Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Ali Öztürk


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
1-Çoban Ali - 24 Ocak 2010
2-Saklı Cennet İmrahor Gölleri - 13 Mayıs 2011
3-Çökelek Borsası - 13 Mayıs 2011

ALİ ÖZTÜRK

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

3.Öykü - 13 Mayıs 2011
ÇÖKELEK BORSASI

Yıllardır hep sormuşumdur, neden sabahın köründe kasabaya ilk bizim köyün insanı iner diye. Daha, günün ilk ışıkları kasabaya düşmeden akın akın insanlar meydana gelir, sağda solda dolanırlardı. Hâliyle kasaba halkı da tuhaf tuhaf bizim insanları izlerdi. Benim anlamadığım Şiran'da devlet daireleri sekiz veya dokuzdan önce iş başı yapmazdı, ancak insanlar altıda oradaydılar. Bunu kasabada öğretmenlik yapınca daha iyi anlamıştım.

Bir Perşembe sabahı ev arkadaşlardan biri:
-Ali hocam şu çökelekten bize söndürme yapsana, sabah sabah ağzımız tatlansın, dedi.

Okulumuz yatılı olduğu için çok erken kalkmıştık. Ne yalan söyleyeyim benim de içimden geçmişti. Ama bir sorun vardı evde hiç çökelek yoktu. Dolabı açtım her yere baktım. Yok, hiç kalmamış. Aklıma hemen Pazaryeri geldi, öyle ya orda kesin vardır dedim. Hemen pazara indik. Meydanda Pazaryerinin bir köşesinde mutlaka çökelek satan köylüler bulunurdu. Her yere baktım ama doğru düzgün bir şey bulamamıştım. Takım elbiseli bir adamın panik hâlinde çökelek sorması insanların tuhafına gidiyordu. Yaşlı bir teyzeye yaklaştım,
-Teyze kaça çökelek?
-Üç gayme dedi kadın.
-Pahalı değil mi? teyze dedim.
-Oho! Oğlum sen yabancısın burada herhâlde. Birazdan Kırıntılılar gelecek ben beş gaymeden satarım bunu.
-Nasıl yani teyze?
-Oğlum onlar fiyatını sormazlar, ben on gayme mi desem onu düşünüyorum.

İyice afallamıştım. Resmen çökelek borsası kurmuşlar. Arz talep doğrultusunda tutturabildiğine satıyorlar. Güç bela çökeleği alıp eve döndüm. Olanları arkadaşlarıma da anlattım, herkesi gülme krizi tutmuştu. Petrolden daha kıymetliymiş dediler. Dolardan daha değerli! Ve sıcak somunları bölüşüp, büyük tavadaki çökeleği silip süpürdük. Ben hala o çökeleğin tadını unutamam.

Ali Öztürk - Kahramanmaraş

----------------------------------------------

Merhaba Sevgili Ali Öğretmenim,
Gönderdiğin her iki öykü de çok güzel, bir solukta okudum, geciktirmeden yayınladım.
Senin de bildiğin gibi Bizim Yazarlarımız sayfasının, köylerimizin geçmiş ve bugünkü yaşamını öykülerle gelece taşımak gibi bir amacı var.
Gönderilecek öyküler köyle, köylülerimizle ilgili olmalı. Yukarıdaki "Çökelek Borsası" başlıklı öykün köyle ilgili, üstelik güncel, çok güzül anlatmışsın, beynine sağlık.
"Saklı Cennet İmrahor Gölleri" başlıklı öykün ise köy yaşamından bağımsız bir öykü. Ama harika bir anlatım içerdiği için yayınlamamak sana ayıp olacağı gibi okuyucuyu da bu güzel öyküden mahrum etmek anlamına gelirdi, bu nedenle zevkle yayınladım.
Ali'ciğim, bundan sonra ki öykülerini köy anılarından seçersen çok sevinirim. Birbirinden güzel anılarının olduğunu, bu anılarını yine güzel bir edebi örgüyle yazacağını biliyorum. Beni anlayışla karşılayacağına inanıyor, paylaşımın için teşekkür ediyor, sevgilerimi iletiyorum. - A.A.

2.Öykü - 13 Mayıs 2011
SAKLI CENNET İMRAHOR GÖLLERİ

Ankara kışının kasvetli ve ağır havasının ardından, baharın gelişini iple çekerdik. İple çekerdik çünkü o zamanlar bizim için en güzel eğlence; balık tutmak piknik yapmak, doğayı doyasıya yaşamak ve gözlemlemekti.1985 lerde bunu yaptığımız yer İmrahor vadisiydi. Burası Ankara'nın pek bilinmeyen el değmemiş güzel mekânlarından biri olarak yıllarca kaldı.

İmrahor vadisi, Eymir gölünün çıkışından başlayıp, İncesu deresinin olduğu bölüme kadar uzanan ki bu Akdere-Türközü ve civarını kapsayan uzunca bir alan demekti. Bu bölgede sayısız irili ufaklı göller, bu göllere gelen su kuşları, dereler ve bozulmuş ağaçlık alanlar vardı. Yine bu ağaçlıkların büyük kısmı İmrahor köylerine ait meyvelikler ve bostanlıklarla doluydu. Ama bu güzel cennetin tam ortasında Eymir Gölüne kadar uzanan koridorda Tuğla Fabrikaları, gökyüzüne yükselen büyük ve kocaman bacalarıyla korkunç ve gizemli olarak dururdu. Kimi zaman göğe doğru uzanan büyük bacalardan simsiyah dumanlar yükselir bu güzelliğe gölge düşürürdü. Yine de biz bu fabrikaları görmezden gelir yolumuza devam ederdik. Bizim en büyük eğlencemiz o zamanlar buralarda piknik yapıp, balık tutmaktı.

Bahar gelince, ilk çiğdemler çıkar, ardından papatyalar ve keloğlan çiçekleri açardı. Yamaçlarda yaban bademlerinin pembe ve mor çiçekleri, daha adını bilmediğim onlarca çiçek ve bitki boy verirdi. Börtü böceğin sesinde birazda korkarak imrahor göllerine yürür, günümüzü oralarda gün eder, akşama korkaraktan eve dönerdik. Korkardık çünkü o zamanlar büyük çoban köpekleri ve sahipsiz köpekler ortalıkta gezerlerdi. Bu yılarca hep böyle sürecek derken.

Yine bir bahar sabahı erkenden her zamanki göllere doğru yola çıktık. Öyle ya artık bahar gelmiş bizim sezonumuz açılmıştı. Fakat yamaçlardan aşağı indikçe bir tuhaflık hissetmeye başlamıştık, Uzaktan ışıl ışıl parlayan göller artık net olarak görünmüyor derelerin pırıltısı bize yansımıyordu. O zamanlar her renkte bulunması gereken ağaçlarda görünmüyordu. Peki, ne olmuştu?

Yamaçlardan düze indikçe göllerin bir çoğununun yerinden yeller estiğini ağaçların çoğunun yerlerde olduğunu gördük. Bizim uzaktan gördüğümüz yeşilliklerin bir kısmı da bu yerde yatan ağaçlarmış. Bu nasıl olur ne zaman olmuş bu demeğe kalmadan, ilk gördüğümüz manzara karşısından şaşkınlıktan şok olmuştuk. Her zaman bizi ilk karşılayan ve şeklini kayığa benzediği için kayık göl ismini verdiğimiz gölün tamamına yakını kapatılmıştı. Kayık göl imrahora girişteki ilk fabrikanın hemen yanı başında küçük şirin bir göldü. Gölün yanına geldiğimizde gördüğümüz manzara korkunçtu. Gölün büyük kısmı hafriyatla doldurulmuş koca bir motorla da suyu başlatılmıştı. Kara suratlı ve kel kafalı, göbekli bir adam sağa sola bağırıyor, emirler yağdırıyordu nerde kaldı bunlar diye. Etrafındaki üç beş kişi ise ellerinde sopalar gölde bir köşeye sıkışmış su kaplumbağalarını, kurbağaları öldürmekle meşguldü.Biz daha ne yapıyorlar bunlar demeden dört kişi su deposuna benzer bir iki tekerli tankeri çeke çeke gölün kıyısına getirip,uzun bir hortumu göle doğru uzattılar. Acaba bu da ney derken,o adam emri verdi çabuk olun çabuk boşaltın şunu. Az önce gördüğümüz manzaradan daha dehşet bir manzaraya şahit oluyorduk. Tankerden yanık yağ ve mazot karışımı beş dakika sürmeden o küçücük kalmış gölün her yerini kapladı, mazotun ve yağın etkisi kısa sürede kendini göstermiş, göl içinde kalmış büyük balıklar bir bir su yüzüne çıkamaya başlamışlardı. Adam çığlık atıyor büyük bir kepçeyle de balıkları kenara çektiriyordu. Biz hem olayın şaşkınlığı hem o gölden çıkan balıkları görmenin şaşkınlığı ve merakında bekleşirken. İnanamadığımız başka bir vahşete şahit oluyorduk. O kel kafalı kara suratlı ve göbekli adam köşeye sıkışmış ve mazota bulanmış su kaplumbağalarını ve kurbağaların olduğu yere elindeki beyaz bir bidondan benzin döküp ateşe vermişti. Hayvanlar su üzerinde resmen yanıyorlardı, kıyıya kaçmaya çalışanlar ise eli sopalı adamların hedefi idi.

Şimdi tam hatırlamıyorum ama içlerinden biri yüzlerle ifade edilen bir rakamda kaplumbağa ve kurbağa öldürdüğünü söylüyordu. Diğeri ise onun yalan söylediğini asıl kendisinin o kadar öldürdüğünü söylüyordu. Dehşete kapılmıştık. Yazık değil mi onlarda can gibi bir cümle korkarak ve çekinerek söyledim ki suratımın ortasına bir şamar, kırbaç gibi şaklamıştı. O kel kafalı kara suratlı ve göbekli adam bana vurmuştu,
-Size ne leeen..! Sizi de yakarım len! dedi.

Artık film kopmuştu. Bu kepazeliğe ve doğa katliamına daha fazla seyirci kalamazdık. Yirmi otuz metre kadar uzaklaştık, o zamanlar köpeklere karşı hortum lastikten sağlam sapanlar yapıp bol miktarda da yanımızda taş taşırdık. Biraz canımın acısıyla biraz da ne yapabiliriz sorusuna cevabı bulmuştuk. Sapanımdan çıkan ilk taş adamın kafasında patladı adam yandım anam deyip yere çöktü. Diğer arkadaşlar da aynı şekilde adama nişan alıp taş yağmuruna tutmuşlardı. Adam yerde kıvranıyor la tutun şunları tutun diye acıyla bağırıyordu.

Artık ok yaydan çıkmıştı, adamları nasıl olsa atlatır kaçarız düşüncesiyle bunu yapmıştık birazda ortam bunu doğurmuştu. Ama yanıldığımızı çok geçmeden anladık. Olayın gürültüsüne fabrikadan yirmi otuz insan bize doğru ellerinde sopalar demir çubuklarla koşamaya başlamışlardı. Aksi gibi geldiğimiz yönün tersindeydik, geri dönemezdik çünkü adamlar ordaydı, önümüzde ise sazlıklar ve bataklıklarla dolu geniş bir alan da bizi bekliyordu. Düşünecek bir zamanda yoktu ama bir şeyler de yapmalıydık. Adamlar bizi yakalarlarsa neler yapabileceğini hayal bile edemezdik. Bir yandan koşuyor biryandan nereye gidebilir diye bağrışıyorduk, tüm bunlar sanki üç beş saniyede olmuştu ve filmde kopmuştu. Bu arada olayın şaşkınlığını atan kalabalık aradaki mesafeyi de kapatmak üzereydi ki, birden tersine dönüp sol açık alana doğru süratle var gücümüzle koşmaya başladık. Aslında resmen kalabalığın üstüne doğru ani bir hücum pozisyonundaydık, ancak biz hücum etmiyor son sürat sol açık alandan kaçıyorduk. Karar ve uygulama ani olmuştu. Yaklaşık on beş yirmi metre mesafeden yanlarından geçmiştik. Adamlar şaşkındı olayı anladıklarında ise geldiğimiz istikamete doğru çoktan yol almıştık. Artık indiğimiz tepelere doğru tırmanışa başlamıştık. Ama adamların vazgeçmeye niyeti yoktu O kel kafalı, kara suratlı ve göbekli adam iyice bize yaklaşmıştı, o an refleksten mi yoksa korkudan mı bilmem birden aklıma diz çöküp bir sapan atmak daha aklıma geldi. Düşündüğümü de hemen yaptım sapanımı olanca gücümle sündürdüm, ben bunu yaparken O kel kafalı kara suratlı ve göbekli adam birden durdu ve bana doğru korkunç bir şekilde birkaç saniye baktı. Sanki fotoğrafımı çekiyordu gözleriyle. Yüzü gözü kan içindeydi sanırım sağ kaşı da yediği taşın etkisinden açılmıştı. O gözlerde yanan kaplumbağaları ve kurbağaları görmüştüm biran. Onların sessiz çığlığıydım ben. Sapanı olanca hırsımla daha da sündürdüm ve bıraktım. O kara suratlı adam bir kez daha yandım anam değip yere düştü. Hassas bir noktadan vurulmuştu bu kez. Ancak elimde de bir acı ve sıcaklık hissetmiştim, elime baktığımda başparmağımın derisi yoktu sanki ve kan içindeydi. Güç bela mahallemize ulaşmıştık artık takip edilmiyorduk ve canımızı zor kurtarmıştık.

Aradan epey zaman gelmişti, ama o alay hep gözümün önündeydi. Zaman zaman uzaktan İmrahor vadisine bakıyor iç çekiyordum. O zamanlar bir ağaçlandırma seferberliği yapılıyordu. Mahalledeki insanlar fidan kapmak için ağaçlandırma sahasına gidiyor, hem fidan dikiyor hem de kendi bahçelerine dikmek için ücretsiz çam fidanı alıyorlardı. Korkarak da olsa biz de oraya gitmiştik bir ara, çam almak için tepelerden epey aşağı inmiştik, göle yakın yerdeydik,
-Ne arıyonuz burada lennn..diye soğuk bir sesle irkildim.
Döndüğümde, o kel kafalı kara suratlı ve göbekli adamla karşı karşıya gelmiştik. Sağ kaşının üzerinde derin bir yar izi vardı, o günden hatıraydı ve emindim ki başka bir yerlerinde de bir hatıra olmalıydı.
-Hiç fidan almaya geldik dedim,
O kel kafalı kara suratlı ve göbekli adam beni uzun uzun süzdü.
-Sanki tanıdık geldin ama... hımmm, diye mırıldandı,düşündü ve çekip gitti.

Belki mahallede ki büyükler yanımızdaydı,adam tekti ondan dolayı da çekindi,bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı ki bu adam doğanın bir numaralı düşmanı ve katliamcısıydı.Bildiğimiz ne kadar makam varsa arayıp İmrahor vadisinin katledilmemesi ve göllerin doldurulmaması için aradık. Ama bir cevap alamdık.!

Bu gün o koca göllerden geriye sadece birkaç su birikintisi olan gölcükler, çamurlu bir dere kaldı. Birazda sağda solda çalı çırpı türü ağaçlar. İncesu ve Türk özünden Eymir gölüne kadar uzanan koca bir koridor ya tarla yapılmış, ya parsellenip satılmış ya da öyle anlamsız bir şekilde kendi kaderine terk edilmişti. Şimdi artık kalan göllerde de hayat varımıdır? Balık kalmışımdır? Su kuşları da uğrar mı bilinmez. Ancak bildiğim bir şey var ki, bir zamanlar Mavi gölüyle, onlarca çeşit su kuşlarıyla ve çeşit çeşit balıklarıyla bir İmrahor vadisi vardı. Anakaranın bir köşesinde unutulmuş saklı bir cennet.!

Ali Öztürk

----------------------------------------------

1. Öykü - 24 Ocak 2010
ÇOBAN ALİ

"Oku adam ol, yaşamın efendisi ol ve efendi kal. Dağlar gibi oturaklı, yıldızlar kadar aydın, su gibi duru kal." - Çoban Ali (AÖ)
---

Akşam olup da kara doruğa karanlık çökende yıldızları sayardım her gece, kurdun kuşun onca böceğin sesinde, çekilirdim yıldızlara, dalıp giderdim. Tilkiler üşüşürdü fidanlıklardan, gece örtü olur çekilirdi dağların üstüne. Kuzuların gözleri parlardı başka diyardan gelmiş yabancılar gibi. Ve öksürükleri karışırdı. Çıngıraklarının seslerinde geceye. Gece dingin, gece gizemliydi.
İlk böyle bir gecede tanıdım Çoban Ali'yi, kasketinin altında; kırışmış ama ışıl ışıl gözlerinin altında derin bir anlam saklı olarak, sararmış dişlerinin arasında ıslık çalarken.
- Bu koyunlar neden öksürüyor?
Çoban Ali, gülümsedi:
- Sen kimlerdensin? Kimsin?
- Sarıkızgilin Sabah'ının torunuyum ben. Anakara'dan geldim.
Yerinden doğrulup kollarıyla kendine çekip:
- Muharremin oğlu mu? diye sordu.
- Evet.
Eğilip, yanaklarımdan öptü.
- Maşallah çok büyümüşsün sen. Adın ne?
- Ali
- Adaşız yani.
- Öyle.
- Bak Ali, Can Ali. Bu koyunlar da bizim gibiler, yerler, içerler, uyurlar hatta hissederler.
Gülerek:
- Ve de öksürürler, dedi. İstiyorsan gidip onları sevebilirsin.
Gecenin karanlığında başka ve uzak diyardan gelmiş yabancılar gibi duran koyunların arasına ben de karıştım. Onları sevip kokladım, hatta bir ara öksürenlere
- Çok yaşa, bile dedim.
Çoban Ali, hayvanlarla kaynaşıp onları sevmemden mutlu olmuştu. Öyle ya, Ankara'da yetişip köye gelen birinin hayvanlara bu kadar sevgi göstermesi onu şaşırtmıştı.
- İstersen sen de gel yarın, yaylanın üstüne çıkacam sürüyü yaylayacağım.
Yayla havası sabahları erken kaldırıyor insanı. Derelerin çağıltısı kapıdan içeri sokulan mis gibi çam kokusu, diriltiyor, kendine getiriyor insanı. Hele sabah güneşinin bin bir tonda gökkuşağının her rengindeki doğuşunu görmek dünyalara değiyor. O gün çok daha erken kalkıp somun ekmek, domates, salatalık ve kaymak alıp hemen Çoban Ali nin yanına gittim. O ise çoktan kalkmış sürüyü yola katmıştı bile.
- Günaydın Ali Amca!
- Günaydın Can Ali!
- Hazır mısın Hayat'la tanışmaya?
Anlamamıştım ne dediğini. Doğrusu kafam karışmıştı bu söze. Yayladan koyunları katıp düzüldük yola. Direkt dağı gösterip:
- Bu dağın üstü Kara Burga; oraya çıkacağız dayanacak mısın? diye sordu.
- Tabi ki, yürümeyi severim ben.
- İyi o zaman, hadi bakalım.
Yükseklere çıktıkça, yeşilin her tonu o uzaklardan ışıl ışıl görünen gözelerdeki suların tadı, çiçeklerin kokusu adeta büyülüyordu beni. Artık yaylalar çok uzakta kalmış ormanların üst sınır noktasına gelmiştik. Şimdi büyük ve görkemli çam ağaçlarının yerini, binbir çeşit otlar ve çiçekler almıştı.
Öğlen olmuş acıkmıştım. Ne zaman yemek yeriz diye düşünürken, Çoban Ali:
- Ateş yakalım, yemek yiyelim, dedi. Artık sürü sakinleşti bu sıcakta onlar da yatarlar artık.
Gerçekten de. Sürü Aşığın Pınarı'nda sulanmış ve her biri bir yerde sakin sakin yatıyor veya birbirine sokulmuş geviş getiriyordu. Hafiften esen rüzgâr çiçeklerin kokusunu bize kadar taşıyor aynı zamanda bizleri serinletiyordu. Ormanı çıkarken topladığımız kozalak ve kuru çam dallarından üçtaş dizip ateş yaktık. Çoban Ali bu ateşin ortasına yuvarlak bir taş koyup,
- Bu nar gibi olunca bana haber ver. Ben süt sağacağım.
- Tamam, söylerim Ali amca.
Ateş kırk beş dakikayı geçkin bir zamanda, harlanıp taş iyice kora dönmüştü. Çoban Ali süt dolu bakraca taşı bırakmasıyla, bakraçtaki süt foşurdamaya ve kaynamaya başladı. Azığımızı açıp yemeğe başladık. Sütün lezzetini ilk o zaman tattım. Gün boyu Kaplumbağa, su göletinde kurbağa ve gökyüzünde süzülen kartalları ve bin bir çeşit kınalı kuşları ilk o zaman yakından ve kendi doğal ortamlarında gördüm.
İlk defa ateşi çıra ve kozalakla yakmanın hazını, sütü taş atıp kaynatıp içmeyi, dal odunları toplayıp, çıranın kokusunu, Kuru somunu gözelerde ıslayıp kuru kaymakla yemenin tadını Çoban Ali'nin yanında aldım ve yaşadım. O gün, doğanın parçası olup, o gün doğayı yaşamayı Çoban Ali'yle öğrenmiştim. Akşama doğru yayla girişinde artık ben de başka bir Ali'ydim. Bana dönerek,
- Sana sabah bir söz söylemiştim hatırladın mı?
- Evet hatırladım. Hayat'la tanıştıracaktın. Tanıştım.
Çoban Ali gülerek:
- Hayatla tanıştın, bir de burada Hayat'ı yaşamak var, o daha zor. Sen Ankara'dasın, oralar büyük yerlerdir. Oku adam ol, yaşamın efendisi ol ve efendi kal. Dağlar gibi oturaklı, yıldızlar kadar aydın, su gibi duru kal. Hoşça kal Ali Can, hoşça kal.
-0-

Ali ÖZTÜRK
(Öğretmen-Maraş)

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ali öğretmenim, yazılarını göndermek için bu linki TIKLAYABİLİRSİN ... aliaydoganaa@hotmail.com