Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Esma Korkmaz


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
01-İz Bırakanlar - 16 Mayıs 2010
02-Sayı Sayma Gecesi -19 Mayıs 2010
03-Bakımsız Yaşlı Kadın -19 Mayıs 2010
04-Yanlış Anlama - 09 Haziran 2010
05-Süleyman Amcanın Ölümü - 30 Haziran 2010
06-Köye İlk Gidişimiz - 05 Temmuz 2010
07.Kaybolan Anahtar - 13 Kasım 2010

ESMA KORKMAZ

08.H.Bektaş'tan Ankara'ya - 01 Aralık 2010
09.Televizyonla İlk Tanışmam - 02 Aralık 2010
10.Seydi Şeyh Türbesi - 09 Ocak 2011
11.Helvanın Başından Geçenler - 24 Mart 2011
12.Bayram, Elma Çalmak İsteyince - 08 Nisan 2011
13.Durdane'nin Dedesi Posbıyık - 16 Nisan 2011
14.Karanlıkta Manzara Düşünce - 21 Nisan 2011
15.Bir Varmış Oluyor, Bir de Yokmuş - 28 Nisan 2011
16. Sinema Keyfi - 19 Haziran 2011
17.İşe Girme Maceram - 07 Ekim 2011
18.Mınış Şiran'da Okumuş - 08 Kasım 2011
19.Tuncay Alagöz'ün Kırıntı Değerlendirmesi Yazısına Yanıt - 08 Şubat 2013

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

19. Yazı - 08 Şubat 2013
TUNCAY ALAGÖZ'ÜN BİR TATİL GEZİSİ VE KIRINTI DEĞERLENDİRMESİ
BAŞLIKLI YAZISINA YANIT

Uzun bir aradan sonra merhaba site dostları.

Sevgili Tuncay, sana da ayrıca merhaba. Bu yazıyı yazmamın nedeni senin sitede yayınlanan yazın. Kırıntı ile ilgili yazısını okudum. Bir anlam veremedim. İki saat sonrası tekrar tekrar okudum. Sonra bilgisayarı kapattım yattım. Ertesi gün kahvaltımı yaptım tekrar okudum. Şaşırmıştım. Çok ağır eleştiri yapmışsın. Ama bir de neye şaşırdım biliyor musun? Köyden ayrıldıktan sonra Kırıntı'yı çok sevdiğin yorumlarını doymuştum. Duyduklarımla okuduklarım çok zıt. Neyi nasıl düşüneceğimi şaşırdım. Bir Kırıntılı olarak sana bir cevap yazmam gerektiğine inandım ama nasıl cevap yazacağımı saatlerce düşündüm.

Sevgili Tuncay, köyde kaldığın birkaç günlük sürede Karaburga'dan Tomara şelalesine, dağından ovasına gezip eğlendiğini, mutlu olduğunu biliyorum. Bundan kendi adıma büyük mutluluk duydum. Senin Kırıntı'ya ilk gelişin, kimseyi tanımıyorsun. Onlar da seni tanımıyor. Nasıl bir güleryüz bekledin ki hayal kırıklığına uğradım, anlayamadım doğrusu. Neler yaşadığını da açıkçası bilemiyorum.

En iyisi canım kardeşim, Sivas'la Gümüşhane'yi karşılaştırarak değerlendirelim. Sivaslılar kişilere, konuklara karşı daha yakın olabilir. Karşılaştığında hemen seni öperler, hal hatır ederler. Sonra bir saat geçer tekrar karşılaştığında aynı ilgiyle öperler. Ertesi gün de görüşsen aynıdır. Her toplumun kendine göre özelliği var. Bizim toplum öyle değildir. Olduğu gibidir. Yani seni çok sevse de belirtemez.

Güleryüze gelince insan ilk kez gördüğü kişiye ne kadar güleryüz gösterir ki ben anlayamadım. Burayı da geçelim. Derya Gümüşhaneli, sizin eşiniz. Gülsen Kambur, o da Gümüşhaneli, benim Teyzemin kızı, onun da eşi Sivaslı. Her iki tarafı bizlerden iyi bilirler. Yorumu onlara bırakıyorum. Değerlendirsinler. Eminim bana hak verecekler. Sivaslılar bir düğün yapar hayran kalırım. Fazla ilgi gösterirler her yönüyle. Bizimkiler de ilgilenir sorar eder, ama kıyaslama yapınca sizler kadar yapamaz. Bu da onların yapısından kaynaklanır. Kötülüğünden değildir.

Tuncay kardeşim sana şöyle bir örnek vereyim. Ankara ile İstanbul arasında çok fark vardır toplum olarak diyorum. Çok şahit olmuşumdur. İstanbul'a gidersin sana zoraki hoş geldin derler. Ankara'da doğma büyüme İstanbul'a gelin gitmiş, seneler sonra gidersin seni görür beklediğin ilgiyi sana veremez.

Tuncay'ım sen benim kardeşim değil, oğlumsun. Kendimden örnek vermek istiyorum. İstanbul'da yaşayan arkadaşlarım var. Arkadaşımın birinin adı Gülname. Ara sıra telefonda görüşürüz. Her defasında birbirimizi çok özlediğimizi dile getiririz. Yaz geldiğinde de köyde karşılaşırız. İnan ki birbirimizi görmemiz üç dört defayı geçmez. Nedenine gelince köyde kimseyi göremezsin. Herkes dağlarda, şurda burdadır. Oraya gezmeye gelmişler. Her gün bir yerlere giderler. Ben köye giderim, akrabalarımı bir gittiğimde görürüm bir de dönerken. İnan ki bu böyle olur. Ancak bir düğün veya nişan olduğunda herkes bir araya gelir şaşırırsın köyün çok kalabalık olduğunu görürsün. Köyde benim yakınımda İpek abla var, Cemal abinin karısı. Bahçelerimiz bitişik. Köyde bir ay kalırım, bir ay zarfında çok seyrek görüşürüz. Hâlbuki birbirimizi çok severiz.

Tuncay, kısacası köyümüze gelenleri ya da köyümüzde yaşayanları sana kitaplar dolusu yazsam anlatamam. Sen de anlayamazsın. Anlaman içinde gerçekten Kırıntıyı tanıman gerekir. Kırıntıyı tanımadan çok ağır eleştiri yapmışsın, çok üzüldüm. Benim eşim Malatyalı. Evlendim, ilk defa Malatya'ya gittim. Köyleri de bizim Kırıntı'yı andırıyor. Dağın eteğinde bir köy. Herkes kayısıyla meşgul. İşleri çok. İlgi gördüm, fakat ilk defa gittiğim için yorum yapmadım, herkes işinde gücünde. Sonra kimseyi tanımıyorum, onlar da beni ilk defa görüyor. İkinci gidişim daha farklı idi. Daha bir sıcaklık hissettim.
Tuncay'cığım Kırıntı'yı eleştirmen senin de hakkın. Fakat Kırıntı'yı tanımanı istiyorum. İyi günler dileğiyle görüşelim diyorum.

Esma Korkmaz - Ankara - 8.2.2013

-----------------------------------------------

18.Öykü - 09 Kasım 2011
MINIŞ, ŞİRAN'DA OKUMUŞ

Ben emekli olmama yakın evlenmiştim. Ege Mahallesinde babamların evinin altında oturdum. Mınış'la aynı sokaktayız. Adı Meryem ama sevildiği için Mınış diyorlar. Mınış'la tanıştıktan sonra bize gelmeye başladı. Çünkü o bir ahrazdı. Baktı ki onun el hareketlerinden anlıyorum, benimle ilgilenmeye başladı. Daha önce 15 yıl bir ahraz bayanla çalışmıştım. Bu konudaki bilgim oradan kaynaklanıyor. Ben de bazen Mınışlara gidiyordum.

Bir gün annesi Zeynep abla dedi ki:
-Mınış'la Abisi Hüseyin, sizin Şiran'da okudu.
Şaşırarak:
-Zeynep abla Ankara'da böyle bir okul yok mu? diye sormuştum.

Okul varmış ama çok kalabalık olduğu için öğrencileri dağıtım yaparlarmış, torpilli olanlar kalırmış. Mınış'ın Abisi Hüseyin'i Şiran'a vermişler. Mınış, abisinden küçük olduğu için sonraki seneler de Mınış okula başlayınca onu da Aksaray'a göndermişler. Baba da her iki tarafa gittiği için zor olmuş. Mınış'ı da Şiran'daki okula yazdırmışlar. Baba ara sıra çocuklarını ziyaret edermiş.

Böylelikle Mınış, Şiran'da okumuş. Ben de daha sonraları annem vefat edince köye daha sık gitmeye başladım. Ben her köye gidip geldiğimde Mınış, işaretlerle özellikle okuduğu okulu soruyordu. Okul aynı yerinde duruyor mu? Oradaki ağaçlar duruyor mu? Biz hep meyve koparırdık diyordu işaret diliyle. Sorarken içini çekiyordu. Oranın özlemini yaşadığını hissettiğim için bir gün annesine:

-Zeynep Abla senden bir isteğim var, dedim. Mınış'ı benimle bizim köye gönderir misin?

Zeynep Abla bu teklife çok sevindi.
-Sizleri tanıyorum, kızımı sizlerle dünyanın öbür ucuna bile gönderirim, dedi.

Mınış, haberi duyunca sevinçten uçtu. Halamın kızı Yeter de Almanya'dan izine gelmişti. Köye gidecekti. "Ben Mınış'ı alıp gideyim, sen gelirsin." dedi. Mınış'ın yolculuğu heyecan içinde geçmiş. Aradan 28 yıl geçiyor Mınış oraları hiç merak etmez mi? Mınış Şiran'da telaşlı telaşlı iniyor. Sağa bakıyor, sola bakıyor, her taraf olduğu yerde duruyor. Okula bakarak özlemini gidermeye çalışıyor. Her hafta Yeter'le Şiran'a iniyor, geziyor. Terminalin karşısında benzinlik var. Bir de bakıyor ki okul arkadaşı karı koca benzinlikte çalışıyor. Koşarak onlara gidiyor. Sarım gürüm derken gözyaşlarına boğuluyorlar. Yeter de onları izlerken onlara katılıyor. Bu görüntüleri ben yaşayacaktım. Benim yerime Yeter yaşadı.

Mınış, artık her sene köye gidiyor. Herkesi tanıyordu. Köylü de Mınış'a yakın ilgi duyduğu için Mınış mutluydu. Mınış artık Şiranlı olmuştu. Kırıntı'nın nüfusu kaçsa, ona bir kişi daha eklenmişti.

Köyümüz, böyle bir köydür işte; sevenleri her geçen gün artmaktadır.

ESMA KORKMAZ - Ankara

----------------------------------------------

17. Öykü - 07 Ekim 2011
İŞE GİRME MACERAM

Sene 1976. Bir Yusuf Ağabeyimiz vardı. Kendisi Sivaslıydı. Durdanelerin evinin hemen üstünde oturuyordu. Kardeşim olsun, çok temizdi, yengesiyle birlikte kalıyordu. Durdane ile ben sık sık oraya gidip kağıt oynardık. Yusuf Ağabey orman genel müdürlüğünde çalışırdı. Bir gün bana dedi ki orman genel müdürlüğünde sınav var işe girmek ister misin? Girmek isterim dedim. Bizler o zamanları kör cahiliz. Gözümüz açılmamış. Boş kafa yaşıyoruz işte. Sağ olsun Yusuf ağabey oranın müşteşarıyla çalışıyor. O da sınava girsin ben yardımcı olurum diyor. Ben de daktilo kursunu gittim. 10 parmak bakmadan yazıyorum. O zamanları işe girmek daha kolaydı. Sınava girdim. Sonuç listesi asılınca baktım beni 2. sıraya yazmışlar. Bekliyorum günlerden Pazartesi. Bana yazı geldi. Meğer bir de sözlüsü varmış. O da Cuma günüymüş. Sözlüyü kaçırmış oldum çok üzülerek müşteşarın yanına gittim. Bana dedi ki benim yapacağım bir şey kalmadı. Sana sınavı kazandırdım. Sözlüyü kaçırmayacaktın.

Üzülerek eve geldim aradan bir süre geçti Milli Eğitim de sınav açılacakmış. Yusuf ağabey Esma gel bu sınavı kaçırma dedi. Sınav günü gittim sınava girdim. Daha sonra listeler asıldı. Gittim baktım benim ismim yoktu. Yusuf ağabey sağ olsun ben işe girişimi ona borçluyum. Milli Eğitime gidiyor, diyor ki:

-Bu arkadaş sizde işe başlamayacak, bize kazandı belgesi lazım. Sınavı iyi geçmişse belgeyi verin. Orman Genel Müdürlüğünde işe başlayacak.

Sınav kağıdıma bakıyorlar 75 almışım. Belgeyi veriyorlar. Belgeyi Orman Genel Müdürlüğüne verdik. Aradan geçti bir sene beni çağırmıyorlar. Ama ben her gün gidip soruyorum, ama netice alamıyorum. Orada bir odacının dikkatini çekmiş. Bir gün bana dedi ki:
-İşe girmedin fakat her gün buradasın, hiç tanıdığın millet vekili yok mu? Git bir mektup al hemen işe başlarsın.

Bu uyarı üzerine Erzurum milletvekiline gittim. O partiye delege olan birisi bana randevu aldı. Onun aracılığıyla gittim. Milletvekilinin adı İsmail Hakkı Yıldırım. Görüşüp durumu anlattım. Beni dinledi bir şeyler yazdı, zarfa koydu, ağzını kapattı.

-Bunu götür Cavit Dinçer'e ver, oranın genel müdürü. Onu oraya ben getirdim. Bu zarfı ona vereceksin. Bir hafta içinde işe başlarsın. Yalnız sonuçtan haberim olsun.

Ben teşekkür ederek zarfı aldım gittim. Önce sekretere verdim. O da içeri girdi. Sonra bana dedi ki içeri girin. Girdim. Genel Müdür şöyle bir bana baktı, milletvekilini nereden tanıdığımız sordu. Ben de ailece görüştüğümüzü söyledim. Sen şimdi git yakında başlarsın, dedi. Bir hafta sonra işe başlama kağıdım geldi. Yusuf ağabeyle trene biniyoruz. Sıhhıyede inip yürüyoruz. Beni bir odaya verdiler, benim dışımda iki kız arkadaş var. Onlarda her gün ikisi samimi olarak kazak örüyorlar. Ben içimden nasıl öfkeleniyorum. Eve geliyorum ben bir daha gitmem. Resmi dairede kazak örülür mü? Yusuf ağabey kızıyor. Durdane kızıyor. Sana ne, sen işine bak, diyorlar. Ben isteksiz olarak gidip geliyorum. Oturduğum yerde peloşum asılı, ona bakıyorum. Onun yanında da tilki kürkü asılı. Gözüm onu görmüyor, kendi peloşuma bakıyorum. Şimdi düşünüyorum kendi kendime çok gülüyorum. Sonradan ben de onlardan biri oldum. Durdane de bu arada işe girmenin yolunu yordamını öğrenmişti. Benden 4 ay sonra o işe başladı. Kısmette olunca her şey gerçekleşiyor.

ESMA KORKMAZ
----------------------------------------------

16. Öykü - 19 Haziran 2011
SİNEMA KEYFİ

Ankara Tuzluçayır 42. sokakta oturuyoruz. Daha 14-15 yaşlarındayım. Babam dikiş kursuna göndermek istedi. Amcamın kızı Seher, Sarıkızgilin Süleyman amcanın kızı Hatun, Zemzi amcamın kızı Mürüvvet, dördümüz dikiş kursuna yazıldık.
Dikiş kursu Abidin Paşadaydı. Hocalarımız o kadar tatlı o kadar cana yakındı ki onları hep sevgiyle hatırlarım. Mürüvvet, Hatun, Seher benden büyükler. Küçükleri ben olduğum için onların sözünden çıkmıyordum. Dikiş kursuna başladık. Dördümüz buluşuyor huzurla, neşeyle gidip bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz. Kursta Hacer isminde bir arkadaşla tanıştık. Oda Tuzluçayır'dan Natoyolu'na dönerken ziraat bankasının olduğu yerde bir gecekonduda oturuyordu. Kurstan bizimle çıkar, Tuzluçayır'da yollarımız ayrılırdı.
Bir gün bizleri evine davet etti. Annem çalışıyor, baş başa otururuz, dedi. Bir gün gittik, Hacer bizi ağırladı. Güldük söyledik, evimize döndük. Günler geçtikçe biraz daha samimi olduk.
Gene bir gün evine davet etti. O gün Mürüvvet yoktu. Oturduk konuşurken:
-Kızlar gelin yarın kursa gitmeyelim, Mamak'ta kapalı sinemaya gidelim, dedi.
Olurdu olmazdı derken bizi kandırdı. Hatun'la Hacer aynı kafadalardı. Biz zavallım Seher'le ben aptalın biriyiz. Mürüvvet çok akıllıydı. Kurstan çıkınca doğru evine giderdi. O bizimle sinemaya gelmedi. Biz kursa gidiyoruz diye evden çıktık. Doğru sinemaya gittik. Bizler sakin sakin film seyrediyoruz. Hacer de bir hareketlilik başladı. Kapıya çıkıyor içeri giriyor derken baktık sinemada çalışan biriyle yakından ilgileniyor. Meğer konuştuğu biri varmış. Bizleri de onun için götürmüş sonradan anladık.
Dört kişi birden kursa gitmeyince hocaların dikkatini çekmiş. Mürüvvet'e sormuşlar ben bilmiyorum demiş. Hocalar hemen evlere haber gönderiyor kızlar gelmedi haberiniz var mı? diye. Bizimkileri bir telaş alıyor.Nerede bunlar nereye gider aramaya başlıyorlar. Bizler de stresli bir şekilde filmi izledik.
Geriye döndüğümüzde herkes evine çekildi. Ben içeri girer girmez neye uğradığımı şaşırdım. Babamın bağırtısı beni şok etti. Yer misin yemez misin vurdukça vuruyor. Annem bağırıyor tamam bırak artık.
Sonuçta iyi bir dayak yedim. Bu arada aklım Seher'le Hatun'a takıldı. Onlar ne yaptı acaba? Onlarda dayak yedi mi diye düşündüm. Bir hafta birbirimizi hiç görmedik. Sonradan bir araya geldiğimizde konuştuk. Seher'e Destegül yengem biraz vurmuş. Hatun'un da Babası Ankara dışında olduğu için Celal amcası güya dövmüş. Anlatırken gülmesinden anladım amcası ne kadar döver. Olan bana olmuştu. İyi bir dayak yemiştim. Günlerce kendime gelemedim.
Bir bakıma da dayak yediğim iyi oldu. Babamın ellerine sağlık diyorum. O günden sonra ki yaşantımda daha düşünceli bir biçimde hareket ettim.
Bu öyküleri yazarken o günler film şeridi gibi beynimden geçiyor. Yazmak çok güzel bir şey, herkese tavsiye ediyorum.

ESMA KORKMAZ
---------------------------------------------

15. Öykü - 28 Nisan 2011
BİR VARMIŞ OLUYOR, BİR DE YOKMUŞ

2000-2001 yıllarıydı. Kızım Sidal 2 yaşındaydı. O sene kızım Sidal ile köye gidecektik. Kayın babam:

-Esma, dedi. Sizin Şiran'a Malatyalı bayan hakim atanmış. Adı da Cangül. Ailesini ben çok iyi tanıyorum. Bizim yakın köylümüz. Şiran'a gidince mutlaka tanış.

Olur dedim çok sevindim. Yaz ayıydı. Kızım Sidal ile köye gittik. Kafama Cangül hanım takıldı. Benim yalnız tanışmam bir işe yaramaz diye düşündüm. Aklıma Hebip amcanın oğlu Cemal ağabey geldi. Bir de Ali hocanın Süleyman abisi geldi. Onlarla gidersem daha iyi olur onlar da tanışmış olur dedim. Onlara konuyu açtım çok memnun oldular. Bir gün çıktık Şiran'a gittik. Cangül Hanımı bulduk. Tanıştık. Bizi çok iyi karşıladı. Rahmetli Süleyman ağabey ve Cemal ağabey epey sohbet ettiler. Birbirlerine telefonlarını verdiler. Görüşelim dediler.

Oradan ayrıldık yolda sohbet ederek Kırıntı köyümüze geldik. Cemal ağabey:

-Bir fikrim var, dedi. Bir piknik düzenleyelim. Cangül hanımı köyümüze davet edelim.

Ben de, böyle yapılırsa gurur duyacağımı söyledim. Sonuçta Cangül Hanımla görüşüldü. Bir hafta sonu ayarlandı. Çallı Cemal ağabey ile geliriz demiş. Bizimkiler çok güzel hazırlık yapmışlar. Bizim köyün yemeklerinden tut da et, içki her şey vardı. Piknik alanı olarak Yeniköy'e giderken Kuzuluğun orayı seçmişlerdi. 15-20 kişi vardık.

Yenildi, içildi. Sohbet uzadıkça bunlar çok rakı içtiler. Cangül Hanım onlarla rakı yarışı yaptı. Şaşırdım kaldım. O gün günümüz çok güzel geçti. Akşam olmaya başladı. Toparlandık. Cangül Hanım herkese çok teşekkür etti. Herkesle tokalaştı. Çok memnun kaldığını söyledi. Oradan ayrıldık. Ben de Cangül Hanımla Çallı Cemal'in arabasına bindik. Beni Kırıntı'ya bırakacaklardı. Kızım daha iki yaşında olduğu için onu pikniğe götürmemiş, teyzesi Makbule'ye bırakmıştım.

Köye yaklaştığımızda Cangül Hanım, kızını da al bize gidelim. Bu gece lojmanda misafirim ol, gece oturur sohbet ederiz, dedi. Başka zaman olsun sen bu akşam dinlen, dedim. Çok ısrar etti. Hemen gidelim, dedi. Sidal'i hazırladım. Şiran'da Cangül Hanıma misafir oldum.

Sidal akşam yattı uyudu. Biz sabahın saat dördüne kadar oturduk sohbet etik. O kadar rakının üstüne nasıl oturdu şaşırmıştım. Bana ailesinden bahsetti:

-Benim ailem çok zengin. Yalnız babamı çok sevmezler köy ağaları gibi. Ben de babamla anlaşamam. Düşüncelerimiz farklı. Ben evlensem Malatyalı birini seçmem. Aslında Malatya'nın erkekleri karısına çok değer verir. Fakat fazla ilgi göstermezler. Sen memnun musun?

-Ben de çok memnunum, fakat dediğin de doğru, diye karşılık verdim.

Sabaha karşı yattık. Ben 2-3 saat ancak yattım. Sidal beni kaldırdı. Cangül hanım akşamın 5 ine kadar yattı. Biz sıkıntıdan patladık. Kız beni bunalttı. Anne ne olur gidelim diyor. Not yazıp çıksam ayıp olur diyorum. Kızı biraz kapıya çıkardım. Gezdirdim geldim derken Cangül Hanım zoraki kalktı.

-Kız çok sıkıldı bizim hemen gitmemiz lazım, dedim.

Birlikte dışarı çıktık. Bir tanıdık arabacıyla görüştü. Sonra markete uğradı. Kola gibi içecekler almış. Poşeti de bana verdi. Bizi arabaya bindirdi. Teşekkür edip oradan ayrıldık.

Daha sonra Ankara'ya dönerken uğradım, mutlaka görüşelim, dedim. Aradan zaman geçti. Ben onu telefonla aradım. Çok memnun oldu. Fakat hep ben arıyordum. Kendisi hiç aramadı. Ben de kızdım aramadım. Okudunsa kendine okudun, kim olursan ol beni aramayanı ben hiç aramam, diye düşündüm.

Bir kaç sene sonra Malatya'ya gitmiştim. Görümcem şöyle dedi:

-Cangül, Malatyalı evli bir erkekle evlendi. Karısı boşanmıyordu. Babası zengin olduğu için kadına çok para vermiş ayrılması için.

Şaşırmıştım. Şiran'a geçici olarak mecburi hizmeti için gelmişti. Oradan nereye gitti bilmiyorum. Duyduğuma göre çoluk çocuk sahibi olmuş. Allah mutlu etsin, ne diyelim.

Yaşam böyle böyle bir şey işte. Bir bakıyorsun güzel ilişkiler doğuyor, insan çok mutlu oluyor. Bir de bakmışsın, güzel anılar yaşadığın insanlardan bir kısmı Cangül hanım gibi kopup kendi dünyasına çekilmiş, ya da bazıları Süleyman ağabey gibi dünyayı terk edip gitmiş. Öyle de olsa, böyle de olsa hepsinin gönlümüzdeki yeri saklı. Hepsini saygıyla anıyorum.

Esma Korkmaz

----------------------------------------------

14 Öykü - 21 Nisan 2011
KARANLIKTA MANZARA DÜŞÜNCE

Acı veya tatlı günlerimiz Tuzluçayır 42. Sokakta geçmiştir. Hep kendi kendime hayıflanırım. O günlerin değerini bilememişiz ya da kör cahilmişiz derim. O dönemlerde Durdane'nin dedesi Posbıyık yine Ankara'ya gelmişti. Durdane'nin oturduğu salonda boydan boya bir sedir vardı. Orada oturulur ayrıca oraya yatakta serilirdi. Duvarda da fotoğraflar ve büyük manzaralar vardı. Dede oturduğu yerde hep resimlere bakar kendi kendine okunurdu. Onlar düşecek bir gün kaldırın şunları derdi.

Günün birinde bir akşam elektrikler kesildi. Durdane de mum aramaya çalışırken şaak diye bir ses geldi. Karanlıkta göremiyoruz. Durdane bağırıyor şu mumu yakın! Mumu korkuyla yaktık ne görelim? Bilekten kan fışkırıyor. Kocaman manzara koluna düşmüş parçalanmış yerler kan revan içinde. O arada benim yeni pardüsüm elime geçti. Hemen koluna sardık.

Evden çıktık. Tuzluçayır'a kadar karanlıkta koştuk. Yol boyunca kan hiç durmadı. En yakın hastane olan Tıp Fakültesi Cebeci Hastanesine taksiyle zor yetiştik. Durdane'yi hemen içeri aldılar, beni almadılar. Durdane bir bağırıyor ki, dayanamadım ve duymamak için kapıya kaçtım.

Kolunu uyuşturmadan canlı canlı dikmişler. Sonra içeri girdim. Doktor diyor ki öyle kolu sarmakla olmaz, kolunu yukarıdan sıkıca bağlasaydınız bu kadar kan akmazdı.

Eve döndüğümüzde Posbıyık dede şöyle bir baktıktan sonra, "Şu benim üzerimdeki resmi hemen kaldırın!" demez mi?

O günden sonra Posbıyık dede, resim altlarından hep uzak durdu.

ESMA KORKMAZ

----------------------------------------------

13. Öykü - 16 Nisan 2011
DURDANE'NİN DEDESİ (POSBIYIK)

Durdane'nin dedesi Ali Çavuş (posbıyık) köyden Ankara'ya gelir, biraz durur tekrar köye dönerdi. Tarihini tam hatırlamıyorum. 70-72 arası olabilir. Yine Ankara'ya gelmişti. Yapısı çok farklıydı. Hiç sohbet etmezdi. Konuşurdu ama kısa konuşurdu. Sakalı çok uzundu hayliyle dikkat çekiyordu.

Aklıma gelmişken duyduğum onunla ilgili bir anıyı anlatayım:

Çok eskiden Giresun veya Ünye tarafında mı bilmiyorum, birisi sokakta yürürken sürekli buna takılırmış. Dedenin sakalı da çok güzel. "Dede sakalın seni rahatsız etmiyor mu?" Bir dememiş, beş dememiş. Dede sinirlenmiş ve öfkelenerek, "Sakalım yatakta sana mı batıyor?" demiş. Adam şok olmuş, cevap verememiş bir daha da takılmamış. Adamı karısı yerine koymuş.

Dede, kısa konuşur ama yerinde konuşurdu. Ben onunla konuşurken çok çekinirdim. Bir şey der de cevabını veremem korkusuyla fazla konuşmazdım. Dede doktorlara hiç inanmazdı. Bir gün rahatsızlandı. Durdane, bana yalvardı yakardı, "Benim işim var, ustalar gelecek dedemi doktora sen götür."

Neyse mecbur kaldım, sabah kalktık yola koyulduk. Dede ofluya puflaya derken Tuzluçayır'a çıktı. Dolmuş kuyruğu uzamış gitmiş. Dede bastonu kaldırdı sıradakilere "Aha Ankara'nızın hâli aha!" diye bağırarak öne geçti. Ben nasıl utandım. "Dede gel dede bizim sıramız arkada diyorum," aldırmıyor. Ben de arkaya geçemiyorum. Birisi bir şey diyecek diye aklım çıkıyor.

Neyse dolmuş geldi. Dede bindi. Ben de utana utana bindim. Ortaya iki kişilik yere oturdu. Camdan tarafı bir bayan oturuyordu. Onun yanına geçti. İri yarı olduğu için bacakları oturduğu yere zor sığıyordu. Mamak yolunun oraya geldik. Bayan inecek var dedi, dolmuş durdu. Bayan bir türlü geçemiyor, dede orayı doldurmuş, ayağı da kalkamıyor. Kadın öyle böyle derken geçemedi. Dede zorlanarak kalktı ve dedi ki; "Ey meras, madem burada inecektin kapının ağzına otursaydın!" Bayan söylenerek indi. Ben yerin dibine girdim. Arkadan sesler geliyor, dedemin haklı olduğu söyleniyor.

Ankara hastanesine geldik. Koridorda bir yere oturtturdum. Sıramızın gelmesini bekliyoruz. Bu söyleniyor, "Hepiniz doktora geldiniz, doktor sizi iyi edecek öyle mi? İyi olursunuz iyi olursunuz." Herkes ona bakıyor. İleriden bir ses geldi. Ali Öztürk adını duyar duymaz bir gidişi var ben de şaşırdım. İçeri girdik. Doktor şöyle bir baktı. Dedeyi soyundur dedi. Dede üst üste giymiş de giymiş. Çıkart çıkart bitmiyor. Onlar da acele ediyor sonuçta sedyeye yatırdık.

Doktor muayene ederken şikayetin nedir dede diye soruyor. Dede, "Karnım öyle şişiyor ki patladı patlayacak," diyor. Doktor muayene bitti. Dedeni giydir dedi. Neyse acele ederek giydirdim. Doktorun yanına geldik. Deden bu ilaçları içecek dedi bana. Dedeye dönerek sigara içmeyeceksin oldu mu? Dedi.

Dede kapıya yöneldi. Dışarı çıkarken "Sigara içmeyecekmişim, burnuna ost.rayım!" demez mi? Ben orada ne oldum izah edemem. Doktor duydu mu diye hemen geriye baktım. Doktor, diğer hastayla ilgilendiği için duymamış. Ama onun yakınında olanlar duydular. Kimisi gülüyor kimisi de şaşkın şaşkın bakıyordu.

Hastaneden çıktığımızda sinirden elim ayağım titriyord. Eczaneden ilaçlarını aldık. Dolmuşla Tuzluçayır'a geldik. Dede bana sen gidebilirsin dedi. Ben burada biraz oturmak istiyorum. Benim bir gidişim var, sanki birisi beni kovalıyor. Eve geldim. Durdane, "Dedem nerede diye?" sordu. Sinirden sesim çıkmıyor. Gene dedem nerede diye soruyor. Ben de deden beni yoldan çıkardı dedim. Ustalarını sordum, yarın gelecek dedi. Bir kenardan da gülmekten ölüyor.

Meğerse Durdane bana oyun oynamış ve dedesinin bu huylarını iyi bildiği için benimle göndermiş.

Esma Korkmaz

----------------------------------------------

12. Öykü - 08 Nisan 2011
BAYRAM, ELMA ÇALMAK İSTEYİNCE

Kökenimiz Kırıntı köyünden gelmektedir. Babaannem ile anneannem sürdürmüştür. Babaannemden doğan çocuklar Sultan, Ahmet, Durmuş ve Ali olmak üzere 4 çocuk olmuş. Dünyaya gelen büyüyor. Bunlar da büyümüşler. Daha sonra evlenmişler. Her birinin çocukları olmuş, nüfus çoğalmış, geçim derdi başlamış, Kırıntı köyüne sığmaz olmuşlar.

Babam Hacıbektaş'a gitmiş. Orada teyzesinin iki oğlu varmış. Yusuf amcayla Hüseyin amca ikisi de rahmetli oldu. Daha sonra Durmuş ve Ali amcam gelmiş. Orada boğaz tokluğuna başkalarının yerini ekip, biçmişler. Bir süre sonra Durmuş amcam Ankara'ya gelmiş. Ali amcam ise Giresun'u tercih etmiş. Orada birtakım işler yapmış. Bakmış olmuyor, Almanya'ya yazılmış. Almanya işi olmuş, oraya giderek çalışmış. Ailesini oraya toplamış.

Ali amcamın 5 oğlu var, kızı olmamış. İki ağabey evliymiş. Diğer 2 kardeşi izine geldikçe evlendirmiş. Birini de Almanya'da evlendirmiş. 5 kardeş birbirlerine çok bağlı olduğu için hafta sonları birisinin arabasıyla özel maçlara giderlermiş.

Günün birinde yine maça gitmişler . Maç bitmiş. Dönüşte yolda giderken özlerine elma ağacı ilişmiş. Orada tepenin üzerinde yol geçiyor, ev sahibi de tepenin altında oturuyorlarmış. Bunlar sağa sola bakıyor kimse yok, elmalar da çok güzel duruyor. Yakalanırsak parasını veririz. Bayram sen ağaca çık. Bayram ağaca çıkıyor. En güzel elmalara uzanıyorken bir ses duyuyor. Oranın sahibi evden görüyor. Koşar adımlarla bağırarak geliyor. 4 kardeş hemen arabaya atlıyor ve kaçıyor. Bayram çok yüksekte olduğu için inmesi de zaman alacak. Bakalım Bayram ne diyor:

-Şaşırdım kaldım. İnsem inemiyorum. Adam bağıra çağıra geliyor. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacak. Adama yakalanmayım çabuk ineyim derken ayağım ağacın arasına sıkıştı. Çekiyorum, çıkmıyor. Panikle ayağımı kurtarayım derken birden ters dönmeyeyim mi? Kafam aşağıda asılı kaldı. Cebimdeki bozuk paralar ne varsa kartlar yere döküldü. Ayağım çıkmıyor. Adam yanıma geldi. Yalvarıyorum beni kurtar. Adam diyor seni polise vereceğim. Beni kurtar ne yaparsan yap diyorum. Adam beni zoraki uğraşlardan sonra kurtardı. İndikten sonra dedim ki elmalar çok hoşumuza gitti. Parasını veririz diye düşündük. Adam acıdı mı bilmiyorum, hadi git bir daha görmeyeyim seni. Düşen öteberimi topladım. Bizimkilere doğru koşmaya başladım. Nasıl seviniyorum kurtuldum diye. Onlara dedim ki bu da son olsun. Onlar bu duruma günlerce katıla katıla güldüler.

Her izine gelişinde Bayram'dan bu hikayeyi zevkle dinlerim.

ESMA KORKMAZ

----------------------------------------------

11. Öykü - 24 Mart 2011
HELVANIN BAŞINDAN GEÇENLER

Babam askerliğinin 6 ayını Bingöl'de yapmış. Acemiliği orada bitirmiş. Oradan Muş'a geçiyor,2 sende de Muş'ta kalıyor.Toplam 2,5 sene askerlik yapıyor. Diyor ki bizden önceki tertipler daha fazla askerlik yapardı. Bizler gene az yaptık diyor.

Bingöl'den dağıtım oluyor. O zaman araba nerede? Trene biniyor. Tabi başka askerler de var. Dağıtım olmuş herkes bir yerlere gidiyor. Diyor ki trende sol sohbet gidiyoruz. Bir ara acıktık kimde ne varsa hemen çıkardı. Kimisi de helva çıkardı şu bildiğimiz beyaz kos helvası; Hepimiz kibar kibar yiyoruz. Sohbet ederek gidiyoruz.

Ben de o zamanları helvayı çok seviyordum. Şimdi ise yüzüne bakmıyorum.Giderken bir ara tren tünele girdi. Ben hemen elimi uzattım, helvayı avuçlamaya kalmadan bir sürü el elime değdi. Tren tünelden çıktı ki ne koydun ki ne bulasın. Helvadan eser yoktu. Hepimiz birbirimize bakarak güldük helvanın başına işler geçmişti.

Neyse güzel bir yolculuktan sonra Muş'a geldim.Orada askerliğimi tamamlamaya çalışırken günün birinde dediler Dursun Çavuş seni isitiyor.Aynı bölükte değildik.Merak ederek Dursun çavuşa gittim.Bana dedi ki sen Şiran'ın hangi köyündensin? Kırıntılıyım dedim.Benim annemde kırıntılıymış Sarıgızgildenmiş adı Elmas dedi. Sizin orada gemi taşı, pelitlik varmış. Şimdiki adı sığınak.

Şaşırdım.Dursun Çavuşun annesi Niksar'a bağlı bir yerde macirlikte orada kalmış. Demek birisiyle evleniyor. Ondanda Dursun çavuş doğuyor. Dursun çavuşa da köyünden bahsetmiş ki biraz bilgisi var. Ya işte geçmişte neler yaşadık. Bugünümüze şükür diyor. Benim de ilgimi çekti, babamın bu hikayesi, sizlerle paylaşmak istedim.
ESMA KORKMAZ


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

10.Öykü - 09 Ocak 2011
SEYDİ ŞEYH TÜRBESİ

2010 eylül ayıydı. Teyzemin kızı Gülperi abla İstanbul'dan Ankara'ya geldi. Buradan da dönüşte Almanya'ya gidecekti. 3-4 gün kaldıktan sonra beraber karar aldık, köye gidelim mezarlıkları ziyaret edip gelelim. Kızım Sidal'dan izin alarak yola koyulduk. Gece yolculuğundan sonra köye vardık. Köy o kadar güzeldi ki tertemiz hava, soğuk yok, güneş pırıl pırıl, insanın içini ısıtıyor. Halbuki kalın kazaklarımı almıştım köy soğuk olur diye. Üstelik yazınki kalabalık yok, gelenler gitmiş, köyde oturanlar kalmış; yani köy çok sakin ve güzeldi.

Bir günde her yeri gezdik. Yukarı mezarlıklardan başladık, aşağı mezarlıktan Yeniköy'e geçtik. Pehlül dedeyi ziyaret ettik. Tekrar Kırıntı'ya döndük. Dönüş için bileti ayarlayacaktık. Kürt Hüseyin'in kızı Sevim çok ısrar etti. Bir gün daha kalın hep beraber türbeye gidelim, dedi. Üsük Ali'nin arabasını tuttuk. 10 kişi vardık, ertesi gün yola koyulduk. Türbede Alucra'ya giderken sağa dönüyorsun, bir köyü geçiyorsun. Her taraf orman, yolu çok kötü taşlık bir yol. Çok yavaş gidiyorsun. İki saatini alıyor. Sonuçta vardık. Adı Seydi Şeyh türbesi. Yüksekçe bir yerde, sağ tarafa bakıyorsun kocaman bir vadi. Yüksek dağlarla çevrili. Sol tarafa bakıyorsun aynı şekilde bizler ortada kalmışız, türbeyle baş başa.

Türbeyi ziyaret ettik. Biraz yürüdük oturmak için bir alan seçtik. Hemen yiyeceklerimizi çıkardık. Kimisi et getirmiş. Çay koydular. Derken hava bozmaya başladı. Zaten oturduğumuz yer tepe olduğu için püfür püfür esiyordu. Yenildi, içildi, toplanmaya kalmadan yağmur bastırdı. Ben o panikle türbeye koşmaya başladım. Türbeye girdim yağmur daha da çok hızlandı. Türbeyle baş başa kalmıştım. Türbenin kapısını hafif aralık koyarak, yağmuru seyir ettim. Sonra etrafı incelemeye başladım. Baktım yüksekçe bir yere raf gibi bir şey yapmışlar, üzerinde kur-an kitapları var, acaba Türkçesi var mı okusam dedim. Yoktu! Hepsi Arapça idi. Üzüldüm.

Sonra bir de baktım küçük bir kağıt parçası. Şiir gibi iki kıtalık yazılmış. Şeyh'im (şıhım) Sen buraya nereden geldin? Gerisini unuttum. Yazının en altında da Şükrü Aydoğan yazıyor, ben şok oldum. Acaba Ankara'daki Şükrü ağabey mi dedim. Telefonu olsaydı arayıp kağıdı ona da okuyacaktım. Çok şaşırırdı, fakat yapamadım üzüldüm. Üzerimde kağıt kalem yoktu ki ben de bir şeyler yazıp koyayım.

Orada bir yarım saatim geçti. Yağmur dinmişti. Dışarı çıktım. Bizimkiler de arabaya koşmuşlar ıslanmamak için. Yemek yerken hiç aklıma gelmezdi. Yağmur yağacak ben türbeye koşacağım, Şükrü ağabeyin yazısını okuyacağım. Ne tesadüftü Şükrü ağabeyin yazısıyla karşılaşmam. Meğer benim tanıdığım Şükrü ağabeymiş. Ankara da ki Ali hocanın ağabeyi Şükrü ağabeymiş. Günlerce etkisinde kaldım. Tekrar köye yolum düşerse tekrar o türbeye gitmek istiyorum. Seyd'i Şıh türbesi bende güzel bir anı olarak kaldı.

Esma KORKMAZ - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

9. Öykü - 02 Aralık 2010
TELEVİZYON İLE İLK TANIŞMAM

Babam Almanya da dört sene ancak kaldı. Bizleri Ankara'ya bıraktı gitti. İki yıl sonra temelli dönüş yaptı, dönerken de bir televizyon getirdi. O zamanlar daha televizyon ajansı kurulmamıştı. Bizler aylarca onun heyecanını yaşadık. Sonra bir gün babam size televizyonu açayım dedi. Bir sürü uğraşıdan sonra televizyon açıldı. Önce çizgiler, görüntü yok sadece ses var, daha sonra görüntü çıktı.

Zafer Celasun haber sunuyordu. Tuna Huş, olmak üzere onların bende ayrı bir sevgisi var. Bizim ev sinema salonu olmuştu. Herkes televizyonu merak ettiği için her akşam dolup taşıyordu.

Sevgili konuklarımız sadece oturup TV izlemekle kalmıyordu, bir yandan da çekirdek çitliyorlardı. Dağıldıklarında çekirdekleri dipten kottan süpürüp temizlemek hiç de kolay olmuyordu.

Sadece çekirdekle kalsa yine de iyi diyebilirdik. Bir gün daha kötü bir şey oldu. Karyolaya çok fazla insan oturunca karyolanın bacakları kırıldı ve insanlar sobanın üzerine devrildi. Yanan soba yerlere saçıldı. Bir yangın felaketinden kılpayı kurtulmuştuk.

En son babam televizyonu sattı. Herkes aldıktan sonra alacağım dedi. Ama şöyle ya da böyle canım kadar sevdiğimiz köylülerimize böyle güzel hizmetler sunmuş olmanın gururunu bugün bile taşıyorum.

Daha sonra babam Tuzluçayır 42. Sokağa bakkal açtı. O günler çok güzeldi. Bir gün Cemal Aydoğan bakkala geldi. Sigara istedi, vermedim gitti. Sonra bir sopayla geldi. Sigaralar tam tezgahın karşısındaydı. Buzdolabının arkasından bir şey istedi. Beni o tarafa gönderiyor, sopanın ucuna inci çivi çakmış. Sopayı sigaraya takıp çekiyor. Kimin aklına gelir? Kaç kez yaptığını bilmiyorum sonra ortaya çıkmıştı. Cemali de çok sevdiğim için hemen affetmiştim.

O dönemin gençleri çok temizdi. Aralarında art niyet yoktu. Birsi bir kız istiyor, diğeri asla o kıza ilgi duymazdı. Saygı, sevgi vardı.

Ah gidi 42. Sokak ah! Şimdi oralarda kuş uçmuyor.

Esma KORKMAZ - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

8. Öykü - 01 Aralık 2010
HACIBEKTAŞ'TAN ANKARA'YA GELİŞİMİZ

Babannem, babam ve annem, köyümüz Kırıntı'dan Hacıbektaş'a gelmişler. Benim ablam varmış, hastalanmış; neden öldüğü bilinmiyor ama köyde vefat etmiş. O ölünce ailem de köyü terk etmiş. Bizler üç kız, iki oğlan olmak üzere beş kardeşiz. Beşimiz de Hacıbektaş'ta doğmuşuz. Babamların oraya geliş nedeni, sanıyorum babamın teyzesi ve iki oğlunun orada bulunması. Daha sonra Durmuş ve Ali amcam ailelerini getirmişler onlar fazla durmadan oradan ayrılmışlar. Babamlar başkalarının yerini ekip, dikip yardım ederek geçimin sağlamışlar. Fakirlik var, bu yüzden boğaz tokluğuna çalışmışlar.

Babam karar verdi Almanyaya gidecekti. Almanya'ya ilk gidenlerin içinde babam da vardı. Babannem (Karakız anam), çok ağladı, "Oğlum gitme! Gavurların içinde ne işin var? Geri gelemezsin! Gitme!" Babam, dinlemedi gitti. Onun gidişine en çok ben sevinmiştim, çünkü dayaktan kurtulmuştum. Daha küçüğüm İsmail benden iki yaş küçük, buna rağmen ben ona ağabey diyecekmişim. İsmail dediğim zaman bana bir tokat atardı. Ben de bir türlü ağabey demezdim. Oğlana değer verilirdi demek, kızlar hep ikinci planda kalırlardı.

İlkokul 1. Sınıfa başlamıştım. Okumayı bir türlü sökemiyordum. Babam, beni her akşam yanına çağırıyor "Şurayı oku!" diyor, ben korkudan hecelemeye çalışırken bir tokat yiyordum. O sene sınıfta kalmıştım. Babam da o sene Almanya'ya gitti.

Babam gittikten sonra benim zekam birden açıldı, birden okumayı söktüm. O sene sınıf başkanı seçildim. İkinci sınıfa geçtim, yine sınıf başkanı seçildim. Hiç unutmuyorum İsmail de birinci sınıfa başlamıştı, fakat okula gitmek istemiyordu. Annem zoraki götürüyordu. Bir keresinde de evin yanında ekmek pişirilen yere girdi, arkadan kapıyı kilitledi. Annem, "Oğlum aç kapıyı!" diye sesleniyordu; ama o, bir türlü açmıyordu. Neyse, zor bela kapı açıldı. Annem, sen misin okula gitmeyen diyerek buna bir dayak çekti, ondan sonra gitmeye başladı.

Üçüncü sınıfa başlamıştım. Babam nasıl karar verdi, bilmiyorum; Almanya dönüşü Ankara'ya uğruyor. Sultan bibim diyor ki, "Onları buraya getir, burası kalabalık, bizim içimizde olsunlar.Babamın da aklına yatıyor. Hacıbektaş'a geliyor. Hemen bir kamyon kiralıyor. Çok eşyamız yok, tabii beyaz eşya nerede? İki karyolamız var. Yataklar, bir de kap kaşık. Hepimizi kamyonun arkasına bindirdiler. Üzerimize de çadır örttüler. O çadırı hiç unutmuyorum. Arada bir ucunu kaldırıp dışarıya bakıyorum. O çadırın altında Ankara'ya geldik. Tuzluçayır 42. sokakta kamyondan indik. Hüseyin benim kucağımdaydı. Birileri bizlere ilgi gösteriyordu. Ben de şaşırmış bir vaziyette bakıyorum.

Çevremde böyle bir taşınma hiç duymamıştım. Böyle bir taşınmanın Türk filmlerinde olduğunu sanırdım. Demek ki filmler yaşamın kendisini yansıtıyormuş.

Esma Korkmaz - Ankara
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

7. Öykü - 13 Kasım 2010
KAYBOLAN ANAHTAR

Günlerden Cuma 12.11.2010 öğlenden sonraydı. Sidal'a ben bir saat yürüyüp geleceğimi söyledim. Yürümeyince rahatsız oluyorum, kendimi tonlarca ağırlıkta hissediyorum. Neyse evden çıktım. Eski kömür deposuna gittim. Orası da çok güzel bir yürüme alanı değil, taşlar insanın ayağına batıyor. Mecburen yürüyoruz. Yürürken baktım yerde bir anahtar var, belli ki birisi yürürken düşürmüştü. Gecekondu anahtarı olduğu belliydi, üzerinde kömürlük anahtarı da vardı.A nahtarlar küçük bir halkaya takılmıştı.

Anahtarı yerden alıp yürümeye başladım. Almazsam birisi alır çöpe atar, ben alırsam sahibi çıkarsa veririm düşüncesiyle yoluma devam ettim. Bu arada gözüm hep birilerindeydi. Yolda bir şeyler arayan var mı diye bakıyordum. Sonuçta eve geldim, anahtar cebimde duruyordu.

Ertesi gün günlerden cumartesi, sütçüm geldi. Kapının ziline bastı. Ben aceleyle bidonu aldım, birisi de kız kardeşim Dönsel'in bidonuydu. Kendi anahtarımı da aldım aşağı indim. O arada Dönsel'i aradım "Gel sütünü al üç kata çıkarmayım" dedim. Dönsel geldi, "Abla makbule (diğer kız kardeşim) süt alacak mıydı?" diye sordu. Bilmediğimi söyledim. Sütçüye, "Amca bekle de bidon getireyim, ona da alayım" dedim.

Bir telaşla yukarı çıktım. Dönsel de benimle beraber yukarı çıkmıştı. Hemen bir bidon alarak kapıyı çektim. Dönsel o arada abla anahtarı unutma, aldın mı? deyi sordu. Cebime vurarak, "Anahtar cebimde." dedim. Aşağı indik Makbule&'nin sütünü aldım, Dönsel'e verdim, geri döndüğümde cebimdeki anahtarı çıkardım. Yolda bulduğum anahtardı. Kendi anahtarım yoktu. Tekrar aşağı indim acaba aşağıda mı düştü diye aradım, bulamadım. Dönsel'i aradım ve "Dönsel ben kapıda kaldım, anahtarım yok!" dedim. Dönsel, "Abla, anahtarı belki Sidal dershaneye götürmüştür." dedi. Götürmediğini söyledim. Sonra Hüseyin Bakar'ı aradım. Durumu anlattım. "Bizim evin altında anahtarcı var, onlar açarlar." dedi. Hemen oraya gidip durumu anlattım. O da cep telefonu ile birilerini aradıktan sonra "Abla 15 lira istiyorlar aşağı olmaz." dedi. Çaresizdim, gelmesini söyledim. Oraya 10 dakika içinde geldi. Beraber eve çıktık. O kadar basit açtı ki şaşırdım kaldım. Tel gibi bir şeyi anahtar deliğine soktu. Diğer teli de kapının kenar kısmından aşağı indirerek bir iki uğraştı, hemen kapı açıldı. Parasını verdim anahtarcı gitti.

Ben mutfağa yöneldim. Baktım benim anahtar mutfakta duruyor. Anahtarlığımda Atatürk resmi vardı. Yiğenim Aylin, Anıtkabir'i ziyarete gittiğimizde bana almıştı. Anahtarımı kapıya taktım. Sütü hemen süzüp ocağa koydum. Başladım kendime kızmaya. Bizim köyün meşhur küfürünü kendime söylüyorum. "Sana mı kaldı yoldaki anahtar? Neden alırsın? Kim düşürürse düşürsün sana ne? Sen yoluna devam et! Düşüren gelir anahtarını bulur!" Aldığım süt bana 20 liraya malolmuştu. Şimdi oturdum düşünüyorum. "Neden bu kadar iyilik severim? Neden neden?" diye kendime kızıyorum. Yorumu sizlere bırakıyorum. Sizler olsaydınız ne yapardınız?

-ESMA KORKMAZ-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

6. Öykü - 05 Temmuz 2010
KÖYE İLK GİDİŞİM

Sene 1967 ve 1968 olabilir. Kıymet teyzemin kızı Durdane ve Durmuş amcamın kızı Seher üçümüz karar aldık köye gidecektik. Bizim hiç aklımızda yokken Durdane:
-Sizi köye götüreyim mi? demişti.
Durdane'nin çocukluğu köyde geçmişti. Benim çocukluğum HACIBEKTAŞ'TA geçti. Seher de köy hayatını bilmiyordu.
Bizler bir hevesle köye gittik. Köy çok hoşumuza gitmişti. Sessiz bir dünyanın içerisinde koyun kuzu sesleri, kuşların cıvıltıları, hele de o horozların ötüşleri... Bir kenardan da kağnı arabalarının gıcırtıları duyuluyordu.
Bizim için her şey çok farklıydı. Seher'le ikimiz kendimizi garip görsek de Durdane bizlere yetiyordu. Durdane'nin ablası İpek ablanın evinde kalıyorduk. Bütün evler eski köy evleriydi, bence daha güzeldi.
Gidişimizin ertesi günü Dürdane yorganları söktü, yıkadı, kuruttu. Seher'le ikimize dedi ki:
-Bir dal sigaram kalmış! Gidin bana sigara getirin. Ben de bu arada yorganları kaplayayım. İşimizi bitirelim de sizi bostanlara gezmeye götüreyim.
O zaman sadece aşağıda Talip amcanın bakkalı vardı. Seher'le ikimiz bakkala gittik. Sigarayı aldık. Gelirken baktık, bir kağnı arabası gidiyor, hayran hayran kağnı arabasına bakıyoruz.
Sahibini hatırlamıyorum. Adam bize:
-Sizi de bindireyim mi? dedi.
Seher'le bakıştıktan sonra:
-Gel beş dakka binelim, sonra ineriz, dedim.
Arabaya bindik, biraz gittik, çok hoşumuza gitti. Biraz daha gidelim, şurada ineriz, biraz daha gidelim, burada ineriz derken hiç farkında olmadan bayağı gitmişiz. İndiğimizde şaşırdık kaldık. Köyden epey uzaklaşmıştık. Bir baktık Sabah bibinin oğlu Rıza abi öküz arabasıyla yukarıdan geliyor.
-Rıza abi, Durdane'yi gördün mü? diye sorduk.
O, bizim telaşlı konuşmamızdan şüphelenmiş olmalı ki:
-Durdane sizlere ateş püskürüyor. Gözüme gözükmesinler diyor, dedi.
Biz ordan korkuyla ayrıldık, bostanlara doğru yürüdük. Baktık kimisi ateş yakmış, ateşin üzerine patates atıyorlar. Bize de ikram ettiler. O patateslerin tadı bambaşkaydı. Biz orada oyalana duralım Rıza abi geri dönüyor. Yukarı Mahalle'ye geldiğinde Dürdane diyor ki:
-Rıza la, kurban olayım sen bizim Esma'yla Seher'i gördün mü aşağılarda?
Rıza abi, bir kahkaha atarak:
-Onları gördüm ama senin çok kızdığını söyledim, diyor.
Durdane de bize, bizim köylülere has küfüründen savuruyor. Sonra o da işini bitiriyor bostanlara geliyor. Bir de baktık Durdane geliyor, kortktuk. Yanına gidemiyoruz uzaktan takip ediyoruz. O da bizi yanına çağırmıyor. Biraz aramızda mesafe var öyle dolaştık.
Akşam oldu eve geldik. Durdane, bize hiç yüz vermiyor, bize hep küfürle konuşuyor. Sigarasızlık başına vurmuş. Bu arada Hamzagilin Ali'si orada bulundu.
-Bu kavganız da ney? diye sordu.
Durdane anlatıyor, biz anlatıyoruz.O kendini haklı çıkarıyor, biz kendimizi. Ali abi o kadar uğraştı da bizleri barıştıramadı. O gece küs olarak yattık. Ertesi gün yine Ali abinin zorlamasıyla Durdane bizlerle barıştı. Yalnız rahmetli Ali abinin şu sözleri aklımda kaldı.
-Bu gibi basit nedenlerle insan kavga eder mi? İleride kendi kendinize bunda ne varmışta biz kavga etmişiz diyerek gülersiniz.
Ne kadar haklıymış. Evet gülüyoruz, ama acı acı.

Esma KORKMAZ
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

5. Öykü - 30 Haziran 2010
SÜLEYMAN AMCANIN ÖLÜMÜ

14 temmuz 1994 tarihinde ben de köydeydim. Her sene olduğu gibi o tarihte Karaburga'ya gitmiştik. Ankara'dan, İstanbul'dan, köyden çok kalabalık vardı. Günümüz güzel geçmişti. Ziyaretimizi yapmış gülmüş, söylemiş, oynamış, kurbanlar kesilmişti. Herkesin oturduğu bir yer vardı. Kimisi çadır açmıştı, birbirlerini ziyaret ediyorlardı.
Yalnız orda bir şey dikkatimi çekmişti.Sarıkızgilin Süleyman Öztürk bizim yakınımızda ayrı bir yerde oturmuş çevreyi izliyordu. Ben de arada ona bakıp gülümsüyordum, o da bana gülümsüyordu.
Hava bir açıp bir kapanıyordu. Akşamüzeri çise atmaya başladı, herkes toplanıp köye doğru yola koyuldu. Tam oradan ayrılırken Süleyman amcayla karısı Seher ablanın elindeki bastonlar dikkatimi çekti. Onlara orada takıldım
-İkiniz de bastonlu olmuşsunuz, dedim.
Süleyman amca, hemen bastonunu bana kaldırarak:
-Allah, seni de bastonlu yapsın, dedi.
Ben, önce ne demek istediğini anlamamıştım. Meğer "Allah, seni de yaşlandırsın, çok yaşa" anlamında konuşmuş.
Güle söyleye yürürken birbirimizden ayrıldık. Arabası olanlar yaşlıları arabasına aldılar. Emine ablanın kocası İzzet Öztürk'ün kamyoneti vardı.Süleyman amca da o kamyonete binmişti. Biraz gittikten sonra arabaları bozulmuş, oradaki grup arabadan inmiş, arabayı yola doğru iteklemişler. Sonrada tekrar arabaya binip devam etmişler.
Rahmetli Süleyman amca orada rahatsızlanıyor, kalbi vuruyor, yolda kalıyor. Hiç kimse farkında olmadan gidiyor.
Sonuçta bizler köye geldik. Daha dinlenmemiştik, sesler duymaya başladık.
-Sarıkızgilin Süleyman'ı yok, dağda kalmış! diye bağırıyorlardı.
Hepimizin yüreğini heyecan dolu bir korku kapladı. Karanlık bastırmıştı. Baktım, Seher abla yanında bir grup insanla dağa gidiyor. Ben de onlara katıldım. Herkesin elinde birer fener vardı. Epey yürüdükten sonra uzaklardan bir ses geldi.
-Heeyy! Orada kim var! Gelmeyin! Süleyman amcayı bulduk! Geri dönün!
Tam o anda Seher ablanın çığlığını duyunca öldüğünü anladık. Hepimiz ağlayarak geri döndük.
Cenazeyi Sultangilin Emine'sinin kapısının önüne getirdiler. Böyle bir acı ölüm olamazdı. Adamı orada ayı da yerdi kurt da yerdi. Çok acıklı bir olayın arkasından "Neyse ki ölüsü bulundu!" diye şükrediliyordu.
Çocuklarından sadece Nezahat vardı. Hava çok sıcak olduğu için hemen toprağa verdiler. Orada kamerayla çekim yapıldı. Meğer Avustralya'daki kızı Hatun'a ileteceklermiş. Ona da çok üzülmüştüm. Kızı, kamerada babasının ölümünü izleyecekti, ne acı bir olaydı.
Dilerim ki köyümüzde bir daha benzeri acı olaylar yaşanmaz.

Esma KORKMAZ
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

4. ÖYKÜ - 09 Haziran 2010
YANLIŞ ANLAMA

Size yakın zamanda olmuş bir olayı anlatacağım. Bu anlatacağım kişi Sivaslı bir yakın dostum. İsmini vermeyeceğim. Kendi bilseydi belki de ismini vermemi isterdi; çünkü çok şakacı biridir.

Bu yakın dostum rahatsızlığından dolayı doktora gidiyor. Şikayetini anlatıyor. Doktor çarşambadan perşembeye kadar idrarını biriktir getir diyor. Sonra arkadaşım evine geliyor. Ertesi sabah başlıyor biriktirmeye. Bir hafta boyunca idrar biriktiriyor. Yalnız bu arada bol su içmesi gerekiyor. Su içtiğinden dolayı da hep bidon sıkıntısı çekiyor. Sağdan soldan bidonlar arayarak bir haftayı doldurmaya çalışıyor. Misafirliğe gitse bunun için sorun oluyor.

Bir gün bir arkadaşına gitmiş. İlk işi, bidonu tuvalete saklamak olmuş. Ara sıra ihtiyacını görür, gelir otururmuş. Şaka şamata derken oradan ayrılmış eve gelmiş. Bidonu arkadaşında unuttuğunu anlayınca hemen telefona sarılmış.

-Aman kurban olayım tuvalette bidon var, sakın onu dökme hemen geliyorum, demiş.

Arkadaşı ise o bidonu görmüş ve:

-Allah Allah! Bu yağı da buraya kim koydu? diye sormuş.

Neyse ki bidonu incelerken telefon gelmiş de bidonun içindeki hakkında fazla kafa yorma fırsatı bulamamış.

Sonuçta bir haftayı doldurmuş. Bidonları arabalarına zor sığdırmışlar. Bagajın ve arabanın içi bidonlarla dolmuş. Bu şekilde hastanenin yolunu tutmuşlar. İbni-Sina Hastanesi'ne gelmişler. Hastanenin önüne yaklaşmak istiyorlarmış, görevli bir türlü izin vermiyormuş.

Kocası sinirlenmiş, arabadan inmiş. Öfkeyle:

-Peki, bu bidonlar nasıl gidecek? demiş.

Görevli, şöyle bir arabaya bakmış ve "Allah Allah bu nasıl bir iştir!" diye söylenerek o da yardım etmiş. Sonunda doktora ulaşmayı başarmışlar. Doktorun odasına bidonları dizmeye başlamışlar. Doktor, bir bidonlara bir hastaya bakmaya başlamış ve şaşkınlıkla:

-Bunlar da ne? diye sormuş.

Arkadaşımın kocası, gayet saf bir şekilde:

-Ne olacak idraaar! demiş.

Arkadaşım, araya girerek:

-Doktor bey, bir hafta boyunca idrar istediniz ya, diye açıklama yapmak istemiş.

Doktor, çok sinirlenerek:

-Ben sizden 24 saatlik idrar istemiştim. Bol su içince gelişmeleri görebilmek için 24 saatte ne birikirse ona bakacaktım! Hemen götürün bu bidonları! diyerek çıkışmış.

Bunlar, bidonları binbir zahmetle tuvaletlere taşıyıp dökmüşler. Bana diyor ki:

-Güler misin yoksa ağlar mısın? Orada bir hâlimizi görecektin! Eziyetimize mi yanalım yoksa millete gülünç olduğumuza mı yanalım?

Ne yapsınlar; Türkçemiz lastik gibi, nereye çekersen oraya gidiyor.

Esma KORKMAZ
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

3. Öykü - 19 Mayıs 2010
BAKIMSIZ YAŞLI KADIN

Sene 2002 veya 2003 olabilir. O sene çok kar yağmıştı. Gece boyu yağdığı hâlde gündüz de lapa lapa yağıyordu. Ben de babamın evinde alt katta oturuyordum. Bakkala gitmek için yola çıktım. Tepede ekmek bayisinin oradaki bakkala gittim. Hava o kadar güzel ki karlara bata bata gidiyorsun, fakat hiç üşümüyorsun.

Alışverişimi yaptım. Dönüşümde yolda yaşlı bir kadın dikkatimi çekti. Onu geçtim, arada dönüp dönüp ona baktım. Bir elinde poşeti, diğer elinde bir sigara vardı. Tüttüre tüttüre, paçaları ıslak biçimde bakımsız bir şekilde yürüyordu.

O yaşlı kadını düşünerek eve geldim. Kimdi acaba bu kadın diyerek yürüdüm gittim. Sobadaki kovayı yeni değiştirmiştim. Evde yiğenim Aylin'le 4 yaşındaki kızım Sidal vardı.

Çok geçmedi kapı çalmaya başladı. Aaaa o da ne! Bir de baktım yolda yürüyen yaşlı kadın! Kapıyı açtım:

-Teyze buyur, bir şey mi diyeceksin? diye sordum.

Yaşlı kadın zoraki konuşarak:

-Çok üşüdüm, ısınmak istiyorum, dedi.

İçeri almasam rahat edemezdim. Alırsam da üzeri çok kirliydi. Eski bir battaniyem vardı, hemen aklıma o geldi. Kapının girişindeki sobaya doğru battaniyeyi açtım. "Teyze gel!" dedim. Teyze, sobaya iyice sokularak oturdu. Aman Allah'ım soba nasıl yanıyordu! Kovayı yeni değiştirmiştim.

-Teyze soba çok sıcak, biraz ileriye git, hasta olabilirsin, diyordum.

Teyze beni hiç dinlemiyordu. Sonra aç olduğunu söyledi. Yemeğim de hazırdı, hemen yarım ekmekle beraber getirdim. Sordum doymamıştı. Tekrar getirdim. İkinci ekmeği yerken uyudu kaldı. Önü akşamdı, karanlık kavuşmuştu.

Bu arada kadın ısındıkça eve bir koku yayıldı. Öyle kötü bir kokuya ben ömrümce rastlamamıştım. Bütün camları ve kapıları açtım. Koku daha da çoğalıyordu. Aylin, hemen Sidalı annemlere çıkarttı. O arada kayınbabam geldi.

-Esma kızım, bu koku da ne?diye sordu.

Sonra kadınla uğraştığımı gördü. Kadın kalkmıyordu. Sızmış kalmıştı .Evde yatıramazdım. Kayınbaba devreye girdi.

-Kalk bakayım oradan! diye bağırdı.

Kadının hiç hoşuna gitmemişti. Söylene söylene gitti. Bir de ne göreyim altına da yapmıştı. Zavallı kadın akşamın karanlığında kaybolup gitti. Fakat benim evimdeki koku kaldı. Kayınbabam söyleniyordu.

-Esma seninde merhametinin bu kadarı fazla! diyordu.

O kadın neden gelmişti? Neden benim kapımı çalmıştı? Bende çok büyük iz bıraktı. Her kış geldiğinde o kadını hatırlıyorum. Belli ki çok sahipsizdi. Hiç banyo yapmamış ki o kadar kokuyordu. O günden sonra o kadını hiç görmedim.

Esma KORKMAZ
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

2. Öykü - 19 Mayıs 2010
TUZLUÇAYIR 42. SOKAK'TA SAYI GECESİ

Eskiden köylerde büyüklerimiz sayı gecesi yaparlarmış. Sayı gecesinde kızlar, saklanırmış. Erkekler ise o gece onları bulmaya çalışırmış. Elinde yapmış olduğu boncuktan oluşan toptuyu almak için çaba harcarlarmış. Kim sevdiğinden toptuyu alırsa o kendini kral gibi görürmüş, tabii ki sevdiğinin karşısında.

Bizlerin de geçmişte böyle bir anımız oldu. Bende o zamanlar 13-14 yaşlarındaydım. Gençler aralarında karar vermişler, bizler de böyle bir şey yapalım demişler. Neyse bizlere açıkladılar. Bizler de başladık hazırlanmaya. Büyüklerimizin yardımıyla toptu yaptık.

Sonunda o gün geldi. Sayım başladı. Durmuş amcamın kızı Seher'le oturduk, bu konuyu yani bizleri bulmamaları için ne yapmamız gerektiğini konuştuk. Karar verdik sinemaya gidecektik. Bilmiyorum büyüklerimize söyledik mi? Seher'le ikimiz evden ayrıldık. Mamak'ta Kapalı sinemaya,film seyretmeye gittik. Filmimizi bir güzel seyrettik. Biliyorduk herkes her yerde bizi arıyorlardı.

Sinemadan 11:00 ve 12:00 gibi ayrıldık. Yolda güle oynaya geldik. Bizim dışımızda herkesi bulmuşlar, her yeri didik didik aramışlar. Bizi bir türlü bulamamışlar. Bizler o gece keyifle yattık uyuduk, toptumuzu vermemiştik.

O günden sonra toptunun bende ayrı bir anısı var. Toptuyu seviyorum ve zaman zaman perdelerime asıyorum.

Esma KORKMAZ
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1. Öykü - 16 Mayıs 2010
İZ BIRAKANLAR

Merhabalar!

İnternete öyle bakarken Hatun Aydoğan'a ait çocukluk anılarını zevkle okudum. Çok hoşuma gitti. Güzel yazmış. Okurken bir yazarın yazısını okuyorum zannettim. Gözümde daha da büyüdü o benim tatlı arkadaşım; gurur duydum onunla.

Sonra Cemal Aydoğan'a ait Salih dedesi ile ilgili anılarını okudum. Okurken Salih dede gözümün önüne geldi. Allah Rahmet etsin. Salih dede ile ilgili unutamayacağım benim de bir anım var.

Kaç senesiydi bilmiyorum. O zamanlar küçüktük. Tuzluçayır'da 42. Sokak'ta önü bahçeli bir gecekondumuz vardı. Kapının önünde de çeşme akıyordu. Hatırladığım kadarıyla kardeşim Makbule vardı. Diğer kardeşim Hüseyin 4 yaşında falandı. Hüseyin orada muslukla oynuyordu. Demek ki o anda iç çamaşırı yoktu. Birden bağırmaya başladı. Pipisini arı sokmuştu. Biz orada ne olduğunu anlamaya çalışırken Salih dede anında mani yazdı. Onun söyleyişiyle yazıyorum:

Kızların başı sarıdır sarı
Oğlanı hazetmemiş
Sokmuş arı

Bizim deyimimizle kızların saçı sarıdır, sarı oğlanı beğenmemiş sokmuş arı. Bazen kendi kendime düşünüyorum; onların konuşmaları beni daha çok dinlendiriyor, seviyorum onları.

Konu Salih dededen açılmışken aklıma bir hikayesi geldi. Hikayeyi (ikisi de rahmetli oldu) Kıymet teyzemin kocası Mustafa amca anlatırdı. Fakat ben hikayeyi unuttum. Hatırladığım kadarıyla yazıyorum. Eskiden araba yokmuş. Her tarafa yayan giderlermiş. Grupları bilmiyorum, bir grup Muğdasın diye bir yere gelmişler. Akşam üzeriymiş, orada konaklamışlar, misafir olmuşlar. Bunlara bir oda verilmiş. Herkes, odasına çekilmiş. Orada bir tartışma çıkmış. Tartışırken birisinin kemençesi düşmüş, kırılmış. Salih dede, hemen başlamış mani yakmaya.

Gele gele geldik muğdasına
Orada girdik örtme odasına
Orada oldu bir dırıltı
Kemençe de kırıldı

Düşünebiliyor musunuz? Hikayeyi unuttuğum hâlde bu dört cümle nasıl da iz bırakmış belleğimde.
Şunu açıkça söylemek istiyorum; onlar çok değerli insanlarmış. Bizler dört kelimeyi bir araya getiremiyoruz; onlar ise dört kelimeyle hikayeyi anlatıyorlar. NUR İÇİNDE YATSINLAR.

Esma KORKMAZ
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Esma hanım, yazılarını göndermek için bu linki TIKLAYABİLİRSİN ... aliaydoganaa@hotmail.com