, sen bizi bırakıp kaçınca çok kızmıştı. Az kalsın seni ve kocanı vuracaktı. Ne yalan söylüm, ben de çok kızmıştım, ben de önceleri kendi kendime ben onu af etmiycem dedim, ama ana yüreği dayanamazdı. Hadi ben gidiyirim, emminin de haberi yok nere gittiğimden,” diyerek kalkıp yola düştü Arifin Kızı.

Haber, anında Hancıgil’e ulaştı. Hancıgiller sanki kendi evlerinde düğün varmış gibi düğün hazırlıklarına başladılar. Kadınlar elbiselerinden öncesini yapmak için kolları sıvazladılar. Düğün olur da sini olmaz mı? Hem düğün var, hem de barış. Bu, çifte düğündü. İşte bundan dolayı siniler çok iyi olmalıydı ve de çok olmalıydı. Önce siniyi en iyi yapanlar bir araya geldi. Helva kokusu ta Sığınak’taki hayvanların burunlarına ulaşıyordu. Helvalar kavruldu, yufkalar hazırlandı, bir taraftan helva yufkalara serilip kıvrılırken, kadınların türküleri, yukarı mahalledeki evlerden içeri girip, düğüne davet ediyordu sanki. Sinileri ocağa koyduktan sonra, pişen her sini için sandıklardan çıkardıkları yeşil, kırmızı, sarı mavi ipek bezlerle sarılıp götürmeye hazır hâle getiriyorlardı. Kadınların giyim kuşamlarına gelmişti sıra. Kadınlar, giysilerini sandıklardan çıkarmaya başladılar. Üçetekler, işlikler, kuşaklar çıkarıldı. Güzel bir dayanışmayla yeni elbisesi olmayanlara, fazla veya az giyinmiş elbiseler verildi.

Kadınlar hazırlanırken erkekler de durmadı. Silahlarını yüklüklerden çıkarıp, yağlamaya başladılar. Mermileri tek tek kontrol edip heybelere doldurdular. O kadar çok dikkatli kontrol ediyorlardı ki kılı kırk yararcasına, çünkü çürük bir mermi ateş almasa rezil olacaklarını düşünüyorlardı. Silahlardan sonra sıra atlara geldi. Helkileri aldılar, en yakın çeşmeye çektiler atları, bir güzel tertemiz yıkadılar. Eyerleri pırıl, pırıl sildiler.

Hem kadınlar, hem de erkekler düğüne gitmeye hazırdılar. Hareket saati yaklaştıkça, İpek’in heyecanı kalbini durduracak durumda idi. Nihayet hareket saati gelip çattı. Erkekler silahlarını omuzlarına takarak birer birer atlarına atladılar. Mermi dolu heybeler tekrar kontrol edildi. Kadınlar çok dikkatlice kuşaklarını bağladılar, kuşak çok önemli idi kadınlar için, onun için bağlanan kuşaklar daha tecrübeli kadınlar tarafından kontrol edildi. Renk cümbüşüne dönen sinileri de ellerine aldılar. Beklemekten atlar artık huysuzlaşmaya başladı. Atlar bazen kişniyor, bazen ayaklarını yere vurarak sıkıldıklarını gösteriyordu ki hareketi başlatma işareti erkekler tarafından tetiklere dokunmaları ile başladı. Atılan silahların sesi tüm dağlardan yankılanarak, dalga dalga Balogile kadar ulaştı. Hancıgiller hem düğüne gidiyordu, hem de barışa iki düğün sayıyorlardı ve de tam bir güç gösterisi yapıyorlardı.

Atlar sıra ile teker teker hareket etiği sırada yaşlı bir kadının sesi duyuldu:
-Uşaklar hepiniz ata binmişsiniz! İpek ata binmeyecek mi? Hani onun atı. Bize yakışır mı? İpek anasının evine yıllar sonra gidiy, üstelik de kardeşinin düğününe. Hadi biriniz attan inin, onu bindirin, hem de en iyi at olsun.

İpek:
-Bişe olmaz, erkekler binsin, dediyse de erkeklerden en genci hemen atından sıçrayıp indi
-Gel bacı, benim atım en iyisi, ona bin, dedi.
İpek’in konuşmasına fırsat vermeden tutması ile atın eyerine attı. Dizginleri onun eline vererek:
-Bacı dik dur, herkes seni kıskansın, görsünler, Hancıgil’e gelin olmayı. Aha bu tabancayı da al.
İpek, var gücü ile tabancayı almaya karşı çıkmasına rağmen, delikanlı bir sıçrayışta tabancayı İpek’in kuşağına gözükecek şekilde soktu. İpek tabancanın üstünü kapatmaya çalışsa da yol boyu giderken sarsıntıdan durmadan açılıyordu, başa çıkamayacağını anlayınca kapatmaktan vazgeçti.

Önde Hancıgil’in erkekleri, hemen arkalarında İpek, onların arkasında diğer atlılar, hemen arkada da, renk cümbüşüne bürünen kadınlar, ellerinde sinilerle geçtikleri yerde görenleri kıskandıracak şekilde yürüyorlardı. Hancıgiller Sarıgızgilin dereye varınca, silahların tekrar tek tek tetiğine basmaya başladılar. Ses Sığınak’tan, Paltuçukur’a yankılandı. Hancıgiller ve onlara katılan yukarı mahalleden kadınlı erkekli düğüne hısım olarak çağrılanlar, atların nallarının çıkardığı şakırtılar kadınların uykurmalarına katılarak yukarı mahalledeki ikinci dere olan Gayırgil’in dereye ulaştıklarında, silahların sesi kaleden Balogil’e yankılandı. Aynı anda Balogil’den de gökyüzünü yırtarcasına silah sesleri peş peşe gelmeye başladı.

Hancıgiller dereyi tam geçmişti ki, İpek’i ata bindiren o yaşlı bilge kadının “Durun!” sesi ile beraber öne geçip elini kaldırdı. Kafileye bakarak:
-Hele beni dinleyin uşaklar! dedi. Bu savaş değil, iyi şey yaparken kötü şeyler çıkmasın, derler ya göz yapım derken, göz çıkarmayın. Balogiler size nispet silahlarını ateşlemediler, onlar size, yani başmisafirlerine hoş geldiniz, düğünümüze şeref verdiniz dediler. Bunu böyle bilesiniz ve ona göre hareket edesiniz, anladınız mı?

Sözünü bitirdikten sonra öne düşüp yürümeye başladı. Diğerleri de onu izlediler. O arada, davul zurnanın sesi giderek kendilerine yaklaşmaya başladı. Hancıgilleri karşılamak için, önde düğünü idare eden değnekçi, arkasında iki üç silahlı delikanlı ve düğünün vazgeçilmezi olan çocuklar. Çocuklar da büyüklerini taklit ediyorlardı. Onlar da evlerden çaldıkları dinamitleri koparıp koparıp taşın üstüne koyuyor ve başka bir taşla hızlıca vurarak silahlara eşlik ediyorlardı.

Bu düğünde ufak değişiklik yapıldı, İpek baş yenge olarak diğer yengeler tarafından seçildi. İpek de hızla hazırlandı. Tüm yengeler hazırlanmış kız tarafına gidecek şekilde. Sinilerden kız evine gidecekleri yengeler tarafından alındı. Artık gelin almak için hazırdılar.
Erkekler tüfeklerini, tabancalarını teker teker gözden geçirdiler. Ceplerine mermiler doldurdular. Zurna yol havası çalmaya ve davulun tokmağı da davulun derisine inip çıkmaya başladı. Yengeler atlarına bindirildi ve konu komşu gelinin evine doğru yola çıktılar. Gelin evinin önüne gelene kadar sadece davul ve zurnanın sesi yol boyunca duyuldu. Gelinin evine gelince, sadece gelinin kardeşleri birer el mermi atarak düğün alayına hoş geldin dediler. Yengeler atlarından indiler. Baş yenge önde, diğerleri arkasında gelin evine girdiler.

Zurna yol havasını ağlama havasına çevirdi, davulcu da zurnaya uyarak, tokmaktan çok çubukla zurnaya eşlik etmeye başladı. O kadar acıklı çalıyordu ki zurna, bırakın gelinin ağlamasını, taşlar bile dayanamıyordu. Gelini ağlatırken, gelinin ağlamasına dayanamayıp, oğlan tarafından kadınlar da göz yaşlarını peştamala silmeye başladılar.

Gelini kardeşi ve babası kollarından tutarak baba evinden çıkarırken, gelin babasının eşiğine niyaz etti. Gelini damat tarafına teslim ederken, tekrar babası anası sıkı sıkı sarılıp ağlamaya başladılar. İşte o sıra bilge kadının sesi duyuldu, “Bırakın artık, evine gitsin, evinde mutlu ve huzurlu olması için ağlamayı kesin, yeter artık gülerek yolcu edin.” Bu sesten sonra gelinin başı yıkılmaması için iki genç kadın başlığı tutarak gelini atına bindirdiler. Yengeler de teker teker atlara bindirildiler. Zurna ve davul yol havası çalması ile beraber yola koyuldu gelin alayı.

Yolun yarısını geçmişlerdi ki, iki delikanlı ellerinde kamaları ile düğün alayının önüne fırladılar. Önce insanlar şöyle bir irkildiler, olağan bir şey değildi gelinin önünde kama bıçak oyunu oynamak. Tecrübeli zurnacı hemen zurnasını yol havasından, kama bıçak oyununa çevirdi. Genç oyuncular zurnanın sesine uyarak hem oynuyor hem gidiyorlardı. Öyle dikkatli, zarif ve vücut hareketleri ile herkesi hayran hayran seyir etmelerini başarıyorlardı. Bazen kamalar birbirinin tam karın hizasına salladıkları an, insanları nefeslerini tutuyor, bazıları ise kamalar karın hizasından geçtikten sonra, “oh be, bu deliler birbirlerinin karınlarını deşecek” diyorlardı. Diyordular ama çok zevkle de seyir ediyorlardı. O kadar ustaca oynuyorlardı ki, kamaları birbirlerine vurdukça, çıkan ses, zurnanın sesine karışarak bambaşka bir ritim meydana geliyordu. Her seferinde kamaları birbirine vurduktan sonra, sertçe yeri dizleri ile dövüyordular. Dizler yere vurdukça, silahlardan çıkan mermiler bulutlarla buluşuyordu. Gelin ağlamayı kesmiş, atın üstünde gururla dimdik duruyor ve yengeler gelin almanın gururuyla gelinin hemen arkasında atlarının üstünde şiştikçe şişiyorlardı.

Kama bıçak oyunu eşliğinde düğün alayı Süleyman’ın evinin kapısına geldiğinde, Memed başta olmak üzere, Balo’gilin delikanlıları son defa silahlarının tetiklerine dokundular. Bu ara damat da Cicimali’gilin evinin bacasına çıkmış gelini bekliyordu, göy uşağı ile. Gelin ve yengeler atlardan inmeden, iki kadın gelinin eteğini gererek açtılar. Damat çok dikkatlice elindeki elmayı gelinin eteğine bıraktı. Elma tam gelinin eteğine düştü. Etrafta, “gelin uğur getirecek, bereket getirecek, çoluk çocuğa kavuşacak bak elma tam gelinin eteğine düştü, he bacım he, Arifin Kızı mutluluğu hak etti. Bu yetimler uğruna kendinden çok küçük kaynı ile evlendi, mutluluk onun hakkı olmayıp da kimin hakkı olacak.” “Valla doru söylüysün bacım da şu Cicimali de genç yaşında daha evlenmeden çoluk çocuğa karışmadı mı? O da bak daha sırım gibi delikanlı, hem kendinden büyük, hem de icisinin karısını almak zorunda kaldı. Neyse boş ver Allah başa erdirsin, yosma gelin aldılar valla.” Kadınlar dedikodu yaparken başbuğ da bacadan çocukların olduğu yere doğru avucu ile yatma şekeri savuruyordu. Çocuklar yatma şekerini kapmak için yerlere kapanıyor ve birbirleri ile boğuşuyorlardı.
Artık düğün töreni bitmişti. Gelini yere indirdiler. Gelin evin kapısından içeri sağ ayağını atmadan evin eşiğini ve söveleri öptükten sonra içeri girdi. Arifin Kızı, gelini önce ocağın önüne götürdü ve ocağa niyaz etmesini söyledi. Niyazdan sonra, evin belli bir köşesine gerilen dastarın arkasına geçirildi. Damat başbuğun evine gövey uşakları ve mahallenin deli kanlıları ile gittiler.

Arifin Kızı, Cicimaliye “allahıma şükür olsun bir aksilik, olay olmadan savduk ya bu düğünü” diyerek rahatlayacaklardı ki, atların kişnemeleri mahallenin karşı tarlalarından duyuldu. Altı yedi kişi atlarını sini almak için tarlalara çıkmıştı. Memed gelinle uğraşırken onlar çıkmıştı. Memed hemen Yıldızın üzerine atlamasıyla kendini atlıların içinde buldu. Memed uzaktan atın üstünde ya gözüküyor ya gözükmüyor gibiydi. Önce atların binicileri atları yavaş yavaş hareket ettirerek ısıtmaya başladılar. Atlar önce çok sakin başladıkları, zaman geçtikçe huysuzlaşmaya başladılar. Binicileri bunun atların hazır olduğunu anlayarak siniyi almak için yarışa bıraktılar. Kamçılar atları arka kalçalarına inmeye başladı. Atlar çok hırsla koşuyordu. Mahallenin önündeki dereye geldiklerinde üç at, bir birini atbaşı farkla dereyi geçti. Herkes nefesini tutmuş, hangisi siniyi alacak diye seyir ediyorlardı. Diğer atlardan biri dereye geldiğinde, bir köpeğin derenin kenarından havlaması ile at ürktü, binici suya düştü. Diğer iki yarışçı, yarışı kayıp edeceğini anladıkları için, hemen atlarından atladılar ve düşen biniciyi kaldırdılar.

Dereyi geçen üç atın içinde Yıldız da vardı. Son surat mahallenin içine yaklaşırken, beyaz bir kısrak halktan ürktü ve ters yöne doğru koşmaya başladı. Yarışan iki at kaldı. Biri yıldız, biri ise çok tecrübeli doru bir kısraktı. Binicisi Yeni Köy ’den Cafar, o da çok genç, Memedle yarışta baş başa kaldılar. Artık bu yarışı herkes Yıldız’ın yani Memed’in kazanmasını istiyorlardı. Cafarı ise, Yeni Köy’lüler destekliyorlardı. Yarış sona gelirken Cafar birden atının başını boş bıraktı ve sadece sininin olduğu eve gözlerini dikti. Memed, Yıldızı bir türlü sininin olduğu eve çeviremiyordu. Yıldız bütün o kalabalık içinde Cicimaliyi görmüş, Cicimali’ye doğru koşmaya çalışıyordu. Memed Yıldızı istediği yere yönlendiremediği için kendi haline bıraktı. Cafar’ın atı sininin nerede olduğunu sanki bilmiyormuş gibi sininin olduğu evin kapısına geldiğinde, Cafar atının üzerine upuzun yattı, At hızla içeri girdi ve girmesi ile Cafar’ın elinde sini dışarı çıktı.
Cafar sininin göbeğini aldı ve diğerini göy uşaklarına gönderdi.

muzaffer bal (altınoluk)



-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0-0


42. Yazı – 11 Kasım 2016
ÜÇ BACI VE CAMİDE ÖLEN BİR ANA
Muhacirlik başladığında, köyler en yoksul dönemlerin yaşadığı dönemdi. Ne ayakta ne başta bir şey vardı. Bazıları çarık ayaklı, bazıları ise yalın ayak yollara düştüler. Bu göç, ölüm kalım göçüdür, bazı köyler, daha önce Kırıntı Köyünden göçtüklerinden buğday tarlalarda kalmış. İşte o tarlaları bazı Kırıntılılar biçip dibeklerde dövüp, un yapmışlar. O yaptıkları unu da çuvallarında bırakıp yollara düşmüşler. İşte bunlardan bir ailede Sofugilden, Altıgulaçlardan Molla Bektaş’ın karısı Melek’in (kara Melek) Gülüzar, Sakine ve Karakız adlarında üç kızı vardır. Bu kızlardan Sakine hastadır, Sakine 14 – 15 yaşlarında. Hasta olan Sakine’yi bir başka ailenin yanına bırakarak yola devam eder Kara Melek. Sakine’yi yanına alan aile bir müddet gittikten sonra, Sakine’nin hastalığı yola devam etmesini zorlaştırdığından bir çalı dibine bırakıp gitmişler. Sakine bırakılan yerde uyua kalır, Sakine rüyasında “ne uyuyorsun güneş doğdu kalk” diye sesi duyunca uyanır, güneş tam göbeğine vurmuştur. Sakine kalkmaya çalışır ama boşuna çabası, çünkü oldukça yorgun ve açtır, bir müddet daha dinlendikten sonra, son bir defa daha kalmaya çalışır, bu defaki çabası işe yarar, ayağa kalkar. Ayağa kalktıktan sonra etrafa bakarken, orada otlayan yüklü bir eşeği görür. Zar zor eşeğin yanına gider, birde ne görsün, eşeğin yükünün bir tarafında akan su. Suyu görünce eşeğin yanına yaklaşır, akanın su değil, süzmenin suyu olduğunu anlayınca, hemen süzme torbasını çekip alır, o süzmeyi yiyerek ayakta kalır. Daha sonra göçün peşine takılar anasını bacılarını bulur.
Aşağı yukarı Erbağ yakınlarda bir köye akşam karanlık kavuştuktan sonra varırlar. Üç kadın herhangi bir eve sığınmaya cesaret edemezler. Zaten köylüler de evine almazlar. Köydeki camiye sığınırlar. Cami, akşam namazından sonra boş olduğundan kimse yoktur. Kara Melek iyice hastalanır. Kızlarını başına toplar “ bakın kızlarım ben iyice hastalandım, benim kurtulma imkanım yok ölürsem sakın korkmayın, beni kaldırırlar, sizde bizim köylüleri bulun, onların yanına sığının. Ha kefen olarak yorganımın yüzünü sökün onu kullanın. Sakın korkmayın, bu garip ellerde kalmamdan dolayı gözlerim açık olarak gidecem.” Bunu duyan kızlar ağlamaya başlarlar. Kara Melek “ağlamayın, sizin yanımda olmanız, benim mutlu olarak ölmem için yeterde artar” diyerek gözlerini sabaha karşı kapar.
Üç bacı, ölen analarının cenazesi başında sesiz sessiz ağlamaya başlar. Gözyaşları cenazenin üzerini ıslatırken, güneş dağların doruklarını aydınlatmaya başlar. Güneşin doğması ile beraber, üç bacı acılarını yüreklerine basarak ellerini güneşe açarak, analarının günahlarının af edilmesini, mekanın cennet olmasını dilerler.
Sabah namazı kılma zamanı geldiğinde, köyün imamı sabah ezeni okumak için camiye gelir, camide üç kız çocuğu ve bir cenazeye ile karşılaşır. İmam, durumu kızlardan öğrendikten sonra, hem ezen okumak, hem de sala vermek üzere minareye çıkar. Ezan okuduktan sonra, “ey köylüler bu gece bir garip ölmüş, Allah rahmet etsin, gelin bu garibanı ebedi istiratına götürelim” diye salasını verir. Köylüler hem sabah namazını, hem de cenazeyi kaldırmak ve birazda kim olduğunu merak ederek camiye koşarlar. Sabah namazından sonra cenazeyi köyün mezarlığına koyarlar.
Üç bacıyı köylüler alıp o bölgedeki göçlere götürürler. Bu üç bacı Sakine – Gülüzar – Karakız o göçlerle yaşar ve köylerine döner. Dönerlerde köye geldiklerinde, diğer göçler gibi, evleri bomboş olarak bulurlar.
muzaffer bal – altınoluk - 10-11-2016


-----------------------------------------------

41. Yazı – 21 Ağustos 2016
ÖLÜME TERK EDİLEN İKİ ÇOCUK, İKİ KARDEŞ

Osmanlı, Rus arasında kıyasıya bir savaş sürer., Ruslar sınırı geçip Anadolu’ya doğru yol almaya başlar. Nihayet Gümüşhane’ye ve Gümüşhane’nin Şiran kazasına varınca, Osmanlı paşaları, Şiran’ın köylerini boşaltmaya başlar. Bu köylerden biri de Kırıntı Köyü’dür. Kırıntı Köyü eski bir tarihe sahip olmasına karşılık, Osmanlı paşalarının zoraki göçüne boyun eğer ve göçe başlar.

Göç etmek öyle kolay bir hareket değil. Göç, kurduğun yurdu, yuvayı terki diyar etmektir. İşte Kırıntılılar da malını, davarını satacak hâli yok ya, davarını malını keserek yolluk yaparlar. Bir kısmını da kendi kaderlerine terk ederler. Şartlar oldukça vahimdir, bir laf vardır yolculukta, yükte hafif, pahada ağır olan alınır. İşte Kırıntı Köyü’nü terk edenler de buna benzer bir şey uygularlar. Yolda sorun yaratmayacak, bize ayak bağı olmayacak düşüncesi ile sırtlarında taşıyabilecekleri yolda ölmeyecek yiyecekleri ve çocuklarını sırtlanırlar. Tek düşünceleri, yol boyunca kendilerine ayak bağı olmayacak, götürebilecekleri eşyaları ve çocukları seçerler. Bu, belki de o dönem insanoğlunun en zor seçeceği yol. Bu göç, var olma ve yok olma göçü. Nere gideceklerini bilmiyorlar, ne kadar hayatta kalacaklarını bilmiyorlar, tek bildikleri “Osmanlı Paşasının emri, bu köyleri terk edeceksiniz ve nere gidersen gidin, bu bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor”. Bunun adı zorunlu göç, bu göç korumasız ve gideceği meçhul bir serüven. İşte bu hikâyede, zorunlu olarak göçen Kırıntı Köyünün onlarca hikâyesinden biri, ölüme terk edilen iki kardeş çocuğun çok kısa hikayesi.

Biri, o zaman 2 yaşında olan İbrahim Bal (İbrahim Çavuş) yani Havagilin İbrahim’i, diğeri ise 3 yaşında Esma, babaları Balı, anaları Hava. Zorunlu göç başlayınca, bu iki çocuk, yükte ağır, pahada hafif oldukları için önlerine bir sahan kavurma ve bir sahan bal bırakılır bir miktar yaşasınlar diye. Bu iki kardeş Kırıntı’nın bir evinde bırakılarak zorunlu göçe Hava, Balı ailesi başlar. Bu ailenin kalbi kan ağlıyor, ciğerleri parçalanıyor, bıraktıkları kavurma, ailenin damarlarından akan kanla dolu. Bıraktıkları bal sahanı da gözyaşları ile dolu. Ama yapacakları fazla bir şey yok. Öyle bir dönem ki, ya toptan öleceksin, ya da bir takım insanı ölüme terk edeceksin. Yani ölüm ve yaşam mücadelesi. Ya varlığını sürdüreceksin ya da toptan yok olacaksın. İşte bu şartlarda, bir sahan kavurma ile bir sahan bal, çocukları ölüme terk eden aileyi teselli etmeye yetiyor da artıyor.

Biz o dönem yaşasaydık bu hikâyeyi çok daha detaylı anlatabilirdik, ama ne yazık ki o dönem yaşamadık, ancak bize kadar uzanan bilgiler doğrultusunda yanlış ve doğru anlatımlar yapabiliyoruz. Neyse, biz yazmaya devam edelim.

Göç, Kırıntı’yı zorunlu olarak terk ederek yol alır. İşte olacak ya Alucra’yı geçerken göçten Bektaş (Alaman’ın babası) köyde önemli bir şey unutur ve eşeği ile geri döner. Hiçbir şeyden habersiz olarak köye gelir, Balogile girince, Havagilin bacasına iki güvercin uçup uçup konduğunu görür Bektaş. Bektaş bu güvercinleri merak ederek eve doğru yaklaştıkça iki çocuk ağlamasını duyar ve gelen sesin Havagilden geldiğini anlayınca da adımlarını daha çok açarak hızlıca evin kapına ulaşır. Kapıyı açınca, iki çocuk sahanlardaki yiyecekleri biraz yemiş, birazını da yerken yere dökmüş olarak karşılaşır. Bektaş çocukları kapar, iki çocuğu kollarının arasına sıkıştırarak evine götürür. Evinden, kendi unuttuğu neyse alır ve İbrahim’i, Esme’yi eşeğin iki heybesine koyarak göçün gittiği yolu ele alır.

Havagiller çok güzel ve yetenekli güvercinler beslerlermiş. İşte Bektaş çocukları eşeğin iki heybesine koyup yola düşüncede bu güvercinlerden iki tanesi havalanır. Yol boyunca Bektaş mola verdiği zaman, bu iki güvercin de, Bektaş’a gözükmeyecek yerde molalarını verir. Bektaş kalkıp yola devam edince, güvercinler de havalanarak yol almaya başlarlar. Eşeği ile o yol benim, bu yol senin derken göçün gittiği yolu hayal ederek Tokat’ın Almus’a bağlı Datukta (yeni ismi Çambulak) Köyüne ulaşır. (Dadukta Köyü, bir Kızılbaş köyüdür. Pir Sultan’ın oğlu Pir Ahmet’in mezarı bu köydedir.) Belkide o hayal, kendi inancının içgüdüsel olarak o köye doğru yol almasını sağladı. Tabi ki yol boyunca göçün nere gittiğini sorar sormasına da, bana göre kendi inancının sesini takip eder. Bektaş, Esma ve İbrahim’i anasına babasına teslim eder. Hava Ana ellerini gökyüzüne açar ve şükür etmek için başını havaya kaldırır, bir de ne görsün, havada dört güvercin, ikişer ikişer arka arkaya kendilerinin geliş yolarına doğru uçmakta. Bir müddet dona kalır ve elleri ile gözlerini siler, ağzından şükür yerine, sadece, geldiğim köyüme selam söyleyin derken bir taraftan da el sallarlarken gözyaşları iki pembe yanaklarından işliğinin yakasını ıslayarak toprakla buluşur.

Ölüme terk edilen Esma ve İbrahim bu tesadüf ama esas olarak da Bektaş’ın unuttuğu neyse onun sonucu hayatta kalır, tabii bir de Durmuş’un eşeğini unutmamak gerek.

Bunlardan İbrahim Bal yani namı ile anarsak, İbrahim Çavuş hala 102 yaşı civarında yaşamaya devam ediyor. Daha nice yıllar diliyorum İbrahim amcaya.

muzaffer bal - altınoluk


----------------------------------------------

40. Yazı – 16 Mayıs 2016
TAMİRCİLİKTEN MÜZİSYENLİĞE

On üç - on dört yaşlarında İstanbul’a dedesi Sahar’ın Hasan’ın yanına gelen ve bizim köyün tamircilerinin duayeni sayılan dayısı Mustafa Bal’ın (Çolağan Mustafa’sı) yanına çırak olarak girer; çıraklık, kalfalık, ustalık derken tamircilikte pişer. Kendi deyimi ile motor doktoru olur. Zaman içinde kendi tamir hanesini açar. Tamircilikte anahtar, çekiç sesi ona yetmiyordu. Küçük yaştan beri çok meraklı olduğu bağlamayı, yıllar önce Şemsi Yastıman saz evinden biriktirdiği para ile alır. Yavaş yavaş öğrenmeye başlar. Önce bağlamayla çalmaya başlayan Çoşkun, sonra zurna derken mey çalmayı da ekler, bu da onu kesmez, ara sıra davula da vurmaya başlar. Bütün bu çalgıların yanına bir de ses gerekirdi. Dost meclislerinde bağlama çalarken, hadi Muzaffer söyle söyle sesleri onu çok cesaretlendirmiş olacak ki, hem çalıp hem söylemeye başlar. Söylemek o kadar onu sarmış ki, insanlar bir söyle derse, o on söylemeye başlar. Buradaki amacı sesini bağlamaya ayarlamak ve terbiye etmek. Bunda da başarılı olur. Ben de, her dinleyişimde şımarmasın diye ona söylemesem de çok zevkle dinliyorum.

Her işin bir sonu olduğu gibi, Muzaffer Coşkunun da tamircilik rahatsızlığı dolayışa son bulur. Tamircilik onun para kazanmayı aşmış, bir yaşam biçimi hâlini almış. İşi bıraktıktan sonra epey bocalamış, üzülmüş. Artık tek tesellisi çalgıları olmuş. İşsiz kalınca emekli maaşını ve eşini alıp elli senelik İstanbul’u ve de tabi Kuruçeşme Üstünü terk ederek Altınoluk’a yerleşir. Altınoluk’a ilk geldiği sıralar arkadaşlarını, tamirci dostlarını sayıklar olmuş derken, Altınoluk Alevi Kültür deneğini keşfetmiş. Önceleri zaman geçsin diye okey oynamaya başlamış; esasen okey bahane, orada bir çevre edinmek amacı. Edinmiş de. Alevi Kültür Derneğinde bağlama çalıp, söyleyen bir kişi ile tanışır. O kişiye, ben de iyi kötü çalarım der. O da peki ne çalıyorsun deyince, bizimki coşar, bağlama çalarım, zurna çalarım. Mey de çalarım deyince, bağlamacı heyecanla, ya ben burada haftada iki gün canlı çalıp söylüyorum, bana meyle eşlik eder misin diyerek, yanında eşlik etmesini ister. Bizimki bu fırsatı kaçırır mı hiç, önce ne bileyim filan derken, ben daha tam pişirmedim, ama sizin yanınızda pişiririm deyiverir ve işe başlar. Daha ilk gece bitince, ilk müzikten elli lira parasını alır. Hele, analar günü için hazırlanan Alevi Kültür Deneği kadın korusu için on beş gün çalar ve korodaki kadınların gönlünü fetheder.

Muzaffer Coşkun da inanılmaz bir müzik tutkunluğu var. Her evinin önünden geçerken bir beş dakika zamanımı çalıyor. Yolum mecburen onun kapısından geçtiği için artık gideceğim yere beş dakika önce çıkıyorum. Tabi bundan onun haberi yok.

Kendisini candan kutluyorum. Azim, istek ve çalışma her zor işin başarılacağını Muzaffer Coşkun’da gördüm.

Bu yazıyı da, genç arkadaşlara örnek olsun diye yazmak istedim. Biliyor ve duyuyorum ki bizim köylerde birçok sanatla uğraşan arkadaş var. Tabi onları da yazmak isterim, ama yakinen tanımadığım için yazamıyorum, o arkadaşlardan da özür diliyorum.

Muzaffer BAL – Altınoluk


-----------------------------------------------


39. Yazı –09 Nisan 2016
“Gurbet Acılar ve Tatlı Şakalarla Doludur – 2”

BİRİNCİ SINIF BERBER

Gurbete önce gelenler, gurbete yeni çıkacaklar için uğrak yeri olur. Bazen iş olduğunu bilerek gelen olur. Bazen de hele bi gidelim, nasıl olsa bizim köylülerin şantiyesinde iş bulana kadar yatar kalkarız diyerek gelirler.

İstanbul – Kadıköy’de Balogiller Kıneyz’in işinde çalıştığını duyan Gopuğun Habib’i, yorganını dürüp peksimetini de kıl çantasına yerleştirip ver elini İstanbul diyerek yola koyulur. Kaç günde kendi de unutmuş olarak trenle Haydarpaşa garına ulaşır. Yorganını sırtına vurup Kadıköy’ün yoluna düşer. Birkaç kişiye sorarak Kıneyzlerin çalıştığı semte gelir. Gelir gelmesine de hemen yanlarına gitmek olmaz, çünkü saçı sakalı uzamış. O vaziyette gitmek istememiş.
-Hele bi gidim şurada bir berbere güzel bir tıraş olum, bizimkilerin yanına tertemiz giderim, diyerek bir berbere girer.

Berber tıraşa başlar. Gopuğun Habib’i tıraş oldukça güzelleşir, güzelleştikçe keyiflenir. Tıraş bitip sıra hesaba gelir. Borcunu sorup ödemesi gerekli parayı öğrenince morali bozulur, yüzü asılır. Hesap bir lira çıkmıştır. Cebinde tüm parası zaten bir lira.
-Niye bu kadar pahalı, diyerek itiraz eder.
-Burası birinci sınıf bir berberdir diye karşılık verir berber. Hele çık bakalım parayı.

Gopuğun Habib’i çok sinirlenir, ama elini de cebine atar.
-Senin birinci sınıfına da, berberin içine de s….ım ,diyerek bir lirayı çıkarıp verir.
Cebinde tek kuruşu kalmaz, kara kara düşünerek şantiyenin yolunu tutar. Parasının kalmamsın bir üzülürken, kahve içmeye parası kalmamasına on üzülmektedir.
(Kaynak: Cicimaliğilin Şükrü’sü)

muzaffer bal - altınoluk


--------------------------------------------

38. Yazı –01 Nisan 2016
“Gurbet Acılar ve Tatlı Şakalarla Doludur – 2”

VAHİT VE FALCI KADIN

Kıneyz’in işi devam ederken, Vahit de çalışmak üzere yanlarına gelir. Birkaç gün geçtikten sonra oradan her gün geçen falcı bir kadın görmüşler. Kadın her geçişinde:
-Fala bakarım, falcı, diye seslenirmiş.
Kıneyz’in aklına şeytanlık gelir ve Cicimaliğilin Şükrü’sünü yanına çağırır:x
-Bak Şükrü, der. Sen bu falcı kadına Vahit Amca’nın tüm gelmiş geçmişini, çoluğunu çocuğunu, malını davarını anlat. Bir gün sonra da söyle akşamüstü gelsin.

Cicimaliğilin Şükrü’sü kimseye çaktırmadan falcı kadına gider, Vahit hakkındaki tüm bildiklerini anlatır. Ertesi gün falcı kadın, “Fala bakarım, geçmişi bilirim.” diye seslenerek şantiyeye yaklaşır. Kıneyz:
-Vahit emi bu falcı her şeyi biliyor, gel bir falına baksın, diyerek Vahit’i kandırmaya çalışır.

Vahit, fala mala inanmadığını söyleyerek sert bir şekilde karşı çıkar. Ne de olsa Vahit, Molla’nın oğlu, kim bilir kaç kez Molla ona bu konuda ders verdi. Vahit’in tüm direnmesine karşılık, Kıneyz pes etmez, ısrarını sürdürür:
—Valla parasını ben vereceğim. Falcının validen izni ve sertifikası var, ne olacak baktırsan, dünya batmaz ya! Hadi Vahit emi baksın şu kadın, hem de sebeptir o da üç beş kuruş alıversin.
Vahit, ısrarlara dayanamaz.
-Tamam tamam, sizden kurtuluş yok, der. Ben inanmıyorum ama illa kadına para vereceksin o zaman hadi baksın.

Falcı kadın, kesesinden mısır tanelerini çıkarır, yere serdiği mendilin üstüne atar. Mısır tanelerini parmağı ile yuvarlayıp dururken Vahit ile ilgili bir şey söyler. Vahit bakar ki kadın her şeyi biliyor, gözlerini fal taşı gibi açarak dinlemeye başlar. Falcı kadın, falı bitirdikten sonra, Kıneyz, iyi bir para vererek kadını gönderir.
Vahit şaşkın şaşkın:
-Ula uşaklar, der. Aha bu falcı kadın benim her şeyimi bildi, bu ne iş. Hâlbuki falcılara hiç inanmazdım. Zaten babam da inanmayın falcılara malcılara diyordu. Ama valla ben de şaştım kaldım bu falcıya.
Oradakiler hiç renk vermezler, çünkü Vahit en büyükleridir ve onu kızdırmak istemezler. Tüm kahkahalarını şantiyeden uzaklaşarak atıverirler.

Birkaç hafta geçtikten sonra, Cicimaligilin Şükrü’sü, Vahit’e beş on götürür. Vahit nereden duyduysa oyun oynandığını, beş onu alır almaz Cicimaligilin Şükrü’sünün peşine düşer. Cicimaligilin Şükrü’sü, tazı gibi kaçarak şantiyenin diğer ucunu bulur ve böylece iyi bir dayaktan kurtulur.

Muzaffer Bal - Altınoluk

Gelecek güldürü yazısı: "Birinci Sınıf Berber"


----------------------------------------------


37. Yazı – 25 Mart 2016
“Gurbet hem acılar Hem de Tatlı Şakalarla Doludur – 1”

İSKARPİNLERİN ÇAPALARI

Cicimaligilin Şükrü’sü ve arkadaşları ile eski bir tarihte İstanbula Kıneyz’in (Hüseyin Bal) yanına çalışmaya gelirler. Sonra Alaman da yanlarına gelir. O zamanlarda iskarpin giyerlermiş. İskarpinin altı kabala denen demir yuvarlak çivilerle dolu. İşte bunu fırsatı değerlendirmek isteyen Cicimaligilin Şükrü’sünün aklına şeytanlık gelir. Kıneyzin, çok iyi ahbabı olan bir de polis varmış, bundan dolayı polis hemen hemen her gün şantiyeye uğrarmış. Doğal olarak çalışanlarda ahbap olmuş. İşte, o günlerden bir gün yine şantiyeye geldiğinde polis, Cicimaligilin Şükrü’sü polisi kenara çeker.

-Bak şu Alaman var ya işte ona bir oyun yapalım, der.
-Ne oyunu, diye sorar polis.
-Bak bu Alaman’ın iskarpinleri yepyeni, altındaki çapalalar da sivri sayılır, biz yarın iş paydosunda Kadıköy’de yürürken gel ayakkabılarımızı kontrol et, sonra da Alaman’ınkine bak, sonrası sana kalmış, anladın galiba.

Ertsi günü iş paydosunda Kadıköy’de yürürlerken polis çıkagelir. Selam verdikten sonra:
-Kaldırın bakiim ayaklarınızın altını kontrol edeceğim der sözde sert bir tavırla.
Önce Cicimaligilin Şükrü’sünün ayaklarının altına bakar. Sonra döner Alaman’a:
-Sen de kaldır bakalım, der.
Alaman emri ikiletmeden ayaklarını sıra ile kaldırır. Polis, Alaman’ın kolundan tutup çekerken:
-Haydi bakalım, doğru karakola gidiyoruz.
Oradakiler:
-Yahu ne yapıyorsun, onu niye götürüyorsun, diyerek polise yalancıktan çıkışırlar.
Polis, büyük bir ciddiyetle açıklama yapar.
-Asfalt hep bozulmuş. Bozanları yakalayabilmek için iz sürdüm. İz beni size getirdi. Kontrool ettiğimde en yeni çapalalı iskarpinin aha bu Durmuş ustanınki olduğunu gördüm. Bu nedenle karakola götürecem. Devlet malına zarar vermenin cezasını çekecek. Asfaltın parasını orada ondan alacaklar. Devlet bu asfalta para veriyor. Neyse çok uzattık. Yürü bakalım Durmuş usta!

Bir yandan da Durmuş ustayı çekiştirir. Alaman direnir gitmez, araya yine Cicimaliğilin Şükrü’sü girer. Yalancıktan yalvarmaya başlar.
-Etme eyleme memur bey. Bu arkadaş yeni geldi, bilmez buranın kurallarını. Biz sökeriz çabaları.
Polis onları kırmamış gibi yapar ve Durmuş ustanın kolunu bırakır. Bırakır bırakmasına da daha fazla dayanamaz ve kahkahayı basar.
Alaman, o zaman durumu anlar basar küfürü kendi arkadaşlarına.

Gurbet şakasız hiç çekilir mi? Şaka hasretin verdiği hüzünü epeyce giderir demi?

Muzaffer Bal – Altınoluk
-----------------------
Gelecek güldürü yazısı: "Vahit Ve Falcı Kadın"

----------------------------------------------------------------------------------------------
----------------------------------------------------------------------------------------------

20 Aralık 2015
Kısa Bir Açıklama
Seferberlik veya muhacirlik olarak adlandırılan, köyün boşaltılması, köy halkının malını davarını bırakıp yollara düşmesidir. Birinci dünya savaşı sonucu Rusların Şiran’a gelmesi ile beraber, emniyet olarak köylerin başlatılmasına karar verilir. İşte bu kararla Köyümüz Kırıntı da boşaltılır.
Uzun dönemdir, muhacirlik anılarını yazmak istiyordum. Ama elimde fazla bir bilgi yoktu. Sadece dedem Cicimali’nin zaman zaman bana anlattıklarından yola çıkarak, yazmaya başladım. Yazdıkça babamdan, amcam İbrahim Hocadan sorarak hem dedemin bana anlattıklarını teyit ettirdim. Aynı zamanda da yanlış hatırladıklarımı düzelterek devam ediyorum. Bir taraftan da, dedemin anılarından önce başkalarının anılarına ulaşmak istiyordum. Arayan ya mevlasını, ya belasını bulur derler ya, bende mevlamı bulmaya başladım. İlk ulaştığım Kerimin İsmail’i oldu. Kerimin İsmail’inin oğlu Kerimin kızı Hatun Aydın bana anlattığını, özü bozmadan kendime göre kurguladım. Hatun arkadaşa teşekkür ederim.
Evet, ilk muhacirlik yazımı tüm okuyucularla paylaşırken, onlarda muhacirlikle ilgili duyduğu tek bir kelim olsa da paylaşırlarsa. O tek kelimeden yola çıkarak hikayeleştirebiliriz.
Cicimaliin muhacirlik hikayesinin büyük bir bölünü yazdım, geri kalanın da yazmaya devam ediyorum.
Sevgilerimle.
muzaffer bal - altınoluk - 20 -12 - 2015

36. Yazı – 20 Aralık 2015
KERİM'İN İSMAİL'İ

Rusların, birinci Dünya savaşında, Şiran’a kadar gelmesi ile Şiran’ın birçok köyü boşaltılır. Bu köylerden biride Kırıntı dır. Kırıntılılar alabildiklerini alır, köylerini terk ederler. Nereye gittiklerini bilmez. Emir büyük yerden gelmiştir. Götüre bildiklerini alırlar, hasta, yaşlı, çoluk çocuk yola koyulurlar. İşte bunlardan biri de Kerimin İsmail’idir.

Kerimin İsmail’i 15 – 16 yaşlarındadır, anası ve babası yaşlı hastadadır. Kerimin İsmail’i köyden diğer göçlerle yola koyulur. Alucra’nın Zil (Aktepe) köyüne gelince, anası iyice hastalanır. Kerimin İsmail’i, ağırlaşan anasını taşıyamaz hale gelir. Artık anası yola gitmelerine engel hale gelir. Babası yaşlı olmasına rağmen, yola iyi kötü devam edebilecek durumdadır.

Muhacirlik, zorlu yolları geçerek, bilinmeyene zorunlu bir yolculuktur. Bu zorlu yolculuğun, nerede biteceğini hiçbir göç bilmez. Sadece bildikleri, kendilerini kabul edecek bir yerleşim alanına kavuşmaları gerekir. Göçlerin her biri, kendilerini ancak taşıyabildikleri için, kimse kimseye yardım edecek durumda değildir. Her göç, kendi başının çaresine bakmakta. Öyle bir zorlu yolculuk ki, bazıları yolda ölüyor. Ölenler, oracıkta toprağa verilip yola devam ediliyor. Bazıları ise, hasta ve küçük kız çocuklarını yolda bırakıp, yoluna devam ediyor. Çocuklarını bırakırken, iki şeyi düşünüyorlar. Birincisi, yolda ölmek yerine burada bırakırsak bir hayırsever rastlar onu kurtarır ve böylece yaşamış olur. İkincisi ise, çocuklarının hepsi ölmekten se, bir kısmını kurtarma içgüdüsü ile bırakıyor.

İşte Kerimin İsmail’de, hastalığın ilerlemesi ve açlıkla beraber ağırlaşan anasını Alucra’nın bir köyü olan Zil Köyünde yaşlı bir kadının yanına bırakır, sonra gelip almak üzere. Kerimin İsmail’i için, bu çok zor bir karardır, ama yapacak başka bir çaresi de yoktur. Yola ihtiyar babası ile hasta anası ile devam etmeleri hem anasının hem de babasının ölmesi demektir. Ayrıca, göçlere ayak uydurması da çok zordur. Bilmediği bir bölgede kayıp olması her zaman vardır. İşte bu sebeplerden dolayı, anasını bırakmaya karar verir. Gelip anasını almak üzere, babasını alıp yola devam eder. Şura senin bura benim derken Suşehri’nin Pürk (yeşil Yayla) köyüne varırlar.

Kerimin İsmail’i çocuk yaşta olmasına rağmen, cesaretli biri. Cesareti kadar da akıllı. Akıllı çünkü, yol boyunca göçleri takip eder. Zaman zaman göçlerden kopsa da, onları uzaktan da olsa bırakmaz. Babasını ise, kah eşeğe bindirir, kah yürütür. Yol boyunca, kendisi mümkün olduğunca az yer. Yiyeceğin çoğunu babasına yedirir. Babası yaşaması gerekir. İhtiyar olmasına rağmen, oğluna yol boyunca göçleri takip etmesinde akıl verir.
Kerimin İsmail’i, babasından aldığı cesaretle, Pürk’e varıp, diğer birkaç göçle beraber Pürk Köyüne yerleşir. Yerleşir yerleşmesine de, anası hiç aklından çıkmaz. Mutlaka geri dönüp, anasını alıp getirmeyi kafasına kor. İyice yerleştikten sonra, babasını komşularına bırakır ve eşeğini alır, anasını almak üzere tekrar yollara düşer. Kerimin İsmail’i, geldiği yoları takip ederek, dağları dereleri aşıp, anasını bıraktığı Zil Köyüne varır. Kerimin İsmail’i oldukça heyecanlı ve sevinçlidir. Hep aklından, anamı alacam, eşeğe bindirecem, babamın yanına götürecem diye geçirir. Kerimin İsmail’i, Zil Köyün de, anasını bıraktığı kadının evinin önüne gelir, ana diye seslenir. Sese anası yerine, anasını bıraktığı kadın kapıya çıkar. Kadın şaşkın ve üzüntülüdür. Bu çocuğun, anasını almaya geri geleceğini hiç düşünmemişti. Hatta bunlar yolda hep telef olacağı diye düşünmüştü. Kerimin İsmail’le, kadın bir an göz, göze gelir. Kadıncağız, çocuktan gözlerini kaçırmaya çalışır. Çünkü gözlerinden yaş akmak üzeredir. Kadıncağız, kendini toparlar ve oğlum gel otur, bi hele soluhlan diyerek, kapıda bir taşın üzerine oturtur. İçerden bir tas ayran getirir. Hele oğlum şu ayranı içte konuşalım. Kerimin İsmail’i, endişeli, endişeli ayranı içerken, anam nerede, nere gitti diye sormaya devam eder. Kadıncağız, çocuğun ayranını bitirdiğini lafa başlar.

- Bak oğlum, Allah insanları yaratırken, ölümü de vermiştir. Ananın mekanı cennet olsun. Hastalığa dayanamadı. Bende elimden geldiği kadar yardım etmeye çalıştım. Ananın alın yazısında, bu köyde, benim yanımda öbür dünyaya gitmesi varmış. Toprağı bol olsun, mekanı cennet olsun.

Bütün bu konuşmayı, kafası önüne eğik olarak yapar kadıncağız. Kerimin İsmail’inin hiç yüzüne bakmaz. Sözü bitince, Kerimin İsmail’ine baktığın da karşısında bir saman çuvalı gibi yığılmış birini görür. Eliyle şöyle bir sarsar ve kendine gelmesini sağlar. Kerimin İsmail’i, bu sarsmadan sonra kendine gelirken inilti şekilde anam der ve gözleri dolar. Ama yaş akmaz. Kadına dönerek anacım, anamın mezarı var mı diye sorar. Kadın ne disin oğlum tabi ki var. Ben kendim yıkadım,kefenledim köylülerle beraber, köyün mezarlığına koyduk. Gel seni ananın mezarlığına götürüm. Ziyaret et der ve çocuğu alır mezarlığa götürür.

Kerimin İsmail’i, anasının mezarına sarılır öper öper toprağını.

Artık Kerimin İsmail’inin, Zil Köyünde yapacağı bir iş yoktur. Eşeğini alıp, babasının yanına dönmesi gerekir. Öyle de yapar. Anasının mezarından, bir avuç toprak alarak mendiline düğümler ve heybesine atar. Bu toprağı babama veririm diye düşünür. Kadıncağız, ne kadar kal, hiç olmasa bir kaşık bişe yede git diye ısrar etse de, yemek yemeden yola koyulur. Sadece, kadıncağazın heybesine sıkıştırdığı somunla yola koyulur. Yol boyu anamın öldüğünü babama nasıl söyleyecem, yok yok o da dayanamaz ölür. O zaman ben ne yapacam diye yol boyu düşünürken, kendi kendine, yahu babam daha metanetlidir, metanetli karşılar diyerek kendisini avutur. Bazen de, ben zaten tek gidince babam anlar diyerek yola devam eder. Şu dağ benim, bu dere senin derken, Pürk’e varır. Varır varmasına da, bu seferde babasını bulamaz. Babası iki gün önce ölmüş ve komşuları kaldırmış. Kerimin İsmail’i, gurbet ellerde iyice yetim ve yalnız kalmıştır. Yaşlı, hasta olsalar da babası, anası ona dağ gibi bir kuvvetti. Artık tek başına didinip çalışıp yaşamaya çalışacaktır. Öylede yapar.
Sakinleşince, aklına anasının üzerinden getirdiği toprak gelir ve heybesinden çıkarır babasının mezarına gider, toprağı babasının üzerine serper ve böylece ayrı yerlerde kalanları birleştirdiğine inanır.
Zaman kaç sene geçti bilmez, ama köye dönüş zamanı gelmiştir. Göçlerle Kerimin İsmail’i de köyüne döner. Evlenir, çocuk çoluk sahibi olur o yiğit çocuk.

muzaffer bal – altınoluk - 20 – 12 - 2015

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.--.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.--.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-

34. Yazı – 17 Kasım 2013
BİZİM CAMUŞ (MANDA)

Durmuş Öğretmenimin (Bizim Can Kurtaran – Dağların Gezgini Gülüzar) anılarını okurken aşağıdaki anımı hatırladım. Eline yüreğine sağlık öğretmenim.

İlkokul 5. Sınıftaydım, yazın herkesin tarlalarda buluştuğu bir yaz günü, çoluk çocuk- kadın erkek, konu- komşu çantalarında ekmek, bakraçlarında gatıklı çorbalarla Büyük Çayır’da tarla biçmeye gittik. Sabahın erken saatinde kimi tırpanını bileylemiş, kimi orağını; kadınlar, beşiklerini buldukları küçücük gölgelik bir yere, eğer gölgelik bir yer bulamamışsa, buğday bağlarını baş başa dikip altın koyup, işe başlamadan önce bebekleri emzirmeye başlamışlardı. Tabi biz çocuklara da tarlaya getirilen öküzleri - camuşları beklemek düşmüştü.

Tırpancılar, önce sağa sonra sola vücudunu belden bükerek tırpanı buğdayı tarlanın yüzüne sermeye başladılar. Buğday başakları aynı yöne doğru tırpanın sesine uyum sağlayarak serilmeye başladı. Kadınlar eteklerini yarım olarak beline sokup, elerine tükürerek oraklarının sapına yapışıp tarlanın tırpancının serdiği başakları düştükleri yerden kaldırıp, belli bir miktarda olmak üzere deste haline getirerek, sıra, sıra tarlanın yüzüne toplamaya başladılar. Kadınlar deste dizerken, görevin kendilerine geldiğini gören delikanlılar, önceden yine buğday saplarından hazırlanmış ve suya bırakılmış bağları alarak destelerin hemen altına serip desteleri alıp başakların aynı yönde koyarak toplayıp, dizini destenin üzerine koyup bağladıktan sonra, kenara yuvarlarlar. Tarlanın yüzünde yere serilmiş başakları toplayıp desteleri bağlarla dolmaya başladılar. Bu ara kadınların bir kısmında oraklarını alıp tarlanın kırsal tarafını biçmeye başladı.

Her tarladan başka, başka sesler, türküler birbirine karışıyordu. Saatler böyle sürüp giderken, güneş yavaş, yavaş çalışanların tepesinden vurmaya başladı. Kimi mendili ile, kimi eteği ile terini siliyordu. Herkes çok yorulmuş durumda iken Garahalil’in tarlasında Yusup’un (Yusuf Amcanın) sesi tüm tarlalarda duyulurcasına, “Ula Cicimali Hasan’ın Dolandığı Taşa bakmımısın, gölgesi yürüdü, karnımız acıktı deyip, tırpanını omzuna vurup, küçük parın başına yöneldi. Yusup Amcayı gören herkes pârın başına yöneldi, gelen elindeki aletleri bırakıp, elini yüzünü yıkamaya başladı. Kadınlar bohçalardan bakraçlardan çantalardan Allah ne verdiyse çıkarmaya başladılar. Bir kısım kadınlarda yere serdikleri 40 yamalı çulu seriyordu. Artık, yer sofrası hazırdı, kaşıklar aynı kaba girip çıkmaya başladı.

Yemek yenip herkes yorgunluğunu atıp tekrar işe başlamak üzer sağa sola yatmaya bir kısmı da tırpanlarını döğmeye başladılar. Başladılar ki Yusup amca ula Cıcimali senin camuş bizden önce tarlayı biçecek dedi. Hepimiz tarlaya baktık ki, pârın önünde küçük gölde yatan camuşlardan büyüğü olan Aslan tarlanın içinde. Oradan şu anda kim olduğunu unuttuğum bir delikanlı, camuşu çıkarmaya gitti, gitti de gitmesi ile geri döndü. Arkasından başını havaya kaldırmış soluyor. Yusup Amca elinde masta camuşu çıkarmaya gitti, o ara ben dedeme bakmaya başladım, dedem, baktım ki bıyık altıdan gülüyor. Neden güldüğünü anladım, bizim camuş Yusup amcayı kovalıyor. Yusup amca, Cicimilaye çok kızmıştı ki, yahu şu camuşunu çıkar diye biraz sert çıkıştı. Dedem, döndü bana, git Aslanı çıkar, Yusup’un tarlasından, yoksa kışın buğdayı bitince camuşun yediğini gelir alır. Ben hemen oradan küçük bir sopa aldım tarlaya doğru yöneldim, arkamdan birçok ses geliyordu, yahu o çocuğu geri çağırın camuş onu parçalar. Dedem Cicimali hiç istifini bozmadan git oğlum çıkar diyordu. Ben yavaş yavaş camuşa yaklaştım, hadi Aslan dedim, Aslan şöyle kafasını bir kaldırdı. Ben o heybetli kocaman boynuzlarını taşıyan başını kaldırışını görünce, önce bir irkildim, sonra tekrar hadi aslan diyerek, sopayla yavaş yavaş vurmaya başladım. Bizim Aslan döndü yavaş yavaş o önde ben arkasında gelip göle eşinin yanına yatıp, çamura keyifle uzandı.
Benim arkamdan bağıranların bilmediği, bizim Aslanın kadınlara ve çocuklara kesinlikle vurmazdı.
Muzaffer Bal - Altınoluk


-----------------------------------------------

33. Yazı - 30 Ekim 2013
AKREP DÖNER KENDİNİ ZEHİRLER

Her canlı yaşamanı sürdürmek için kendi türevi ile tatlı bir yarış içindedir. Bu anlayış bir anlamıyla var olma, yok olma yarışıdır. Örneğin: sık dikilen ağaçlar, güneşten yeterli derecede yaralanmak için gökyüzüne doğru yarışır. Birbirinin güneşini kesmeyecek şekilde ekilenler ise, genişler ve gövdesini büyütür. Bunu çam ormanlarında çok net olarak görürüz. Tabiatın bir parçası olan insanda, ayakta kalabilmek ve de yaşamını sürdürebilmek için kendi aralarında açık veya gizli bir yarış vardır.

Bu yarış çok doğaldır. Bu yarışta bazıları daha çok adımlarını açarak öne geçebilir, bu da doğal. İşte bu yarışta eğer hırs öne çıkarsa, bu hırs giderek yarıştığı diğer insanlara zarar verme noktasına ulaştığı an, işte o zaman, yaşam için bir yarış değil, başkalarını ezmeye, yok etmeye dönüşen hırs haline gelir. Bu ister ekonomik, ister bilgi olsun her ikisi de hırsla elde edilmeye başladığında, diğerlerini ezmeye veya yok etmeye başlar.

Hırslar başkalarına sadece zarar vermez, hırs giderek desinlere dönüşür, işte bu noktadan sonra, desinler giderek kendisine çocuklarına, zarar vermeye başlar. Örneğin: evini döşerken, bir başkasının evinin döşemesine bakarak, o evden daha iyi döşemek için, elindeki avucundakini gider yeni eşyaya yatırır. Evindeki eşyayı da çöpe atar. Şunu düşünmez. Benim eşyam, beni idare eder, onunla idare edeyim, elimdeki avucumdakini de başka ihtiyacıma harcayayım. Daha büyüğü ise, daha büyük harcamalarda ortaya çıkmakta. Örneğin ev yapımında otaya çıkmakta. Filancı şöyle şatafatlı, böyle şatafatlı ev yapmış ben ondan aşağımı kalacağım diyerek, çocuğunun riskini o eve harcar. Bu anlayış, akrebin kendi kendisini zehirlemesidir.

Desinler hastalığı sadece kişinin ekonomik durumuna zarar vermez, ruhsal durumunu da hastalandırır.

Desinler hastalığı, geri toplumların bir hastalığıdır. Gelişmiş toplumlarda bu hastalık, sadece istisna olarak görülür. Gelişmiş toplumlar, kendi hesaplarını yapar ve ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa onu yapar.

Muzaffer bal - Altınoluk - 27.10.213

-----------------------------------------------

32. Yazı - 08 Ekim 2013
“BİZ EKŞİ HAMUR GİBİ SALINIRSAK, TOPLUM YERLERE SERİLİR.”

Genel olarak, toplumlarda ve bireylerde şöyle bir anlayış vardır: bizden hiçbir şey olmaz, bizi kim dinleyecek. Bu anlayış acizliğin ve çaresizliğin sonucu ortaya çıkan anlayıştır. Bu çaresiz anlayışı yıkamayan birey ve toplumlar her zaman çağımıza göre modern köleler olmaya mahkûmdurlar. Hâkim yapı, hem bireylere, hem de toplumlara bu hastalığı yaymakta, çünkü kendi hâkimiyetlerini sürdürmek için, önce bireyin kendine güvenini kayıp ettirir. Bireyin kendine özgüveni kayıp olunca, toplumun kendine güveni zaten olmaz. İşte o zaman hâkim güç çok rahatlar.

Hâlbuki her bireyin önce kendi özgüvenine kavuşması gerekir ve doğal olarak da bireyin özgüveni toplumun öz güvenine ulaşır. Bu özgüven toplum bireylerinin birlikte hareket etmesini sağlar. Her birleşme hem bireylerin, hem de toplumların kendilerine güvenini artırır.

En tehlikeli düşünce: “Ben tek başıma ne yaparsam yapayım cürümüm kadar yer yakarım. Tek başıma alemi cihan olsam da hiçbir şey yapamam.”

Evet, sen tek başına cürümün kadar yer yakarsın bu doğru, peki yanındaki de cürümü kadar yer yakar, onun yanında ki de cürümü kadar yer yakar. Kişilerin cürümleri birleşirse güçler birleşmiş olur. İşte bu birleşme bireyin özgüvenine ulaşırsa birlik olmayı kavrar, birlik olunca toplum kendi özgüvenine ulaşır. Toplumun kendi özgüvenine ulaşması demek, gözlerde devleştirilen sorunların giderilmesi yolunda atılmış dev bir adım anlamına gelir.

Köylü anlayışı, illa köyde doğmakla ya da köyde yaşamakla oluşmaz. Şehirde doğar, büyürsün, okursun, üniversiteyi bitirirsin; hatta para pul da kazanabilirsin; ama köylü anlayışının dışına çıkamamışsındır. Seni de ilgilendiren temel sorunlara sırtını dönersen ve “Bana ne, ben rahatıma bakarım, bu köyün delisi ben miyim?” dersen, işte, bu köylülüktür, faydacı anlayıştır. Bu köylü anlayışı derken hiçbir köylüyü küçümsemek için söylemiyorum, sadece bir anlayışı ortaya koymaya çalışıyorum.

Şöyle baktığımızda, bu gün ülkemizin birçok yerinde, köylüler kendi hakları için birleşiyor de en çetin mücadeleyi veriyorlar. İşte onlar, önce kendi özgüvenlerine erişiyorlar, sonra kendi içinde bulunduğu toplumu özgüvenine ulaştırıyor. Burada artık, “benden bir şey olmaz” gibi kapkara düşünceyi çöpe atıyor, “benden çok şey olur”u beynine kazıyor ve hemen arkasından ekliyor; “Haydiyin hepimiz bir olursak, ne istiyorsak ona ulaşmayı başarırız.” İşte bir kere bu söylenince alt edilemeyecek sorun, kazanılmayacak bir hak kalmaz.

“Benden, bizden bir şey olmaz”ı çöpe at.
“Senden benden çok şey olur.”

“Biz bir şey beceremeyiz”i çöpe at.
“Siz, biz birleşince çok şey olur.”

“Bu toplumdan, hele de bizimkilerden bir şey olmaz”ı at çöpe.
“Bizimkilerden, bu toplumdan çok şey olur, eğer biz önce kendimize güvenirsek.”

Önce kendimiz diri olalım, sonra toplum diri olur.
BİZ EKŞİ HAMUR GİBİ SALINIRSAK, TOPLUM YERLERE SERİLİR.

Muzaffer Bal - Altınoluk

----

Merhaba Muzaffer Bey.
Öyle zamanlı bir yazı yazmışsın ki... Çok teşekkür ederim.
Zamanlı derken...
Bir hafta kadar önceydi, bir çay sohbetinde söz dönüp dolaştı ve topluma, toplumsal ilişkilere geldi. Bireysel özellikler ele alındı. İçimizden biri, hem de eğitimli biri, eğitimde resmi görev almış olan biri, senin vurguladığın olumsuz saplantılar içindeydi.
“Bizden bir şey olmaz!”
“Biri bir mücadele veriyorsa mutlaka bir çıkarı vardır.”
“Bu kafa yapısıyla hiçbir şey beceremeyiz.” gibi hastalıklı saptamalarını dillendiriyordu. Bu saptamalar Kırıntılılar için değil genelde toplum içindi.

Kişisel ilişkilerinden, kişilerle olan kişisel sürtüşmelerinden örnekler veriyor, bunu genele mal ediyor; herkesi bencillikle, çıkarcılıkla, beceriksizlikle suçluyordu. Umutsuz olduğu için elini taşın altına sokmuyor; sokanları aptal görüyordu.
Düşünmüyordu ki, kendisi de burun kıvırdığı toplumun bir bireyidir. Toplumda irili ufaklı sorunlar varsa sorunların giderilmesinde kendisine de görev düşmektedir; kendini aydın görüyorsa görev yapmak zorundadır. Görev yapmaktansa, elini taşın altına koymaktansa yan gelip yatmak daha çok işine geliyor. Aksi hâlde “düşünmek” zorunda kalacaktır. Düşünmekten kasıt, hindinin düşünmesi gibi olmadığından düşüncesini besleyecek, geliştirecek etkinliklerde bulanmak zorunda kalacaktır. Bunun için okuması, araştırması, yazması, paylaşması gibi bir dizi etkinlik gerekmektedir. Bunlar kolay işler değildir.

Yan gelip yatmak en kolay olandır. Ne var ki yan gelip yatan birileri, eğer bir zamanların falanca kuşağındansa... O zamanlar ufak tefek mücadeleler vermişse... Şimdi yan gelip yatarken bilinçaltında bir şeyler yapmamış olmanın rahatsızlığı varsa...
İşte o kişilerdir en tehlikeli olan. Onlar... Rahatsızlığını bastırabilmek için... Eksikliğini gizleyebilmek için... Bir şeyler yapıyor gibi görünerek kişisel duygularını tatmin etmek için durmaksızın konuşurlar. Buna konuşmak mı denir, yoksa yıllar öncesinden kalan kırıntıların papağan gibi tekrarı mı denir?
Bu kişiler;
1-Ağzından bal damlayan bilge kişiler gibi görünebilirler.
Ya da; 2-Saldırgan olurlar; ki, böylece pasifliklerini kapatırlar. Bunlar konuşmayı severler, ama konuştukları yer açık platformlar değil, dört duvar arasıdır. Önde görünmekten çekinirler. İki ışıklı satır yazıp açık platformlarda paylaşmaktan korkarlar.
Tamam; çekinsinler, korksunlar... Bu onların kişisel tercihleridir; saygı duyarım. Ama düşünen, mücadele eden, üretken birilerini karalamasalar ya... Dik duran birilerine çelme takmasalar ya...
Neyse...

Genel toplumsal irdelemeleri bırakıp özele...
Kırıntı’ya dönersek...
Bölük, pörçük, dağınık görünüyor toplum. Ama potansiyel bir gücün varlığını hissediyorum. Konuştuğum kişilerin yüreğinin toplum için attığını görüyorum. Toplumdan kastım sadece köydeki toplum değil, yaşadıkları kentlerdeki toplumdur aynı zamanda.
İnsanlarımızın mücadele ruhu alt bilince sıkıştırılmış, tıkılmış görünse de bir gün kolayca üste, yüzeye, açığa çıkacak gibidir.
Yeter ki Muzaffer Bey, senin yazının sonunda sıraladıkların gerçekleşsin.
Sen+Ben, nasıl ki BİZ’i oluşturuyorsa parça düşünceler de “bütün ve güçlü düşünceler” oluşturur. Yeter ki insanlar düşüncelerini açık platformlarda paylaşmaya başlasınlar.

Aksi hâlde...
Söylediğin gibi...
“BİZ EKŞİ HAMUR GİBİ SALINIRSAK, TOPLUM YERLERE SERİLİR.”

A.A. - Ankara

------------------------------------------------------------------------------------------------

31. Yazı - 01 Mart 2013
İLKLER-2
ODAM KİREÇ

Kırıntı’daki ilkleri öğrendikçe okuyuculara aktarıyorum. Bundan önce aynı yazı içinde dört tane ilki yazdım. Bu ilkleri babamdan öğreniyorum, bu ilk odam kireç, sakın okumadan odanın kireci de ilk olur mu demeyin.

Yıl 1918 ve 1919. Kırıntı Köyü’ne bir Rus gelin gelir. Bu Rus gelinini Cicimalinin (Ali Bal) kardeşi Sarı Mustafa (Mustafa Bal – Mustafa Onbaşı) Rusya’da esirken, 17 Ekim devrimi ile esirlere af çıkar. Sarı Mustafa, gelirken bir Rus Kızı ile Kırıntı’ya gelir.

Kırıntı evleri, o tarihlerde ilkel olarak yapılır, pey olarak isimlendirilirmiş. İşte o peylerden biri de Cicimaliğilin evidir. Bu ev, bu gün Baloğilin ortasındaki Hünkar’ın (Kamil Bal ) evinin olduğu yerdeymiş. O peyin bir odasının kapısı ayrıymış. O ayrı olan odayı Rus Kızına tahsis etmişler.

Rus Kızı, kendine ayrılan odanın delik deşik olduğunu görünce, kolları sıvamış. Odayı güzelce çamurla sıvamış. Sonra kasabadan kireç getirtmiş ve odayı kireçlemiş. Rus kızının odası bembeyaz olmuş.
Tabi bunu duyan köylüler akın akın Rus Kızı’nın kireçli odasını görmeye gitmişler. Gelenler sorduğunda Rus Kızı, odam Kireç diyormuş.

Muzaffer Bal - İstanbul – 1.3.2013

-----------------------------------------------
31. Yazı - Muzaffer Bal
İLKLER-1
ETEK-SAÇ KESME MAKİNESİ-RADYO-ÖĞRENCİ SIRASI

Belki bir tartışma açar diye, babamın bana anlattığı ve köyümüze gelen birtakım ilkleri yazmaya karar verdim. Bu yazdıklarım, kesin doğrular değil tabi. Ben de sadece bunlar üzerinden, bir tartışma açılır ve bu ilkleri, daha bir çok ilkleri ortaya çıkarırız umudu ile yazıyorum.

* Etek: Bizim köylerde kadınlar hepimizin bildiği üzere, üç etek giyerlermiş. Benim çocukluğumda da, bir kısmı hala giyiyordu. Erkekler gurbette gittiklerinden, orada gördükleri değişik giyimleri, kendi köylerine de yavaş yavaş taşımaya başlarlar. İşte Cicimaliğilin Şükrüsü (babam) da, gurbette gördüğü etek dikkatini çeker. Gurbetten gelirken bir miktar basma alıp köye getirir. Bu getirdiği basmayı alıp kasabaya götürür, kasabada Enver beylerin evlerinin yanında bir kadın terzisi bulur ve bu kadın terziye bu basmadan etek dik der. Kadın terzi neye göre dikecem, ölçü vermelisin der. Babam yanındaki karısı Fedime'yi tarif eder ve işte buna göre dik der. Diktirdiği eteği alıp köye gelir. O günlerde Burgababa ziyareti vardır, karısı Fedime'yi ikna eder ve eteği giydirir Burgababaya götürür. Durmuş öğretmen (Durmuş Öztürk), gelip Cicimaliğilin Şükrüsü'nü tebrik erder. İlk görenler önce bir yadırgarlar, ama rahatlığını anlayınca birçokları da etek giymeye başlar, böylece etek Kırıntıya gelmiş olur.

* Saç Kesme Makinesi: 1922 yıllarında Gogugilin Halil Efendi varmış, ilkdefa gurbetten saç kesme makinesi getirmiş. O zamana kadar köyde saçlar makasla kesilirmiş. Bitin çok yaygın olduğu yıllar tabi, bütün çocuklar bitten bitmiş durumdalar. İşte tam bu zamanda Halil Efendi gurbetten getirdiği saç kesme makinesini eline alır, bıkmadan usanmadan mahalle, mahalle gezerek köydeki çocukların tümünün saçlarını keser.

* Radyo: Kıneyiz ( Hüseyin Bal ) İstanbul'da çalışıp köye dönme zamanı gelince, işvereni mütahit Necati bey, Kıneyiz'e köyüne gidiyorsun, köyde olmayan bir şey götür köyüne der. Ona bir radyo verir. Kıneyiz radyoyuyu alıp köye gittiği zaman ekin zamanıymış. Köylüler özellikle Balogiller tarlaya gidiş gelişlerde Kıneyizlerin evini uğrak yapmışlar. (Küçük bir ekleme: Bu kocaman bataryalı kocaman radyoyu ben de gördüm.)

*Öğrenci Sırası: Köye ilk okul yapıldığı zaman, öğrencilerin babalarının yaptıkları masalarda, üç dört çocuk bir arada, yine babalarının yaptığı taburelerde otururlarmış. Bir yıl sonra, İstanbul'da Ticaret Odasında çalışan Sofugilden Yusuf Efendi, bir okulun sıralarını yenilmesinden faydalanarak, o okuldan eski sıraları alıp köye, Alucra üzerinden göndermiş. Bu sıralar, döküm ayaklı sıralarmış. Köyün okulu, Sofuğilli Yusuf Efendi sayesinde sıralara kavuşmuş. Bu, babamın anlatmasıdır, babam Kırıntı okulunun ilk öğrencilerindenmiş, üç yılda mezun olmuşlar. O zaman okullar üç yıllıkmış.

Muzaffer Bal / İstanbul

-----------------------------------------------

30. Öykü - 08 Ekim 2012
K E R T E N K E L E

Köyümüzde birçok isimlerin aynı olduğu için olsa gerek, hemen hemen herkese isminin dışında bir lakap verilmiştir. Bu lakap takma çok eskilerden beri gelmekte. Belki soy isim olmadığı dönemden de olabilir. Geçmişini bulmak çok zor ama artık bir gelenek hâlini almış. Mesala Cicimali, Fitil, Podur, Palabıyık, Civelek, Gollik, Gobil gibi yüzlerce sayılabilir. Bazen bu lakaplar o kadar öne çıkar ki kişilerin esas isimleri unutulur. Benim aklıma hemen gelenleri saydım.

Neden bu lakaplar takıldığına dair hikayeler vardır. Ben burada çok sevdiğim ve benden birkaç yaş küçük olan birinin lakabının hikayesini anlatacam. Bizim köylerde gençler birçok oyunlar oynarlardı. Bunlardan biride himan oyunu. Himan oynu genellikle açık, geniş yerde oynanırdı. Bazen de evlerin bacalarında oynanırdı. Bacalarda himan oynamak oldukça tehlikelidir. Çünkü bacalar toprak olduğu için kenarlarına duvarları yağmur almasın diye biley (düz ince taş) döşenirdi. Bu bileylerin yarısı dışarıda yarısı bacada toprağın içinde olurdu. Hiç unutmam yine böyle bir himan Çilaliğilin iki katlı evinin bacasında oynanırken, Onbaşığilin Celali bileyin tam ucuna basmıştı ve bacadan aşağı düşmüştü. Şansına birinci katta balkon gibi bir yer vardı orada direğe asılı sepetin içine düştü de kurtuldu, işte bu kadar tehlikeliydi.

Bu tehlikeli yerlerden korkmayan Celal gibi gözü kara biri daha vardı. Nerede tehlikeli bir eğlence varsa onu orada görmek hiç kimseyi şaşırtmazdı. Kaleden armutların arasından kaykısını bıraktığında herkes gözlerini yumardı. Nerede bir ağacın en ince daların üstünde biri varsa hiç düşünmeden o derdik. İşte bu gözü kara arkadaşımız bacalarda himan oynarken de hep bileylerin en uçlarında gezerdi. Yine bir gün, himan oynarken bileyler de koşarken İhsan Öğretmen (İhsan Bal):
-Ulan ne dolaşıyorsun keltenkele gibi bileylerin üzerinde! diye seslenir.
İşte o sesleniş Çilalğilin Kemal'inin Kemal ismi bizim aramızda nüfus kağıdına girer ve artık ismi kertenkele olur.

Buraya kısa bir anımı eklemek isterim. Hani yukarda lakaplar gerçek isimleri unutturur demiştim ya, işte onu destekleyen anım.
Daha ilkokulda idim; dedem bana dedi ki:
-Oğlum, Fitil İstanbul'dan gelmiş, bizim Arif bana ayakkabı göndermiş, git al gel.
Hemen yola koyuldum. Pirdeli'de Fitilin evinin kapısından içeri girdim ve:
-Fitil amca dedem beni gönderdi, amcam dedeme ayakkabı göndermiş, onları almaya geldim.

Daha sözümü bitirmeden Fitil amca çok hiddetli bir şekilde:
-Ulan git o Cicimali'ye söyle, adımı sana öğretsin sonra gel.
Tabi küfürü de beraberinde savurdu. Utangaç, mahçup bir şekilde dedeme geldim.
-Fitil amca vermedi ayakkabıları, dedim.
Dedem niye vermediğini sorunca, ben de anlattım. Dedem, bunun üzerine şöyle dedi:
-Oğlum hiç fitil denir mi? Onun adı Mustafa. Ben o küfürleri hak ettim. Neyse daha sonra gider kendim alırım.
İşte böyle.

Muzaffer Bal- Altınoluk

-----------------------------------------------

29. Yazı - 28 Eylül 2012
BİR DAMLA SU

Yılını hatırlamıyorum, kız kardeşim Elmas yaylada idi. Ben de yanına gittim. Elmas Hava'nın Salifler'in yaylasında duruyordu. Galiba bizim yayla durulacak durumda değildi. O yayla daha muntazam olmalıydı ki Elmas o sene orada duruyordu. Hava'nın Salifler'in yaylası Cılcıl Oluğun üstünde idi ve her yeri görüyor güzel bir yayla idi.

Elmas'la beraber Yeniköy'ün yaylasına, dayım Selahattinlere gitmeye karar verdik. Beraberce şaka şamata Soğuk Paar'ın üstünden Yeniköy'ün yaylasına gitmek üzere dağa doğru tırmanmaya başladık. Soğuk Paar'ın üzerine çıktığımızda yorulmuştuk. Soğuk Paar'dan buz gibi su içtikten sonra kırtıl otlara şöyle bir uzandık. Harika bir manzara, tüm Şiran Vadisi ayağımızın altında idi. Biraz dinlendikten sonra, yolcu yolunda gerek diyip yola koyulduk. Kırtılların üzerinden yürüyerek Yeniköy'ün yaylasında Esmer yengemlerin yaylasına postu attık.

Esmer yengem bize birer tas ayran verdikten sonra, ocağa çayı sürdü. Dayım o sene Yeniköy'ün çobanlığını yapıyordu. O anda kendisi malın davarın peşine gittiği için yaylada yoktu. Yengem çayı demledi. Çay, çükelik, ekmek... yani yengem ne verdi ise yedik içtik. Tabi hoş sohbet derken vakit hızla geçmeye başladı.

Sonunda akşama kalmamak, gecenin karanlığına yakalanmamak amacıyla yayladan ayrılıp Soğuk Paar üzerinden yaylaya gitmek üzere yokuşu ele aldık. Daha yayladan yeni çıkıp yokuşa vurduk ki, yayladan bağırtılar, çığırtılar yükselmeye başladı. Biz de ne oluyor diye durup seslere kulak verdik. Bağırtılar çığrtılar arasında bir kadının "Gitmeyin, geri gelin!" sesini ayırabildik. Aceleyle tekrar yaylaya döndük.

Yaylaya geldiğimizde herkes yengemlerin yaylasının kapısında, içinde idi. Hızla içeri daldığımızda yengemin yerde kaskatı yattığını gördük.Kadınlar bağırmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ben bir an paniklesem de kısa zamanda toparlandım. Bir öküz arabası hazırlamalarını söyledim. Aceleyle bir öküz arabası hazırlandı. Yengemi arabanın üzerine yatırdık. Elmas onun yanına oturmuştu. Ben de Elmas'ın yanına oturdum. Elmas'a sıkı sıkı tembihledim:
-Sakın bağırıp çağırma. Sadece yengemin el, ayak bileklerini ovala.

Paniklemem için yanımıza başkasını almadan, köyün yolunu tutuk. Acil durum olunca yol bitmek bilmiyordu. Yengem hâlâ arabada kaskatı yatıyordu. O durumda Yeniköy'e vardık.
Olaydan haberdar edilen dayım da hemen köye yetişti. Nereden buldu bilmiyorum bir minibüs buldu, yengemi minibüse atmasıyla Şiran'a götürdük. Dosdoğru meşhur kanbur doktorun (Mehmet Boztosun) muayenehanesinden içeri daldık.

Doktor, yengemi muayene ettikten sonra bir şişe serumu koluna taktı. Serum yengemin vücudunda yol alırken, doktor merakla:
-Nereden geldiniz? diye sordu.
-Yeniköy'den, diye karşılık verdi dayım.
Ben safça lafa karıştım:
-Yeniköy'ün yaylasından

Serum bir taraftan yengemin vücudunda seyahatine devam ediyordu. Doktor, sözlerine devam etti.
-Yahu sizin yaylada bir damla su yok mu?
Ben yine aynı saflıkla:
-Var doktor bey, her taraf su, dedim.
-Var da bu kadın suyu görmedi mi? Az kalsın susuzluktan öbür dünyaya gidecekmiş.

Bu ara, birinci serum bitti ikinci serumu taktı. Doktor kendi kendine söyleniyordu:
-Bu ne cahillik, bu ne iş. Kadıncağız suyun içinde susuzluktan gidecekmiş. Hâlâ anlayamıyorum, yahu insan bir damla su içmez mi?

Tam o sıra benim aklıma bir espri geldi. Geldi gelmesine de doktoru tanımıyorum, yengem canıyla boğuşuyor, tabi söyleyemedim. Ne söyleyeceğimi bari şimdi paylaşayım da içimde kalmasın. Diyecektim ki, "Doktor bey biz Kırıntılar, "Bunların suyunu kestik de su bulamadı."

Neyse doktor üçüncü serumu taktı, yengem de yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Önce elini ayağını oynatmaya başladı. Üçüncü serumun sonunda konuşmaya başladı. Doktor üçüncü serum bitince:
-Haydi bakalım, geçmiş olsun, alın köye götürün, bol bol su içirin. Bakın vücudunda bir damla su kalmamış, vücut kurumuş, bir daha susuz kalmasın, nasihatini yaptı.
Bin bir dua ile oradan ayrıldık.

Muzaffer Bal -Altınoluk

-----------------------------------------------

28. Öykü - 12 Temmuz 2012
TAMZARANIN ÜZÜMÜ VE EZİZ'İN HASAN'I
(AHMET'İN DÜŞ KIRIKLIĞI)

Yıllar önce yani 15-17 yaşlarında köyünden ayrılan Ahmet, gurbete gider ve büyük şehre yerleşir, çalışır çabalar ve 65 yaşında emekli olur. Emekli olunca köyüne yerleşmeye karar verir. Köyünden ayrıldığı zaman, köylüler tarım yapıyordu. Buğday, mısır, fasulye, patates gibi ürünler ekerlerdi. Köyünde büyük bir dere vardı. Bu dereden köylü arazisini sulardı. Dereden akan su, köy kalabalık olduğu için yetmez, zaman zaman köylüler arasında kavgalar çıkardı. Su bazen de çok güzel anıları da yaşartırdı. Bu anılardan birini hiç unutmamıştır Ahmet.

Ağlık'ta tarla sıvaran Eziz'in Hasan'ı (Hasan Öztürk) tarlasını sıvarmaya başlar, birkaç saat sonra tarlasına gelen su kesilir.Eziz'in Hasan'ı çok sinirlenir, küreğini kaptığı gibi suyun harkı boyunca küfür söyleyerek harkı takip etmeye başlar. O kadar sinirlenmiştir ki, suyu keseni yakalarsa küreği belinin ortasına vurup harka yıkacak. Bu hiddetle Ağlıktan değirmenlerin dereye kadar küfürler savurarak gelir. Suyun kesildiği yerde bir kadını görünce çok sevinir, artık hırsını bu kadından alacak. Kadıncağız da, Eziz'in Hasan'ını bağırarak, çağırarak, küfürün biri bin akçe olduğunu görünce, pabucun pahalı olduğunu anlar. Gelenin Eziz'in Hasan'ı olduğunu anlar. Eziz'in Hasan'ı da kadının Hancıgilin Yeter'ii olduğunu anlar.
Hancıgil;in Yeteri uyanık kadın, Eziz'in Hasan'ını yatıştırmak için hemen taşın başına çıkar, şu türküyü söylemeye başlar:

Tamzaranın üzümü
Dinle benim sözümü
Vallahi bırakırsam da ey
Göremesin yüzümü

Oy Tamzara'ya vardın mı?
Kama bıçak aldın mı?
Her kamayı yedikçe
Annem annem dedin mi? (Piçoğlu Osman)

Sesinin çok güzel olduğundan mı, yoksa Eziz'in Hasan'ının bu türküyü çok mu sevdiğinden olsa gerek:
-Söyle Yeter söyle, bu su sana helal olsun, hepisini kes, bütün Büyük Dere canına gurban olsun, söyle söyle, der ve kendisi de bir taşın başına çökü verir.

Ahmet, bu anıyı hatırladıktan sonra, artık köyde tarım yapan olmadığı düşünür. Köye gidip, emekliliğini köyde geçirip bir iki bostan ekmeye karar verir, köye gider. Şöyle büyük dereye doğru gidim bakım, biraz hasret giderim der ve bostanları ıslık çalarak geçer. Büyük dereye varır varmaz gözlerine inanamaz. Gözlerini birkaç kez siler. Her sildiğinde tekrar şok geçirir. Suyu pay edilemeyen, kavgalara, anılara sebep olan Büyük Dereden cılğa bir su akmaktadır. Ahmet, suyu bulmak için dere boyu gitmeye başlar.

Pirdellinin deresine geldiğinde kocaman bir tabela karşılar Ahmet'i. Ahmet tabelayı okurken tekrar gözlerini sıvazlar ve tabelayı okumaya çalışır. Tabelada "Güvenlik dolaysıyla buradan yukarı çıkmak YASAK" yazmaktadır. Ahmet, yazıya aldırış bile etmeden Kelkitlinin Değirmenini geçer, Hünkarın tarlasına yaklaşırken güvenlikçiler Ahmet'i durdurur, Ahmet üçünçü şokunu yaşar. Ahmet yalvar yakar Kayanın Önü'ne çıkar, dördüncü şokunu yaşar. Derenin önünü kesmişler, kocaman bir göl, gölün birkaç yerinde devası su motorları Çiçekli Çayıra harıl, harıl su basıyor. Çiçekli Çayır'a doğru baktığında her taraf kazılmış, yeşilliklerin ve ağaçların yerini kıpkızıl toprak kaplamış. Beşinci şokunu yaşar.

Ahmet büyük hayal kırıklığı içerisinde Kendine yanık gelen sesi ile bir türkü tutturur:

Benim sarıçiçekli, tutya kokan dağlarım
Dağlarım dağlarım düdüğünü yediğim dağlarım
Yamaçlarında koyun melemelerinin kelek seslerine karıştığı dağlarım.
Kadınlarımın uykurmalarını tekrarlayan dağlarım.
Delikanlılarımın mermi seslerine vala sallayan genç kadınlarımın dağları.

Derede su sesinin yerini Ahmet'in hüzünlü sesi almıştır. Ahmet o üzüntü ile köye köye döner dönmez bavulunu alır. Yılardır hasretini çektiği yapacağı bostan hayali ile, Tamzara'nın üzümü türküsünü,Eziz'in Hasan'ının mezarında bir kere de o söyler ve köyünü gözyaşları içinde arkasına bakmadan terk eder.

Muzaffer Bal / Altınoluk


-----------------------------------------------

27. Öykü - 02 Temmuz 2012
GÜVERCİNİN, TAVŞANIN TOPRAĞINA DÜŞEN BİR DAMLA GÖZYAŞI

Bir çift tavşan, kendilerine çok güzel mi güzel dağlar seçmiş. Bu dağlarda o kadar mutlu imişler ki koklaşıp sevişip çoğalmışlar, çoğaldıkça dağları ve ovalarını kendilerine yurt edinmişler. Zaman, zaman komşu dağlara ovalara gider ama dönüp dolaşıp kendi dağlarına gelirlermiş. Çoğaldıkça çoğalmışlar, kendi dağları tavşanları doyurmaz olmuş. Tavşanlar daha uzak dağlara gitmeye başlamışlar ve yavaş yavaş o dağlara yerleşmeye başlamışlar. Kendi dağlarını zorunlu olarak terk etmelerine rağmen, hiçbir zaman dağlarından kopmamışlar. Çocuklarına, torunlarına esas vatanları olan dağlarını anlatmışlar ve alıp o dağlara götürmüşler. Başka dağlarda doğan tavşanlar da, babalarının, analarının yani atalarının dağlarını sevip, sahiplenmişler. Atalarının dağlarında çok özgürmüşler, istedikleri gibi zıplayıp oynuyorlarmış. En büyük şansları da bu dağlarda hiç avcı olmamasıymış.

Günlerden bir gün, bir güvercin, tavşanları bulup ve Tavşanlara:
- Aman dikkat edin, avcılar bu dağları keşfetmiş ve tavşanların bu dağlarda çok olduğunu anlamışlar.
- Ya güvercin kardeş, o kuş aklınla bizi kandırmaya kalkıyorsun.
- Tavşan dostlar ben sizi uyardım, gerisi size kalmış.
- Peki, yine de sağol güvercin.
- Haydi, bana eyvallah tavşan kardeşler.
Güvercin çekip gitmiş. Tavşanlar önce tedirgin olmuşlar, sonra rahatlarına bakıp oynayıp zıplamışlar.
Bir iki sene sonra, güvercin tekrar gelmiş, tavşanlara seslenmiş yine:
- Hey tavşan kardeşler bakın iş çok ciddi. Avcılar, avcılar kulübünde konuşurken ben orada bir ağaçta idim. Siz tavşanların etleri ağızlarını iyice sulandırmış avcıların haberiniz olsun.
- Bak güvercin bir iki avcı geldi, dolaştı bizde de bir iki tavşan gördü. Kendi kendilerine, "Buraya gelmeye değmez. Koskoca dağlarda bir iki tavşan eti için attığımız fişek parasını kurtarmaz. Haydiyin gidelim." diyip gittiler. Hepimiz avcıların konuşmasını duyduk. Zaten bizim duyacağımız ses tonu ile söylediler.
Güvercin, uyarısını sürdürmüş:
- Bakın tavşan kardeşler. Onlar bu dağlarda kaç tavşan olduğunu sizden daha iyi biliyor. Unutmayın bir gün dönecekler benden uyarması.
Bunun üzerine tavşanlardan biri:
- Peki, ne yapalım güvercin? diye sormuş.
- Valla ben kuşum, beynimde kuş beyini onun için ne yapacağınızı bilemem, haydi bana eyvallah.
- Yahu dur, ne yapacağımızı söyle, bu hayali olsa da bu avcılara karşı.
- Ben söyleyeyim bu kuş beynimle. Önce tüm tavşanlar birleşin, sonra bu dağlarda yaşayan diğer komşularızla birleşin.
- Başka?
- Başka... Avcılara karşı birlik oluşturup, dağdaki tüm taşları biriktirin. Avcılar daha dağlarınıza yaklaşırken, dağlarda biriktirdiğiniz taşları avcılara atacaksınız.
- Acelemiz ne, önce gelsinler sonra hesaplaşırız.
- Olmaz, bakın şu kuş beynimi dinleyin. Avcılar dağlara bir kere gelince çok geç olur. Bir daha bu dağlardan gitmezler.
- Nasıl gitmezler.
- Basbayağı gitmezler! Siz siz olun, avcıları bu dağlara sokmayın. Haydiyin eyvallah.

Güvercin çekip gider. Tavşanların kulağına bir kere kar suyu kaçmıştır, kaçmıştır kaçmasına da bu seferde silahlı, külahlı bir sürü avcıyla nasıl başa çıkarız diye bir ümitsizlik yayılmış tavşanlar arasında. Ümitsizlik tohumları özellikle birkaç tavşan tarafından yayılmaya başlamış. Ümitsizlik hiçbir şey yapmamayı, hiçbir şey yapmamak, yaşadığım kadar yaşarıza yerini bırakır.

Aradan bir zaman geçer, avcılar önce şarkılar eşliğinde gözükürler, geriden gelenler sopalarla, daha sonra gelenler ise çifteler, pompalı, dürbünlü silahları ile dağları sararlar. Tavşanlar hazırlıksız olduğu için, önce bağırır çağırırlar. Ölmek istemeyenler dağlarını terki diyar ederler. Geride kalanlar bir şekilde avcılarla anlaşırlar. Avcılar anlaştıkları tavşanlara havuç verir, karşılığında çalıştırırlar. Zaman geçtikçe havuca kananlar havuç da yiyemez olurlar. Onların ölülerini ayak altından uzaklara sürüklerler.
Güvercin, tekrar dağlara döndüğünde nefes alamaz hale gelir. Dağlara şöyle bakar ve hiçbir canlı göremez. Sadece, avcıların bıraktığı dağ gibi çöplükten başka. Güvercin tek bir gözyaşı düşürür, geride kalıpta havucunu yiyemediği tavşanın gömülü zannettiği toprak tümseğine.

Muzaffer Bal - Altınoluk

-----------------------------------------------

26. Öykü - 21 Ağustos 2011
TUZDAN DÖNEN MEHMET AMCA
Mehmet Coşkun (Sogilli Kürt Memet)

Şu anda tarihini hatırlamıyorum, hatırlamam da imkânsız. Çünkü beynimin hafıza bölümünde tarihlere karşı alerjisi var. Şu kadarını biliyorum, ortaokulda idim ve yaz tatili idi. O gün Balogil'in çocukları ile mal yaymaya kalenin arkasından, Pirdelli'nin Değirmeni'nin yanından Kaya'nın Önüne doğru malı saldık. O civarda hatırladığım kadarı ile ekili tarla yoktu. Onun için rahat rahat çelik çomak oynuyorduk. Saati bilemem ama güneş tepemizin üstüne diklenmişti. İşte tam o sıra, bir ses oyunumuzu durdurdu. Gelen sesin sahibi Memet Amca idi, yani namı diyar Kürt Memet. Önün de bir kara eşek ve kendisi kan ter içinde, nefes nefes kalmış bir halde.
- Hey çocuklar! Nahır nerede?
Sorusuna hep bir ağızdan
- Dayı - amca de orada, aşağı Çiçekliçayır da.
Dedik demesine ama Memet Amca şöyle elini gözlerinin üstüne perde yaparak baktı. Öyle baktı ki o yorgunlukla. Ben hiç tereddüt etmeden:
- Amca ne yapacan nahırı?
- Aha bu eşeği nahıra katacam.
- Niye nahıra katmak için Çiçekliçayıra kadar gidiyorsun. Bırak ben yayar akşamda eve getiririm.
- Ama oğlum ben eşeği emanet aldım, kayıp olunca, olmaz.
- Olmaz amca olmaz, ben eşeği sağ selim sizin eve getiririm.
- Getirir mirsin?
- Hee getiririm sen rahat evine dön, zaten yorulmuşsun.
- He yoruldum üç gündür de uykusuzum. Kemah'tan tuz getirdim de. Eşeğin eşekliği tutu, damda durmadı, anırıp durdu. Önüne yonca koydumsa da susmadı, ne olacak eşek işte.
- Tamam, amca sen heç düşünme akşam sağsalim getiririm.
- Getirirsin de mi?
- He getiririm.
Eşeği bize bıraktı, bir görseydiniz gözlerinin içi gülüyordu. Sevinerek evinin yolunu tutu. Hemen şunu kısa olarak açıklamama müsaade edin.
Kemah'tan kaya tuzu çıkarılırdı ve bizim köylüler de Kemah'a tuza giderlerdi. Bu yolculuk üç dört günde yaya olarak gidilir o kadar zamanda da geri dönülürdü. İşte bu harcanan emekten dolayı tuz çok kıymetli idi.
Bu kısa tarihe not düştükten sonra, gelelim şu eşeğe. Gerçekten eşeği akşama kadar hem otlattık, hem de bindik. Akşamda eşeğin sırtında Sogilin mereklerine kadar geldim ve götürüp Memet Amcaya teslim ettim. Memet Amca, bin bir dua ederek eşeği teslim aldı.
Memet Amca, o kadar memnun olmuş ki, yılarca beni görünce "iyiliği" hatırlar anlatırdı, tabi beni överek. Bilemiyorum benim esas niyetimi anlasaydı yine dua eder miydi bilemem. Ama niyetim ne olursa olsun, Memet Amca'yı Çiçekliçayır'a çıkmak tan kurtarmıştım.
Ama siz anladınız demi esas niyetimi?
Muzaffer Bal / Altınoluk

----------------------------------------------

25.Öykü - 03 Temmuz 2011
ÇARIK DEĞİŞ TOKUŞU

Çok tanrıcı inançların günümüzde devamı olan, hıdrellez - mezarlık üstü - yılbaşı sabahı töreni - sayı sayma - Burgababa töreni - Abdal Dede ziyareti - Hasan Derviş gibi birçok inanç geleneklerinin bazılarının yapılması şehirleşme ile son bulmuş; bazıları ise, bir şekilde sürmekte. İşte bunlardan biride zamanının en önemlisi olan Abdal Dede ziyaretidir. Günümüze gelemedi; yalnız ondan kalan anuğ toplama geleneği bir müddet daha devam etti. Anuğa gitme diye isimlendirilen bu şenlik, insanların anılarında hep yaşamaya devam eti. Bu gün bile, o dönemi yaşayanlar, çok zevkle anlatırlar. Abdal dede ziyareti anılarda, daha çok anuğa gitme olarak yaşatıldı. Bunun nedeni bence, inanç olarak Burğababa Ziyareti, Abdal dede ziyaretinin yerini doldurması olsa gerek. Anuğa gitmek, anuk toplamak, bir bahane olduğunu anlatılan anılardan anlıyoruz. Esas olarak, köyün ve hatta Yeniköy, Kayacık köylerinin de katıldığı bir şenlik içinde, hem ziyaret, hem de anuk toplama.

O tarihlerde yoksulluğun ülkeyi sardığı zamanlardı, Yani (külün hele yapıldığı zaman). Köylüler genellikle gurbete gider; üçbeş kuruş haçlık getirirlerdi. Ne başta ne ayakta vardı. Buna rağmen, anuk zamanı yaklaştıkça, bütün gurbetçileri tatlı bir köy hasreti çöker. Anuk günü yaklaştıkça, bu hasret tutkuya dönüşür. Artık gurbetçilerin burnunda tutya, anuk kokmaya başlar. Gurbetçiler, anuk yaklaştıkça, sabahları kalktıklarında, hemen birbirlerine rüyalarını anlatmaya başlarlar. Kimi rüyasında Yıldız göllerini geçerken ayı görür, kimi kucak kuçak anuk toplar, kimi nişanlısı veya yavuklusu ile milletten ayrılır kayıp olur dağların arasında. Bunun gibi onlarca rüya, her gece peş peşe dizilerek gurbetçilerin yatağını süsler. Genellikle, sabahları ah ula ah dağlar diye rüyaları birbirlerine anlatırlar. Rüyalar birbirinin versiyonudur. Anuk günü iyice yaklaştıkça, artık gündüzleri duvarı örerken duvarı dağlardaki taş, çamuru anuk görmeye başlar. Artık içindeki sesle başa çıkamaz hale gelir. İçindeki ses, dağlardan gelmekte gel gel diye. Soğuk sular boğazına dolmaya başladığında, tutyaları kenara itmek için elini sallar, eli burnuna vurunca, öyle bir ah çeker ki anuk, herdem güzeline, herdem güzeli, tutyaya, tutya tüm anuğun dağlarına duymuştur. Bu andan itibaren, gurbetçiyi kimse tutamaz. Malasını, madırgasını toplar mitilinin (yorgan) içine sarar ve mitilini de inşaatın sahibine teslim eder, çünkü anuktan sonra tekrar yarım bıraktığı işini bitirmeye dönecektir. Artık gurbetçiyi tutabilirsen tut şapkasını inşaatamı yoksa gideceği dağlarmı sallar beklide her ikisine. Ey abdal dede, anuğun dağları koru gurbetçiyi sana geliyor. Gurbetçi anuğa sağsalım gitmek için, Hasan Devrişten, Burgababadan, Hızırdan ve de Behlül'den (Perhül) yardım ister. Diğerlerini bilmemem ama tüm gurbetçileri Behlül Dede bir şekil de onları korumuştur. Bu hikâyeleri, her gurbetçiden duymak mümkün.
Onlarca gurbetçi, onlarca ayrı yerlerden giriş yaparlar köye.

Gece yarısı, dağların gel çağrısına uyarak, dağlara tırmanmaya başlarlar. Artık anuk yolculuğu başlamıştır. Bütün dağlar, allı yeşilli renklere bürünür. Pullu çitler, sırmalı kuşaklar uzaktan güneş vurdukça par parlar. Bu renk cümbüşüne uykurmalar, türküler mermi seslerine karışır. Davul, zurna, kemençe çam ağaçlarının uğultusu ile daha da hüzünlü hal alır. Biraz acele ederler, şafak atarken Burğababayı geçmeleri gerek. Yoksa yaz sıcağına kalırlar ve de zorlanacaklar. Burğababadan sonra dağlar nede olsa serin olur; bir çok yer kardır.
İlk yemek molasını nerede verdiklerini bilemiyorum, ama çantalarına azık aldıkları kesin. Anukçular yollarına devam etsinler, biz anımızın başlığına gelelim demi?

Evet, böyle bir anuğa gitmeye karar veren Cicimali'nin Şükrüsü gurbetten anuk için gelmiş, mutlaka anuğa gitmesi gerek. Gerekte ayağında ki çaruklar eskimi eski, onu anuğa götürüp getirmez. Ne yapsın, anuğun dağları yalın ayak dolaşılmaz. Kara kara düşünerek mahalleden evine doğru yürürken, Mollayı (Vahit ve Esefin babası ünlü molla) Toramanlar'ın bacasında yatar görür, birde ne görsün Molan'ın yanında yepiz yeni, gıcır gıcır camuş (manda) derisinden yapılmış hâsıl çarıklar duruyor. Cicimali'nin Şükrüsü bu fırsatı hiç kaçırır mı? Molla'nın gözleri çok az görmekte. Cicimali'nin Şükrüsü usulca Molla'nın yanına yaklaşır ve kendi eski çarıklarını Molla'nın çarıklarının yerine bırakır, Molla'nın çarıklarını alır ve hızla uzaklaşır. Artık Cicimal'inin Şükrüsünü kim tutar, Molla'nın camuş derisinden hâsıl çarıklarla ver elini anuğun dağları. Yolun açık olsun Cicimali'nin Şükrüsü bu çarık çalmak değil, çarık değiş tokuşudur.

Muzaffer Bal - Altınoluk

---------------------------------------------

24.Öykü - 11 Mayıs 2011
NİYAZİ ÖĞRETMENLE İMTİHANA YOLCULUK

Yıllardan 1960, askeri darbe olmuş ( 27 Mayıs 1960 ), biz Kırıntı İlkokulundan şu an tamamının ismini hatırlamadığım arkadaşlarla mezun olduk. İlkokulu bitirince, Erzurum Öğretmen Okulu'na gidebilmek için kazalarda (ilçeler) imtihana girilirdi. Bizde ilkokulu bitirince bir gurup arkadaş, imtihana girmek için, imtihana hazırlanmaya başladık. Benim öğretmenim Çok sevdiğim ve saygı duyduğum Şükrü Öğretmendi (Şükrü Öztürk). Bizi öğretmen okuluna hazırlayan öğretmen ise, köyümüzden disiplinliği ve çalışkanlığı ile ün yapmış Niyazi Baldı.

Niyazi Öğretmen, olağan üstü disiplinli ve bu disiplini sadece okul içinde değil, köyün içinde de sürdürürdü. Okul akşam paydos olduğu ve Pazar günleri yani, okulun tatil olduğu zamanlarda da okulun tüm öğrencilerini takip ederdi. Hem de ne takip, kendi evlerinin bacasına çıkıp, o meşhur ıslığını çalınca, çelik çomak, mile (misket) uzuneşek, birdirbir ve himan gibi birçok oyun oynayan talebeler ( öğrenciler) oyunlarını anında bırakıp, evlerinin kapısından içeri kendilerini atarlardı. Sadece aşağı mahalledekiler değil, ıslığın duyulduğu tüm köyün talebeleri evlerine dolaşırlardı. Eğer ıslığı duymayan varsa, duyanlar duymayanı uyarırdı.

Niyazi Öğretmenin bu disiplini, çalışkanlığına da yansıyordu. Teneffüste de talebeleri takip eder ve onlarla ilgilenirdi. Bazen yakaladığı talebeyi, hemen herhangi bir dersten imtihana tutardı. Eğer o çocuk bilemedi ise, hiç bir şey yapmasa alt dudağından tutar çeker ve hemen lafı yapıştırırdı.

"Ulan Delibaban'ın eşeği olsa idi, çoktan öğrendiydi."

Evet, beşi bitirme imtihanlarından sonra, okul resmen kapandı ama Niyazi Öğretmenin "okulu" kapanmadı. O beşinci sınıfları, öğretmen okuluna hazırlamak için, kurs vermeye başladı, kursa tüm beşinci sınıfları mecbur tutu. Harıl harıl imtihana hazırlandık. İmtihan günü gelip çatı ve Niyazi Öğretmen bir sabah imtihana girecekleri topladı yola koyuldu. Bizde, kasaba görme hevesi ile neşe içinde ve kendi aramızda şakalaşarak yola devam ediyoruz. Hatırımda kalanlar arkadaşlar, Molağil'in Şahini (Şahin Bal), Yağa Cemal (Cemal Günel) Süleyman Aydoğan, Ali Öztürk, Fazlı Gündoğan ve ben oldukça heyecanlıyız. Hem imtihan heyecanı hem de kasabada yatacağız, yani otelde bu bizim için çok önemli idi. İşte bu heyecanla Çal köyünün altına geldik. Niyazi Öğretmen bizi Çala çevirmez mi. Birbirimizin yüzüne baktık, sonrada Niyazi Öğretmene, Niyazi öğretmen anlamış olacak ki.

- Çocuklar, bu gece Çal da misafir olacağız ve yarın sabah kasabaya gideceğiz, demez mi?

Bu sözleri duyar duymaz hepimiz çok bozulmuştuk, ama yapacak bir şey yok, karşımızdaki Niyazi öğretmendi.

O akşam, Çal da evlere birer ikişer dağılarak yatık. Çal da bize çok iyi baktılar, zaten çoğu Kırıntı ile hısım akrabalar. Doğal olarak ta Niyazi Öğretmen kaldığımız evleri tek tek kontrol edip erken yatmamızı tembihledi.

Sabah erken den yola koyulduk, artık kasabaya imtihana gidiyorduk. Çal'ın altını geçtik, Niyazi Öğretmen çok neşeli idi, bazen yenice yolları türküsünü söylüyor; bazen ıslıkla bir şeyler çalıyordu. Kasabaya yaklaşmıştık ve yolun etrafı çalılıktı. Niyazi Öğretmen, çalıları görünce olsa gerek, aklına Menderesin yakalanışı geldi. Hemen Fazlıyı yanına çağırdı.

- Bak, Menderes kaçarken askerleri görüyor çalıların arkasına saklanıyor. Askerler, Menderesi çalıların arkasında yakalıyor ve basıyor kelepçeyi anladın mı?
- Anladım öğretmenim.
- Bak, şimdi sen Menderessin, birkaçınızda asker olun, sizde yakalayacaksınız ve basacaksınız kelepçeyi (bunu söylerken suratında kinle sevincin iç içe geçmiş olarak Niyazi Hocanın suratına yansıyordu) anladınız mı?

Hep bir ağızdan, tamam dedik ve işe koyulduk. Fazlı, kaçıp çalıların arasına saklanıyor, bizde gidip onu yakalıyor ve kelepçe vurur gibi yapıyorduk. Niyazi hoca ise, kahkahadan yerlere yatacak gibi oluyordu. Bu oyunu defalarca bize tekrarlattı, Fazlı'nın (Menderes'in) her yakalanmasında Niyazi Öğretmen kahkahası ile Şiran Ovasını çınlatıyordu.

O zaman, Niyazi Öğretmenin bu oyundan bu kadar neden zevk aldığını anlayamamıştım. Yıllar sonra bu oyun üzerine düşündüğümde, Niyazi Öğretmeni anlamaya çalıştım. Niyazi Öğretmen, Köy Ensütüleri mezunuydu, koyu bir CHP liydi ve aynı zaman da Kızılbaş. Kendisinin ifade ettiği gübi, bu kimliklerinden dolayı, Menderes'in başbakan olduğu döneminde sürgünden sürgüne gitmiş ve şunu dersek abartmış olmayız; döşek sırtında, yorganda eşi Güsün'ün sırtında, çocukları da paçalarından tutunmuş, nere sürerseler oraya döşeği sermişler. Bu sürgünlükler, doğal olarak Niyazi Öğretmeni DP (Demokrat Parti) ve özellikle de başbakan menderese karşı kin nefretle dolmuş. İşte Fazlıya Menderesin yakalanışı yaptırarak, öcünü alıyordu. Bir şeyi belirtmek gerek, bütün baskılar onun öğretmenlik mesleğini en iyi şekilde yapmasını engelleyememiş. Engellemediği gibi, tam tersi, daha da mesleğine hırsla sarılmış.

Muzaffer Bal / Altınoluk

-----------------------------------------------

23. Öykü - 08 Mayıs 2011
GELİNLİK TUTMAK

Yeni gelinler, gelin olarak gittikleri evin yediden yemişe erkeklere gelinlik tutarlardı. Yani gelin gittiği ailenin erkekleri yanında konuşmazlardı. İşaretle anlaşmaya veya bir aracı ile derdini anlatırlardı. Özellikle kaynata ( kayın baba) gelini söyletene kadar yanında konuşmamaya devam edildi. Eğer kaynata vurdumduymaz ise bu gelinlik tutma ölene kadar sürdüğü çok görülmüştür. Bu tür gelenekler toplumlarda çok yaygındı. Bu gelenekler zannediyorum dışarıdan gelen gelinin "Disipline" almak için kullanılmaya başlamıştır.

Evet, bu tür geleneklerden bazıları vardır ki ciddi sorunlar ve tehlikeler içermektedir. Örneğin kaynatanın ve babanın yanında çocuğunu kucağına alamaz ve sevemezdi. Sevmeyi bırakalım, çocuğun başına bir tehlike gelse çocuğun ana ve babası evin büyüklerinin yanında müdahale edemezdi. Çocuklarının ateşe yaklaşsa alamazdı. Bilemiyorum ama bu gelenek yüzünden belki onlarca çocuk tehlike atlatmışlardır.

Neden gelin ve örf adetten başladık, sadece kötü yönü değil gelen gelininle eve neşe ve özellikle çocuklar için bir eğlence hali alırdı. Şimdi çocukların neden merakları bir eğlenceye dönüştüğüne bakalım. Gelin kayınbabasını evine geldiği zaman, öyle salına salına evin içinde dolaşamazdı. Evin içinde, genellikle ambarın önünde dastar ve kilimden bir perde oluşturur, gelin bu perdenin arkasın konurdu. Tam üç gün burada kalırdı. İşte çocuklar gelini merak ettiklerinden perdeyi aralar geline bakar ve gülüşerek kaçarlardı. Bu çocuklar için bir oyun haline gelirdi. Gelin ise çocukları sevmek ve perdenin arkasındaki can sıkıntısını gidermek için bulunmaz bir fırsattı. Bazen çocukları yakalar severdi. Bunu bizim yaş ve yukarısı yaşamıştır. Neyse, ben bu geleneğin başıma ne açtığını kısa bir anı ile anlatacaktım, yine dalıp gitmişim geleneklere.

Evet, ilkokul üçüncü sınıfta idim, dedem Cicimali ve yengem Gülkız'la Belandaki arazimizin hasatını toplamak için gitmiştik. Belen bizim köye iki üç saat uzaklıkta bir köy. Bizimde o köyde evimiz ve tarlalarımız var. Ekin zamanı Belana gider ekini biçip buğdayı çuvallara samanı merege (samanlık) koyana kadar orada kalırdık. Zaman yoktu, ne zaman işler biterse o zaman Kırıntıya dönerdik. İşte böyle bir yaz günü, tarladan ekini biçtik, harmana getirdik. Hava biraz bozuktu, yağmur yağar diye sapı harmanda yığmaya başladık. Sap yığını yükselince dedem yığının üzerine çıktı, yengemde alttan çatalla sapı vermeyi sürdürüyordu. Bende elimde buyum dan çok büyük dirgenle etraftaki sapları toplamaya çalışıyorum ve doğal olarak ta eğleniyordum. Yığın yükseldikçe yükseliyor hava kararmaya başladı ve dedem yağmur yağacakta yetiştiremeyeceğiz diye huysuzlandıkça huysuzlandı. Bir taraftan yığını düzeltiyor, bir taraftan da yengeme bağırıyor. Bu karmaşıklık içinde mereğin ota bacasından ben aşağı düşmüşüm. Yengem, benim mereğin orta bacasına iyice yaklaştığımı görmüş ama yengem gelinlik tutuğu için, bana seslenememiş. Yengem seslenemediği içinde ben mereğin ota bacasında mereği boylamışım. Yengem elindeki çatalı yere savurarak mereğe koşmuş. Yengem dedeme gelinlik tutuğu için, dedeme haber verememiş. Yengem hızla mereğe girdiğinde ben orta yerde ayaklarım üzerinde oturur (çömelir) vaziyette bulmuş, hemen kapıp eve getirmiş. Harmanda dedem, alttan sap gelmeyince yengeme bağırıyor.
- Gız gelin hangi cehenneme gittin?
Ses yok.
- Neredesin yağmur yağacak?
Yine ses yok
- Neredesin işimiz gücümüz var hangi cehennemdesin?
Ses yok.
Cicimali çılgına döner, bu sıra yengem benimle uğraşırken, köyün kadınları gelmişler beni yaşatmaya çalışıyorlarmış. Bu yaşatma süresi ne kadar geçti bilemiyorum, yengemde bilmiyor. Beni hayata döndürmeye çalışırken zamanı mamanı unutmuş. Ben ise, bir kadının ağzıma bir kaşık tereyağı basarken gözlerimi açtım. Gözlerimi açtığımda evde bir sürü kadının etrafımı sardığını gördüm. Evlerinden bir kaşık tere yağ alan bize koşmuşlar. Yengem ise, benim gözlerimi açtığımı görünce şöyle kocaman bir nefes aldığını hissettim ve Allahıma çok şükür sözlerini duyuyordum. Dedem ise, harmandan yengeme söylenerek eve girdiğinde yengemin kucağında beni perişan olarak görünce, şaşkınlık içinde dona kaldı kapının önünde. Yengem gelinlik tuttuğundan kızkın bir şekilde işaretle anlatmaya çalışırken, evdeki kadınlar olup biteni dedeme anlattılar. Çaresizlik ve utanç içinde olduğu yere çöktü dedem.
İşte gelinlik geleneği beni az kalsın öbür dünyaya gönderiyordu.

Muzaffer Bal / Altınoluk

---------------------------------------------

22. Öykü - 18 Mart 2011
YENİKÖY'DE DÜĞÜN

Köylerde düğünler bir başka oluyordu; köyün, köy olduğu zamanlarda tabi. Yine böyle bir zamanda, Yeniköy de bir düğün vardı; bende düğüne gittim. Beni dayımlar çağırmıştı, düğünde hizmet etmem için.

Hayır, düğün dayımların değil, komşularınındı, geçmiş zaman kimin olduğunu hatırlamıyorum. Kimin olduğu benim anlatımımla iğlisi yok.

Dayımlara gittiğimde, Selattin Dayım bana dedi ki, bak yeğenim baş konak bize gelecek çok iyi ağırlamamız gerekir. Ben de tamam sen hiç merak etme dedim. Dedim demesine de, ben merak etmeye başladım bu baş konak, konak nedir ne değildir. Konaklar içinde şu baş konak bu kadar neden önemli bunları hiç bilmiyordum. Genellikle düğün zamanlarında İstanbul'da olduğum için. Dayım beni uyardığı için önemli olduğunu anladım. Sorup öğrenmeye başladığımda O zamanın düğünlerinin, birçok geleneklerle örülüp bezenmiş olduğunu gördüm.

Genellikle, köyde düğünler güzün olurdu; nedenini açıklamadan önce su getiren bekâr bir insana şu küçük dua yapılır; onu hatırlatmak isterim.

(Ömrün uzun olsun, binan gayb, düğünün güzün olsun.)

Düğünlerin güzün (sonbaharın) olmasının nedeni ise: Tarlaların, bağın, bostanın içeri alındığı zamandır. Yani mahsulün ambar da çok olduğu ve işlerin bittiği veya azaldığı zaman güzdür. Düğünler, üç gün üç gece yapılırdı. Bazı düğünlerde, çift davulcu - çift zurnacı çaldırılır ve yedi para köy çağrılırdı. İşte çağrılan bu köylerden gelenlere konak denirdi. Konak, konaklamaktan geliyor. Neyse, bu yedi konak köydeki komşulara dağıtılırdı. Birde hısım konak vardır ki, bu konak sabah gelir. Sabah gelmesinin nedeni ise, düğün sahibine yardım etmek için. Biz şu bizim baş konağa gelelim, baş konak hangi köyün olacağı önceden belli olmaz, baş konak ilk gelen konaktır.

Konaklar, köye yaklaştığında silahla geldiklerini duyurur. Zaten beklendikler için herkesin kulağı deliktir. Konak sahibi, Davul - zurna ile konağını karşılar. Bizde, doğal olarak kendi konağımızı beklemeye başladık. Dayım Selattin, çoktan kısrakını eyerlemiş ve kapıya çekmiş, Kendide, kiloj pantolonunu giyip, altına körüklü çizmeleri çekmiş ve üzerine de mahmuzları geçirmiş, mahmuzlar par parlıyordu. Kolay mı, Salattin, baş konak karşılayacak. Evde ise tüm kadınların seferber olmuşlar yemekleri pişiyorlar. Bende, dayıma hayran hayran bakıyordum tam bu sıra köyün içinden bir ses.

-Vula Selattin neredesin konağın geliyor.

- Tamam tamam anladım.

Salattin bir sıçrayışta kısrakına atladı, kısrak Selattin den daha aceleci. Salattin'in bir kısrağa bindiğini, birde Mıçılar'ın köşesini döndüğünü gördüm. Tabi ben ve köyün delikanları, Selattin'in peşinden koştuk, koşmakla yetişemeyeceğimizi anlayınca da bir bacaya çıktık, silah sesleri göğü yırtıyordu. Selattin kısrağın üstünde, iki elinde iki tabanca ile peş peşe, olamayan bulutlara mermi yağdırıyordu. Kısrak, bu mermi seslerine o kadar alışmış ki, binicisini dengede tutarak, mağdur ve gururlu bir şekilde rahvan yürüyüşe geçmiş, bu dağları Selattin'le ben yaratım dercesine köye girişinde kişnemesi mermi seslerine eşlik ediyordu. Tabi, ben de gururdan şişiyor, sağıma soluma bakıyordum. Kolay mı? kısrakın sırtındaki çığlın binici benim dayım. Ben şişmimde kim şişsin.

Gelen konak, Çeküz Köyü idi ve mermi sesleri içinde dedemlerin odasına postu attılar. Baş konak, konak yerine geldikten sonra, düğünün hâkimiyeti onlarda artık. Davulcu zurnacı, bir zaman geçtikten sonra geldi ve baş konağı düğün yerine götürdü. Biraz sonra tekrar götürdükleri yere getirdiler. Hiç unutamıyorum, bizde sofraları kuruyor, tabak taşıyıp bardak getiriyorduk. Zaman epeyce ilerlemiş ve gece karanlığı köye çökmüştü. Rakılar açıldı yani servis başladı ve davulcu zurnacı çağrıldı, oturak havası başladı. Bardaklar üst üste dikleniyor, sohbet ve türküler zurna sesi birbirine karışıyor. Tabancalar çekildi, jarjurlar odanın tahta tavanına boşaltılmaya başladı. Coştukça coştular, onlar rakı bardaklarının dibini buldukça, dedemlerin odasının tavana keyğire dönüyordu.

Saat zannediyorum ki gece iki veya üç sıraları idi, kalktılar köy meydanında horuna başladılar. Horun gün agırırken yani -it kurt beli olurken- yatmaya geldiler, her biri bir yer serildi. Güneş göbeklerine vurmaya başladığında, bizimkiler teker teker genleşerek kalkmaya başladılar. Selattin'in talimiyeti ile çaylar hazırlandı ve sofra kurulmaya başladı. Selattin, düğün yerinden biri tarafından çağrıldı ki hemen geldi, misafirlerle ilgilenmeye başladı. Benim merak ettiğim ise, atlar siniye bırakılacak mı bırakılmayacak mı. Selattin dayıma sorduğum da, dayım ben bilemiyorum aha bu misafirler bilir cevap veriyor. Ne oldu bilemiyorum, dışarıda elini yüzünü yıkayan misafirlerden biri Selattini sesledi.

- Ula Selattin atları siniye bırakacak mıyız?
- Valla ben bilemem başkonak sizsiniz, siz ne derse o olur.
- Yok, yok Selattin, seninde siniye bırakmaya niyetin var.
- Yok, siz misafirsiniz siz yarışın.
- Olmaz olmaz biz gece misafirdik şimdi ev sahibi.

Selattin'in istediği tek gözdü, onlar verdi iki göz.

- Siz nasıl istersez.
- Oldu Selattin, bu bir gelenek, birinci olanda, souncu olanda bizim, sen kısrakını hazırla.
- Tamam benim kısrak her zaman hazır.

Ben konuşmayı duyar duymaz köye hemen yaydım.

Artık köylü bir an önce gelin insin de, sini yarışını seyredelim diye sabırsızlanmaya başladılar. Atlarda sanki anladılar, onlarda ahırlarında birbirlerine meydan okurcasına kişnemeye başladılar.

Nihayet beklenen zaman gelip çattı, başkonak ve diğer konaklar köylüler hep beraber silah sesleri arasında gelini babasının evinden alıp ve yeni evine götürdük. Gelin yeni evine teslim edilir edilmez, tüm konaklardan atına güvenen, köyün ahbunluklarına atlarını sürdüler. Atları seyir etmek için bizde toprak bacalara çıktık. Selattin yine çizmeleri mahmuzları ve kiloj pantolonu ile kısrakın üstünde tarlalarda gözüktü. Ben bir sürü atı göremiyordum. Kısraka hayrandım, hele binicisi Selattin olunca diğer atları gözüm görürümü. Atları ısıtmak için, tarlalarda sağa sola rast gele sürdüler. Atların ısındığını anlayınca bir yerde dizildiler, nasıl yarış başladı bilemiyorum: benim gözüm kısrakta idi. (Burada bir ayrıntıyı açıklamam gerek: Atlar yarışarak hızla gelip düğün evin içinde bekleyen bir kadının elindeki siniyi içeri atla girip alması gerekir.)

Yarış bütün hızıyla sürerken, bir ara kısrağı göremez oldum, birde baktım ki, kısrak dedemlerin evinin aradan köyün içine fırtına gibi daldı ve doğru düğün evine hızla girdi. Kısrak eve girerken, binicisi kısrakın üstünde gözükmüyordu. Birde baktım ki evden çıkıyor, işte o zaman Selattin elinde tabanca yerine kırmızı ipek örtüye sarılmış tepsi ile gözüktü. Ne diyeyim, bu Selattin'in eline tabanca da, sini tepsisi de yakışıyor. Kimin dayısı, müsaade edin bu kadar havamı atayım.

Sinin göbeğini ata ayırdı, diğeri ne oldu onu bilemiyorum.

Muzaffer Bal / İstanbul

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

21. Öykü - 09 Mart 2011
NALBANTLIKTAN TAMİRCİLİĞE

Köylerde bazı meslekler vardır ki, bu mesleği herkes yapamaz. Her kes yapamadığı içinde, köyde bayağı kıymetli bir meslek sayılır. Bunlardan biri, tosunları kısırlaştırmak (burmak) Koşum tosunları, koşulacak duruma gelince, daha kuvvetlenmesi için tosunlar kısırlaştırılır. İşte bunu yapan, benim bildiğim, aşağı mahalle de bir tek Garahalilğil'inin Yusuf'u ( Yusuf Bal) vardı. Köylüler Tosunlarını ona götürürlerdi.

Tırpan dövmek de kısırlaştırma kadar olmasa da, iyi tırpan döven ve o işte uzmanlaşmış kişiler vardı. Bu kişilerin dövdükleri tırpanları jilet gibi keser ve uzun zaman keskinliği kayıp olmazdı. İşin sırı, tırpanın ağzını çatlatmadan en ince şekle getirmek. Tırpan ağır ağır dövülürdü, Köstü Hasan'ın (Emineğilin Hasanı- Hasan Güngör-) Yan yatıp, tırpanı kucağında kavradı mı saatlerce belli bir ahenk içinde döverdi.

Tırpanları Döverken Güneş Uyandı / Şafakta gördüm onları / On kişiydiler / Ve omuzlarında on tırpan / El ele omuz omuza /
Tarlaya yürüdüler / Diz üstü çöktüler toprağa / Tırpanlar dizlerde / Dizler topraktaydı / Ve on el gördüm havada /
On nasırlı el nasırlı el çekiçli / Vurdu tırpanlara / Tırpanlarda örslere / Örs çekiç tırpan sesiyle / Güneş uyandı

Mustafa Güngör (Emineğilin Hasan'ının torunu)

Birde nalbantlık mesleği vardı. Nalbantlık: öküzlerinin ve atların ayaklarının nallanmasına denirdi. Bu işi yapanlara ise, nalbant denirdi. Nalbantlar, öküzlerin ayaklarına, ayakları koşum sırasında acımasın diye yarım ay şeklindeki delikli demir çakılırdı. Nal çakmak, kolay gibi gözükmesine rağmen ustalık ister. İlk başta öküz yere yatırılır, ayakları çatala bağlanır ve bir kişi öküzün ayaklarını tutar, usta biraz uzun saplı yarımaya yakın ağzı olan keskin ağızlı bir aleti eline alır ve öküzün ayağını yontmaya başlar.

Yontmadaki amaç, öküzün ayağının düzgün hale getirilip nalın düzgün oturmasını sağlamaktır.

Bu açıklamadan sonra şu bizim kahramana gelelim. Çolağın Mistiği (Mustafa Bal) baharın an öküzlerine nal çakmak için önce Velinin Şükrü süne gider.

-Şükrü emi anam beni gönderdi, bizim öküzleri çaksın dedi.
-Söyle anana bize üç gün ırgat giderse gelip çakarım, tarlaya gide cem zaten ancak aksama gelirim.
-Tamam, ben anama söylerim.
Diyip oradan Gayirin Alisi'ne gider.
-Ali Emi anam dedi ki bizim öküzleri çaksın.
-Bak anana bir (...) gelirim.

Bizim Çolağın Mıstıgı içinden ana avrat dümdüz giderek evin yolunu tutar. O hırs ve sinirle öküzleri yatırır, başlar nallamaya. İki öküzü de nallar ve o beceri ile övünerek bostanlara götürür öküzleri. Götürmeye götürürde , öküzler geri nasıl gelecek onun korkusu sarar Çolağın Mistiğini. Öküzler zaman geçtikçe yürüyemez olmuş, çünkü nalları çakarken mıhların birçoğunu ete rastlatmış.

Neyse bir şekilde eve gelince bir daha öküzleri yatırır ve nalları söker, yeniden çakar. Çakmasına çakar ama bu seferde bostanlara gitmeden nalları Çolağın Mıstığı yollardan toplar. Bu sefer de çok dıştan çakmış. Ama bu Çolağın Mistiği işte, hiç pes eder mi üçüncü çakışında tam isabet ve gerçekten büyük bir başarı ile nalbant olur.

Evet, Çolağın Mistiği o sanat aşkıyla İstanbul'a gelir; İstanbul'un taşıma aracı olan oto tamirciliğine soyunur, soyunur ne demek, bir taraftan Dolapdere de tamirhanede çalışır, bir taraftan da Akıntı Burnuna anahtarları ile Pazar günleri mekân tutar. Çolağan Mistiği sonuç olarak, ustaların ustası bir tamirci ustası olarak emekli oldu. Kendisine sevgiler ve saygılar.

Muzaffer Bal- İstanbul

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

YAYLA YOLUNDA BEŞİKLİ DELİKANLI

1948'lerde sırtında beşik taşıyan delikanlıyı görünce, aklıma erkeklerin ve kadınların yaşadığı toplumdaki konumları geldi.
Bizim köylerde öyle kolay kolay erkekler sırtında beşik meşik taşımazlar. Hele hele delikanlılar hiç taşımazlar ve de taşıyanlar ayıplanırlarmış.

Kırıntı Köyü, her ne kadar bir Kızılbaş köyü de olsa, erkek egemenliği hakim olduğu için, kadın - erkek görevleri ayrılmış. Ayrılmaya ayrılmışta yalnız bu işte bir terslik var. Kadınlar köyde hemen hemen her işi yapıyorlar, iş hayatında kadın ayrımı yok, buna karşılık erkeklerin yapacakları işler belli. Genel olarak çocuk bakımı, ev işleri ve hatta çapa işlerini erkekler yapmaz. Kadınlar ise, ev işlerinden tezek yapmaya, çapadan tırpan vurmaya, orak biçmekten bağ bağlamaya, hatta ev-ahır-kom yapılırken ustalık yapamazlar ama ameleliği yaparlar. Erkeklerin büyük çoğunluğu sırtlarında dağdan odun getirmez ama, kadınlar dağdan sırtında odunu da getirirler. Kadınların köydeki işlerini saymakla bitmez.

Yahu bir beşik anlatacaksın, kalktın köydeki kadınların, erkeklerin iş bölümünü anlatıyorsun demeyin. Şu delikanlının sırtındaki beşik, kadınla erkeğin iş bölümünü tetikledi. Artık geç şu beşikli delikanlıyı da, beşik boş mu dolu mu, dolu ise kimin bebeği var içinde, yaylanın altından beşik sırtından gelen delikanlı kim, bu densizliği kim yapıp da sırtına beşiği yüklemiş. Neyse kim sararsa sarsın beşiği. biz beşik sırtında yayla yoluna koyulan beşikli delikanlıyı izleyelim.

Beşik sırtın da delikanlı, yol boyunca birçok tarladan geçerken, tarlalarda orak biçen genç kızlar, birbirlerine bakıp kıs kıs gülmelerini, hatta bazısı kahkaha atmasa da, sesli sesli gülüşmelerini duyan delikanlı ise; o beşiği sırtına sarana birçok dua (!) ederek, başını yerden kaldırmadan hızla tarlalardan uzaklaşmaya çalıştığını gören beşikteki bebek, o an anlatamadığını 62 sene sonra hatırlamaya çalışıyor.

Delikanlı tarlalardan geçerken başını, bakışını yerden kaldırmıyor tanınmamak için. Bunu fırsat bilen beşikteki vatandaş, bir güzel uyku çekiyor. Delikanlı tarlaları bitirip ıssız ormana dalınca, fırsat bu fırsat diyip türküye asılıyor. İşte o zamanda beşikteki vatandaş uyanıyor ve delikanlının türküsüne açlık çığlığı ile eşlik ediyor.
Evet, bu maceracı yolculuğun sonuna yaklaşırken yaylanın altındaki çamlıktan çıkar beşik sırtında delikanlı. Yaylacılarda yaylarının kapılarında güneşleniyorlar. İşte o sıra kim gördü ise oturanlara seslenerek.
- Hu hu köyden biri geli
- Nerede, kim, tanıdınız mı?
Soruları birçok ağızdan dökülmeye başlıyor.
- Yok bacım yok daha tanıyamadım, durun durun gelenin sırtında beşik var.
- Acaba kimin beşiği?
- Valla bilemicem bacım, durun durun beşiği bir delikanlı getiri.
- Yok anam bacım sen yanlışsın, heç delikanlı bizim köyde sırtına beşik alırmı.
- Aha bacım iyice yaklaştı, bu kimse, başını hiç kaldırmı ki kim olduğunu görüm.
Delikanlı yavaş yavaş Merhi Hatunların Yaylasının önüne yaklaşır. Bütün bu gelişmeler sezisçe dinleyen Arifin İpeği heyecanla fırlar yerinden.
- Uh ocağın batmaya Cicimali, bu bizim Muarem, sırtındaki beşikteki de Muzefer'dir. Cicimali'den başkası bunu yapmaz, tarlalara gızıllandı, çocuğu anasından ayırıp gönderdi, hem de Muaremin sırtında.

Arifin İpeği hem söyleniyor, hemde Merhilerin Yaylasına doğru seyirtmeye başlar. Arkadan yaylacı kadınlar başlarlar.
- Bu Cicimali bu dünyaya tapmış, sen nasıl delikanlının beşik verilirmi yoh anam yoh.
- El kadar bebe anasından ayırır mı insan?
Yaylacılar arkadan çekiştirirlerken, Arifin İpeği oğlunu kuçaklamış ve beşiği sırtına vurmadan beşikteki Muzafferin yanaklarını öpücüğe boğar. Beşiği kaptığı gibi yaylasının yolunu tutar. Muzafferceğiz açlıktan cıyak cıyak bağırarak Arifin İpeğinin Yaylasına mekân atar. Arifin İpeği önce bebeğe süt içirir sonra hölüğünü değiştirir. Bebeğin işi bitince sıra oğlu Muhareme gelir. Hemen bir tas yoğurdun içine ekmeği doğrar kaşığı vererek.
- Ye oğlum, anan seen gurbaan olsun oğluum, o gözü çıkmasa herif, sana acımadı mı?

Muzaffer bebek, köyün kavurucu sıcağından kaçıp ve karnı doyup, altı değişince keyifle uykuya dalar. Muharrem Amcası da, ilk yaylaya beşik getiren delikanlı unvanını alır.
Muzaffer Bal - İstanbul
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

24.Öykü - 11 Mayıs 2011
NİYAZİ ÖĞRETMENLE İMTİHANA YOLCULUK

Yıllardan 1960, askeri darbe olmuş (27 Mayıs 1960), biz Kırıntı İlkokulundan şu an tamamının ismini hatırlamadığım arkadaşlarla mezun olduk. İlkokulu bitirince, Erzurum Öğretmen Okulu'na gidebilmek için kazalarda (ilçeler) imtihana girilirdi. Biz de ilkokulu bitirince bir grup arkadaş, imtihana girmek için, hazırlanmaya başladık. Benim öğretmenim çok sevdiğim ve saygı duyduğum Şükrü Öğretmendi (Şükrü Öztürk). Bizi öğretmen okuluna hazırlayan öğretmen ise, köyümüzden disiplinliği ve çalışkanlığı ile ün yapmış Niyazi Bal'dı.

Niyazi Öğretmen, olağanüstü disiplinli ve bu disiplini sadece okul içinde değil, köyün içinde de sürdürürdü. Okul akşam paydos olduğu ve Pazar günleri yani, okulun tatil olduğu zamanlarda da okulun tüm öğrencilerini takip ederdi. Hem de ne takip, kendi evlerinin bacasına çıkıp, o meşhur ıslığını çalınca, çelik çomak, mile (misket) uzuneşek, birdirbir ve himan gibi birçok oyun oynayan talebeler (öğrenciler) oyunlarını anında bırakıp, evlerinin kapısından içeri kendilerini zor atarlardı. Sadece aşağı mahalledekiler değil, ıslığın duyulduğu tüm köyün talebeleri evlerine dolaşırlardı. Eğer ıslığı duymayan varsa, duyanlar duymayanı uyarırdı.

Niyazi Öğretmenin bu disiplini, çalışkanlığına da yansıyordu. Teneffüste de talebeleri takip eder ve onlarla ilgilenirdi. Bazen yakaladığı talebeyi, hemen herhangi bir dersten imtihana tutardı. Eğer o çocuk bilemedi ise, hiç bir şey yapmasa alt dudağından tutar çeker ve hemen lafı yapıştırırdı. "Ulan Delibaban'ın eşeği olsa idi, çoktan öğrendiydi." derdi.

Evet, beşi bitirme imtihanlarından sonra, okul resmen kapandı ama Niyazi Öğretmenin 'okulu&' kapanmadı. O, beşinci sınıfları, öğretmen okuluna hazırlamak için, kurs vermeye başladı, kursa tüm beşinci sınıfları mecbur tuttu. Harıl harıl imtihana hazırlandık. İmtihan günü gelip çattı ve Niyazi Öğretmen bir sabah imtihana girecekleri topladı yola koyuldu. Biz de, kasaba görme hevesi ile neşe içinde ve kendi aramızda şakalaşarak yola devam ediyoruz. Hatırımda kalanlar arkadaşlar, Molağil'in Şahini (Şahin Bal), Yağa Cemal (Cemal Günel) Süleyman Aydoğan, Ali Öztürk, Fazlı Gündoğan ve ben.

Çok heyecanlıyız. Hem imtihan heyecanı hem de kasabada yatacağız, yani otelde bu bizim için çok önemli idi. İşte bu heyecanla Çal köyünün altına geldik. Niyazi Öğretmen bizi Çala çevirmez mi? Birbirimizin yüzüne baktık, sonra da Niyazi Öğretmene. Niyazi öğretmen anlamış olacak ki.

- Çocuklar, bu gece Çal da misafir olacağız ve yarın sabah kasabaya gideceğiz, demez mi?

Bu sözleri duyar duymaz hepimiz çok bozulmuştuk, ama yapacak bir şey yok, karşımızdaki Niyazi öğretmendi.

O akşam, Çal'da evlere birer ikişer dağılarak yattık. Çal'da bize çok iyi baktılar, zaten çoğu Kırıntı ile hısım akrabalar. Doğal olarak Niyazi Öğretmen, kaldığımız evleri tek tek kontrol edip erken yatmamızı tembihledi.

Sabah erkenden yola koyulduk, artık kasabaya imtihana gidiyorduk. Çal'ın altını geçtik, Niyazi Öğretmen çok neşeliydi, bazen Yenice Yolları türküsünü söylüyor; bazen ıslıkla bir şeyler çalıyordu. Kasabaya yaklaşmıştık ve yolun etrafı çalılıktı. Niyazi Öğretmen, çalıları görünce olsa gerek, aklına Menderesin yakalanışı geldi. Hemen Fazlıyı yanına çağırdı.

- Bak, Menderes kaçarken askerleri görüyor, çalıların arkasına saklanıyor. Askerler, Menderes'i çalıların arkasında yakalıyor ve basıyor kelepçeyi anladın mı?
- Anladım öğretmenim.
- Bak, şimdi sen Menderes'sin, birkaçınızd a asker olun. Siz de yakalayacaksınız ve basacaksınız kelepçeyi (bunu söylerken suratında kinle sevincin iç içe geçmiş olarak Niyazi Hoca'nın suratına yansıyordu) anladınız mı?

Hep bir ağızdan, tamam dedik ve işe koyulduk. Fazlı, kaçıp çalıların arasına saklanıyor, bizde gidip onu yakalıyor ve kelepçe vurur gibi yapıyorduk. Niyazi hoca ise, kahkahadan yerlere yatacak gibi oluyordu. Bu oyunu defalarca bize tekrarlattı, Fazlı'nın (Menderes'in) her yakalanmasında Niyazi Öğretmen kahkahası ile Şiran Ovasını çınlatıyordu.

O zaman, Niyazi Öğretmenin bu oyundan bu kadar neden zevk aldığını anlayamamıştım. Yıllar sonra bu oyun üzerine düşündüğümde, Niyazi Öğretmeni anlamaya çalıştım. Niyazi Öğretmen, Köy Enstütisi mezunuydu, koyu bir CHP'liydi ve aynı zaman da Kızılbaş. Kendisinin ifade ettiği gibi, bu kimliklerinden dolayı, Menderes'in başbakan olduğu döneminde sürgünden sürgüne gitmiş ve şunu dersek abartmış olmayız; döşek sırtında, yorganda eşi Güssün&'ün sırtında, çocukları da paçalarından tutunmuş, nere sürerseler oraya döşeği sermişler. Bu sürgünlükler, doğal olarak Niyazi Öğretmeni DP (Demokrat Parti) ve özellikle de başbakan menderese karşı kin nefretle dolmuş. İşte Fazlı'ya Menderes'in yakalanışı yaptırarak, öcünü alıyordu. Bir şeyi belirtmek gerek, bütün baskılar onun öğretmenlik mesleğini en iyi şekilde yapmasını engelleyememiş. Engellemediği gibi, tam tersi, mesleğine daha da hırsla sarılmış.

Muzaffer Bal / Altınoluk

----------------------------------------------

22. Öykü - 18 Mart 2011
YENİKÖY'DE DÜĞÜN

Köylerde düğünler bir başka oluyordu; köyün, köy olduğu zamanlarda tabi. Yine böyle bir zamanda, Yeniköy de bir düğün vardı; bende düğüne gittim. Beni dayımlar çağırmıştı, düğünde hizmet etmem için.

Hayır, düğün dayımların değil, komşularınındı, geçmiş zaman kimin olduğunu hatırlamıyorum. Kimin olduğu benim anlatımımla iğlisi yok.

Dayımlara gittiğimde, Selattin Dayım bana dedi ki, bak yeğenim baş konak bize gelecek çok iyi ağırlamamız gerekir. Ben de tamam sen hiç merak etme dedim. Dedim demesine de, ben merak etmeye başladım bu baş konak, konak nedir ne değildir. Konaklar içinde şu baş konak bu kadar neden önemli bunları hiç bilmiyordum. Genellikle düğün zamanlarında İstanbul'da olduğum için. Dayım beni uyardığı için önemli olduğunu anladım. Sorup öğrenmeye başladığımda O zamanın düğünlerinin, birçok geleneklerle örülüp bezenmiş olduğunu gördüm.

Genellikle, köyde düğünler güzün olurdu; nedenini açıklamadan önce su getiren bekâr bir insana şu küçük dua yapılır; onu hatırlatmak isterim.

(Ömrün uzun olsun, binan gayb, düğünün güzün olsun.)

Düğünlerin güzün (sonbaharın) olmasının nedeni ise: Tarlaların, bağın, bostanın içeri alındığı zamandır. Yani mahsulün ambar da çok olduğu ve işlerin bittiği veya azaldığı zaman güzdür. Düğünler, üç gün üç gece yapılırdı. Bazı düğünlerde, çift davulcu - çift zurnacı çaldırılır ve yedi para köy çağrılırdı. İşte çağrılan bu köylerden gelenlere konak denirdi. Konak, konaklamaktan geliyor. Neyse, bu yedi konak köydeki komşulara dağıtılırdı. Birde hısım konak vardır ki, bu konak sabah gelir. Sabah gelmesinin nedeni ise, düğün sahibine yardım etmek için. Biz şu bizim baş konağa gelelim, baş konak hangi köyün olacağı önceden belli olmaz, baş konak ilk gelen konaktır.

Konaklar, köye yaklaştığında silahla geldiklerini duyurur. Zaten beklendikler için herkesin kulağı deliktir. Konak sahibi, Davul - zurna ile konağını karşılar. Bizde, doğal olarak kendi konağımızı beklemeye başladık. Dayım Selattin, çoktan kısrakını eyerlemiş ve kapıya çekmiş, Kendide, kiloj pantolonunu giyip, altına körüklü çizmeleri çekmiş ve üzerine de mahmuzları geçirmiş, mahmuzlar par parlıyordu. Kolay mı, Salattin, baş konak karşılayacak. Evde ise tüm kadınların seferber olmuşlar yemekleri pişiyorlar. Bende, dayıma hayran hayran bakıyordum tam bu sıra köyün içinden bir ses.

-Vula Selattin neredesin konağın geliyor.

- Tamam tamam anladım.

Salattin bir sıçrayışta kısrakına atladı, kısrak Selattin den daha aceleci. Salattin'in bir kısrağa bindiğini, birde Mıçılar'ın köşesini döndüğünü gördüm. Tabi ben ve köyün delikanları, Selattin'in peşinden koştuk, koşmakla yetişemeyeceğimizi anlayınca da bir bacaya çıktık, silah sesleri göğü yırtıyordu. Selattin kısrağın üstünde, iki elinde iki tabanca ile peş peşe, olamayan bulutlara mermi yağdırıyordu. Kısrak, bu mermi seslerine o kadar alışmış ki, binicisini dengede tutarak, mağdur ve gururlu bir şekilde rahvan yürüyüşe geçmiş, bu dağları Selattin'le ben yaratım dercesine köye girişinde kişnemesi mermi seslerine eşlik ediyordu. Tabi, ben de gururdan şişiyor, sağıma soluma bakıyordum. Kolay mı? kısrakın sırtındaki çığlın binici benim dayım. Ben şişmimde kim şişsin.

Gelen konak, Çeküz Köyü idi ve mermi sesleri içinde dedemlerin odasına postu attılar. Baş konak, konak yerine geldikten sonra, düğünün hâkimiyeti onlarda artık. Davulcu zurnacı, bir zaman geçtikten sonra geldi ve baş konağı düğün yerine götürdü. Biraz sonra tekrar götürdükleri yere getirdiler. Hiç unutamıyorum, bizde sofraları kuruyor, tabak taşıyıp bardak getiriyorduk. Zaman epeyce ilerlemiş ve gece karanlığı köye çökmüştü. Rakılar açıldı yani servis başladı ve davulcu zurnacı çağrıldı, oturak havası başladı. Bardaklar üst üste dikleniyor, sohbet ve türküler zurna sesi birbirine karışıyor. Tabancalar çekildi, jarjurlar odanın tahta tavanına boşaltılmaya başladı. Coştukça coştular, onlar rakı bardaklarının dibini buldukça, dedemlerin odasının tavana keyğire dönüyordu.

Saat zannediyorum ki gece iki veya üç sıraları idi, kalktılar köy meydanında horuna başladılar. Horun gün agırırken yani -it kurt beli olurken- yatmaya geldiler, her biri bir yer serildi. Güneş göbeklerine vurmaya başladığında, bizimkiler teker teker genleşerek kalkmaya başladılar. Selattin'in talimiyeti ile çaylar hazırlandı ve sofra kurulmaya başladı. Selattin, düğün yerinden biri tarafından çağrıldı ki hemen geldi, misafirlerle ilgilenmeye başladı. Benim merak ettiğim ise, atlar siniye bırakılacak mı bırakılmayacak mı. Selattin dayıma sorduğum da, dayım ben bilemiyorum aha bu misafirler bilir cevap veriyor. Ne oldu bilemiyorum, dışarıda elini yüzünü yıkayan misafirlerden biri Selattini sesledi.

- Ula Selattin atları siniye bırakacak mıyız?
- Valla ben bilemem başkonak sizsiniz, siz ne derse o olur.
- Yok, yok Selattin, seninde siniye bırakmaya niyetin var.
- Yok, siz misafirsiniz siz yarışın.
- Olmaz olmaz biz gece misafirdik şimdi ev sahibi.

Selattin'in istediği tek gözdü, onlar verdi iki göz.

- Siz nasıl istersez.
- Oldu Selattin, bu bir gelenek, birinci olanda, souncu olanda bizim, sen kısrakını hazırla.
- Tamam benim kısrak her zaman hazır.

Ben konuşmayı duyar duymaz köye hemen yaydım.

Artık köylü bir an önce gelin insin de, sini yarışını seyredelim diye sabırsızlanmaya başladılar. Atlarda sanki anladılar, onlarda ahırlarında birbirlerine meydan okurcasına kişnemeye başladılar.

Nihayet beklenen zaman gelip çattı, başkonak ve diğer konaklar köylüler hep beraber silah sesleri arasında gelini babasının evinden alıp ve yeni evine götürdük. Gelin yeni evine teslim edilir edilmez, tüm konaklardan atına güvenen, köyün ahbunluklarına atlarını sürdüler. Atları seyir etmek için bizde toprak bacalara çıktık. Selattin yine çizmeleri mahmuzları ve kiloj pantolonu ile kısrakın üstünde tarlalarda gözüktü. Ben bir sürü atı göremiyordum. Kısraka hayrandım, hele binicisi Selattin olunca diğer atları gözüm görürümü. Atları ısıtmak için, tarlalarda sağa sola rast gele sürdüler. Atların ısındığını anlayınca bir yerde dizildiler, nasıl yarış başladı bilemiyorum: benim gözüm kısrakta idi. (Burada bir ayrıntıyı açıklamam gerek: Atlar yarışarak hızla gelip düğün evin içinde bekleyen bir kadının elindeki siniyi içeri atla girip alması gerekir.)

Yarış bütün hızıyla sürerken, bir ara kısrağı göremez oldum, birde baktım ki, kısrak dedemlerin evinin aradan köyün içine fırtına gibi daldı ve doğru düğün evine hızla girdi. Kısrak eve girerken, binicisi kısrakın üstünde gözükmüyordu. Birde baktım ki evden çıkıyor, işte o zaman Selattin elinde tabanca yerine kırmızı ipek örtüye sarılmış tepsi ile gözüktü. Ne diyeyim, bu Selattin'in eline tabanca da, sini tepsisi de yakışıyor. Kimin dayısı, müsaade edin bu kadar havamı atayım.

Sinin göbeğini ata ayırdı, diğeri ne oldu onu bilemiyorum.

Muzaffer Bal / İstanbul

----------------------------------------------

21. Öykü - 09 Mart 2011
NALBANTLIKTAN TAMİRCİLİĞE

Köylerde bazı meslekler vardır ki, bu mesleği herkes yapamaz. Her kes yapamadığı içinde, köyde bayağı kıymetli bir meslek sayılır. Bunlardan biri, tosunları kısırlaştırmak (burmak) Koşum tosunları, koşulacak duruma gelince, daha kuvvetlenmesi için tosunlar kısırlaştırılır. İşte bunu yapan, benim bildiğim, aşağı mahalle de bir tek Garahalilğil'inin Yusuf'u ( Yusuf Bal) vardı. Köylüler Tosunlarını ona götürürlerdi.

Tırpan dövmek de kısırlaştırma kadar olmasa da, iyi tırpan döven ve o işte uzmanlaşmış kişiler vardı. Bu kişilerin dövdükleri tırpanları jilet gibi keser ve uzun zaman keskinliği kayıp olmazdı. İşin sırı, tırpanın ağzını çatlatmadan en ince şekle getirmek. Tırpan ağır ağır dövülürdü, Köstü Hasan'ın (Emineğilin Hasanı- Hasan Güngör-) Yan yatıp, tırpanı kucağında kavradı mı saatlerce belli bir ahenk içinde döverdi.

Tırpanları Döverken Güneş Uyandı / Şafakta gördüm onları / On kişiydiler / Ve omuzlarında on tırpan / El ele omuz omuza /
Tarlaya yürüdüler / Diz üstü çöktüler toprağa / Tırpanlar dizlerde / Dizler topraktaydı / Ve on el gördüm havada /
On nasırlı el nasırlı el çekiçli / Vurdu tırpanlara / Tırpanlarda örslere / Örs çekiç tırpan sesiyle / Güneş uyandı

Mustafa Güngör (Emineğilin Hasan'ının torunu)

Birde nalbantlık mesleği vardı. Nalbantlık: öküzlerinin ve atların ayaklarının nallanmasına denirdi. Bu işi yapanlara ise, nalbant denirdi. Nalbantlar, öküzlerin ayaklarına, ayakları koşum sırasında acımasın diye yarım ay şeklindeki delikli demir çakılırdı. Nal çakmak, kolay gibi gözükmesine rağmen ustalık ister. İlk başta öküz yere yatırılır, ayakları çatala bağlanır ve bir kişi öküzün ayaklarını tutar, usta biraz uzun saplı yarımaya yakın ağzı olan keskin ağızlı bir aleti eline alır ve öküzün ayağını yontmaya başlar.

Yontmadaki amaç, öküzün ayağının düzgün hale getirilip nalın düzgün oturmasını sağlamaktır.

Bu açıklamadan sonra şu bizim kahramana gelelim. Çolağın Mistiği (Mustafa Bal) baharın an öküzlerine nal çakmak için önce Velinin Şükrü süne gider.

-Şükrü emi anam beni gönderdi, bizim öküzleri çaksın dedi.
-Söyle anana bize üç gün ırgat giderse gelip çakarım, tarlaya gide cem zaten ancak aksama gelirim.
-Tamam, ben anama söylerim.
Diyip oradan Gayirin Alisi'ne gider.
-Ali Emi anam dedi ki bizim öküzleri çaksın.
-Bak anana bir (...) gelirim.

Bizim Çolağın Mıstıgı içinden ana avrat dümdüz giderek evin yolunu tutar. O hırs ve sinirle öküzleri yatırır, başlar nallamaya. İki öküzü de nallar ve o beceri ile övünerek bostanlara götürür öküzleri. Götürmeye götürürde , öküzler geri nasıl gelecek onun korkusu sarar Çolağın Mistiğini. Öküzler zaman geçtikçe yürüyemez olmuş, çünkü nalları çakarken mıhların birçoğunu ete rastlatmış.

Neyse bir şekilde eve gelince bir daha öküzleri yatırır ve nalları söker, yeniden çakar. Çakmasına çakar ama bu seferde bostanlara gitmeden nalları Çolağın Mıstığı yollardan toplar. Bu sefer de çok dıştan çakmış. Ama bu Çolağın Mistiği işte, hiç pes eder mi üçüncü çakışında tam isabet ve gerçekten büyük bir başarı ile nalbant olur.

Evet, Çolağın Mistiği o sanat aşkıyla İstanbul'a gelir; İstanbul'un taşıma aracı olan oto tamirciliğine soyunur, soyunur ne demek, bir taraftan Dolapdere de tamirhanede çalışır, bir taraftan da Akıntı Burnuna anahtarları ile Pazar günleri mekân tutar. Çolağan Mistiği sonuç olarak, ustaların ustası bir tamirci ustası olarak emekli oldu. Kendisine sevgiler ve saygılar.

Muzaffer Bal- İstanbul


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

YAYLA YOLUNDA BEŞİKLİ DELİKANLI

1948'lerde sırtında beşik taşıyan delikanlıyı görünce, aklıma erkeklerin ve kadınların yaşadığı toplumdaki konumları geldi.
Bizim köylerde öyle kolay kolay erkekler sırtında beşik meşik taşımazlar. Hele hele delikanlılar hiç taşımazlar ve de taşıyanlar ayıplanırlarmış.

Kırıntı Köyü, her ne kadar bir Kızılbaş köyü de olsa, erkek egemenliği hakim olduğu için, kadın - erkek görevleri ayrılmış. Ayrılmaya ayrılmışta yalnız bu işte bir terslik var. Kadınlar köyde hemen hemen her işi yapıyorlar, iş hayatında kadın ayrımı yok, buna karşılık erkeklerin yapacakları işler belli. Genel olarak çocuk bakımı, ev işleri ve hatta çapa işlerini erkekler yapmaz. Kadınlar ise, ev işlerinden tezek yapmaya, çapadan tırpan vurmaya, orak biçmekten bağ bağlamaya, hatta ev-ahır-kom yapılırken ustalık yapamazlar ama ameleliği yaparlar. Erkeklerin büyük çoğunluğu sırtlarında dağdan odun getirmez ama, kadınlar dağdan sırtında odunu da getirirler. Kadınların köydeki işlerini saymakla bitmez.

Yahu bir beşik anlatacaksın, kalktın köydeki kadınların, erkeklerin iş bölümünü anlatıyorsun demeyin. Şu delikanlının sırtındaki beşik, kadınla erkeğin iş bölümünü tetikledi. Artık geç şu beşikli delikanlıyı da, beşik boş mu dolu mu, dolu ise kimin bebeği var içinde, yaylanın altından beşik sırtından gelen delikanlı kim, bu densizliği kim yapıp da sırtına beşiği yüklemiş. Neyse kim sararsa sarsın beşiği. biz beşik sırtında yayla yoluna koyulan beşikli delikanlıyı izleyelim.

Beşik sırtın da delikanlı, yol boyunca birçok tarladan geçerken, tarlalarda orak biçen genç kızlar, birbirlerine bakıp kıs kıs gülmelerini, hatta bazısı kahkaha atmasa da, sesli sesli gülüşmelerini duyan delikanlı ise; o beşiği sırtına sarana birçok dua (!) ederek, başını yerden kaldırmadan hızla tarlalardan uzaklaşmaya çalıştığını gören beşikteki bebek, o an anlatamadığını 62 sene sonra hatırlamaya çalışıyor.

Delikanlı tarlalardan geçerken başını, bakışını yerden kaldırmıyor tanınmamak için. Bunu fırsat bilen beşikteki vatandaş, bir güzel uyku çekiyor. Delikanlı tarlaları bitirip ıssız ormana dalınca, fırsat bu fırsat diyip türküye asılıyor. İşte o zamanda beşikteki vatandaş uyanıyor ve delikanlının türküsüne açlık çığlığı ile eşlik ediyor.
Evet, bu maceracı yolculuğun sonuna yaklaşırken yaylanın altındaki çamlıktan çıkar beşik sırtında delikanlı. Yaylacılarda yaylarının kapılarında güneşleniyorlar. İşte o sıra kim gördü ise oturanlara seslenerek.
- Hu hu köyden biri geli
- Nerede, kim, tanıdınız mı?
Soruları birçok ağızdan dökülmeye başlıyor.
- Yok bacım yok daha tanıyamadım, durun durun gelenin sırtında beşik var.
- Acaba kimin beşiği?
- Valla bilemicem bacım, durun durun beşiği bir delikanlı getiri.
- Yok anam bacım sen yanlışsın, heç delikanlı bizim köyde sırtına beşik alırmı.
- Aha bacım iyice yaklaştı, bu kimse, başını hiç kaldırmı ki kim olduğunu görüm.
Delikanlı yavaş yavaş Merhi Hatunların Yaylasının önüne yaklaşır. Bütün bu gelişmeler sezisçe dinleyen Arifin İpeği heyecanla fırlar yerinden.
- Uh ocağın batmaya Cicimali, bu bizim Muarem, sırtındaki beşikteki de Muzefer'dir. Cicimali'den başkası bunu yapmaz, tarlalara gızıllandı, çocuğu anasından ayırıp gönderdi, hem de Muaremin sırtında.

Arifin İpeği hem söyleniyor, hemde Merhilerin Yaylasına doğru seyirtmeye başlar. Arkadan yaylacı kadınlar başlarlar.
- Bu Cicimali bu dünyaya tapmış, sen nasıl delikanlının beşik verilirmi yoh anam yoh.
- El kadar bebe anasından ayırır mı insan?
Yaylacılar arkadan çekiştirirlerken, Arifin İpeği oğlunu kuçaklamış ve beşiği sırtına vurmadan beşikteki Muzafferin yanaklarını öpücüğe boğar. Beşiği kaptığı gibi yaylasının yolunu tutar. Muzafferceğiz açlıktan cıyak cıyak bağırarak Arifin İpeğinin Yaylasına mekân atar. Arifin İpeği önce bebeğe süt içirir sonra hölüğünü değiştirir. Bebeğin işi bitince sıra oğlu Muhareme gelir. Hemen bir tas yoğurdun içine ekmeği doğrar kaşığı vererek.
- Ye oğlum, anan seen gurbaan olsun oğluum, o gözü çıkmasa herif, sana acımadı mı?

Muzaffer bebek, köyün kavurucu sıcağından kaçıp ve karnı doyup, altı değişince keyifle uykuya dalar. Muharrem Amcası da, ilk yaylaya beşik getiren delikanlı unvanını alır.
Muzaffer Bal - İstanbul
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

19. Öykü - 13 Ocak 2011
GÖZÜNLE TAKİP ET

İstanbul'dan-Goylasar'a (Koyulhisar) özel arabaları ile giden üç kafadar, Tokat'ın Erbağ'da mola verirler. Sabah erken olduğu için her yer kapılıdır. Küçük bir çay ocağına kahvaltı yapmak için otururlar. Ocağı işleten adam, yaşlı biridir. Üç kafadar, yanlarında getirdikleri ekmek peynirin yanına çaylarını da alırlar ve kahvaltılarını yapmaya başlarlar.

Biraz sonra, kapıdan içeri birkaç ihtiyar girer ve en yaşlıları selamınaleyküm diye sesini yükselterek selam verir. Biraz arkada oturan üç kafadar, ihtiyarın selamını sesli olarak alırlar. Gelen ihtiyar ve köylüler bir masaya otururlar. Çay ocağının sahibi onlara döner, merhaba der. Bu sefer de köylülerden ses çıkmaz. İhtiyar ocakçı bozularak:

-Ulan hırpolar size merhaba dedim! Neden sesiniz çıkmaz! diye bozuk atar.

Masada oturanlardan en ihtiyarı kızarak:

-Ulan soluk yüz, sen bizim selamımızı aldın da mı şimdi merhaba diyorsun! diye karşılık verir. Üstelik bir de suçunu bastırmak için bozuk atıyorsun, hem suçlusun hem de güçlüsün. Hala konuşacağına buraya çay getir!

İhtiyar Çaycı, lafın altında kalmak istemez ve:

-Vulan salağın sarımsaklıları, selamınızı ben gözümle aldım, der. Madem selam veriyorsunuz, o zaman, selamınızı gözünüzle takip edin. Selamına sahip çıkmayan insana salağın sarımsaklı derlerlermiş. Siz bunu bilmiyor musunuz?

İhtiyar, garson olan oğluna seslenir:

-Hadi oğlum, şunlara çay ver de zukkumlansınlar!

Bardaklara doldurduğu çayları oğlunun eline tutuşturur.

Köşe masada oturan üç kafadar, şaşkınlıkla gelişmeleri izlerler. Kahvaltılarını bitiren üç kafadar, yola çıkmak için ocağın kapısından çıkarken, ihtiyar ocakçı arkalarından el sallayarak:

-Güle güle, yolunuz açık olsun evlatlar, sakın kusura bakmayın, diye seslenir. Buradaki bizim eğlencemizde bu, haydi yolunuz açık olsun der.

Bizim üç kafadar:

-Sağ ol amca, bizde artık selamımızı gözümüzle takip ederiz, demek istemişler ama sonra vaz geçip yola koyuluvermişler.

Bu olay üç kafadarın, Tokatlılara karşı kullandığı espri olarak sürüp gitmiş.

Muzaffer Bal - İstanbul
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

18. Öykü - 03 Ocak 2011
HAYVANLARIN İNSAN SEVGİSİ

İlkokul dördüncü sınıfta idim, Cafar dedem bana bir tane tay (at yavrusu) verdi. Bizim evde (Cicimaliğilde) ben hiç at görmemiştim, at beslenmezdi. Benim hatırladığım hayvanlardan öküzlerimiz, camuşlarımız (manda) inek ve davarımız vardı. Ben en çok camuşları seviyordum. O kadar çok seviyordum ki, Belanda dedem camuşları bir çift tosunla değiştiği zaman, hiç unutmuyorum, hem ağlıyorum, hem camuşların önünü kestim bırakmıyordum. İnsanın evde beslediği ne cins hayvan olursa olsun, zaman içerisinde beslediği hayvanla bütünleşiyor. Ben de o camuşlarla bütünleşmiştim, tabi çocukluğun verdiği duygusallık ta eklenince gözyaşlarım üç katına çıktı. Daha sonra camuşların yerine gelen öküzleri de sevdim, ama camuşları hep aradım.

Neyse, ben esas, dedemin verdiği taya gelmek istiyorum. Atları ben gerçekten çok seviyordum, dedemlere gittiğimde ahırdan çıkmazdım. Dedemlerin çok meşhur bir kısrağı vardı, müthiş bir attı.

Düğünlerde atları siniye bırakırlardı, on onbeş at tarlalara çıkar yarışırlardı. Bu yarışta iki önemli hareket vardır, birincisi bütün atları koşuda geçecek. İkincisi ise atları geçtikten sonra, düğün olan eve girerek ve orada hazır bekleyen siniyi alacak. Dedemlerin kısrağı her düğünde genellikle birinci olurdu. İşte dedemin bana verdiği tay, o kısrağın tayı idi. Gece gündüz tayla beraber yatıyorum desem, abartmış olmam.

Beşinci sınıfı bitirince İstanbul'a ortaokul okumak için geldim. Bütün kış tayımı hiç mi hiç unutmadım. Okul bitip, yaz tatili başlayınca, köyün yolunu elime aldım. Köye gittiğimde öğrendim ki, dedemlerin kısrağı ölünce tayımı onlara vermişler. Cafar Dedemler atsız duramazdı, bizimkiler de bakmakta zorlanıyordu, böyle olunca dedemlere vermişler. Köye geldikten bir gün sonra Yeniköy'e dedemlere gittim, dedem köyde olmadığını Çatalçam da ki tarlada olduğunu söylediler.

Bunun üzerine Çatalçam'n yolunu tutum. Tarlaya yaklaştıkça honcuların uykurmaları türkülere, türküler de uykurmalara karışarak ormanda yankılanıyordu. Anladım ki dedemlerin ırgatı var. 'Irgat bir nevi keşik, borç gibi. Bu gün bana ırgat gelenin yerine onun tarlası biçileceği zaman ben de onun tarlasına gideceğim demektir.' Bu küçük açıklamadan sonra devam edelim.

Tarlaya yaklaştıkça honcu kadınların türküleri arasına at kişnemesi karıştı. Sanki at da honculara eşlik ediyordu. Ben de iyice tarlanın tumduna (sınırına) yaklaştım ve tumttan tarlaya atladığımda tay şahlanıp ayaklarını yere vurup kişniyordu. Ben iyice yaklaştım, tay hem kişniyor hem de ön ayaklarını omuzlarıma atarak yüzümü yalıyordu. Ayaklarını kesinlikle omuzuma bastırmıyor ama indirmiyordu da. Bu arada honcular türküyü kesip tay, çocuğu öldürecek diye çığlıklar atıyorlardı. Dedem ise öylesini bakıyor ve honculara bağırmayın, o çocuk bizim Muzaffer, at onu tanıdı bişe yapmaz, korkmayın diyormuş. Ben tayla sevişirken, dedemin sesini duymuyordum. Tay benden hasretini aldıktan sonra, ayaklarını omuzumdan yavaş yavaş aldı, suratıma bakıp garip sesler çıkarıyor, başını sağa sola sallıyordu.

Evet, hayvanlar, insanları insanlardan çok seviyorlar.

Muzaffer Bal - İstanbul
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

17. Öykü - 14 Aralık 2010
TOPRAK EKMEKTİR

Köyün daha boşalmadığı 1966'larda bir sonbaharın yarı güneşli, yarı bulutlu bir gününde, dedem Cicimali ile öküzleri arabaya koştuk, herk yapmak üzere ağlığın yolunu tutuk. Dedem arabaya hiç binmezdi ve bindirmezdi. Öküzlere, ekmeğimizi veren bunlar derdi. Dedem arabaya binmediği için ben de yanında sohbet ederek yürümeye başladık. Yol buyunca uzanan tarlaları göstererek:
-Oğlum, bu tarlardan bazıları geçinemez, neden biliyor musun? diye sordu.
-Hayır dede.
-Bu topraklar yoruldu, ek biç, ek biç toprak artık istenen verimi vermiyor.
-Peki dede, eskiden veriyor muydu?
-Oğlum, babam değil ama dedem zamanında verirmiş. O zaman toprak bu kadar yorgun değildi.
-Peki, nasıl yoruldu?
Toprağımız az olduğu için habire ektik, tam olarak dinlendiremedik. Eskiden bu kadar nüfus yoktu. Şimdi çoluk çocuk aç kalmasın diye habire ekip durduk. Ekmesek çoluk çocuk, mal davar aç kalacak. Bak oğlum yere düşen tek başağı bile alacaksın.
-Dede, sen alıyor musun?
-Evet, oğlum ben alıyorum, yanımdakilere de aldırırım.
-Dede onun için mi sana cimri diyorlar.
Dedem, önce şöyle bir yüzüme baktı, yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Ayna yoktu ama sıcaklığını hissediyordum.
-Bana cimri dediklerini biliyorum, ama kış olunca o cimri diyenler benden buğday, saman istiyorlar.
Daha sohbete devam edecektik ki yol bitti, tarlaya vardık. Tarla herk yapılacaktı. Yani tarla güzün sürülüp, yazın ekilecekti. Arabadan sapanı, boyunduruğu, kayışı indirdik. Dedem öküzleri sapana koşup sürmeye başladı. Hava bir kararıyor bir açıyordu. Ben biraz dedemin yanında gidip geldim, ama dedem hiç konuşmadığı için canım sıkıldı. Bunun üzerine büyük çayıra doğru gittim. Hava iyice kararmaya başlayınca dedemin yanına dönmek üzere tarlaya doğru yolu ele aldım. Tarlaya az kalmıştı dedemin sesini duydum, koşarak geldim. Dedem sürme işini bitirmiş, tapana ( tapan sapanın kaldırdığı tezekleri ezmek ve tarlayı düzlemek için yapılan bir tarım aleti) öküzleri koşmuş beni bekliyordu.
-Oğlum nerdesin acıkmadın mı? Bak yağmur başlayacak oradan ekmek al ve tapanın üzerine otur, ben önden idare edim.
-Tamam dede.

Tapanın üzerine konmuş bir taş vardı, taşın yanına çömeldim. Çömeldim ama tapan büyük tezeklere gelince, tapanı benimle beraber havaya fırlatıyor. Yani, tapanın üzerindeki ağırlık ve benim ağırlığım az geliyordu. Dedem bunu farkedince beni öküzlerin önüne geçirdi. Tapanın üzerine büyük bir taş daha koydu, kendisi de üzerine oturdu; başladık tapanlamaya. Bu arada yağmur da yağmaya başladı yavaş yavaş. Tam bir aptal ıslatan cinstendi, ne hızlanıyor, ne de kesiliyor. İyice ıslandım, üzerimdeki elbiseyi artık taşıyamaz oldum. Hani derler ya çul gibi oldu, işte çul gibi omuzlarıma çöktükçe çöktü. Normalde kuru elbiselerle kırk kilo gelirken, o zaman tartılsam rahat 80 kilo olmuşumdur.

Dedem hâlâ tapanlamaya devam ediyordu, ben korkuma sesimi çıkaramıyordum. Sadece içimden "Yav dede artık yeter, gelinler senin çalışmandan dert yakınıyorlardı da ben onlara içimden kızardım, şimdi onlara hak veriyorum!" diye söylenmeye başladım. Dedem o aptal ıslatan yağmura inat, tapanlama işini sürdürdü ve sonunda bitirdi. Öküzleri tapandan çıkardı, arabaya koştu, takımı tabağı topladı ve öküzlerin üzerini sanki özür diler gibi eliyle şöyle bir sıvazladıktan sonra eve gitmek üzere yola koyulduk.

Ben titremeye başlamıştım, dedeme çaktırmamak için yan taraftan gidiyordum. Dedemin bir ara sesini duydum:

-Oğlum yorulduk ve ıslandık ama toprak hasıl olmadan topraktan ekmek alamasın.Unutma "Toprak ekmektir". Şimdi eve gider elbisemizi değişir ocağın başında ısınırız.

Bu Cicimali, ne diyebilirdim; tamam dede dedim ve titreyerek ateşin başına zor düştüm.

Evet, bu gün anlıyorum ki dedem öyle davranmasaydı ambarı buğdayla, mereği samanla dolduramazdı.

Muzaffer Bal/ İstanbul
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

16. Öykü - 13 Aralık 2010
TELEFONDAKİ SES

Bir gün evde, çalan bir telefon Hamza'nın hayatını değiştirir. Hamza evde tek başına ders çalışmakta, telefon çalar, telefonu açan Hamza, genç bir kadın sesi ile karşılaşır. Hamza sesi tanımaya çalışır, bütün hafızasını yoklamasına rağmen, sesi çıkaramaz. Hamza telefondaki kadına kimi aradığını sorar. Kadın, sakin sakin sizi arıyorum demez mi ve arkasından ekler, yakışıklı. Hamza daha 18 yaşına yeni girmiş bir delikanlı. Biraz utanarak biraz çekinerek eminimsininiz benimi arıyorsunuz, benim adım Hamza. Bir yanlışlık olmasın, siz kimsiniz sorularını sorarken sesi titremektedir ve heyecanlanır. Bir taraftan da kapatmaması için dua eder. Hamza, sesten kadının alımlı ve güzel olduğunu düşünür, öyle olmasını ister. Kadın, Hamza hayal kurarken, benim yakışıklım seni arıyorum, sakın kapama der. Hamza dünden razıdır konuşmaya ve biraz daha rahatlar konuşmayı sürdürür. Beni nereden buldun, hiç gördün mü, sesin çok güzel, ya benim sesim nasıl size geliyor. Sesim titrek mi, biraz heyecanlıyım da. Kadın, Hamza ya yok yok sesiniz çok güzel geliyor, sesiniz çok yakışıklı olduğunu söylüyor, ben ses ten insanları tanırım. Bu iltifatlar bir iki saat sürer. Sonra bir parkta buluşmak üzere karar alırlar.

Bir hafta sonra parkta buluşurlar. Herikside hemen hemen aynı yaşlardadırlar. Herikside 18 yaşlardadırlar. Bu buluşmalar aylarca sürer, sonra aşka dönüşür. Hamza ile sevgilisi Gülten evlenme kararı verirler. İlk buluştukları parkta sözleşirler. İki aşığın buluştukları zamanlarda 70 yaşlarında iki ihtiyarda yürüyüş yapar. Bu yaşlı âşıklar, düşmemeleri için hep elele yürürler. İhtiyarları her gördüklerinde Hamza ve Gülten de onlara imrenir, bizde böyle olalım tamamı diye birbirlerine söz verirler. Böyle olalım diye gördüklerinde birbirlerine bizde böyle olalım diye söz verirler.

Artık dört sevgili dost olmuştur. Dostluklar sohbetlerle iyice pekişir. Hamza bir gün kanepede oturan ihtiyar âşıkların yanına çünkü verir. Gülten o gün biraz gecikmiştir. İhtiyar âşıklar o gün daha başkadır. Yüzleri gülmekte, hata yüzlerindeki kırışıklar gitmiş, gözlerinin içi gülüyor. Hamza dayanamaz ve sorar amca neden yirmi yaş gençleşmişsiniz nedir bu sevinciniz. İhtiyar âşıklardan kadın elindeki naylona sıkıca sardığı evrakı Hamza ya uzatır ve devam eder.

-Bak evlat biz gülmeyecekte kim gülecek, bu gün emekli olduk. Hem de ikimizde.
- Ne siz kaç affedersiz.
- Söyle evlat söyle daha inkâr edecek yaş mı kaldı.
- Peki, yenimi emekli oluyorsunuz.
- Evet evlat, Allah razı olsun devletimizden, kefen paramızı kimseye yük etmedi.
- Nene emeklilik yaşı 58 - 60 siz o yaşta neden emekli olamadınız.
Tam burada dede söze karışır.
- Bak, yavrucuğum bizim kafa kâğıdımızı geç çıkarmışlar. sen bilmesin evlat, köylerde çocuk doğar yıllar geçer, bazen köyün tüm çocuklarını muhtar topluca nüfusa geçirirlermiş, bizde öyle olduk. Ninenle aynı köydeniz, her ikimizde öyle olmuşuz. Emekli hakkını kazanalı yıllar oldu, ama yaşın dolmasını bekledik, senin anlayacağın.

Bu ara Gülten gelmiş, Hamza'nın yanı başında dikili vermiş. Bir iki dakika bekledikten sonra, bakmış ki bitmeyecek konuşmalar, Hamza;nın omzuna dokunu vermiş ve de ihtiyarlara da merhaba demeyi ihmal etmemiş.
- Tekrar gözüz aydın, hoşça kalın.
- Güle güle evlatlar, ha sizde kafa kâğıtlarınıza bakın, doğumunuzu kontrol edin emi.
- Tamam, bakarız size de daha uzun yıllar elele yaşayın der ve oradan ayrılırlar.

Bir zaman o parka gelmeyen genç âşıklar bir gün aynı parka gitmeye karar verirler. İhtiyar âşıkları da özlemişler, onları da görürüz hevesi ile parka gelirle, gelirler ama ihtiyarlar yoklardır bu birkaç hafta üst üste parkı kontrol ederler ne yaz ki bir daha hiç göremezler.

İki genç aşıklar evlenmelerini resmileştirmek için anlaşırlar. Hamza, Gülten'i babasından anasından istemeye karar verir. Hamza zaman kayıp etmeden kendi anasına babasına durumu açar ve Gülten'i istemelerini ister. Aile ise daha erken, çocuklarının okuyup adam olmasını isterler. Hamza, nişan yapalım o zaman Gülten de bende daha iyi okuruz. Okullarımız bitince de evleniriz diye ısrar eder. Aile ısrara dayanamaz, Gülten'i istemeye giderler.

Aileler ekonomik olarak birbirlerine yakındırlar. Bu konuda problem çıkmaz. Problem sadece çocuklarının okulda olmalarıdır; tabi, okulda oldukları içinde, işlerinin henüz olmaması. Her iki ailede, bu olayı menedeni bir şekilde karşılar. Kız tarafı, oğlan tarafından özür dileyerek, bende akrabalarıma haber veriyim, bana birkaç gün müsaade edin der. Oğlan tarafı da, bunu doğal karşılar ve tekrar buluşmak konuşmak için ayrılırlar.

Aradan bir hafta geçer randevu günü gelir, kız tarafı hazır olduklarını telefonla bildirir. İki ailede akrabalarda dâhil edilerek, kız evinde toplanırlar. Hoş beşten sonra kahveler içilir, cıgaralar yakılır. Oğlan tarafı, kızın babasına sorar konuştunuz mu? Kız babası evet konuştuk, zaten amcaları, dayıları, teyzeleri, halaları, da burada. Bence nişanlanmalarında bir sakıncası yok, sadece okuyup, iş güç sahibi olsalardı da evlenselerdi der ve devam eder ne yapalım kısmet karar onların. Hamza'nın babası, bu zaten evlenme değil ki bu sadece nişan. Belki birbirlerine destek olurlar daha iyi okurlar dedikten sonra, Hamza ve Gülten'in suratlarına bakar. Sanki çocuklar beni utandırmayın dercesine. Tam bu konuşmalar yapılırken Gülten'in büyük amcası cebinde bir sarı kağıt çıkarır. Kağıdı elinin içinde sıkı sıkı tutar. Amca bir elinin içindeki sarı kağıda bakar, bir yandan da Gülten'in yüzüne bakar. Amca sıkıntılıdır, söyleyecek sözü var, ama nasıl söze başlayacağının sıkıntısını çeker ve cesaretini toplar ve söze başlar. Ha abi bu çocukların işi yok, okulu bitirsin de sonra evlensinler dedin ya; Gülten'in babası, he öyle dedim. Abi, Gülten'in işi var, hem de on beş senedir. Emeklisi dolmak üzere, mesleğinde var tornacı der. Elinde tutuğu sarı kâğıdı belge olarak ortaya kor. Ortada duran sarı kâğıdı kimse almaya cesaret edemez. Herkes şaşkın amcanın ve aptal aptal amcazadenin yüzüne bakarlar. Gültenin babası kardeşinin böyle şakalar yaptığını bilir. Hatta bir defasında ölen dedesine sayısal lotadan ikramiye çıktı diye aileyi kandırır. Abisine de dedesinden vekâletname yazar. Bu tip şakalar zaman zaman yapar. Bunu da böyle bir şaka zannederler. Abi bak bu tip şakaların ne zamanı nede yeri. Misafirlerimiz var, iki kişinin hayatı paylaşmasını konuşuyoruz. Kusura bakmayın benim kardeşim böyle yerli yersiz şakalar yapar tekrar özür dilerim. Abi daha sözünü bitirmeden amca söze girer. Vallahı billahi şaka yapmıyorum. Ben densizimde bu kadarda değil. Size yalan neden söyleyeyim, al bak yerdeki kağıdı der ve de kâğıdı kendi alır abisine uzatır. Abi kâğıdı alır kâğıda bakar, birde ne görsün SSK kartı, hem de isim yerinde Gülten, soy isminin yerinde de Su. Baba adı yerinde, Süleyman, Ana adı yerinde de Yeter.

Yahu bu gerçek galiba, aha burada da soğuk damgası var. Herkes SSK kartını başına üşüşür. Doğru on beş senelik SSK lı Gülten. Baba şaşkındır yahu sen bunu üç yaşında mı sigortalı yaptın, nasıl yaptın.
-Sorma abi ne derler üzümü ye bağını sorma.
- Sorma olur mu, üç yaşındaki kız çocuğu nasıl tornacı olur.
-Abi benim torna atölyem var ya.
- he e var.
-işte bende sigortalı işçi istediler, bende o zaman benim çocuğum olmadığı için Gülten'i sigortalı yaptım yabancıyı yapsaydım. Bak Gülten'in emekliliği dolmak üzere kötümü yaptım.

Oradakiler şaşkınlık içinde, gözleri fal taşı gibi açmış, kulaklarını yelkenleştirip amcayı dinlemeye koyulurlar.
-Tamam tamam kardeşim insana sormazlar mı?
-Abi bu ülkede her şeyin kolayı var.
-Peki nasıl?
-bakın burada yabancı yok, Gülten'i de nişanladık sayılır. Bu demek ki hepimiz hısım akraba olduk. Buradan çıkmaz sözümüz.

Hep bir ağızdan tabi tabi derler. Bu arada, Hamza ile Gülten'in sözü de karamboldan biter. Her ikisi de sevinçlidirler. Sevinçli olmasına sevinçlidirler de, Hamza'nın kulağına kar suyu kaçmıştır bir kere. Hamza, bu amcadan korkmaya başlamıştır, Hamza kafasından bir sürü şey geçirirken,, amca devam eder.

- bakın şu sayısal toto çıktı diye ağabeyime bir gün vekaletname yaptıydım hatırladın mı abi.
- Evet o çok kötü bir şaka idi bayiye kadar gittimdi.
-işte o babamızı ben emekli ettim yıllardır aylığını alıyorum. Allah razı olsun babandan, yattığı yer cenneti mekan olsun. Sağlığında fazla faydası olmadı ama Allah rahmet eylesin, aAllahın rahmetine kavuştuktan sonra çok ekmeğini yedim.

Herkes nefesini kesmiş amcayı dinlerken önce ev sahipler kızarmış sobaya dönerler, sonra buz dağına. Ağabey, kızgın mı sevinçlimi kendide kendisini tanımıyor.
-evet sonra
-sonra ne, nasıl babamın işini halettinse, Gülten'in işini de seneye 58 yaşında emekli ederim. Tıkır tıkır aylığını alır. Fenamı hem okur. Hem de SSK dan okul haclığını çıkarır. Amcazade, Hamza'nın babasına döner, kendisinin ne kadar büyük! Bir insan gururu ile öyle değil mi hısım demez mi. Hamza'nın babası neye uğradığını anlayamaz, gayrı ihtiyarı öyle deyi verir.

Çaylar içilir, nişan günü bile unutulmuş olarak herkes dağılır.

Hamza, yol boyu Gülten'i düşünür, düşünürken de amcazadenin sözleri kulaklarında uğuldar.
-ben seneye 58 yaşında emekli yaparım.
Sözler aniden parktaki ihtiyar âşıkları hatırlar ve kendi kendine söylenmeye başlar.-şu dünyaya bak birileri 75 -80 yaşında emekli oluyor. Birileri 18-19 yaşında. Birileri kuyrukta birileri ölü babasını emekli yapıyor ve aylığını alıyor.

Muzaffer Bal - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

15. Öykü - 24 Kasım 2010
HİDDET VE OLGUNLAŞMAK

Yıllardan 1972 olması gerek veya ben öyle hatırlıyorum. Bir yaz günüydü, köyde buğdaylar yetişmiş, herkes tarlalardalar. Bu durum, benim açımdan bulunmaz bir nimet.
Sabah geç kalktım, önce bir tas fırt çorbası içtim. Arkasından çayımı demleyip evin balkonuna çıktım. Hani balkon diyorum ama tam şu an anladığımız balkon değil; dışarıdan rampa gibi yapılmış ve önü bir yanı açık avluya benzeyen bir oda genişliğinde giriş. Ben burada oturmayı çok seviyordum. Nedeni ise, birincisi köyün gürültüsünden uzak oluşu, ikincisi ise, önü açık ve yeşillikti.
İşte böyle bir ortamda, her zaman ki gibi kitabımı açtım okumaya koyuldum. Bütün konsantremi topladım, bir taraftan okuyor, bir taraftan da notlarımı alıyorum. Okurken not almak, daha iyi kavramamı sağladığı için her zaman not alarak okurum. Bu, bende giderek alışkanlık yaptı; bu gün de ya not alırım ya da önemli yerleri çizerim.
Kendimi öyle vermişim ki, çayı ocakta unutmuşum. Su kaynaya kaynaya bitmiş. Suyu tazeledim ve ocağa iki üç odun attım, tekrar okumaya ve notlarımı almaya başladım. Tam kendimi kaptırmışım bir ses geldi yanıbaşımda.
-Ne yapıyorsun öyle dalmışsın?
Başımı kaldırmadan, kim olduğunu anlamadan:
-Görmüyor musun kitap okuyorum, diye yanıtladım.
-Ya bırak şu kitabı!
Merakla başımı kaldırdım ki, karşımda duran, hiç o saatte beklemediğim Mıgır değil mi? Hani var ya bizim İsmail Öğretmen.
Mıgırı ben kendi adıma çok severim, sevmesem ona Mıgır diye hitap edemem. Neyse gelelim olaya, Mığır konuşmaya devam ediyor.
-Ya bırak şu okumayı, zaten okuduğun da hiçbir işe yaramaz. Kalk dolaşalım.
-Ben şimdi bir yere gidemem, görüyorsun kitap okuyorum.
-Yahu ne okuyorsun?
-Mao'nun seçme eserlerini.
-Ulan başlarım senin Mao'nuna da, Lenin'ine de demez mi! Arkasından bir sürü küfür saymaya başladı. Düşünebiliyormuşsunuz, benim en hızlı olduğum dönemde ve de sevdiğim biri, benim önderlerime küfür ediyor. Artık kendimi kayıp etmişim. Bir anda yerimden fırladığımı hatırlıyorum.
-Ulan Mıgır mısın nesin, seni bir dakikalık yaparım, öldürürüm lan! diye bağırmaya başlamışım. Daha neler söylediğimi bilmiyorum. zaten kendime geldiğimde Mıgır çoktan granı aşmıştı. Mıgır'ın gidip köyün içinde anlattıklarına bakılırsa çok korkmuş.
-Yahu, ben şaka yaptım, adam az kalsın beni öldürecekti, demiş.
Şimdi düşünüyorum da, bu gün o kadar sert tavır almam, ama yine de kızarım. Peki, o günkü tavrım doğru muydu, evet o günkü yapım ve bilinç düzeyim göz önüne alarak değerlendirirsek doğru idi.
Hiddet, daha olgunlaşamamanın bir göstergesi olduğunu yıllar sonra anladım.
İsmail Öğretmene dostça selam.
Muzaffer Bal /İstanbul
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

14. Öykü - 20 Kasım 2010
BİZİM İNŞAAT USTALARI ve BEN
Yıllardan 1969'lardı, Ortadoğu Üniversitesinde bir toplantı için gitmiştim. Toplantıya daha bir saat vardı, ben de orada dolaşıyordum. Üniversitenin içindeki bir yoldan yürürken, gözüme yolun altında, set gibi bir yerde inşaat işçilerini gördüm. İnsanın mayasında var ya, gözüm o inşaat işçilerine takılı verdi. Ne takılması, kilitlendi. Yukardan aşağıya kolay gelsin diye bağırdım. Sağ ol delikanlı diye bir ses yukarıya ulaştı. Ben tekrar kolay gelsin ustalar diye seslendim, bu sefer ustanın biri kafasını yukarı kaldırdı ve sağ ol delikanlı demesi ile malasını yer atması bir oldu.
-Vula uşaklar bu bizim Muzaffer, yohu tanımadınız mı Cicimaliğil'in Muzaffer'i.
Diğer ustalarda heyecanla mala madırgasını bırakarak bana baktılar. Doğal olarak, hiçbiri beni orada göreceğini tahmin etmedikleri için, şaşkınlık içindeydiler.
Ben de bir sıçarıyışta aşağı indim, çalışanlar bizim köyden Çilaliğilin Durmuş'u, Toramanların Etem'i ve şu anda hatırlamadığım iki kişi daha vardı. Beni kucakladılar, öptüler. O kadar sevindiler ki çimento torbasını yırtıp içindeki temiz kısmını yere serip oturttular.
-Kusura bakma, her an onlarca öğrenci kolay gelsin diyor. Ne bilelim, bizde seni onlardan biri zannettik, kusura bakma.
Durmuş dayı etrafına bakınarak.
- Muzaffer'cim aç mısın susuz musun, sana bir şeyler alalım. Uşaklar gidin bir şeyler alın Muzaffer'e diye etrafındakilere talimat yağdırırken ben devreye girdim.
-Yok Durmuş amca ben tokum, sağ olun, sizi gördüm ya, aç olsam da doydum, siz işinize bakın zaten benim zamanım da yok. Siz çalışırken ben şöyle bir soluklanıp kalkacam dedim ve ekledim:
-Buralarda bizim köyden başka çalışan var mı diye sordum. Durmuş Dayı, Havanın Salif'i var, o açıkta tarlaların orda taş yonu, oğlu da yanında dedi ve eliyle tarif etti.
Ben hızla konferansa girdim. Konferans tam üç saat sürdü. Konferanstan çıktıktan sonra, hemen Durmuş dayının gösterdiği araziye yöneldim. Bayağı yürüdükten sonra Havanın Salifin'e ulaştım. Sıcağın arnında taş yonuyordu. Salif amcanın yanına yaklaşınca, kolay gelsin dedim, o da başını kaldırmadan hoş geldin dedi. Ben tekrar kolay gelsin Salif emi diyince, şöyle kafasını kaldırdı. Birden şaşırdı, ula sen bizim Muzaffer değil misin? Sen bu yazuda ne gezisin, gel hele gel nereden geldin, nere gidisin? diyip boynuma sarıldı. Salif amca da hemen bir taşı eliyle silip sonra üfledi, otur bakım ne yapıyorsun diye halhatır sordu. Biraz oturup lafladıktan sonra, oğlu Efendi elinde bir torba ile geldi. Efendi de, beni şaşkınlık içinde hoşladı, boynuma sarıldı. Elindeki torbadan hiç unutmuyorum üzüm ekmek çıkardı. Salif amca Efendi'ye:
-Oğlum git Muzaffer'e bir şeyler getir, o misafir sayılır, diye talimat yağdırmaya başladı.
Neyse Salif Amcayı sakinleştirerek:
-Amca ben üzüm ekmeği çok seviyorum, gitmesine gerek yok, dedim.
Zorla da olsa ikna ettim. Oturup hem üzüm ekmek yedik, hem de sohbet ettik. Salih amca, yemekten sonra hemen birinci cığarasını çıkardı, bir cığara yaktı ve bir de bana vermeye çalıştı. Ben o zamanlar sığara içmiyordum. İçsem de zaten, Salif amcanın yanında içmem de mümkün değildi. Bütün ısrarına rağmen doğal olarak içmedim.
Hayatım boyunca bu sevgi ve saygı ile andığım bizim ustaları hiç unutmadım. Ölenlerin üzerine yıldızlar yağsın, yaşayanlar daha çok çok uzun yıllar yaşasın. Herkesi saygı ile selamlıyorum.

Muzaffer Bal - İstanbul
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

13. Öykü -29 Ekim 2010
MAL - DAVAR

Bizim köyde genellikle Hıdrellez günü, mal ve davara çoban tutulur köylüler tarafından. Bu çobanlar kar yağana kadar, köyün malını-davarını yayarlar. Çobanlar malı davarı, sabahları köyün belli bir meydanından alır otlatmaya götürürler. Bizim köyde en belirgini, nahırın biriktiği yer denen yerdir. Nahırın biriktiği yer, Kelkitlilerle Pirdelilerin ortasıdır. Davar ise, Gayırğilin orasında birikir.

Sabahları her evden bir kişi, malını bu nahırın biriktiği yere getirir ve genellikle çobana teslim eder. Mal, davarı genellikle çocuklar ve kadınlar getirir. Öyle yazıda anlattığım kadar basit değil, hele yazın tarla zamanı olunca, insanlar eğer yan yana tarlası yoksa birbirini belki bir ay göremiyor. Bundan dolayı, mal-davar katmak, tam bir sosyal hâl alır. Malını veya davarını katmaya gelenler, azda olsa, birbirinin hâl - hatırını sorup sual ederler. Azacıkta olsa dertleşip hâlleşirler.

Özelikle birbirini isteyen genç kızlar ve delikanlılar için bulunmaz bir fırsattır. İşte davarı ve malı katmaya geldiklerinde eğer birbirini isteyen gençler varsa, birbirlerine cilve yapar ve konuşmak için bahaneler yaratırlar.
-Hey gız Ağca
-Ne var ula Ahmet
-Sizin yazuda ki tarlaya anamda ırgat gidecek de, ne zaman gidecek onu sordu anam.
-Valla, yakında gidecekler ama ne zaman bilemiyrim.
- Gız Ağca, haberin olsun, ben de bağ bağlamaya gelecem, yemekler iyi olsun hemi.
-Tamam, tamam ben geç kaldım, anamlar beni öldürür.
-Gız kimse yokken iki laf daha etseydik.
-Yok, yok geç kaldım, der ve Ağca kıkırdayarak evin yolunu tutar.
Bu tür kaçamaklara, çoban tam bir tembihlenmiş sırdaştır. Çobanlar her zaman köyde ne oluyor bitiyor bilirler. Ama, istisnalar hariç, genellikle sır saklarlar. Yani duyarlarda duymazlar, görürlerde görmezler.
Birde mal-davarın köye akşam dönüşü vardır. Çobanlar akşam malı davarı aldıkları meydana getirirler, melemeler, böğürtüler, kelek sesleri köylüye, biz geldik dercesine, köyü sese verirler. Bütün hayvanlar, kendi kapısını içgüdüsel olarak tanırlar, bunu hayvanların sahipleri de bilir. Buna rağmen, akşam yine de hayvan sahipleri evde ise, malını davarını karşılamaya gider. Nasıl sabahları mal davar katarken sohbetler, aşklar, cilveleşmeler ve dertleşmeler yapılıyorsa, mal davarın gelişin de aynı sosyal olaylar yaşanır.

Yine bir son bahar sabahı, iki kadın sohbet ederek davar katmaya giderler. Sohbet öyle tatlıdır ki, bütün yaz çalışmaktan anaları ağlamış ve de böyle boş zaman bulup dertleşememişler, bir sürü de dedikodu birikmiş. Tam fırsatı diyip, dalmışlar lafın içine. Köyün davarı tamamlanır, bu iki kadın, bir kenarda elleri koynunda dikildikleri yerde sohbete devam ederler. Çoban davarı alır gider, bunlar bir taşın üzerine oturur ve dedikodu, sohbete devam ederler.

Sohbetlerine bazen kıkırdaşarak, bazen deme nasıl olmuş, ben duymadım gibi tepkiler arasında sohbet tatlılaşır, tatlılaştıkça da uzar. Konuşma kadınları o kadar sarmış ki, çoban gün boyunca, tüm dağları davarı ile gezer, gün batımı ile köye döner. Dedik ya, aynı meydana davarı getirir. Kocaman kelek sesleri, melemeler, bağırtılar bizim iki kadının sohbetini böler. Kadıncağızlar, bu çoban neden davarı götürmedi diye başlarını kaldırıp baktığında. Çobanı karşılarında bulurlar.

İkisi birden, sohbetlerinin kesilmesine çok sinirlenirler. Ula bu davarı hâlâ götürmedin mi? Çobanın sakinliği üstündedir o gün. Gız sen ne diyisin, ne götürmesi sen deli misin? Ne akşam oldu akşam, siz hâlâ buradamısınız? Kadınlar hâlâ tam kendilerini laftan alamamışlar ki, çobana tekrar çıkışarak o zaman neye erken getirdin, daha iki çift sözümüz vardı gız diye arkadaşına onaylatır.
Çoban, ya sabır çeker ve oradan uzaklaşır.

Muzaffer BAL - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

12. Öykü - 29 Ekim 2010
KEDİNİN KÖPEK DÜNYASINA KARŞI DİRENİŞİ

Eskiyecek bir dünyada, köpeklerin yıkılacak bir diktatörlüğü varmış. Yıkılacak bu dünyada birçok çeşit hayvan yaşarmış, bu hayvanlar çalışır didinir köpekler yermiş. O zamanlar, en çok korkan hayvan ise kedi imiş, köpekler, kedileri kendi özel hizmetinde çalıştırır, azarlar, bağırır, tekmelermiş. Bu yılarca sürmüş, yine bir gün kedinin biri, köpeğin birine hizmet ederken, köpek sert bir şekilde kediye tekmeyi vurmuş. Kedi can acısıyla köpeğin bacağını tırmalamış, sen mi benim bacağımı tırmalayan, Kediyi küçük bir kafese hapsetmiş. Kedi, bir ay, iki ay, bir sene, iki sene derken hâlâ o kafes tutuklu. Kediceğiz kafesi kemirip çıkmaya çalışmış. Demir kafesi kesememiş ama dişlerini kafesinin içine dökmüş. İşte bu dişleri gören köpek, kedinin aklı başına gelmiş diyerek, kediyi bir zamanda, evinin bahçesinde tutmaya karar verir. Bahçeyi telle çevirttirir, kediyi de bahçeye salar. Kedi kendisini biraz daha özgür hisseder.

Bir gün bahçenin dışında gördüğü kediyle, bahçenin gözükmez bir yerindeki çalı dibinde buluşur. Sonra yedi yavru doğurur, yedi yavru illegal olarak, bahçenin arka tarafında çalıların arasında büyür. Onlarda anasının yolunu seçer ve yirmi yedi kediye çıkarlar. Artık bahçeye sığmaz olurlar, aynı zamanda köpeğin verdiği yemek de yetmez olunca; kediler miyavlamaya başlamışlar, miyavlama seslerini duyan dışarıdaki kedilerde miyavlamaya başlamışlar.

Köpek, önce geçici bir olay deyip aldırmamış. Sesler köpeği uyutmayınca, köpek bahçenin duvarlarını taştan yaptırıp üzerini kapatmış. Duvarları da ses geçirmez hâle getirmiş. Artık şu sefil kedilerin sesinden kurtuldum derken, dışarıdaki kediler, içerdeki kedilere seslerini duyurmak için hep beraber daha gür bir şekilde miyavlamaya başlamışlar. Bu miyavlama o kadar gür olmuş ki, bir gün yıkılacak olan, köpek dünyasını sarmaya başlamış. Köpekler şaşkınlık içinde her tarafa saldırmaya başlamışlar. Kediler ise, hem kendilerini savunmuşlar ve hem de karşı saldırıya geçmişler. İlk önceleri kedilerin dışındaki hayvanlar anlayamamışlar. Kendi aralarında şöyle konuşurlarmışlar
-Yahu, bu kedilerle köpekler, dünya kurulduğundan beri süren kedi köpek dalaşı, biz buna karışmayalım.
Bazıları da:
-Yahu tamam, bu bir kedi köpek dalaşı olabilir, ama bu köpekler bizi de eziyor. Bizim de ne var ne yok her şeyimizi elimizden aldılar. Biz de şu kediciklere yardım etsek fenamı olur. Bu tartışmalar sürerken, kediler miyavlamayı en üst alarma çıkararak, miyavlamalarını sürdürürler.
Artık köpekler, saldırılarını bırakıp, ne yapacaklarına kara verirken. Diğer hayvanlardan da seslerini yükselmeye başlar. Bu dışarıdan gelen değişik destek sesleri, kedileri daha cesaretlendirir. Saldırıyı kırmızı alarima çıkarırlar. Köpekler, toplantı üzerine toplantı yaparken, tüm hayvanların sesleri birleşince bahçedeki zırhlı kedi hapishanesinin duvarları çatlamaya başlar. Bunu gören, köpeklerin dışındaki tüm hayvanlar seslerini kırmızı alarime çıkarırlar. Sese dayanamayan kedi hapishanesinin duvarları yavaş yavaş yıkılır ve hapis kediler, diğer kedi ve hayvanlarla birleşir. Artık yıkılacak köpek dünyasını yıkarak, hayvan dünyasını kuralar. Tüm hayvanlar, bu hayvanların içinde hayvan dünyasını kabul eden köpeklerde dahil, eşit bir dünya yönetimini seçimle oluştururlar. Bu yönetimin değişmez tek maddesi vardır.
SEÇİLEN GÖREVİNİ İYİ YAPMASA, SEÇİMLE GERİ ALINIR.

Biz insanlar, bu hayvanlar aleminin yönetimini insanlığa örnek olması için, o kediyi selamlıyoruz.
Muzaffer Bal - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

11. Öykü - 18 Ekim 2010
YAYLADA KÖRPE ÇOBANLIĞI

Orta ikide idim, yaz tatilinde köye gittim, göç yaylaya çıkınca, ben de goca anamla (baba anam) beraber yaylaya gittim. Ben, her zaman yaylayı sevdiğim için, isteyerek gidiyordum. Yayla benim için, bulunmaz bir yer, bol bol kitap okuyor ormanlarda geziyordum. O sene, yaylada çok sevdiğim arkadaşım topal Hasan da vardı.(Garahalilğilin Hasan'ı, Hasan Bal) Topal Hasan'la, ölene kadar hiçbir sorun yaşamadık, hep birbirimizi sevmiştik. Neyse hüzünü bir kenara bırakarak, yaylaya dönelim.

Topal Hasan'la dağ taş demeden geziyoruz, topal olduğuna bakmayın siz onun, Halim Paşa'nın unutulmaz topçularındandı. Yaylada ikimizin de aynı görevi vardı. Davar gelince yatakta davar sağılır, işte davar sağılırken, goca analarımıza yardım etmek. Yani, kendi davarımızı bulup ve başından tutarak sağılmasına yardımcı olmak.

O yaz, körpe de yaylaya gelmişti ve nasıl olmuşsa çobanı yoktu. Zannediyorum, körpe çobanı köydeki körpeyi otlatıyordu. Yayladaki körpenin çobanı olmadığından, keşik usulü otlatılıyordu. Tabi sıra bize gelince, Hasan'la beraber giderdik, onlara gelince de yine beraber giderdik. Buraya kadar iyi, Hasan akşama kadar o güzel ıslığını çalar, ben de kendi kitabımı okurdum. Okuduğum kitaplardan biri, Yalnız Efe, bir de Cimri idi. Hasan'ın kitap okumayla pek işi yoktu.

Neyse, bir gün Hasan bize geldi. Ya Muzaffer, o Vahit'in karısı köye gidecekmiş, onun keşiğine gitmemi istedi, bende kabul ettim dedi. İster istemez tamam dedim.

O gün, körpeyi Bölükbaşı'na doğru götürdük. Davarda oralara yakınmış, bir koyun meleme sesi gelmez mi, tüm kuzular melemeye başladı, biz de panikledik ne oluyor diye. Arkasından çoban Ali'nin sesi:

-Ula körpeyi oradan götürün! diye dağlarda yankı yaptı.

Tamam, tamam götürün de nasıl götüreceğiz? Bir kere, kuzular analarının sesini duydu. Biz panikledik. Kuzular, melemelerini artırdıkları gibi, yavaş yavaş hareketlendiler.

-Ali emi, tamam hemen buradan uzaklaştıracağız! diye cevap verdik.

Sesimizden bizi tanıdı.

-Tamam, çocuklar ben davarı uzaklaştırıyorum, siz de körpeyi uzaklaştırmaya çalışın! diye ikinci defa çoban Ali'nin sesi dağlarda yankıladı.

Bizde belki dördüncü, belki beşinci defa yankı buldu çoban Ali'nin sesi. Tamam, Ali emi diyerek körpeyi uzaklaştırdık. Çoban Ali de davarı uzaklaştırdı ve böylece yaylacıların sütünü kurtardık.

Kendi sıramızda bunu yaşamıyorduk. Çünkü davarın hangi yöne gittiğini takip ediyorduk ve bizde körpeyi ters yöne götürüyorduk. Hayriye hatunla başlayan, başkasının yerine keşiğe gitmemiz öyle yayıldı ki, birde baktık ki yaylanın körpe çobanı olmuşuz. Artık kimse körpe keşiği gelecek diye korkmuyor. Nasıl olsa Cicimaliğilin Muzaffer'i, Garahalilgilin Hasan'ı varlar. Böylece, o sene, yaylanın körpe çobanlığını da yaptık. Karşılığında, yaylacılar bazen saç ekmeğini yağlayıp veriyorlardı. Bazen de, kuymak yapıyorlardı. Kuymak yapanlara ben çok dua ediyordum, çünkü kuymağı çok seviyordum. Bir de o sene, çoban Ali'nin taşla pişirdiği sütü unutamadım, ne kadar lezzetli olurdu.

O yaylacılardan, hatırladığım kadarı ile, hayatta kimse yok, hepsinin mezarına yıldızlar yağsın.

Muzaffer BAL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

10. Öykü - 24 Eylül 2010
FOTOĞRAFLARDAKİ BİR KARE

Albümdeki anılarda gezinirken, Bektaş -Hanım Bal'ın fotoğraflarına bakarken hepsi tanıdığım insanlar yalnızca deve iyi tanıyamadım, zannediyorum ki deve bizim köye hiç uğramadı ama Bektaş devenin memleketine gitmiş galiba. Fotoğraflarda gezinirken hemen hemen tüm simalar kendi karakterini yansıtıyor, bu da çok doğal. Ama fotoğraflarda bir kare var ki işte bu kare Alaman'ın (Durmuş Bal) soyunun sürmesini, yani Bektaş'ın ve Şehzade'nin varlığını tayin eden kare.

Araştırma sayfasında büyüyü yazdım, bu karede, işte tam da o büyü yazısına bir örnek teşkil etmekte. Köylerimizde çocuğu olmayanlar veya çocukları yaşamayanlar dede ocaklarına giderler. Öyle bir söz vardır ki "kırk kurbanla Karayağap'tan mı geldin?" artık bu söz, atasözü hâline gelmiş.

Alamanların da çocukları hep ölürmüş, bir türlü yaşatamıyorlarmış ve ne yaptıysalar bir çare bulamamışlar. Sonunda biri veya birileri Alamanlara, - yahu sizin çoçuğunuzun yaşaması için ahırınıza bir eşek alın- demiş veya demişler. Alaman da, bir eşek alalım, birde bunu deneyelim, der ve kara bir eşek alır. İşte o eşekten sonra olan çocuklar Bektaş ve Şehzade yaşamayı başarmışlar. Daha uzun yıllar dilerim hem Bektaş'a hem de Şehzade'ye ye ve Hacer bibime çok çok uzun ömürler dilerim. Alaman'ın üzerine yıldızlar yağsın.

Bektaş kardeşim kusura bakmasın, ne yapım karede kare eşeği görünce hem de öyle boynuna Bektaş'ın sarılmış şekilde. Alaman'ın kara eşeği hemen aklıma geldi. Yıllardır unutmuş olduğum hikayeyi hatırladım. Yalnız hatırladığım kadarı ile yazdım. Eğer Bektaş daha doğrusunu ve detayını hatırlayıp benim yazının altına ilave ederse çok sevinirim.
Muzaffer Bal - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

9. Öykü - 23 Ağustos 2010
MAZI BAĞIRTISI

Şehirlerde bağıran araba eksoz seslerini işitince, hep köydeki kağanı arabalarının bağıran mazı sesleri aklıma geliyor. Bu bağıran mazı seslerinden, özellikle iki olayı hatırlıyorum. Biri yayladan göç indirmeye giden boş arabaların bağıran mazı sesleri, bu ses, biraz bana keyif veriyor desem yalan söylememiş olurum. İkincisi ise, Kân'a araba sürerkenki mazı bağırtısı ki, onu hatırladıkça içim yanıyor.

Yaylacıların, yayladan inecekleri günün, bir gün öncesinde akşamüzeri, yaylada göçü olan aileler, göçünü getirmek için arabalarını hazırlarlar (arabanın mazılarını, arabayı mazıya bağlayan dişleri kontrol eder, yağlarlar, boyunduruğu, boyunduruğu öküze bağlayan samıları sanbağları boyunduruğu arabaya bağlayan kayışı vs.) gözden geçirilir. Bütün bu bakımlar yapıldıktan sonra, akşam öküzler arabaya koşulur ve yola koyululur. Genellikle arabaları delikanlılar götürür yaylaya. Istaan Deresinden, Pirdelilerin değirmeninin önünden yokuşa vurulur arabalar. Arabaların boş olması rahat çıkmasına sebep olur. Zaten bu dik yokuşla beraber yaylaya kadar genel olarak yokuş olan yol güzergahı Mahmuhcuklar, Harmancuh, Soğukparın deresini geçerek çiçekli çayıra ulaşılır. Bazı arabalar yoluna devam ederken, bazıları mola verir. Bunların içinden birini hatırlıyorum ki, onu hiç unutmam. Çiçekli çayırda arabasını eyler, hemen arabasının altına yatar. Önceden itina ile hazırladığı ağaç çivileri arabanın dişlilerine çakmaya başlar. Dört dişliyi mazıya doğru iyice sıkıştırdıktan sonra, unutmadığı yağlı kömürü de dişlilere sürer. İşini iyi yapma gururu ile, arabanın altından kalkar şöyle bir gerilir ve önce arabasına bakar, sonra öküzlerini eli ile sıvazlar, sanki onlara vereceği eziyetten dolayı özür dilercesine. Sonra da, haydin aslanlarım der. Öküzler önce şöyle bir arabaya asılırlar, sonra bakarlar ki çiçekli çayıra kadar getirdikleri arabaya hiç benzemiyor. O zaman, anlarlar sırtlarının neden sıvazlandığını. İkinci hamleyi daha ciddi yaparak sırtlarını sıvazlıyan Veliğil'in Civeleğini (Hüseyin BAL) utandırmadan yola koyulurlar. İşte o zaman mazı çağırtısı bütün ormanı kaplar. Civeleğin keyfine diyecek yoktur. Çünkü biraz sonra yaylanın altıdan yaylaya giriş yapacak mazı çağırtısı ile havasını atmış olacak.

İkinci mazı bağırtısı ise, gerçekten mazı bağırtısı ile, bütün insanlığa verilen acının bağırtısı birbirine karışır. Çünkü bu mazı bağırtısı yayla yolunda ki "keyif" gibi değil, yayla yolunda sadece öküzlere eziyet edilir. Kân yolundaki mazı bağırtısı ise; geceden, Kân'a odun yapmak üzere giden odun hazırlayanların odunlarını almaya gidenlerin arabasının mazı bağırtısı. Kendi dağlarını kese kese bitiren bir toplum, komşu köy olan Civroşon'un ormanı olan Kânı da kesmeye başlar. Kesmek ne kelime, kestikleri yetmiyormuş gibi, köklerini de sökerler. Bu ağaçları kesen, köklerini söken insanlarımızın bir kısmı yaşamakta. Bunlar bu orman katlıyamına şahitler. İşte o mazı çağırtıları bu kesilen ve soylarını yok etmek için kökleri sökülen ormanının acı feryadı olduğunu şimdi anlıyorum. O zamanki insanlarımız şöyle bir gerekçe gösterebilirler odunumuzu nereden temin edeceğiz. Evet, belki o zamana göre 'haklı da' olabilirler. Hadi diyelim ağaçları kestiniz kökleri neden söktünüz diye insana sorabilirler.

O gün kana araba sürenler ve onların çocukları bu gün, atalarının ormanları yok etmelerinden dolayı özür dilemeyi eyleme dönüştürerek, dağa taşa ağaç diktiler ve dikiyorlar. Kesilen ağaç ve sökülen kökleri almaya giden o mazı cağırtısı yerine, Yeni dikilen ağaçların altında Naci Bal'ın kavalının ve neyinin sesleri duyuluyor. Naci Bal ağaçların büyümesi için ağaçlara ninni çalıyor. Nefesine kuvvet Naci Bal.

Bazı genler devam eder, işte bu ağaç düşmanı ve kıskançlık dikilen ağaçları söküyorlar. Bu da Naci Bal'ın bazen kavalını, neyini kesip ata dede sövmesini ağaçlar dinliyor. Bu küfürleri de, Naci Bal'ın çok sinirlenmesini vererek hoş görü ile karşılıyorlar ağaçlar.

Köyümüze ve dünyaya tabiatına tek bir ağaç diken her insanın önünde saygı ile eğiliyorum. Gelecek nesiller adına da teşekkür ediyorum.

Muzaffer BAL - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

8. Öykü - 15 Temmuz 2010
YALNIZ ATLI

Yıllardan bir yıl, tam Burgababa ziyaretinin olduğu gün, Tüm köylü ve yaylacılar hazırlıklarını geceden yapmış. Bir kısmı köyden, bir kısmı yayladan Burgababa'ya gitmek üzere, sabah şafak sökmeden dağların patika yolarına koyulurlar.

Yukarı mahalle, Paltuçukur'un üstünden Çanakçı, Çeküz yaylarından geçerek Karadoruğun yamacından Aşuğun Parına doğru yürürler. Tam Karadoruğun yamacına gelindiğinde, kadınlar uykurur, erkeklerde silahlarını çeker, mermilerini saydırırlar. Silah sesleri, uykurma seslerine karışarak yaylada yankılanır. Karadoruğun yamacını, allı, kırmızılı, yeşili, üçetekli, kutmulu, püsküllü kuşakları ve de parlayan pullu, boncuklu valaları ile işğal ederler. Uykurma sesini duyan başka bir tepedeki kadınlar da, o kadınlara uykurarak, erkekler de silahlarından mermi sayısı ile cevap verir.

Uykurma ve giyim o kadar önemli ki, hangi mahallenin kadınları uykuruyor tespit edebilirler; diğer bir dağ yamacında ki yürüyen insanlar tarafından. Bazen üç dört kadın hep beraber ses sese vererek uykururlar. Öyle sesler çıkar ki, tüm dağlarda yankı bulur, sanki her yerden ses gelir gibi olur. Burgabaya çıkan bütün dağ yolları aynıdır.

Aşağı mahalledeki köylüler de, Petekliğin Kıranından Cinalinin temizlediği patika yoldan geçerek, kayanın önü ve Çiçekliçayır'dan Tuğkıranı'na ulaşırlar. Tuğkıranına geldiklerinde uykururmalar silah seslerine karışır. Onlar da hem yaylacılara, hem de Karadoruğun yamaçından gidenlere biz de Tuğkıranına geldik mesajını verirler.

Yaylacılara gelince; onlar daha telaşlıdırlar. Köyden gelecek olanlar yaylacıların çoluğu çocuğu olsa da en kutsal misafiridirler. Gelenleri en iyi ağırlamak için günler öncesinden telaş başlar. Kuymak yapmak için önceden çiğ hazırlarlar. Yoğurtlar, helvalar derken tatlı bir yorgunlukla misafirlerini karşılarlar.

Yaylacılar ve yayladan gidenler de Kerimğilin yaylasının boynundan çamlığa doğru uykurarak ve uykurmaya karışan silah sesleri ile Aşuğun Parına doğru yola koyulurlar. Birleşme yeri Aşuğun Parıdır. Orada her kabilenin ve ailenin yeri bellidir. Böyle olunca da hiçbir karışıklık yaşanmaz. Aşuğun Parı, kurbanların kesildiği, rakı şişelerinin diplendiği yerdir.

Burgababa ziyareti çok önemlidir. Bu tür dağ ziyaretleri, şu veya bu isim altında, tüm Kızılbaşların yaşadığı yerlerin dağ zirvelerinde bulunur. Buralarda birer mezar keşif edilir ve onun adına kurbanlar kesilir.

Dağların zirvesinin ziyaretgah olması çok Tanrıcılıktan günümüze taşınmıştır. Kutsal dağlara kurban kesmek, tabiat Tanrıya, sunak sunmaktır. Kurban karşılığında, tabiat tanrıda kendilerini korur.

Burgababa deyince dalıp gitmişim. Şu yalnız atlıyı az kalsın unutacaktım.

Yaylada, hemen hemen herkes ziyarete gittiği için, sadece geride gecikmiş tek tük kişiler kalmış. Onlardan biride Cicimaliğilin Şükrü'sü. O da sepeti sırtına vurmuş yola koyulacağı sırada yaylanın altından bir atlı çıka gelmiş. Atlı kravatlı ve takım elbiseli yalnız başına gelen bir kişi. Cicimaliğilin Şükrüsü atlıyı karşılamış ve yaylasına buyur etmiş. Atlı:
-Hayır çok kalmayacam, demiş.
-Buyur efendim.
-Seni yolundan alı koyuyorum.
-Efendim ben giderim, siz buyurun.
-O zaman ben senden bir şey rica edebilir miyim?
-Evet buyurun!
-Burada bilgili, yaşlı biri ile görüşüp, konuşmak istiyorum.
-Kimse kalmadı, herkes ziyarete gittiler. Belki Hüseyin Şıh buradadır, bir bakayım.
-Sana zahmet olacak delikanlı.

Cicimaliğilin Şükrü'sü Şıhlıların Yaylasına gider, Hüseyin Şıha durumu anlatır. Hüseyin Şıh gelmiş geçmiş dedelerin içinde en ulaması en bilge kişidir. Cicimaliğilin Şükrüsü bunları bildiği için gönül rahatlığı ile Hüseyin Şıhı çağırır. Hüseyin Şıh tamam der ve atla gelen misafirin yanın gelir. Hoş beşten sonra sohbet başlar. Cicimaliğilin Şükrüsü bir taraftan çay hazırlar, bir taraftan, sohbeti dinlemek, bir taraftan da Aşuğun Parına sepetteki yiyecekleri ulaştırmak isteğindedir. İşte bu karmaşıklık içinde çaylar içilmiş ve sohbetinde sonuna gelinmiştir. Son sözü Hüseyin şıh söyler:
-Bak hakim bey, sen kalem tutmuşsun ama, bize boş değiliz, bizde felsefe biliriz.

Yalnız atlı da "Eyvallah şıhım!" der. Cicimaliğilin Şükrü'sü gelen o takım elbiseli kravatlı atlının Şiran Hakimi olduğunu öğrenmiştir. Hep beraber Aşuğun Parının yoluna koyulurlar.

Muzaffer Bal - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

7. Öykü - 29 Haziran 2010
BEN VE OT AYISI

Tam olarak hatırlamadığım, ama benim sanat okulu ikinci sınıflarda olduğum yıllarda olsa gerek yaylada goca anamın yanında duruyordum.

Yayla, her zaman çok güzeldir. Hele sevgilisi olan genç kızlar ve delikanlılar için bulunmaz bir nimettir. Nedeni ise, yayladaki kocakarılar hoş görünün en doruğunu sergilerler. Yaylacılık bambaşka bir dünyadır.

Önce o zamanki yaylacıları hatırlayarak yola koyulalım.

Hatırladığım kadarı ile kocakarılardan, yaylanın hemen girişindeki Culuk Mehri'yi hiç unutmam. Özellikle de ellerini beline koyup şöyle bir vücudunu sallamasını. Onu geçince Şamayılların yaylası karşına çıkar. Biraz yürü sağ tarafta Garahalilin İpek Hatunu, devam et Anşağilin Sultan'ını, devamında Etem'in Güssün'ünü görürsün. Hemen yanında Sarugızgillerden Zeynep bibi, daha yukarı nahırın biriktiği yeri geç sol tarafta Vahitlerin yaylası, biraz yukarı bak Şıhlılar. Oradan dön nahırın biriktiği yerin sol tarafında Toramanların Celemeni, İzetin Kızı, yanında Arifin Fedime'sini yaylanın önünde otururken bulursun. Yukarı çık Keleşler, Keleşlerin yaylasının üstünde sogillerin yaylaları vardır. Daha yukarıda sazaklığın üstünde Kerimgiller, aşağı yanında Mollaaligilin İpek bibiyi, onun yanında Ziliflerin yaylalarını görürsün. Hancigilin Nazile'si, Şavguların Binnaz'ı da o alandadır.

Bu saydığım yaylalarda, hep kocakarılar yaylacıdırlar. Erkek olarak hemen hemen Çoban Ali'den başka, sadece günlük gelip gidenler vardır. Tüm erkekler yayla zamanı tarla biçimi olduğu için, hepsi köydedirler. Genç kadınlar da aynı şekilde köyde tarladadırlar.

Bu saydıklarımın dışında tek tük de olsa genç kız yaylacılar da vardır elbette. Yaylayı ziyaret eden bir de âşıklar vardır ki, işte onlar yaylacıların ve kocakarıların neşesidir. Kocakarılar, bu genç âşıklara, hem hoşgörü gösterirler, hem de eğlenerek onları izlerler, onlardan hiçbir yardımı esirgemezler. Bu belki de yaylacının yazılmamış, ama her yaylacının uyması gereken anayasasıdır.

Yaylada aşk bambaşkadır; ama ben bu aşkları anlatmayacağım. Sadece yaylacıların o hoşgörülerini şöyle bir anmak istedim.

Yaylayı şöyle bir turladıktan sonra, köy yoluna koyulalım.

Bir gün sabah erkenden yayladan köye hareket ettim. Elimde her zamanki gibi kitabım ve bir bakraç da yoğurt var. Tuğ gıranı, çiçekli çayır derken Mahmudun gözesine geldim. Mahmudun Gözesinde oturup, bir iki avuç su içtim ve sonra da elimi yüzümü güzelce yudum. Yayladan çıktığımda elimi yüzümü yumamıştım. Yayladan acele ve erken çıktığım gibi yola koyulmuştum. Mahmudun gözesinde şöyle beş on dakika dinlendikten sonra yola koyuldum. Kavaklıkları aşağı inip dereyi geçtim. Önümdeki küçük bir tümseğe çıktığımda kayanın önündeki yayla yolunun içinden geçtiği çayırda bir hayvanın yayıldığını gördüm.

"Allah Allah, bu hayvan burada ne geziyor, acaba akşamdan mı kaldı?" diye kendi kendime söylenerek yaklaştım. Hayvan, başını hiç kaldırmadan yayılmaya devam ediyordu. Aramızda aşağı yukarı on beş, yirmi metre mesafe kalana kadar yaklaştığımda bu hayvanın tanıdığım hayvanlara benzemediğini fark ettim. Korkumu yenmeye çalışarak dikkatle baktığımda siyaha yakın bozumsu bir ot ayısı olduğunu anladım.

Doğal olarak çok korktum. Hemen yavaşça tarlanın üst tarafına doğru yürüdüm. Yürürken de bir taraftan göz ucumla çayırda yayılan ayıya bakıyorum. Ayı, beni hiç fark etmedi, ettiyse de aldırmadı. Yani sallamadı.

Ayının bu tavrından cesaret alarak epey uzakta bir taşın başına oturup ayıyı seyretmeye başladım. Saatim olmadığı için, tam olarak ne kadar seyrettim bilemiyorum ama ayı sonunda karnını doyurup çayırdan ayrıldı. Mahmudun Gözesinin kavaklığına doğru gitti.

Ben de yamadan yamadan giderek Baloğilin mezarlıklarından inip köy yoluna devam ettim. Paltuçukurun dereyi geçince küçük bir rampayı çıkıp düzleşince yoğurt taşına yaslarsın. Her yoğurt götüren yaylacılar gibi ben de inanmasam da bakracımdan elimle biracık yoğurt alıp, yoğurt taşına koydum. Görevimi yapmanın huzuru ile köye geldim. İşte hayatımda, köyde ilk ve son ayı görmem oldu.
-0-

Not: Kocakarı sözcüğünü yaşlı anlamda kullandım; ne yapalım bizde böyle kullanılırdı.
Daha birçok yaylacı kocakarıların lakaplarını ve de isimlerini unuttuğum için, burada anamadım, kimse yanlış anlamasın. O dönem yaylada bulunan tüm kocakarıları çok sevmiştim. Hâlâ saygı ile anıyorum. Mezarlarına yıldızlar yağsın.

Muzaffer BAL - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

6. Öykü - 25 Haziran 2010
SAMANSAPI VE BEN

Köyümüzde "cinler ve periler" doludur. Bütün uzun kış geceleri, büyük analarımız bizlere çoluk çocuk demeden cinlerle ilgili masallar anlatırlar. Özellikle köyümüzün ıssız dere kenarlarında cinlerin olduğunu, cıngıllı eşeklerin varlığı ile ilgili bir sürü hikayeler anlatırlar. Bu hikayeler, bizleri o hikayelerin geçtiği yerlerde hep korkutur ve genel olarak biz de o hikayelerde anlatılan "cinleri, cıngılı eşekleri, ters ayaklı insanları" görürüz. O yerlerden geçerken hep o anlatılan hikayeler aklımıza geldiği için korkarız.

Korku, korktuğun cismi görmeyi sağlar. Bu gözle beyinin ortak algılamasıdır. Beyin neyi düşünürse göz onu görür. Bunun için anlatılan tüm ninelerimizin hikayelerini bir şekilde görürüz.

Toplumumuzda bu tür hikayeleri birçokları yemin billah ederek anlatırlar.

-Yahu ben sana yalan mı söylüyorum, filanca yerde ters ayaklı, uzun insanlar gördüm. Atımın önüne upuzun bir kedi çıktı, atı ürktü zor toparladım, salâvat verdim ve kedi kayıp oldu, gibi bir sürü hayal motifleri anlatılır.

Bunları anlatanlar gerçekten anlattıklarını gördükleri için anlatırlar. Hiçbiri uydurma değildir. Sadece ona anlatılanlarla beynin gözü aldatmasıdır.

Ben, bir ateist olarak bu tür hikayelere inanmamama rağmen, hâlâ köydeki bizim eve giderken Veliğil'in mereğinin oradaki küçük dereden geçerken arkama bakmadan ta bizim harmana kadar hızla geçerim. Bunu özellikle son köye gidişlerimde takip ettim, o çocukluk döneminden kalan korku ile hâlâ o dereye gelince koşturduğumun farkına vardım.
Bu küçük anlatımdan sonra kendi başımdan geçeni paylaşmak isterim.

Sanat okulu birinci sınıftaydım. Yaz tatilinde köye gittim. Köyün doğal tarlaların biçildiği ve sapların harmana taşındığı zamandı. İşte ben de dedemin Ağlık'tan arabaya yüklediği sapları köye götürmek için Ağlık'tan yola çıktık öküz arabasıyla.

Yanımda kız kardeşim Elmas vardı. Elmas çok küçüktü, onu sap arabasının üstüne bağladık, ben de arabanın yanı sıra gidiyordum. Arabamız yenişin dibine (okulun aşağısına) yaklaşırken karanlık iyice kavuşmuştu. Karanlıkla beraber korku beni sarmaya başladı. Çünkü bize anlatılan tüm peri ve cin masalları derelerde ya da ıssız yerlerde geçer. Bunu bildiğim için korku iki katına çıktı.

Biraz sonra abranın önünde bir adam gördüm. Adam giderek büyümeye başladı. Ben korktukça adam büyüyordu. Öyle büyüdü ki korkumdan arabanın kulpuna atladım. Kız kardeşime korktuğumu belli etmemek ve o devasa adamı göstermemek için sesimi çıkarmıyordum.

Tam yenişin dibine varmıştık ki, artık korkudan gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Bu yaşlar korkudan için, için ağlamanın yaşları idi. Yaşlar o kadar çok geldi ki karanlık olan yolu göremez hâle geldim. Ama adamı çok net olarak görüyordum, giderek bir kavak boyuna çıkmıştı.

Bütün cesaretimi toparlayarak, gözümdeki yaşları silmeye karar verdim. Verdim ama elimi gözlerime götüremiyorum, o kadar korktum ki elimi gözüme götürürsem adam beni ve Elması yutacak sanıyorum.

Bütün bunlara rağmen bir refleksle elimin tersi ile gözyaşını sildim. Bu hareketimle önümdeki o devasa adam kayıp oldu. Arabamızda, okulun oraya vardı. Okulun oraya gelince rahatladım. O rahatlıkla elimin üstünü diğer elimle silmeye çalıştığımda, elimin üstüne gözyaşlarımın etkisiyle yapışık sadece bir kocaman sap olduğunu gördüm.

İşte o kocaman "dev adam", korkunun yarattığı saman sapıydı.

Yıllar sonra, beyinle göz arasındaki ilişkiyi araştırırken, korku+beyin algısı+ göz yanılgısını öğrendiğimde dere ve ıssız yerlerdeki "cin ve perilerin" sırrını öğrenmiş oldum.

Muzaffer BAL - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

5. Öykü - 12 Mayıs 2010
ÜÇ DOST + BİR DOST

Üç dost: Eğri Eziz (Aziz Bal), İbo ( İbrahim Bal,) Cicimaliğilin Memedi (Mehmet Bal) + Garahilgilin Niyazisi (Niyazi Bal)

Yukarıda saydığım dört dost, dört yoldaş, beli bir zaman içinde dördüncü dostlarından ayrılırlar. Bu dördüncü dostları içlerinde okumuş ve öğretmen olmuş bir dostlarıdır. Bu küçük fark onlar için hiçbir fark oluşturmaz. Hâlâ onlar için Aziz, eğri Eziz; İbo, onbaşılığilin İbosu; Mehmet, Cicimaliğilin Memedidir ve de golik Niyazi, Öğretmen Niyazi Bal'dır. Bu tabirler kendi aralarında bir saygıya dayanarak kullandıkları tabirlerdir. Ben de onların hoş görüsüne sığınarak, bu tabirleri kullanıyorum.

Kırıntı'nın uzun kış gecelerinden birinde Kırıntı'da yaşayan İbo, Eğri Eziz, Cicimaliğin Memedi kendi aralarında sohbet ederken akıllarına Niyazi hoca gelir. Niyazi hoca İstanbul'dadır. Peki, onunla konuşmak gerek, şakalaşmak gerek. Bunu nasıl yapacak üç kafadar. Üç kafa baş başa verir bir Niyazi olmak için. Sonunda üç kafadar bir Niyazi olmayı becerir, bir mektup yazmaya karar verirler.

Mektubu oturur, ortak yazarlar, sonrada Niyazi Öğretmenin adresine postalarlar. Niyazi Öğretmen, İstanbul’un Rumelihisarüstü'ndeki adresine gelen Kırıntı kokan mektubu açar. Zarfın içinden çıkan kırılmış bir kurşun kalem ve çok sade selam, hâl hatır soran, sıradan mektubu okur. Sıradan gibi gözüken bu mektubun zarfından çıkan kırılmış kurşun kalem. Niyazı hoca bu mektubun ne anlama geldiğini hemen anlar ve gecikmeden cevap verir. Cevabı çok açıktır.

Mektubu Aziz Bal'ın adresine postalar. Aziz Bal, kendisine gelen mektubu açtığında içinden eğri bir ağaç parçası çıkar. Bunu gören üç kafadar (üç dost) kendilerine bakarak kah kayı bası verirler.

Burada şunu çok açık olarak görüyoruz, bu insanlar öce kendilerimi aşmışlar, kendi kendileri ile dağla geçmeyi bir erdemlik olarak alıyorlar ki bu algılama doğrudur.

Kişi kendini aştığı zaman kendi özgürlüğünü bulur.

Muzaffer BAL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

4. Öykü - 6 Mayıs 2010
ÜÇ DOST

Kırıntı halkının çok büyük bir bölümü İstanbul'a göç ettikten bir dönem sonra Kırıntı'da kalan insanlar, uzun kış geceleri birbiri ile şakalaşarak geçirirler. Tabi, bu şakaları Kızılbaşlığın getirdiği hoş görü de körüklemekte. Yazılı edebiyatın olmadığı dönemlerden kalan sözlü edebiyat, her zaman toplumların, sosyolojik, psikolojik, siyasi, inanç ve ekonomik yapılarını yansıtır.

Kırıntıda, kışları uzun geçerdi, hele hele, o her tarafın karla kaplandığı kış geceleri, daha da, uzun geçerdi.

Bizim mahallede (Baloğil) göç etmemiş, o uzun kış günlerini ve gecelerini beraber geçiren üç aile, kendi aralarında çok iyi anlaşırlarmış. Bu aileler: Cicimaliğilin Memedi (Mehmet Bal), Eğri Eziz (Aziz Bal), Onbaşıgilin İbosu (İbrahim Bal) ve de tabi karıları. İşte böyle uzun kış gecelerinde, aşure orucu başlar. Tüm Kızılbaşlar gibi, aşure orucunu tutarlar. Geceleri, ramazan orucundaki gibi ramazan davulcusu olmadığı için saati olan, saatini kurar, saati olmayanları saati olan kaldırır; ya birleşirler beraber sahur yemeğini yerler, ya da ayrı ayrı yerler.

İşte böyle bir aşure orucunda, Eğri Eziz, yukarda saydığım üç aileyi her gece sahura kaldırır. Tabi davul çalarak değil, Kızılbaşlarda sahura kalkmak için davul çalma geleneği yoktur. Eğri Eziz, Cicimaliğilin Memedi'ni kaldırırken, "Hey Memed Ağa kalk!" diye seslenirmiş. İboları kaldırırken de, "Hey Keklük, kalkın!" diye seslenirmiş. Cicimaliğilin Memedi, Eğri Azizin bu seslenişini fırsat bilip İbo'ya diyor ki:

-Ula İbo, bu Eğri Aziz, beni oruca kaldırırken Memed diye sesleniyor da, sana gelince, neden İbo diye seslenmiyor da Keklük diye sesleniyor.

İbo da:
-Yahu ne bilim, belki kolayına öyle gediği içindir, diyor.

Memed Ağa bunun peşini bırakmıyor. İbo'ya bunu birkaç gün işliyor. İbo, hiç aldırmamış gibi yapmasına rağmen, içine cinler dolmaya başlamış.

Yine bir gece, Eğri Aziz gelerek Keklük Keklük diye seslenince İbo kapıyı açar ve:

-Ulan eğri, bu evin erkeği yok mu da sen karıyı çağıyorsun? der.

Önceden hazırladığı baltasını aldığı gibi:

-Ulan eğri o diğer sağlam bacağını da ben kesecim! der ve peşine düşer.

Aziz ağa kaçar, İbo bağırır, "Ulan eğri kaçma seni kesecim!" der. Göbeğe kadar çıkan karda, Aziz Ağaya Baloğili üç defa dolandırır. Tabi Cicimaliğilin Memedi de, kendi evinin balkonundan onları seyir ederek, zevkten dört köşe olur. Bu kovalamaca İbo'nun yorulması ile son bulur.

Sabah olur olmaz, Cicimaliğilin Memedi hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranarak, önce İbo'nun evine gider. İbo, gece hiçbir şey olmamış gibi davranır. İbo'lardan çıkıp Aziz Ağalara giderken de İbo'ya:

-Haydi şu Eğriye gidelim, o şimdi sobayı iyice yakmıştır, biraz vakit geçiririz, der.

Der ama İbo akşamki olaydan dolayı, "Sen git benim biraz ahırda işim var" diyerek Memet Ağa'yı gönderir. Memed Ağa da geceki olayı bildiği için üstelemez ve Aziz Ağa'nın yanınıa çeker gider Hoş beşten sonra, Aziz Ağa şöyle der:

-Yahu, şu İbo delirmiş, bu gece az kalsın beni kesiyordu. Mahalleyi balta elinde dört dolandırdı.

Memed Ağa:

-Deme yahu, o öyle yapmaz, sen ne yaptın adamcağıza da çileden çıktı. İbo sakin dir.

-Yahu Memet, ben bişe yapmadım, her zamanki gibi gittim onları da oruca kaldırdım, adam kalkar kalkmaz üzerime saldırdı. Ben kaçtım o elinde balta kovaladı. Allahtan yoruldu da peşimi bıraktı, yoksa beni ciddi ciddi kesecekti.

-Peki sen ne dedin de seni kovaladı.

-Her zamanki gibi.

-Yani?

-Hey Keklük Keklük! diye çağırdım.

-Yahu, adam dururken, sen karısını çağırırsan değil Baloğili, yukarı mahalleyi bile sana dolandırır.

Aziz Ağa, bu söz üzerine bu olayın Memed Ağa'nın başının altından çıktığını anlar ve "Ulan o bir karış bacağınla beni kestirecektin, o akılsız İbo'ya!" diye çıkışır.

Doğal olarak İbo ile Eğri Azizi barıştırmak, Cicimaliğilin Memedine düşer.

Muzaffer BAL - Altınoluk
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

3. Öykü - 24 Nisan 2010
ELYAZ DAYI VE TÜTÜN

Köyde mal yayma olayı vardı. Kimlerin mal yaymayla ilgili anıları yoktur ki? Her evin çocuğu, kendi koşum hayvanını yayardı. Bunu bazen zevkle yapardık, bazen de istemeyerek. O andaki duygularımıza bağlıydı her şey.

Bir gün, Balogil'den birkaç çocuk Kızıltarla'ya mal yaymaya gitmiştik. Kardeşim Hasan, bizimle birlikteydi. Şu anda hatırladığım kadarıyla Çolağın Mıstiği de mal yaymaya gidenler arasındaydı.

Mıstik, bizden birkaç yaş büyüktü. Şu anda aynı ortamda olsak ona saygı gösterir miydim emin değilim ama o zaman saygı gösterirdik. Bunun nedeni belki yetişme tarzımız, belki de duyduğumuz korkuydu, emin değilim. O gün Mıstiğin bir isteğini yerine getirmiştik. Bugün olsa yerine getirir miydik bilmem? Ama şu an düşünüyorum da o günkü aklımla uygulardım. Evet yapardım. Şöyle bir olaydı:

Tam bizim tarlaların karşısında, yamaçta Yeni Köyden Elyaz Dayı (Elyaz Şahintaş) mal yayıyor. Çolağın Mistiği (Mustafa BAL), kardeşim Hasan'la bana:

-Gidin şu Yeniköylü adamdan tütün isteyin, dedi.

Biz tütün içmediğimizi söyledik. Çolağın Mistiği:

-Ya siz ne öküz çocuksunuz, gidin dedemin tütünü bitti, dedem tütün istiyor diyin, diye ısrar etti.

Kardeşim Hasan'la, koşarak Elyaz Dayıya gittik.

-Elyaz Dayı, dedemin tütünü bitmiş, dedik. Dedem Büyük Çayırda, senden tütün istedi, eğer varsa kağıtla biraz tütün ver.

Elyaz Dayı, tabakasını çıkardı, bir miktar tütün ve yanına da cığara kağıdı koydu, elimize tutuşturdu. Arkasından da:

-Dedene selam söyleyin, benim de tütünüm az kaldı, bununla idare etsin, sakın yolda düşürmeyin, diye de tembihledi.

Kardeşimle tütünü alır almaz koşmaya başladık. Tabi biz çocuklara doğru koşarken, çocuklar da bize doğru koşmaya başladılar. İşte Elyaz dayı, bizim yalan söylediğimizi, kendisini oyuna getirdiğimizi o anda anladı, ama iş işten geçmişti.

Elyaz dayı, bu olayı hiçbir zaman dedeme söylemedi, biz hâlâ böyle biliyoruz. Bekli de dedeme söyledi, dedem bize söylemedi. Bazı olgun insanların böyle tavrı oluyor; susarak ders verebiliyorlar.

Muzaffer BAL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

2. Öykü - 12 Nisan 2010
UZUN SAÇ TUTKUM

Tam olarak hatırlamadığım bir tarih, aklımda kaldığı kadarı ile 1969 yazı olsa gerek.

İstanbul'dan Kırıntı'ya yaz tatiline gitmiştim. O zamanın modası dedikleri uzun saç, benim ve benim gibi düşünenlerin, erkeklerin uzun saç uzatması özgürlük simgesi idi. Doğal olarak ben de saçlarımı uzatmıştım.

O şekilde köye gittim. Köyde geçen bir hafta boyunca hiçbir sorun olmadı. Hatta hiç kimse sanki saçlarımın uzun olduğunun farkında değildi gibi. Bu, beni zaman zaman rahatsız etti bile diye bilirim. Çünkü ben saç uzatırken herkesin bu özgürlük simgemi, yani saçlarımı görsün ve bir şey söylesin, bende onlara neden uzun bıraktığımı anlatayım. İşte bu güzel hevesimi kursağımda bıraktıkları için, Kırıntı halkına içten içe kızıyordum. Bu gençlik tepkisi olabilir, ama bu gün de olsa zannediyorum ki aynı kızgınlığı hissederim. Düşünün sen sıra dışı davranış sergile, kimse onun farkında olmasın, bu nasıl olur da insanı çileden çıkarmaz. Nedeninin hâlâ bilemiyorum. Sadece insanlar ya yüzüme söylemediklerini arkamdan söylemiş olabilirler veya gülüp geçmiş olabilirler, hâlâ bunları çözmüş değilim. Neyse kafamı çok yormadan anıya devam edelim.

Dedem Cicamili ile Kızıl tarlaya gidiyoruz. Yaz güneşi iyice kızdırmaya başladı. Ben de o güzelim saçlarımı güneşe bırakarak Özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışıyorum. Dedem Cicimali torunu yanında tarlaya gittiği için çok mutlu, bunu hissediyorum. Çünkü o dönem okuyan insan sayısı parmakla sayılacak kadar az, hele hele İstanbul'da okuyan. Benim havam bin, demin havası ise bin bir, gidiyoruz Kızıl tarlaya.

Mezarlıkları geçtik, Ağlığa doğru yol aldık. Bu arada dedemle sohbet ediyoruz. Dedem okulumu soruyor, İstanbul'u soruyor. Ben de anlatıyorum. Sohbet iyi olunca bilirsiniz, zaman denen olgu yok olur. Biz de zaman değil yol bile yok oldu.

Ağlığa geldiğimizi dedemin, selamınalayküm diye selam vermesi ile anladım. Dedem selam verdi ama selam verdiği kişiden ses çıkmadı. Dedem Cicimali tanınmış bir kişiliği vardı. Dedem selamının alınmamasına çok bozuldu ki, bağırarak:

-Hey Fikri ağa selam verdim neden almadın! diye çıkıştı.

Dedemin selam verdiği adam ise tanınmış Yeniköylü Fikri Ağa'ydı. Bir başka deyişle Fikri Çavuş'tu, diğer lakabı ile Kedi Fikri. Dedemin selamını almayan bu kişi beni de etkiledi. Neden almadığını düşünürken dedem o gür sesi ve kendi ağırlığını hissettirircesine yeniden seslendi:

-Hey Fikri Ağa! Sana selam verdim, Allahın selamını almadın, neden?

Hâlâ hiç gözümün önünden gitmez.

Fikri Ağa, şöyle dedeme baktı ve çok sert bir şekilde:

-Hey cicimali selamını neden alayım. Yanında ki "gavuru" görmüyor musun? demesin mi?

Dedem göz ucu ile bana baktı. Tamam, Fikri Ağa dedi ve yola devam etti. Bir süre sessizce yola devam ettik. Dedemin ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordum. Bir taraftan da "Bu adam, dedem yanımda yokken, bana bunu söyleseydi." diye düşünüyordum. Büyük çayıra doğru yol alırken dedem sessizliği bozarak:

-Bak oğlum, dedi. Ben senin saçına başına karışmam, bu zamane durumdur, geldin gelelide en ufak bir şey söylemedim, ama görüyorsun şu adamın densizliğini.

Dedem bu kadar söyledi, sustu. Dedeme karşı bir şey söyleyemememin sıkıntısı gün boyu beni yedi bitirdi. Yedi bitirdi, çünkü dedemle de çatışmaya hazırdım. Neden dedem bana bağırmadı, çağırmadı diye hayflanıp durdum gün boyu. Bu konuda yani saç konusunda dedem gün boyu tek kelime etmedi. Ama ben çok sinirlenmiştim.

Çatacak birini ararken kendimi köyde buldum. Hiç zaman kayıp etmeden dedemi "gavur" torunundan kurtarıp Fikri Ağa'yı dedeme karşı değiştirmek isteği ile koşarak Vahitlerin Şahin'ine gittim. Vahitlerin Şahin'inde saç kesme makinesinin olduğunu biliyordum. Saçımı sıfıra vurdurdum. Ama yine dedemden azar eşittim:

-Yahu neden kafanı dımdıraz yaptın sen! O densizin sözüne niye alındın?

Ama ben, bir kez daha dedemi selamsız bırakmamak için bunu yapmıştım. Ama o gün, bu gün sıra dışı olmayı hep yapmaya çalışıyorum. Saç uzatmak o günden kalan bir ukte. Fırsat buldukça uzatıyorum.

Özgürlük insanın her şeyiyledir. Özgür insan, hangi yaşta olursa olsun, ele avuca sığmaz. Sıra dışılık onun karakteridir.

Muzaffer BAL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1. Öykü - 29 Mart 2010
KULAĞIMDAKİ KÜPE

Köyümüz dağılmadan önce, sulama suyu oldukça maceralı ve bazen eğlenceli olaylara sebep oluyordu. Büyük derede yazın su azalırdı, bu az su ile tarlalar ve bostanlar sulanırdı. Bu sulama keşikle (sıra) yapılırdı. Bu keşiğe genellikle uyulmazdı. Tam keşik sana gelmiş, tarlanı veya bostanını suluyorsun tak diye su kesilir. Haydi, su nereden kesildi, kim kesti diye söylenerek küreği omzuna vurur hark boyu yola koyulursun. Ta ki suyun kesildiği yere kadar. Bu kesilmeler gündüz olduğu gibi gece de olur. Gece olursa hark boyu küfürün dozu iki katına çıkar. Sesli söylemesen de içinden mutlaka söylersin. Bu, insan yapısının bir sonucudur.

Tam böyle zamanda, çok şükür gece değildi. Akşamdı ama karanlık kavuşmamıştı. Kızılca güneşin dağın doruğunu kızıla boyadığında dedem:

-Oğlum, su kesildi, git, bak! dedi.

Ben de hemen hark boyuna, meğel omuzumda yola koyuldum. Gide gide suyun kesildiği yere geldim.

Su, soğilin oradan kesilmişti. Kesilen yere geldim, suyu bizim yere bağladım. Bağladıktan sonra hemen gitmedim, orada biraz bekledim. Bekledim ki suyu kim kesti onu öğreneyim. Şu anda ne kadar bekledim bilemiyorum, ama hatırladığım 15-20 dakika sonra soğuğilden şu anda tam olarak ismini hatırlamadığım bir kocakarı çıka geldi. Gelir gelmez bize giden suyu kesti. Ben:

-Hala su sırası bizimmiş, dedem öyle dedi. Neden suyu kesiyorsun? diye anlatmaya çalıştım.

Kadıncağız önce suratıma baktı, sonra döndü ve:

-Senin deden kim? dedi ve suyu kesti.

Bunun üzerine meğelimi çekip suyu kendi bostanımıza doğru bağladım. Şu anda kesin olarak ismini hatırlamadığım kocakarı tekrar suyu kendi bostanına bağladı. Ben tekrar meğelimi kaldırarak harka vurup suyu bizim tarafa bağladım. Bu mücadele yirmi dakika kadar sürdü. Sonunda kocakarı harka oturuverdi. Ben tabi çaresiz kaldım. Başladım:

-Hala, nene, teyze ne olur rica ediyorum harktan kalk ıslanacaksın. Ne olur, rica ediyorum halacığım kalk.

Ne yazık ki benim ricalarım hiçbir işe yaramadı. Arkın içine oturdu ve kalkmadı. Söylediği küfürlerde soğuğilin kalesini aştı. Küfürlere aldırmıyorum, suyu serbest bırakmıyor. O da çok önemli değil dedemin korkusu olmasa. Tam biz koçkarı ile cebeleşirken, Kesüklerden bir kadın geldi. Bizim durumumuzu görünce kocakarıya harkın içinden kalkmasını söyledi.

Kocakarı bir küfür de ona söyledi ve sanki limana demirleyen geminin halatlarını çekmesi gibi kendini şöyle bir gerdi ve suyun tam manasıyla gözüne yayıldı.

Kesüğün gelini zannediyorum, şöyle bir toparlandı ve bir atmaca pençecisi gibi ellerini açtı, kocakarıyı aldığı gibi harkın dışına atıverdi. Sonra da bir küfür savurdu. Bütün bu olup bitenlere şaşkın şaşkın bakmaktan bir şey söyleyemiyordum. Tam o an dalıp gittiğim sırada bir ses:

-Oğlum, sen İstanbul'da okuyorsun ama bu köyden çok somun yemen gerek, burada yaşaman için deyiverdi.

O söz hala kulağımda küpe olarak sallanıyor.

Bekli de, iyi bir komünist olmama o küpe vesile oldu. Evet, halkı tanımadan iyi bir komünist olunmaz. Ben bu anıyı yazana kadar bunu düşünmemiştim, bu anımı yazarken o kadının sözleri genlerimi yönlendirmiş. İşte şu anda tam olarak ismini hatırlayamadığım bu kadın tüm hayatımda bana yol gösterdiğini bu anıyı yazarken farkına vardım. O kadına binlerce teşekkürler.
...
İdeoloji sadece siyah yazılardan öğrenilmiyor. En büyük ideoloji hayatın içinden şekilleniyor. Önce hayattan öğren, sonra yoğur ve pişir sonra da hayata sun.

Muzaffer BAL
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------



HALKIMIZA ÇAĞRI

Önce şunu belirtmek isterim: bizim yazarlarımızın tümünü candan kutlar hippisini saygı ile anarım. Hepside çok cesaretiler. Cesaretlerinden dolayı herkesi kutluyorum. Özellikle Hatun Aydoğan'ı ayrıca kutluyorum, kadın olduğu için değil, kadınlara cesaret verdiği için. Bizim köylerde en çok anı kadınlarda. Erkekler gurbet ve askerlik anıları ile dolu iken kadınlar köy anıları ile dolu. Hatun arkadaşın kadınlarımıza öncü olmasını dilerim.

Hemen unutmadan ekleyeyim. Durmuş Öğretmenime ayrıca teşekkürlerimi sunarım. İyi ki varsın, yaz, yaz ki yazan elini öpelim. Keşke, diğer öğretmenlerimiz de anılarını yazsa. Hemen hemen çoğu köyümüzde görev yaptı, birçok anıları var, neden yazmıyorlar.

Biraz tahrik edelim: İsmail Gündoğan Öğretmen (namı değer mığır ) neden, Güla'nın Hasanı ile olan anısını yazmıyor. Yoksa ben yarım yamalak yazacam o çok güzel anıyı. Mığır benimle olan anılarını yazmasa ben yazacam haberi ola.

Cemal Aydoğan arkadaş da anı yazma işine ciddiyetle eğilmiş. Duyarlı davranışı nedeniyle kendisini kutlarım. Diğer yazan arkadaşları da unutmamak gerekiyor. Kendi adıma hepsini saygıyla kucaklıyorum.

Haydiyin, herkes yazsın anılarını. Bu anılar köy anıları, gurbet anıları olabilir, kalan varsa macirlik anıları olabilir. Tamamı kayıp olmadan yazalım, yazalım ki geleciğe tarih bırakalım. Bakın biz bu tarih olmadığı için araştırmalarda zorlanıyoruz. Hiç olmasa gelecek araştırmacılar zorlanmasın.

Hona nasıl gidilir onu yazın. Büyük tarla biçilince kesilen bereket kurbanını yazın. Öküzlerin hamı baharda nasıl çıkarılır bunları yazın, bunları yaşayan nesil artık yok oluyor yok olmadan bunları belgeleyelim. Hatta kümeslerden tavuk çalmayı, yukarı mahallenin bostanlarından yer elması çalmayı yazalım. Bunlar hoş anılardır. Bakın erfana kesenler hâlâ yaşıyor, onlar o güzel eğlenceyi mutlaka anlatmalı ve de gelecek kuşağa aktarmayız.

Haydi, herkes belleğindeki güzel anıları herkesle paylaşsın. Herkese saygılar. Herkesi yazarlarımız sayfasında görmek üzere, hoşçakalın.
Muzaffer BAL

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------