Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Babuko Hüseyin


ANASAYFA

İÇİNDEKİLER
01. Paykurma - 21 Ocak 2011
02. Tütsü - 21 Ocak 2011
03. Yorgan - 22 Ocak 2011
04. Çatal Dırnak - 22 Ocak 2011
05. Çevre Temizliği ve Biz - 25 Ocak 2011
06. Köyümüz ve Yangın - 25 Ocak 2011
07. Mantar Zehirlenmesi - 28 Ocak 2011
08. Ormanın Kesilmesine Karşı - 29 Ocak 2011
09. Kartal ve Oğlak - 02 Şubat 2011
10. Kızak Kayma - 02 Şubat 2011
11. Sultan'ın Hasan'ı ile Hüseyin'i - 06 Şubat 2011
12. Duyuru - Mısır Kırmak - 09 Şubat 2011
13. Tezek mi Kozalak mı - 09 Şubat 2011
14. Kış Hikayeleri - 10 Şubat 2011
15. 1954-Yeniköylüler - 08 Mart 2011
16. Köyde Sevdiğim Sakallı İnsanlar - 10 Mart 2011
17. Köyde Yılbaşı - 14 Mart 2011
18. Hıdırillez Günü (Hıdır-İlyas) - 14 Mart 2011
19. Yılan - 18 Mart 2011
20. Zahra Yuma Kurunu - 19 Mart 2011
21. Çeşmeyi Taşlamak - 19 Mart 2011
22. Okula Kozalak Getirme - 22 Mart 2011
23. Alaadin'in Kaya Tırmanışı - 22 Mart 2011
24. Tezek - 29 Mart 2011
25. İki Satır Yazabilmek - 01 Nisan 2011
26. Orman ve Kazma - 03 Nisan 2011
27. Yayla Günlüğü - 11 Nisan 2011
28. İkinci Geldik - 11 Nisan 2011
29. Kurt Yavrusu - 20 Nisan 2011
30. Çoban Ali ve Süt Kaynatma - 01 Mayıs 2011
31. Taş Savurma - 04 Mayıs 2011
32. Mallum Hasanlar - 11 Mayıs 2011
33. Şükrü Emim On Yedi - 17 Mayıs 2011
34. Ağlayan Bebe - 24 Mayıs 2011
35. Kime Niyet Kime Kısmet - 30 Mayıs 2011
36. Kırıntı Köyü Dili ve Lehçesi (Köy Sözlüğü) - 04 Haziran 2011
37. 15 Hüseyin - 12 Haziran 2011
38. Zemzi Dayı - 19 Haziran 2011
39. Memmet Dayı - 23 Temmuz 2011
40. Karaburga'ya Gidiş-1 - 23 Temmuz 2011
41. Kaybolan Et - 13 Ağustos 2011
42. Bahçe Belleme - 25 Ağustos 2011
43. Kırıntı'da Hava-Doğa Durumu - 17 Kasım 2011
44.İyi Garipağa İyi" - 20 Kasım 2011
45.Ben Bilmem Ali Bilir - 24 Kasım 2011
46.Yat Memmet Yat, Kalk Memmed Kalk - 27 Kasım 2011
47. Karaburga'ya Gidiş-2 - 02 Aralık 2011
48. Mezarlık Üstü - 11 Aralık 2011
49. Çorak Kalasıca Çorak - 28 Aralık 2011

HÜSEYİN AYDOĞAN

50. Köyde İlk Yol Yapımı - 02 Ocak 2011
51.Fi Tarihli Ark (Kanal) Yapımı - 05 Ocak 2012
52.Keçi - 08 Ocak 2012
53.Garabey Dayı - 16 Ocak 2012
54.Planlayarak Erik Aşırma - 21 Ocak 2012
55.Değerli Bir Dostla Unutulmaz Bir Gezi - 27 Ocak 2012
56.Köyde Erozyon - 05 Şubat 2012
57.Recep'in İsmail'in Torunu - 10 Şubat 2012
58.Kırıntı'da Bir Kış Günü - 21 Şubat 2012
59.Köy İşleri - Dizi Yazı - 01 - Buğday Ekimi - 26 Şubat 2012
60.Köy İşleri - Dizi Yazı - 02 - Ekin Biçme - 01 Mart 2012
61.Köy İşleri - Dizi Yazı - 03 - Döven Sürme - 06 Mart 2012
62.Köy İşleri - Dizi Yazı - 04 - Zahra Yuma - 11 Mart 2012
63.Köy İşleri - Dizi Yazı - 05 - Hedik Kaynatma - 15 Mart 2012
64.Köy İşleri - Dizi Yazı - 06 - Değirmende Un Öğütmek - 21 Mart 2012
65.Köy İşleri - Dizi Yazı - 07 - Bulgur/Yarma Dövmek - 25 Mart 2012
66.Köy İşleri - Dizi Yazı - 08 - El Değirmen Taşı - 30 Mart 2012
67.Köy İşleri - Dizi Yazı - 09 - Mısır - 04 Nisan 2012
68.Köy İşleri - Dizi Yazı - 10 - Gavut - 14 Nisan 2012
69.Köy İşleri - Dizi Yazı - 11 - Hırkalı - 21 Nisan 2012
70.Köy İşleri - Dizi Yazı - 12 - Fırıç - 29 Nisan 2012
71.Köy İşleri - Dizi Yazı - 13 - Karadal Lahana (Cenik Pancarı) - 05 Mayıs 2012
72.Köy İşleri - Dizi Yazı - 14 - Çiğ ve Çökülek - 10 Mayıs 2012
73.Fiğ Baducu Yolmak - 13 Mayıs 2012
74.Yeter Bacı'nın Yoncası - 20 Mayıs 2012
75.Nerde O Eski Yaylalar? - 04 Haziran 2012
76.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/01 - Kış-Gayhı Kayma - 23 Haziran 2012
77.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/02 - Yılbaşı - 23 Haziran 2012
78.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/03 - Sayı Sayma- 07 Temmuz 2012
79.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/04 - Merek ve Alaf -24 Temmuz 2012
80.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/05 - Çerçi -27 Ekim 2012
81.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/06 - Zipçik -09 Aralık 2012
82.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/07 - Çoban Ali-19 Aralık 2012
83.Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/08 - Kır Çiçekleri - 26 Aralık 2012
84. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/09- Yayla - 03 Ocak 2013
85. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/10- Hasat ve Bostan - 13 Ocak 2013
86. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/11- Düğünler - 20 Ocak 2013
87. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/12- Köyümüzde İbadet - 31 Ocak 2013
88.İnsaflı Olalım - 06 Şubat 2013
89.Bir Günde Şebinkarahisar'a Gidiş Dönüş - 13 Şubat 2013
90.İci Ayağımın Altını Eş - 20 Şubat 2013
91.Kır Gezintisi - 07 Mart 2013
92.Ormanlarımız - 26 Nisan 2013
93.Köy Sorunları ve Karmaşa - 30 Nisan 2013
94.Abbas Dayı-Aslıhan Bibi - 07 Mayıs 2013
95.Gaga İbrahim - 19 Mayıs 2013
96.Gizemli Bir Güz Gezisi - 02 Kasım 2013
97.Tutya Veya Tutiya (Çuha Çiçeği)-14 Kasım 2014
98.Kentsel Gelişim ve Yozlaşma - 10 Mart 2018

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

98. Yazı – 10 Mart 2018
KENTSEL GELİŞİM ve YOZLAŞMA

Bir tarihler Kırıntı köyünde insanlar bir evde bir iki gelin, gelinlerin beyleri, torunlar, dede, büyük anne hepsi güzel yaşayıp giderken o evdekiler birbirine yapışık gibiydi. Bu yaşantıdan dolayı mahalleler hatta köy birbirleriyle kaynaşmış dostça samimi şekilde yaşıyorlardı. İbadeti, gelenek, görenekleri, bayramı, mezarlık üstü, yaylaya göçme ve Karaburga ziyareti bu insanları muazzam bir bağla birbirine bağlıyordu. Hatta kardeş köylerimizi de içine kapsayacak şekilde birbirlerine gidip gelmeler çok samimi idi. Kız alıp vermeler insanlarımızı birbirlerine bağlar, o bağlılık içerisinde köyümüzde cevizin kabuğunu dolduracak ve insanlarımızı rencide edecek bir olay olmazdı. Evet bazı ufak tefek kırgınlıklar olsa da bu kırgınlıklar cemde dede ve toplum tarafından tatlıya bağlanırdı.

Ne olduysa birden köyde bir dağılma ve şehirlere göç başladı. Önceleri Giresun’a, Ordu’ya gidip gelme şeklinde olurdu. Daha sonra göç hızlandı. İstanbul, Ankara, Samsun, İzmir derken yurt dışına Almanya ve değişik ülkelere göçüp, dağıldılar. İstanbul’da insanlarımız gecekonduda yaşarken, çalışıp çabaladı. Bu arada şehirleşmenin yavaş yavaş nimetlerinden de faydalanmaya başladılar. Gecekonduda yaşarken insanlar birbirleriyle kaynaşmış ve iç içe yaşayıp gidiyorlardı. Ne zaman ki insanlarımızın ekonomik gücü artmaya başladı, işte o zaman birbirlerine bağlı olan insanlarımızın çemberleri ve bağlılık zincirleri kopmaya ve çimentosu aşınmaya başladı.

Ankara Tuzluçayır 42. sokak sakinleri de birbirlerine o kadar bağlı ve kenetli idi. Çalışan, okuyan insanlar sabah arı gibi 42. sokağı boşaltır, güler yüzlü sevecen bir şekilde 42. sokağa tekrar geri döndüğünde ise insanların samimiyeti bir kat daha artardı. Aynen köyde olduğu gibi topluca Karaburga’ya gider gibi Hüseyin Gazi’ye ziyarete gidilir, ibadet ve adetler aynen uygulanırdı. Topluca piknik için Atatürk Orman çifliğine ve hayvanat bahçesine gidilirdi.

Nüfus artınca, 42. sokak insanlarımıza dar geldi. Dolaysıyla 42. sokaktan da dağılma ve genişleme başladı. Şimdiki Natoyolu yani çöplüğe gidip birer gecekondu yaptılar. Burada gerçekten insanlarımız çok büyük sıkıntılar çektiler. Bu sıkıntıların içinde Ankara büyük şehir belediye başkanlığını kazanan CHP büyük şehir belediyesi ile küçük şehir belediye başkanları Ankara’da tüm Ankarayı kapsayan imarlaşma reformunu başlattılar. Bu imarlaşma reformu neticesinde Ankara Natoyolu çöplükte bu günkü gördüğünüz şekle dönüştü. Bu arada insanlarımızın ekonomik durumu da çok değişti. Bu değişimle birlikte feodal bağlar da koptu. Artık herkes dilediği şekilde yaşamaya başladı. Birbirlerine gidip gelmeler azaldı. Gençler birbirlerinden uzaklaştı, nerede ise aynı köyün insanları ve genç nesiller birbirlerini tanımayacak hâle geldi. Hele bizim kuşak da yok olursa, dağılma ve yok olma tamamlanmış olacak. Çok yakın akrabalar belki biraz daha ilişkilerini sürdürürler o kadar. Çünkü köyümüzde ufacık toprak pay edilirken bile insanlar öz kardeşine olmadık numaralar yaparak hak gaspına çalışmaktadır. Hiç olmadık yerde samimi insanlar bile, bir hiç yüzünden veya başka çıkarları için birbirlerini mahkemeye vermekte tereddüt etmemektedirler. Hele köyümüzde içme suyu sıkıntısında, suyu akan evler, yanındaki komşusunun suyunun akmadığını gördüğü halde, görmemezlikten gelmektedir. Suyu akmayan kişi çıkıp ulu orta bağırmakta, bir şekilde suyu akmaya başlayınca da susmaktadır. Toplumsal olarak bir çare üretmeye gitmemektedirler. Bir zamanlar Tarhana boğazından davullu zurnalı (Camı Kıranı) Aşığın pınarının suyunu Çanakçı yaylasından köye akıtan o rahmetli insanlar, şimdi yattıkları yerden belki de bize bıyık altından gülüyorlardır.

Babuko Hüseyin - Ankara


----------------------------------------------------------------------------------------------

97. Yazı – 14 Ekim 2014
TUTYA VEYA TUTİYA (ÇUHA ÇİÇEĞİ)

Hiç düşündünüz mü? Bizim dağlarda yetişen veya biten tutya çiçeği, Türkiye’nin nerelerinde veya hangi bölgelerinde var veya yetişiyor. Ben bu konuyu özel olarak araştırmadım. Gazetelerden, kitaplardan veya televizyon belgesellerinden gördüğümüz kadarıyla tutya bizim dağlarda buzlu gözelerin akaklarında yetişir. İnternetten de Artvin’in Ortaköy Karagöl bölgesinde yetiştiğini okuyoruz.

Böyle narin mor ve eflatun renkli çiçek açan ve güzel bir kokusu olan çiçeğin, devlet korumasında olması gerekmez mi? Hele böyle bir çiçeğin kokusunun, insanı uyarıp mestetmesi bir ömre bedel değil mi? Ankara, İstanbul veya yurt dışında bizim köyden laf açılınca, hemen dağlarımızdan bahsetmeye başlarız. Gözelerden ve tutyadan söz açılır. Tutyadan, çaşır mantarından laf uzayıp gider, taki dağlarda gördüğümüz kocaoğlana kadar varır.

Tutya çiçeği, isim olarak da kızlarımıza verilir. Aşkı sembolize eder, türküleri söylenir, şiirlere konu olur. Bizler köyümüze tatile gideceksek, çoğunlukla bu tutya çiçeğinin açma zamanına denk zamanda köye tatile gideriz. Bizim dağların doruklarında, buğulu gözelerin suyunun akaklarında yetişir. Gözeden kaynayan ve akan bu su çok soğuk olur, içerken boğazı üşütmez ve tahriş etmez. Tutya işte böyle soğuk suların akaklarında yetişir. Kokusu ve rengiyle gönüllerimizde yer etmiştir. Tutyanın açtığı zamanlarda, tatili bitenler geri dönüşlerinde mutlaka eşe dosta hatıra olarak bu tutyadan bir top götürürler. Yazdığım tutya şiirinide burada sizlere ek olarak sunmak istiyorum. 19-09-2014

TUTYAM
Issız dumanlı dağlarda buz ilesin,
Yanında senin cerenler eylersin,
Çıkıp gönlümde yayla yaylarsın,
Seni de canan gibi koklarım tutyam.

Buğulu gözelerin suyunu içeceğim,
Seni top top yapıp koklayacağım,
Deste deste eşe dosta yollayacağım,
Herkes senden muradını alsın tutyam.

Yayladan üstte bölük meşede,
İnsanlar da ki zevki sefa neşede,
Kah cepte bazı suda bazen şişede,
Defter içinde saklarlar seni tutyam.

Çiçekler açar kokular saçarsın,
Akılsız Hüseyin’i içten yakarsın,
Yayla gözelerimizde sen varsın,
Hasretini çektiğim tutyam çiçeğim.

BABUKO HÜSEYİN - ANKARA


-----------------------------------------------

96. Yazı – 02 Kasım 2013
GİZEMLİ BİR GÜZ GEZİSİ

3 Şükrü ile 113 Hüseyin 2012 yılında evden çıktılar, emişen paarı, kuyu deresi ve züğürdün kaçağı derken, laf lafı açtı laf yolu uzattı, yolumuz Gülhanımların çamının oradan Gülizarın pınarına vardı. ( Yıllar eveli burada bir çam vardı. Yıldırım düşmesi sonucu yanmıştı) Yol boyu her on adımda veya yirmi adımda bir kocaoğlanın kuşak çözdüğünü ve ahlat çekirdeklerini sağa sola yaydığını gördük.

Bundan önceki yıllarda da aynı işlemi yapmış olacak ki, Kırıntı köyünün tarlalarını ve kırlarını hep ahlat fidanı sarmış. Mevsim güz olduğu için ahlatların başında da simahlar olmuş ki tam kocaoğlanın ağzına layık. Onun için adım başı kocaoğlanın kuşak çözdüğünü görüyoruz.

Elimizde ufak bir değnek bile yoktur. Şura senin, bura yüriyenin, ötesi kaçanın derken yolumuz aşağı Kânın kıranından, aşağı Kânın ormanına düştü. Ortam o kadar sessiz ki her hangi bir sinek uçsa dahi sesi duyuluyor. Patika yoldan giderken adım başı hep kocaoğlanın pisliği ile karşılaşıyoruz. Gerçekten ortam o kadar sessizki ürpermemek elde değil. Aşağı Kânın dereye indik, Civrişonlular yaylalarının suyunu kalın boruyla köylerine götürmüşler. Boruların yarısı toprağın derininde yarısı da toprak üstünde. Kânın bütün yaylasını kavak ağacı kaplamış. Yayla hep kavak orman olmuş.

-3 Şükrü yahu 113 Hüseyin dedi, şu koca oğlanlardan birisini görsekte bir teşekkür etsek. Baksana dağı-taşı ahlat fidanları ile doldurmuşlar. Gerçekten de Kânın yaylası ve ormanları, bizim köyün bütün kırları ahkat fidanı ile dolmuş.

113 Hüseyin.
--3 Şükrü’ye dönerek yahu Şükrü dedi, sana bir şey diyeyimmi. 3 Şükrü de merakla 113 Hüseyine bakıyordu. Bizim köyde bir ahlat kooparatifi kurulsa, şu görmüş olduğumuz ahlat fidanlarını iyi cins armutla aşılasalar, gelecekte bu armut ağaçları meyva vemeye başlarsa bu kurulan kooparatif muazzam kazanç elde eder. Bu kooparatife bütün köylü üye olmalı. Baksana onbinlerce ahlat fidanı var. Bunlar kısa zamanda ıslah edilir, güzelce budanır, bakımı yapılırsa meyva vermeye başlar. Armudun kilosu da öteki meyvalardan biraz daha pahalı.

Ege bölgesinde dağ-taş zeytin ağacı. Bizde de ahlat fidanı, ne fark eder ki yeterki insanlar azmetsin bu iş olur, tutarda.

Yolboyu yürüyerek Kânın yaylaya vardılar. Yaylanın sağına soluna baktılar, bir Allahın kulu yoktur. Geri aşağı yürüyerek orta Kânın yolundan köye dönerken, yolun bir yerinde durdular,

Şükrü Hüseyin’e dönerek dedi ki.
-Tam burda Çalgan dan bir arkadaş, traktörle Çalgana giderken, traktörü burada devirmiş dedi.

Hüseyin Şükrü’ye
-Ula şükrü buradan traktör gidermi dedi.
-Gitmez ama ne yapacaksın o arkadaş gitmiş. Bu söylenen yoldan zamanın da kağnı arabaları zor şer geçerdi. Bu söylenen yol milattan önceleri ipek yolu olarak kullanılırmış. Kırıntı köyü halkının cada dediği yol da bu yol.

Bu yol milattan önceleri, uzak doğudan Bayburt kalesine gelip, Şebinkarahisar dan, Amasya kalesine, oradan Ankara kalesi ve İstanbula, Avrupaya gidermiş. Biz bu yolun önemini ne araştırdık nede biliyoruz.

Orta Kândan Kırıntı tarafına döndüğümüzde yolun üst tarafında bir çeşmenin olduğunu gördük. Suyu damla damla akıyordu. Hemen yanında bir ahlat ağacı vardı. Başında da epeyce ahlat olduğunu gördük. Ahlatı da bayağı güzeldi. Kuyu deresine indik ve tonarlardan köye vardık. Ayaklarımız hele hele bacaklarımız, bizden fazla sevindi, köye geldiğimize.


Babuko Hüseyin - Ankara - 10.10.2013


----------------------------------------------

95. Yazı - 19 Mayıs 2013
GAGA İBRAHİM

Bu sitede Ali Aydoğan’ın yazıp yayınlamış olduğu Kırıntı’nın Başları Türküsü’nün öyküsünü okuyunca çok heyecanlanmıştım. Heyecanım türküyü yazanın babamın amcası olduğunu okuduğumda daha da artmıştı. Ali hocanın izniyle o bölümü buraya aynen koyuyorum:

“Abdallı'da duruşuyla, davranışıyla, ilgi alanıyla ilginç bir tip vardır. Selvi'nin Ali'sinin amcası İbrahim'dir bu adam. Burnunun eğriliği nedeniyle Gaga İbrahim diye çağrılan bu adamın beli sakattır. Genç yaşlarda bir ağaç kütüğünü kaldırmak isterken kendini çok zorladığı için incitmiştir belini. Zorunlu olarak hareketleri yavaş olsa da edebi beyni hızlıdır. Sözcükleri kullanmayı çok iyi bilmekte; hizaya sokarak birbirinden güzel ağıtlar söyleyebilmektedir.
Gaga İbrahim, İsmail'in vurulma olayına büyük olasılıkla tanık olmuştur. Nasıl olmasın ki, İsmail, kaçarken onların evinin önünden geçmiştir. Çatışma yeri zaten çok yakındadır. İbrahim'in olayları canlı canlı izlediğine kuşku yoktur. Gözlerinin önündeki çatışmadan ve tanıdığı bir insanın vurulmasından etkilenip yoğun duygular içine girerek İsmail'i anlatan Kırıntı'nın Başları ağıtını dile getirmiştir. – Ali Aydoğan-www.karadorukaa.com”

Gaga İbrahim amcamla ilgili bölümü okuyunca aşağıdaki şiiri yazdım. Umarım ilgiyle okursunuz.
GAGA İBRAHİM

Abdallıda ilginç tipte biri vardır
Büyük ozanımız Gaga İbrahim’dir
Yalnız ozanımızın beli sakattır
Belinin sakatlığına sebep bir ağaçtır.

Gençlik çağında büyük bir kütük
Gaga İbrahim’e yapmıştır kötülük
Kütüğü kaldırırken incitir belini
Böylece ozanlıkta bulur kendini.

Burnunun eğriliği ile gaga demişler
Gaga demekle namını söylemişler
İsmail’in vurulmasına tanık olmuştur
Kırıntı’nın başları ağıtını yazmıştır.

Ozanımız Selvinin Ali’sinin amcası
İsmail vurulmuştur büyüktür acısı
Kırıntı’nın başları ağıtını beraber
Yüz yıldır söyler amca, dayı, bacısı.

Gaga İbrahim’den sonra Selvigilde
Babuko Hüseyin gelmiştir yüzüncü yılda
Şiirlerdeki adı Akılsız Hüseyin’dir
Kendisi süklüm büklüm bir ozandır.

Babuko Hüseyin – 10 Mayıs 2013

-----------------------------------------------

94. Yazı - 07 Mayıs 2012
ABBAS DAYI-ASLIHAN BİBİ

Bir zamanlar mahallemizde tonton mu tonton bir Abbas dayı vardı. Sakalını askere giderken kesiyor, askerlik dönüşü yine sakal bırakıyor ve bir daha da hiç kesmiyor.
Biz Abbas dayıyı sakalından dolayı çok yaşlı bilirdik. Oysa o kadarda yaşlı değilmiş. Kuran okurdu, kendince de biraz dindar sayılırdı. Pek ustalığı yoktu, ara sıra küptü gurbetine çıkardı.

Bir oğlu ve ikide kızı vardı. Oğlu çok şakacı ve de çok gırgır birisi idi. Akla hayale gelmedik şaka gırgır yapar milleti çok güldürürdü.
Yalnız, Abbas dayı biraz hanımına karşı geçimsizdi.
Hanımı Aslıhan kendi halinde sessiz biri idi. Sessiz dedim ama onun da biraz şakacı ve manici yanı ağır basardı. Abbas dayı ile hanımı biraz dırdır etseler, Abbas dayı şiddet uygular, Aslıhan ise buna manilerle karşılık verirdi. Mahalleli de Aslıhan’ın manici ve şakacı yanını çok severdi. Bu yüzden hep onun yanında, Abbas dayının karşısında olurlardı.

Günlerden bir gün gene Abbas dayıyla hanımı Aslıhan kendi aralarında biraz dırdır ederler. Konu komşu araya girer, ayıptır, etmeyin, yapmayın der Abbas dayıyı evden uzaklaştırırlar.
Abbas dayı, uşaklar ben bir gurbete gideyim de geleyim der. Hani gurbet dedimse, Abbas dayının gurbetini anlayın yani. Neticede Abbas dayı gurbete gider. Gider ama Aslıhan da çok gahirlenir ve bir dörtlük söyler.

Aklını deremedi
Yükünü düremedi
Üç gün uğraştı ama
Aslıhanı göremedi.

Deyip Abbas beye gönderme yapar.

BABUKO HÜSEYİN ANKARA

-----------------------------------------------

93. Yazı - 26 Nisan 2013
KÖYÜN SORUNLARI VE KARMAŞA
Yazıma teşekkürle başlamak istiyorum. Köyde cem evinin alt katını düzenleyen, para yardımında bulunan ve emeği geçen herkese teşekkür ederim. Bu köyümüze yapılan büyük bir hizmettir.

* Köyümüzde neler oluyor veya neler olmuyor. Köyün sorunları nelerdir, bu sorunlar nasıl çözülür? Kimlerin vazifesi nereye kadardır veya değildir; kimse nasıl hareket edeceğini bilmemektedir, tam bir karmaşa vardır.

*2011 ve 2012 ağustos aylarında köye gittim, iki veya üç ay kaldım. Ne bir toplantı olduğunu duydum, ne de bir faaliyet olduğunu gördüm. Dernek yöneticilerimiz, köy yönetimine (muhtara) yardımcı olmak yerine, köyü yönetmeye veya yönetimi tanımamaya çalışmaktadırlar. Mesela köye dernek binası yapıldı. Dernek binasına karşı değilim, benim işaret edeceğim konu bu derneğin yaptığı binanın çatısı altında bir de muhtarlık odası olması gerekmez mi? Muhtarlık binası yapılırken dernek para harcayamaz, bu konuda ancak önderlik yapabilir, yardımcı olabilir. Çünkü köye gelen bir görevli, doğrudan muhtarın evine gidiyor. Muhtarın evi o anda görevliyi kabul etmeye müsait mi?
Muhtar değiştiğinde, gelen görevlinin ev ev gezmesinin ne gereği var. Bilinen dernek veya muhtarlık binası görevliler açısından daha iyi olmaz mı? Bu durum köyümüze puan kazandırmaz mı? Yazın köyümüze gelen bir devlet yetkilisini ağırlaya bileceğimiz bir yerimiz var mı? Bu konuda bir önerim olacak. Harman taşlarına bir Atatürk parkı ve/veya misafirleri ağırlayacak bir ufak çapta da olsa bir tesis yapılamaz mı? Bu tesise veya misafirhaneye su gerekir ki suda zaten yanı başından geçiyor. Burası, devlet görevlisi ve misafir dışında da köyün kendi insanlarının da gelip dinlenebileceği bir yeri olmuş olur. Buranın yolu nahırın biriktiği yerden gelip Kerimgilin Şükrü’sünün evi ile Keleşlerin evlerinin arasından yukarı çıkabilir. Ayrıca da yukarı mahalleden zaten Harmantaşlarına yol hazır, oradan da gelinebilir. Yine burası her türlü davul-zurnalı eğlencelere de cevap verebilir.

*İki bin yılında, tandurluğun dereye yapılan köprünün, virajının düzeltilmediği ve bu güne kadar da düzeltilmediği bilinmektedir. Bu virajın düzeltilmesinde kimin zararı olabilir ki. Bu virajın zaman yitirmeden düzeltilmesi gerekmez mi? O zaman ki köy ihtiyar heyetinin, Gümüşhane Köy Hizmetleri İl müdürlüğüne vermiş olduğu dilekçesi de var. Her halde il müdürlüğünde duruyordur.
*Güz gelince, en büyük tehlike yangın tehlikesi, bizi tehdit ederken, bu konuda da bir faaliyet veya bir çalışma olmamaktadır. Allah muhafaza istemediğimiz bir yangınla karşılaşırsak köyümüzün tadı iyice kaçar. Bu konuda da muhakkak bir faaliyet gerekir ki ihmale de gelmez.
* Yine köy ileri gelenleri, yaz tatilinde başka günlerde olsun çöp, poşet, bira ve kola kutularının gelişi güzel sağa sola atılmaması konusunda da herkesi uyarması gerekir. Her taraf çöplüğe dönüştürülmemeli. Dere kenarları, piknik alanlarının kıyıları veya dağların başındaki gözelerin çevresi, hep bu saydığım maddelerle çöplüğe dönüştürülüyor, bu asla olmamalıdır.
Köy içinin çöp sorunu belediye ve kasaba ile görüşülüp mutlaka çözüme kavuşmalıdır.
*Bazen çuval veya torba içinde yabancı işçiler kedi köpek getirip köyümüze bıraktığını duyuyoruz. Buna da dikkat edilip o kişilerin uyarılası gerekmektedir.
Köyün kendine has bir gelenek-görenek çizgisi vardır. Köye gelen gençler gelişi güzel hareket etmemeli, çevreye dağılıp gece bahçe çitlerini yakıp zarar vermemelidir. Serbestçe eğlenebilirler, bu eğlencelere kimse karışmamalıdır veya yön vermemelidir, yalnız gençler de sorumluluklarının bilincinde olmalıdır.

*Köyümüze kimin gelip geçtiği bilinmemekte, çevrede bazı uygunsuz kimselerin dolaştığı, çeşme başlarında oturdukları görülmektedir. Derede balık tutup giderlerken de, dereden kanallara bağlanan suları yıkıp gitmektedirler.
*2012 Ağlıktaki büyük mezarlıklar yangınının söndürülme faaliyetinin kızgınlığı içerisinde, bu yangını kim çıkarmış nasıl olmuş diye sorduğumuzda, mezarlıkların yolundan üç dört kişinin geçtiğini, yangını bunların çıkarmış olabileceğini söylediler. Ama bu kişilerin kimler olduğunu kimse bilmemektedir. Bu kişiler yangını çıkarmamış olabilirler, ama sigara izmaritlerini gelişi güzel atarlarsa da kasten olmasa da yangın çıkarmış sayılırlar.

*Köyümüze gelen yabancı işçilerle içli-dışlı olunuyor, bizler o işçilerin evlerine gittiğimizde aynı sıcaklık ve samimiyeti göremiyoruz. Bazı işçiler ev sahibine otuş-duruş öğretiyor, bundan da kaçınılmalıdır. Hangi yemeğin yeneceğine varıncaya kadar emredebiliyorlar. Bu bizim insanlarımızın samimiyetini gösteriyor, fakat karşı tarafın köylerinde bu samimi davranışlar dedikoduya yol açabilir.
Bir de şu konu çok önemli, yapılan pazarlıklarda, üçü beşi aramadan tamam işi yap diyorlar, sonunda iş istenildiği gibi yapılmıyor. İşi yapacak kişilere de para kaptırıyorlar. Sonunda epeyce gizli gizli dırdır oluyor. Buna da fırsat verilmemelidir. Pazarlıklarda mutlaka şahitler bulunmalı veya sözleşme imzalanmalıdır.

Bazı satır ve cümlelerde haddimi aştımsa özür dilerim, ama bu köy sorunları böylece devam ettiği için yurttaşlık sorumluluğuyla yazmak ihtiyacı hissettim.
Babuko Hüseyin - 01.03.2013 - Ankara

-----------------------------------------------

92. Yazı - 26 Nisan 2013
BİR ZAMANLAR HOR GÖRÜLEN ORMANLARIMIZ

İlkbaharda, bir umutla yeni elbiselerini giyen ormanlarımız, yaz boyunca bizlerin her türlü ihtiyacını karşılamaktadır. Yapmış olduğumuz yanlışlıklar ve kazma ile eşerek, balta ile keserek yok ettiğimiz ormanlarımız, bizlere inat, güzün elbiselerinden sıyrılıp, tabiatın gereği, kışa elbisesiz, çırılçıplak girmekte.
Sonbahar gelip ormanlar kışa hazırlanırken, önce yapraklarda sarı renkler, giderek sarı renklerin yanında kırmızı renklerde görünmeye başlar. Zaman geç tikçe çam ağaçlarının yeşil kalışı, ormanlara ve kış mevsimine değişik bir renk eklemiş gibi görünür.

Kırıntı Köyünün başından, şöyle yüz seksen derece doğudan batıya baktığımızda, hem yakın hem de çok uzaklarda ki görünüm, peri masallarını andıran bir büyülenme ile içinize işler. Yakındaki Bahçeli ormanları, Şiran, Çimen dağları, yine yakınımızdaki Yeşilbük ve Könger tepelerinin güzelliği bize bir orman hazinesidir. Hemen yanı başımızdaki Aşağı kân orman ve yeşilliğini uzun müddet seyretmek zorunda kalırsınız. Gene bu bakış açımızdan baktığımızda Kuzuluk ormanı, önümüzdeki Sığnak ve Çamlık korulukları bizlere birer hazinedirler.
Güz gelince Çamlık ve Sığnağa bakalım. Yapraklarını döken ağaçlar, Kırıntı Köyü’ne tepeden bakıp, işte biz yapraklarımızı döküp, masum bir şekilde karşınızdayız. Bizi bu masum görüntümüzle de koruyun ve sevin Bizler, yangınla karşı karşıya savunmasız bir durumdayız, der gibi bizlere masum bir şekilde bakmaktadır.

Türkiye’nin her tarafında olduğu gibi Kırıntı Köyü’nde de orman yangınlarına karşı birtakım önlemler almalıyız.
Bugünden itibaren valiliğe, kaymakamlığa ve ilgili birimlere müracaat etmeliyiz.
Çevre köylerle işbirliğine gitmeliyiz.
Hele de yazları, tatil için köyümüze gelen herkese yangın ile ilgili bilgiler verilmeli. İnsanlarımız defalarca yangına karşı uyarılmalıdır.
Piknikçiler çok dikkatli olmalı, pikniğin bitişinde yaktıkları ateşi veya mangalı su dökerek mutlak bir şekilde söndürmeliler.
Sigara bitişinde izmaritler itinalı bir şekilde söndürülmeli, gelişigüzel yere atılmamalı.
Kuru ot olan yerlerde asla ateş yakılmamalı.
Ayrıca köyümüzün, ormana yakın yerlerinde otsuz bir şerit oluşturulmalı. Çevresine ağaç çalı dikilmemeli.
Orman yangını nerede olursa olsun, tüm insanlığa zarar demektir.
Dünyamızı, bu zarar veren tehlikeden koruyalım.
Bu güzellikler torunlarımıza, torunlarımızdan da onların torunlarına kalsın.

BABUKO HÜSEYİN -- ANKARA
-----------------------------------------------
91. Yazı – 07 Mart 2013
KIR GEZİNTİSİ

İlkokulda okuduğumuz yıllarda, güzün okul açılır, kışın karne tatili olur, öğretmen yüzlerce ödev verir, tatilin ne olduğu ve ne işe yaradığını da kimse anlamaz. Robot gibi okula git eve gel, okula git eve gel. Öğretmenler bir eğlence nedir bilmez, talebeleri rahatlatmak nedir düşünemezlerdi. Talebeler, bir tatil zamanı tatil yapsa, bacalarda bir eğlence yapsa öğretmenler pazartesi günü o talebeleri sorguya çeker, sen bacada ne yapıyordun, kimle oynuyordun diye sorarak bin bir soru ve sıkıntı çektirirlerdi talebelere.

Ders kitaplarının dışında okunacak ne bir hikaye kitabı, ne bir roman, ne de buna benzer kitaplar vardı. Bazen ihtiyarlar bir evde birikir cenk kitapları okuturlardı. Hal böyle olunca talebeler okuldan usanırdılar. Bazen de ceme giderdik. Öğretmen falanca gel bakayım tahtaya dediğinde sorulan soruya tesadüfen cevap verirse ne alâ, ya cevap veremezse akşam cemde ne arıyordun, dersine neye çalışmadın da ceme gittin gibi özel sözlü işkenceye maruz kalırdı. Sadece sözlü mü? Tekme tokat sopa Allah ne verdiyse vurulur, talebe hurda haş olurdu.

Zaman böyle geçer giderdi. İlkbahar gelince de öğretmen, çocuklar falan gün kır gezintisine gideceğiz derdi. Kır gezintisine niçin gidilir, anlam ve manası nedir kimse bilmezdi. Öğretmen de bir açıklama ile kır gezintisinin niçin yapıldığını anlatmazdı. Anlattıysa da biz anlamamıştık belki.

Böyle bir kır gezintisinin talebeler üzerinde çok büyük etkisi olurdu. Yalnız kır gezintisine halktan kimseler pek katılmaz ya da halk pek çağırılmazdı. Öğretmenin ufku dar olunca, kır gezintisi de dar bir çerçevede geçerdi. Oysaki kır gezintisi halkla beraber olsa, katılım geniş tutulsa eğlencesi de, hatırası da çok geniş ve kalıcı olurdu diye düşünüyorum.

Çoğunlukla kır gezintisine Civrişon Köyünün ormanındaki Yalnız Merek denen bölgedeki ağaçsız düz yere gidilirdi. Ortasında güzel bir göze vardı, bütün hatırladıklarım bunlar. Orada sadece bir karmaşa şeklinde gezinirdik. Bir de mendil kapmaca oynardık. Pek nadir de güvercin takla oynanırdı, hepsi o kadar.

Bu kır gezintisine bazen Civrişon’dan üç beş talebe gelirdi. Onların gelmesiyle çocukların bir birine soru sorma, imtihan etme duyguları kabarırdı. Onları buyur etmek ya da onlarla kaynaşmak, arkadaşlık etmek diye bir düşünce olmazdı. Sıfıra sıfır bir gün geçerdi.

O gün en çok hoşa giden çay kaynatılır, suda pişmiş yumurta soyulup yenirdi. Bazı arkadaşlar da yumurta tokuştururlardı. Öğretmenden korkumuza uzun boylu serbestlik olmazdı. Hep öğretmen korkusu içimizde bir köşede demoklasin kılıcı gibi dururdu.

Düşündüm düşündüm bir türlü bu gezilerden hatırımda kalan ilginç, yazmaya değer bir anı bulamadım. Anısı, anıları olan arkadaşlar yazarlarsa çok memnun olurum.

BABUKO HÜSEYİN - ANKARA

----------------------------------------------

90. Yazı - 20 Şubat 2013
"İCİ AYAĞIMIN ALTINI EŞ"

Fi tarihinde, çok çok eskilerde, Kırıntı Köyünde düğünlerin hepsinde veya bayramlarda, meydanlarda güreşler tutulurmuş.
Aynı zamanda da yine atletizm koşuları yapılırmış. Yenen yenilen diye de hiç kimse böbürlenmezmiş. Sen sen, ben de ben yaşar giderlermiş.Yine Ceniğe gitseler de, şubatın 22'sinde, kar-kış kıyamet köye gelir sayı sayar tekrar Ceniğe geri giderlermiş. Köylü bir birine çok saygılı davranıyor, köy için yapılacak işlerde hep beraber toplanıp, yapıp yakıştırırlarmış.
Yine Kırıntı da bir düğünde çimenli bir alanda güreşler tutulur. Davul-zurna pehlivanları güreşe hazırlar. Herkeste bir heyecan bir heyecan ki sorma gitsin.
Aynı zamanda da atlar cirit ve yarışa hazırlanıyor, kimi atının eğerini kontrol ediyor, kimi atını yavaş yavaş ısnma turlarında gezdiriyor. Bu cirit ve yarışlarda birinci gelenlere hep ödüller verilirmiş. Mesela yarışta birinci gelen at, düğün evine girer. Kendisi için hazırlanan siniyi alır tekrar meydana çıkar, o baş bu baş kazandığı birinciliğin tadını çıkarır ve birinciliğini de herkesle paylaşırmış.
Beri tarafta hem düğünde insanlar oynuyor, hemde pehlivanlar yavaş yavaş antrenman yapıp ısınıyorlar, derken zurna gümbür gümbür meydan havası çalar. Pehlivanlar güreş havasına girerlermiş. Yenen yenilene üstünlük tastaklamaz, yenilen eziklik ve utanma duymazmış. Dedim ya insanlar birbirlerine çok samimi davranırlarmış.
*
Yine bir bayramda, millet birikmiş davul zurna gümbür gümbür, meydanda güreş havası çalıyor, silah sesleriyle dağlar inliyormuş.
Pehlivanlardan biri Aşurun Hamdi'sidir, diğerinin ismini öğrenemedim. Neyse güreş başlar, silahlar atılır, meydan gümbür gümbür yıkılır. Güreşçiler, saatler geçer yenişemezler derken, Aşurun Hamdisi'nin, karşı pehlivanın hamlesiyle ayağı kaymaya başlar. "İci ayağımın altını eş" diye Aşurun Memmed'ine yani (ağbeyine) bağırırmış. Bu söz üzerine herkes gülmüş ve de meydan gümbür gümbür, dağlar silah sesiyle inlemiş.
Saatler geçer iki pehlivan da yenişemez. Güreş komitesi güreşi durdurur ve herkesin alkışlarıyla iki pehlivanıda şampiyon ilan ederler.
"İci ayağımın altını eş!" sözü böylece köyümüzde ata sözü olmuştur. İci ayağımın altını eş, ata sözünün hikayeside budur.
Benim bildiğim böyle, ama hikaye daha değişikse, doğrusunu bilenler yazarsa biz de öğrenmiş oluruz.

BABUKO HÜSEYİN - ANKARA

-----------------------------------------------

89. Yazı - 13 Şubat 2013
BİR GÜNDE ŞEBİNKARAHİSAR'A GİDİŞ DÖNÜŞ

Selvinin Alisi, gençliğinde hiçbir kötü alışkanlığı olmayan, etliye sütlüye karışmayan sakin bir adamdır. Yalnız, her nere giderse gitsin çok hızlı yürüyen birisidir. Bunun yanında da çok temiz, tirendez ve ateş gibidir. Akşamları pek yemek yemez, yese de sofradan devamlı aç kalkmaya çalışırdı. Gece asla yediğim yemekten rahatsız oldum diye hiçbir zaman şikayetçi olduğu görülmemiştir. Ağzına bir damla içki almadığı gibi sigaranın da düşmanı idi. İçki ve sigara içen kimseleri asla sevmezdi.

Komşudan bir hacet alsa işini görür, hemen o haceti geri götürür sahibine verirdi. Zamanında yerine verilmeyen hacetlerin hikayesini kim olursa olsun duyduğunda çok öfkelenirdi. Hanımına, ah garı ah, elin malını kendi malın gibi kullanamazsın der, olayı aynen yaşıyormuş gibi kızardı.
Yine bir sene hayvanlarda bir hastalık olur, hayvanları için sakladığı ilacı şu bu istemiş, oda vermiştir. Kendi hayvanları hastalanınca kimseden ilaç alamaz. İlaç çok da önemlidir, öyle her yerde de bulunmazmış. Hele Şiran'da ve Alucra'da da yoktur. Bunu da herkes biliyor, onun için kimse kimseye ilaç vermezmiş. Selvinin Ali'si iyice hiddetlenip kızıyor ve şavvanan yola koyuluyor, istikamet Şebinkarahisar'dır. Çünkü Cenikten gidip gelenler o ilacı Şebinkarahisar'dan alıp getirirlermiş.
Çantasına azığını koyuyor ve Alucra, Balcana'nın köprüsü, Vahit'in Köprüsü, Bağırsak deresi derken Avutmuş Köyünün altından Bağlara, Bağlardan da Şebinkarahisar'a çıkıyor.
Şebinkarahisar'da ilacı bulup çantasına koyuyor, gelmişken falan demirciden de iki takım nal-mıh alıyor ki o demircinin kestiği nalı-mıhı da herkes tanıyor. Nalı-mıhı görenler tamam bu Karahisarlı falan ustanın kestiği nal-mıh derlermiş.
Selvinin Ali'si tekrar yola koyuluyor, tabi bu kez dönüş yoluna. Şura senin, bura benim derken Alucra'da hafif soluklanıyor. Soluklanıyor ama, gözü de hep gideceği yolda. Derken gelip Gerö çimeninde (Fındıklı bel geçidi) epeyce dinleniyor, Güneş daha batmamıştır.
Aşağı Kânın ormanının içinden kuyu deresi, tonarlar ve Kırıntı Köyüne geliyor. Akşam mal-davarı daha yeni dağılıyor.
Aynı gün yürüyerek Şebinkarahisar'a gidip, aynı gün geri dönen başka hiçbir kişi duyulmamıştır.

BABUKO HÜSEYİN - ANKARA

-----------------------------------------------

88. Yazı - 06 Şubat 2013
İNSAFLI OLALIM

2011 ve 2012 yıllarının yaz tatilinde köyüme, yani Kırıntıya gittim. Köy çok kalabalık, insanlar cıvıl cıvıl. Herkes bir birlerine saygılı, hürmetli ve bir o kadarda güler yüzlü. Geçmişlerine de o derecede saygılılar. Geçmişlerine kuran okutuyor ve bütün köylüyü de kurana çağırıyorlar. Bazen de Hasan Devrüşte kuran okutuyorlar. Çevre köylerden gelip geçenler, yaylaya gidenler ve ana yoldan geçen herkes davet ediliyor, yedirilip içiriliyor. Bunlar köyümüze son derecede güzellikler katıyor. Köyümüze, çevre köyler karşısında da saygınlık kazandırıyor.

Bunlar olurken, köyümüzden gelip geçen bazı insanlar, köye köpek, kedi getirip azıtıyorlar. Her gün değişik köpekler ve kedilerin köyde dolaştığını görüyoruz. Bu hayvanlarda gelsin gezsin dolaşsın bir diyeceğimiz olamaz ve olmamalı da. Bu hayvanları hep yazın görüyoruz. Diyelim ki bizler yaz tatilinde gelip, tatil yapıyoruz. Sonunda tatil bitince köyden çekilip gidiyoruz.

İşte bizler çekilip gidince, geride kalan ve kış gelince de aç kalan bu hayvanları hiç düşünmüyoruz. Düşünenler var, hem de pek çok. Yalnız gene de bu hayvanlar aç ve acınacak halde kalıyorlar.
Duyuyorum, birtakım kimseler ve gençler para toplayıp köye ve köyde kalanlara kedi ve köpekler için yiyecek gönderiyorlarmış. Bu arkadaşlara son derece teşekkür ederim ve yaptıkları hareket karşısında onlara sonsuz saygılarımı sunarım. Ama bunlar yetmiyor.

Kuran okutan insanlar bütün köylüyü davet edeceğine çevresindeki evleri ve eşini dostunu çağırıp onlarla kuran okutsa. Yapacağı harcamanın bir miktarını da köyde bir komite oluşturup, bir fonda biriktirseler daha iyi olmaz mı? Kuran okutanların dışında da kişilerden belli miktar yardım toplanabilir. Kış olunca da bu fonda biriken parayla hayvanların karınları doyurulsa daha iyi olmaz mı?
Kurana davet edildiğimde hep gidiyorum, çevremdeki insanlarda gidiyor. Yiyor içiyoruz, ama kışın o köyde kalan hayvanları o anda hiç düşünmüyoruz. İşte ben de insanım, çevre dostuyum diyorsak bu hayvanları da mutlak düşünmemiz gerekiyor. Bu hayvanları da düşünüp, kışın onların karınlarını da doyurursak, kuran okutmuş kadar sevap alınmaz mı? Ne dersiniz?

BABUKO HÜSEYİN -- ANKARA 27-01-2013

-----------------------------------------------

87. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/12- 31 Ocak 2013
KÖYÜMÜZDE İBADET

Köyümüzde, insanlar ibadetini; zamana, şekle ve desinlere göre yapmazlardı. Dağda, bayırda, tarlada ve her yerde Allah'ı kalbinde bilirlerdi. Allah'ı bu kadar yakın hissettiğinden dolayı da devamlı Allah'a dua ederler, yola çıkarken, çalışırken Allah'ı anmadan hiçbir iş ve hareket yapmazlardı..
Hele, kış olup da cemler başlayınca, herkes ceme gider, ibadetini, cem de yapardı. Senenin her anında, herkes cemi düşünür, cemde dedenin hesap sormasından korkarlardı. Dağda, bayırda, nerede olursa olsun cem korkusundan, kimse birbirleri ile kavga etmezlerdi.
Bayram günleri, herkes birbirleriyle bayramlaşırdı. Bayram namazı kılmaya gittiklerinde, dede, kimin ne düşüncede ve ne vaziyette olduğunu bildiğinden dolayı herkes dededen korkusuna, küsülü olarak namaza duramaz, barışıp öylece bayram namazına dururdu.
Köyümüzde bayram namazına Yeniköylüler de gelirlerdi. Camiden çıkan herkes birbirleriyle bayramlaşır, dedenin elini öperdi. Kuran okutacaklar, dedeyi ve Yeniköylüleri de davet ederlerdi. Herkes, hısım akrabasına gider bayramlaşırlardı. Yine toplu olarak herkes mezarlıklara ve Hasan Devrüşün türbesine gider, orada da kur'an okutur, ziyaretini ve ibadetini yaparlardı.
Bazen, küsülü olanlardan birisi veya bir dostu dedeye gider, dededen bunların barıştırılmasını isterdi. Dede, her iki tarafı da çağırttırırdı. Ayrıca, durumun önemine göre, dede, bazı kişilerinde çağırılmasını isterdi. Bunca kişilerin arasına gelen küsülü olan kişiler, birbirleriyle kendiliğinden barışırlardı. Benim çocukluğumda köyümüzde herkes dedeyi sever, saygı duyarlardı. Dede, köyümüzde adalet sağlayan ve adalet dağıtan kişi olurdu.
Hal böyle olunca da şehirlere ve mahkemelere kimse gitmezdi. Köyümüzde, dedeyi ve cemi aşan olay pek nadir görülmüştür.
Gelenek ve göreneklerimizden, mezarlık üstü ziyaretleri olurdu. Herkes temiz elbiselerle gider, mezarları ziyaret eder, kuran okutur, ibadet yapardı.
Yine ayrıca yaylaya gider yayla yaylarlardı. Yayladan inecekleri zaman, Karaburga’ya toplu olarak gidilir orası da ziyaret edilir, ibadet yapılır kurbanlar kesilirdi.
Ayrıca, köyümüzde tepe ve yüksek yerlerde ki tarihi ağaçları kutsal sayarlardı. Kutsal sayılan bu ağaçlar ziyaret edilir, dilek için çaputlar bağlanırdı. Bu ağaçlar Hıdırillez Tepedeki kuru ardıç ve Kuşağın Ardındaki Kıranı Evliya ardıcı gibi. Her iki ardıç ağacı da kutsal bilinir ve dallarına dilek için çaputlar bağlanırdı.
Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

86. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/11- 20 Ocak 2013
DÜĞÜNLER

Güz geldiğinde, köyde düğünler de başlardı. Akşamları harmanlarda millet bir oynar, bir oynardı ki zurnanın galâğından çıkan ses, insanın beynine işlerdi. Millette bir coşku, bir coşku ki üç dört pâre köy çağrılırdı. Çağrılan köylülerin kaldığı evlere gonak denirdi. Gonak olan evlere düğün evinden yemek ve sini gelirdi. Sini de düğünün baş yemeğidir, olmazsa olmazıdır. Sininin içine konan horu da güzel olursa, tadına doyum olmazdı.
Hele, akşam olup da harman yerinde, zurna çalınmaya başlayınca, köyümüzde ne kadar insan varsa harmana gelir, horan oynarlardı. Oyun oynayanların oluşturduğu halka harmana sığmayacak kadar kalabalık olurdu. Düğünler hep güz mevsiminde olurdu. Güzün havalar iyi ve müsait olduğunda köylüler gündüz işine gider, geceleri düğünleri şenlendirirlerdi.
Bazı özel durumlar olurdu. Bu durumda düğünler de kalus-kulus veya garzallama olurdu, kimse ne olduğunu anlayamazdı. Düğünün başlaması ile bitmesi bir olurdu. Bezende nahoş durumlar olurdu, bu gibi durumda da düğünler çok yavan geçerdi.
Köy düğünlerine diğer köyler de çağrılırdı. Yalnız Yeniköy ayrıcalıklı olarak çağırılırdı. Yeniköy'le okulumuz bir olduğu için iki köy arasında ayrıcalık olmazdı. Kırıntı da hangi düğün olursa olsun, Nâzım mutlaka düğüne gelirdi. Nâzım konuşma özürlü, biraz da saf bir çocuktu. Yaşça bizden de epey büyüktü. Gece düğünde, ay ışığı gündüz gibi olurdu. Çocukluk değil mi, Nâzım'ı kovalaya kovalaya biz de, harmanlarda ve tarlalarda cirit atardık.
Nâzım birden, düğünlere gelmez oldu. Ne olduğunu da bilmiyorduk.
"Ben Ankara'ya, 1962 yılında göçüp geldiğimde; Nâzım da Sivas'tan, Ankara'ya babası ile gezmeye gelmişti. Ben, Nazım'ı görür görmez tanıdım. Daha sonraki senelerde de Nazımlar Siva'tan Ankara'ya taşındılar."
"Nazım, gene sevecen hal ve hareketleri ile milletin sevdiği bir insan oldu. Nazım Ankara da, bizim köylülerin gülü, Nazım'ı sevmeyen yoktur. Köydeki çocukluğumuzda ki gibi gene Nazım geldi, Nazım gitti, hep ondan bahsediyorlar. Düğünlerde herkes Nazım'ı oyun oynaması için oyuna davet ediyorlar. Nazım da heyecanlı bir şekilde başlar oyun oynamaya ve birde abare! diye bağırarak milleti coşturur. Habire de bakayım beni seyrediyorlar mı diye de geri dönüp millete bakar. Millet Nazım'ın bu hareketine karşılık verir ve Nazım'ı bağırması ve oynaması için teşvik ederler."
Güzün okullar açılırdı. Köyümüzün okulunda, Yeniköy'ün talebeleri de gelip okurlardı. Okulun açılması ile bütün arkadaşlar sevinirdik: Ve yazın tatilde neler oldu, neler yaptık, bunları konuşurduk. Bir üst sınıfa geçmenin de keyfini çıkarırdık.
Hele de ki köylü odunu ve tezeği bolca yığmışsa keyfine diyecek olmazdı. Bunun yanında unu, bulguru ve çükeliği de bolsa kıştan korkmasına gerek yoktur.
Değirmenin; taşı, çarkı, germüçeği, çakçağı muhafaza altına alınır, savaktan ve dereden suyu kesilir, yeni seneye deyip, kapısına kilit vurulurdu.
Havalar devamlı soğuyarak, bütün köyü ve köy tabiatını kışa hazırlardı. Kızlarkalesi'ne iki üç kere hafif tozak şeklinde kar yağar, kalkardı. Bu görüntü kışın, yavaş yavaş geldiğinin işaretidir...

BABUKO

-----------------------------------------------

85. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/10- 13 Ocak 2013
HASAT ve BOSTAN

Yayla ve Karaburga dan inildikten sonra, güz gelmiş tarlalarda hasat başlamıştır. Herkes tırpan ve oraklarla tarlalarını biçmeye çalışırken, oraklar ve tırpan, köstürede bileğlenir, guloğlanırdı. Saplar kağnı ile harmanlara getirilirdi. Kimisi de kağnı arabasının yükü ağır olunca çiroş koşardı.
Çiroş; kağnıya koşulan öküzlerin önün de, üç metrelik çiroş zenciriyle koşulurdu. Çiroşa koşulan öküzlerin, boyunduruğuna gençler binerlerdi.Yada çiroş taşı bağlanırdı. Bu binme ve çiroş taşı, çiroşa koşulan öküzler için özel bir ağırlık olurdu. Bu ağırlık olmazsa, çiroşa koşulan öküzler, kağnıyı çekmekte zorlanırlardı.
Harmana gelen sapları düğenle sürüp yığın yaparlardı.Düğen de öküzler döne döne, iyicene mankafa olurlardı. Pâra su içirmeye götürünce seğirtip kurundan, kana kana su içerlerdi.
Sonra, bu yığınlar tınaz makinesi ile elenir, tane ve buğdayı birbirinden ayrılırdı. Bu işler olurken, tınaz makinesinin altında akan buğdayı gelberi ile çekerlerdi. Çekilen buğday, geri yitilir, buğday yığını oluşurdu. Tınaz makinesinden çıkan kesler ve ot tohumları, bir yerde yığılır, çeşitli işlemlerden geçer, buğdayı ayrılırdı.
Buğday çec'i ve diğer takım ve hacetler dışarıda kaldığından, yaşlılar kesmüklük (örtme) de yatarlardı.
Buğday çeçleri; got, urup gibi ölçü aletleri ile ölçülür, mahsülün ne kadar olduğu anlaşılırdı. Bostanlarda ki sebzeler durmadan sulanmak istiyor. Meel ile garıkların suyu durmadan garık garık gavar edilirdi. Bostanlara bir-iki garık misir (domates) ekilir, durmadan da suvarılırdı. Misir teveği, o kadar azgınlaşırdı ki bağ bozumunda misirler yetişmeden göy gene toplanır, tuzlama yapılırdı. Gene bostanların bozum zamanında da zamanı geçmiş tohuma dönmüş fasülyeler toplanır, el ile kırılır sergilere serilir güneşte kurutulurdu. Bu kuruyan fasulye ye kabuklu böörce veya hırkalı derlerdi. Rende yongasına benzeyen bu fasulye den yemek pişirirlerdi. Besin değerinin olup olmadığı da şüpheli.
Ahlatlar da iyice yetişmiş, tam simahlaşmış.
Darı tarlalarında da gün çiçekleri çiçeğini savmış çekirdeğe dönmüş. Bazıları ise değirmi gene, tepsi büyüklüğünde olurdu.
"Çevreden ise merkep sesleri geliyor. Deli Şükrünün karakaçanının sesine benziyor. Mindeval"a sarı erük getirmeye gittiydi.
-Akşam evde belki saru erük yeriz.
Ahlatlar tam yetişip siyahlaşınca, toplayıp fırına konur, hafif sıcaklıkta buruş buruş olur. Fırından çıkarıp, kurutup torbaya konulan bu ahlat kurusuna fırıç denirdi. Kışın kaynatılıp yemeklerin yanı sıra suyu içilir, tanesi de yenirdi.
Ayrıca ahlattan, dövme gavdu da yaparlardı. Ahlat, fırıç ve dövme gavdu, amele iyi gelir, hatta kabızlık bile yapar.
Bizim çocukluğumuzda köyde tein (sincap) yoktu. Şimdilerde köyde öyle çok tein var ki çok da sevimliler.

BABUKO

-----------------------------------------------

84. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/09- 03 Ocak 2013
YAYLA

Mayıs ayı çıkıp da, Haziran ayı girince havaların durumuna göre göç yaylaya çıkma zamanının geldiğini, muhtar ve heyet kararlaştırırlardı. Köy bekçisi de bu kararı yüksek bacalara çıkar, halkın duyabileceği bir ses tonuyla bağırır ve halka duyururdu.

Gene bu yayla duyurusu yapılırken, köyümüzün gelenek göreneklerine göre mezarlık üstü ziyareti de duyuru şeklinde halka bildirilirdi. Yaylaya çıkmadan önce bütün köylü mezarlık üstü ziyaretinde bulunurlardı. Herkes mezarların üstünde kuran okutur, dualarla ziyaretini yapardı. Daha sonra herkes evine gelir, yaylaya göçecekler kağnılarına yükleri yükler, sabah erkenden öküzleri koşup yaylaya sürerlerdi.

Göç yaylaya çıkınca da gençler, çocuklar ve yaşlılar, yaylanın sahipleri olurdu. Mal- davar ve yoz mallar, camuş ve gedekler yaylada dururdu. Köydeki evlerde bir-iki koyun kalırdı. Köyde kalan bu davara, köy davarı denirdi. Göç yayladan ininceye kadar bu davara da ayrıca çoban tutulurdu.

Yaylaya gidilen ilk günlerde, gözelerde ve gözelerin su akağında açan tutya çiçekleri, görünüm ve kokusu ile dağlarımıza özgürlük vermiş olurdu. Tutya, gerçekten de mis gibi kokan bir çiçektir. Yayla gözelerinde, suyun buz gibi aktığı yerlerde açar.

Şu tutyaların güzelliğine bakın,
Capcanlı, sanki bizlere çok yakın,
Sizler eğilip incitmeden koklayın,
Ne olursunuz, sakın koparmayın.

Göç yaylada iken, gözelerin su akan, akağında yarpuz toplayıp kuruturlardı.Ayrıca yaylada, anuk ve çam anuğu toplamak için dağlara giderlerdi. Anuk, yarpuz ve çam anuğu, çeşitli yemeklere baharat olarak katılır, yemeklere güzel bir tat verir.
Kozalak toplamada veya her hangi bir eğlencede, millet ve hele genç olanlar, türkü söyleyip, uykururdular. Uykurma sesi, birde yankı yapardı ki dağlar taşlar sese giderdi.
Yaylada üç dört yerde pâar vardı, Sogilin yaylalarının önünde, cılcıl akan pâardan helki veya küleklerle yaylaya içme suyu getirirdik. Ayrıca Sabahların yaylasının altında derede de bir cılcıl paar vardı. Suyu yaz- kış hep cıl cıl akardı. Bu sular o kadar soğuk olurdu ki suyu içerken, sanki buzdolabından su içmiş gibi hissedilirdi.

Gocakarılar hep yaylada dururdu. Köyde, dünya kadar iş olur, gençler köy işlerini yaparlardı. Yaylada ise gocakarılar tezek yapar, kozalak biriktirirlerdi.
Ayrıca çiğ yoğurt biriktirir, tuluklar da yayar tere yağ ve çükelik yaparlardı.

Tuluk yayılırken, çiğ yoğurttan guymak pişirir yerdiler. Guymak yaylanın baş yemeği sayılırdı.
Bazen, yaylada toplanan kozalakları köye götürmek için izin verilirdi. O zaman millet; dastar, telis ve kıl çuvallara kozalağı doldurur, kağnıya yükler, sicim veya kolon iple bağlar, köye götürürlerdi.

Yayladan inmeden önce Karaburgaya gidilirdi. Köylü ve diğer köylerden gelen eş-dost, o günü bir bayram havası içerisinde geçirirlerdi.
Karaburga; Canik ve Doğu Karadeniz sıra dağlarında bir tepede bulunur.

Kimi Balaban dağı, Aşığın pârında adak kesti
Kimisi de Karaburganın bayırlarında esti.
Gidebilen insanlar, Karaburgayı ziyaret etti.
Gitmeyenler toplanıp Aşığın pârında horan tepti.

Abdal Dedenin de bulunduğu, Doğu Karadeniz sıra dağlarına, Balaban Dağları denir. Kırıntı Köyü'nün de sınırlarının bulunduğu bu dağlara, Balaban dağları denir. Yüksekliği 3450 m. Bu tepelerin birinde ziyaret için türbeler ve mezarlar olduğu söylenir. Bizim köylüler oraya Abdal Dede, bazıları ise Abdal Musa derlerdi. Abdal Dedeye gidenler, ziyaretini yapar, kurbanını keser ve ibadetini yapmış olurdu.
BABUKO

----------------------------------------------

83. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/08- 26 Aralık 2012
KIR ÇİÇEKLERİ

Baharla birlikte köyümüzün çevresi, kırları bin bir yeşillikle ve çiçekle bezenirdi. Bu bakımdan köyümüzde ve köyün kırlarında bir güzellik ve canlanma, köyümüze ayrı bir canlılık ve güzellik katardı. Kırlarda ve dağlarda bin bir çiçek açar, köyümüzde bitki ve çiçek zenginliğine zenginlik katardı.

Bu çiçeklerden herdem güzeli çiçeği, bana göre köyümüze özgün bir çiçektir. Otlu bayır yerlerde çiçek açardı. Çiçekleri minicik toplardan oluşur, rengi altın rengindedir. Herdem Güzelini toplayıp top top yapıp saklardık. Her mevsim taze durur, mis gibi kokardı.

Paltıçukur'un kıraç yerlerinde, kırmızı lele ve ayı lelesi açar. Köyümüzün kırmızıya olan aşkını kanıtlayan bu çiçekleri, sevmeyeni tasavvur edemem.

Mevsimi geldiğinde papatya çiçekleri açar. Papatya çiçeklerinin bulunduğu bayırlar, sanki kar yağmış gibi bembeyaz olurdu. Bu beyazlık yaylaya yukarı uzanır giderdi. Her tarafı çiçek kokusu sarar, hele papatya ve kekiğin kokusu ayrıcalıklı kokardı.

Akılsız Hüseyin şu çağında,
Kekik olur Kırıntı dağında,
Cananın yanağı, dudağında
Kokar burcu burcu, kekiğim.

Hele cennet çiçekleri açtığı zaman, sarı renkleri herkesi büyülediği gibi, kokusu da baş döndürürdü. Tarla ve kırlarda değişik renkte açan bu kır çiçekleri, başlı başına görsel bir zenginlik kaynağıdır. Adını sanını bilmediğimiz bu kır çiçekleri, kırlarımızı renklendiren, gökten yere inmiş "yer ebem kuşağı" gibidirler. Hozana bırakılmış, yıllarca ekilmeyen tarlalarda açan gelincik çiçekleri ise, başlı başına görülmeğe değer bir hazine gibidir.

Daha yukarılarda, yaylada ve yüksek tepelerde tutyalar, mor lale ve gara gavuk dediğimiz değişik çiçekler bulunur. Yine adını bilmediğimiz, bulunduğu bölgeye has, yayla çiçeklerimiz, ruhumuzu ve bizleri okşayan birer sevgili gibidirler.

Bu çiçekleri seyrederken, havada uçuşan ve çiçeklere konup kalkan arı ve böceklerin, bu uçuşma karmaşası, insana ayrı bir yaşam zevki vermektedir.

Bu karmaşayı yakından incelediğimizde, çiçeklerin, ziyaretçileri olan böcekler ve arılar, vızıldanarak çiçek çiçek dolaşır. Bu böcekler, tabiatın kendilerine vermiş olduğu görevleri yerine getirirken, bize de göz zevki tattırırlar.

Bu karmaşa içerisinde çiçeklerden kalkıp uçuşan polenler, bazı insanlara sağlık yönünden sıkıntı verdiği gibi bazı insanlara da zevkli anlar yaşatır.

Köyde ise; tarla sulama, bağ- bahçe işleri olurdu. Tarla sulama işi keşikle olurdu. Çünkü tarla sulamaya, su yetmezdi. Tarlaya suyu gavar ederler, gider hargı beklerlerdi. Bostan sulayanlar, suyu bostana çevirirler, tarlaya giden su kesilirdi. Tarlaya su gelmeyince, tarla sulayan kişi, bostanlarda suyu kesen kişileri görsün veya görmesin hiç fark etmez, basardılar küfrü. O zaman dırıltı ve bağırtı gırla giderdi.

BABUKO

----------------------------------------------

82. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/07 - 19 Aralık 2012
ÇOBAN ALİ

Mantar zamanı! İseyin, Sığnağın üstündeki çaşurluklarda dört beş tane orta boy mantar ve fıstık buldu. Ayrıca çengel takılı köpeğini de, davara götürmüştü. Çengeli, Çırân Mustafa'sı yaptıydı, çok haltak olmuştu. Sonradan, tam köpeğin boğazına olacak şekilde yaptı. Çengel, tam boğazına garel geli.

Gene, köyde azuntu olan gollik köpekte davara gelmişti. Hava puslu ve Kızlar Kalesine yer yer duman çöküp kalkıyordu. Arada da yağmur serptiriyor, bazen de inceden ince çiseliyordu. İseyinin köpeği ile gollik köpek, durmadan Sığnakla Paltıçukurun birleştiği tepede havladı durdular. Burada biraz da pelit kırızası, ham kavak töremiş,
Çoban Ali :
-On beş-yirmi yıla kalmaz, Sığnakla Paltıçukur birleşir, dedi.

Çoban Ali girebisi ile bir ahlat fidanını budadı.
-Bunun meyvassını da gocaoğlanlar yer, dedi.
İseyin, çoban Aliye seslenerek:
- Hiç ayı gördün mü? diye sordu.
Çoban Ali :
- Gayanın Önü'nde bir tane gocaoğlan gördüm. Gördüğüm bütün ayıların içinde en büyüğü oydu. Bana ve davara sinirlendi, gocaman gocaman pelit ağaçlarını devirmeye çabalıyordu. Pelit ağacını sallayıp öyle şiddetli homurdanıyordu ki davar, gorhusundan benim yanıma gaçıştılar, dedi.

Havalar yavaşta olsa ısınıp mevsim yaza döndü. Çıtak öküzler, maşmar tosunlar, cırıtlamış üflesen yıkılacak sığırlar da yaylımda kendilerini toparlamaya başladı. Camuşlar ve gedekler de sıcak havada hep çorak, sulu ve göl olan yerlere gidiyor, orada yayılıyor ve sıcak bastırınca da çamura yatıyorlar.
Moz sinekleri uçuşup, sığırlara konunca, sığırlar bir paykuruyor ki. Mozlanan sığırlar öyle bir koşuyorlar ki kuyruklarını flama taşır gibi dikiyorlar. Görenler de bunları yarış yapıyor zanneder.

Bu sıcakta yılan ve keçemenler, zehirli böcekler, azgınlaşır ve tehlikeli olurlardı. Bu yüzden insanlar yılan ve keçemenden, zehirli böceklerden çok korkarlardı.
İlkbahar ve yazın, mal yaymaya giderken azık olarak sac ekmeği veya pek nadir de olsa mısır ekmeği götürürdük. Köyde genelde sac ekmeği, az da olsa darı ekmeği pişirilirdi. Yakılan ateşe sacayağı konur üzerine de, altı kül ile izole edilmiş sac konur. İzole edilmiş sac, ekmekleri pişirirken yakmazdı. Hamur açma tahtasında, hamur ekmek büyüklüğünde açılır, sacın üzerine düzgün bir şekilde konur ve iki yüzü de sacda döndürülerek pişirilirdi.

Mal yaymaya gidenler, azık olarak; sac ekmeği veya darı ekmeği ile bir şişede ayranı çantalarına koyar mal yaymaya giderlerdi.
Arkadaşların bazıları azığını öğlen olmadan, çabuk bitirirlerdi. Akşam olmaz ki eve çabuk gitsinler.
Bazı yaşlılar, gönden yaptıkları çarıkları giyip mal yaymaya giderlerdi.
Malların karınlarını doyurmak için bazen zarar-ziyan da yapılırdı. Bazen dağ bayır patika veya cılga yoldan gider, hayvanları yayardık. Hayvanlar zehirli otları tanır, onları yemezdi. Her cins; ot, hulus, çayır çimen ne bulursa yerlerdi.
Bazı günler de Harmancığa ve Keskinon komuna mal yaymaya giderdik. Kayanın Önü’ndeki meşe ağaçlarında gukguk olurdu, gukgukları koparır ilik oynardık.
Bu arada, etraftaki ağaçlarda da guguk kuşları "guk guk, guk guk" diye öter, hangi ağaçta olduğu da bilinmezdi. Sese doğru yaklaşınca, seslerini keser, ötmezdiler; onun için, nerde oldukları bilinmezdi!
Bazı pelitlerden ve ağaçlardan "gobal deynek" kesip, süslü şekilde yapar onunla devamlı mal yaymaya giderdik.

BABUKO

-----------------------------------------------

81. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/06 - 09 Aralık 2012
ZİPCİK

İseyin ile Mıstık samimi iki arkadaştırlar. Barabar gezer, barabar mal yayarlar. Mıstık çok utangaç biridir. Aynı mahallede oturur, aynı soyadı taşırlar. Buna mukabil İseyin ise girintili bir arkadaştır. Mıstık, utangaçlığının yüzünden, kendi evlerinin dışında, aynı mahalle veya köyde hiçbir eve girmemiştir. Ama köyün dışında, mal yayarken şakacı bir arkadaştır.

1950-1960 yılları arası, bir ilkbaharın ayı. İseyin'le Mıstık, beraber mal yaymaya giderler. Derelerde sular çağlıyor, söğütler yaprak açmış, tabiat ve toprak yeni uyanıyor.
İseyin, söğütten bir dal kesti, Mıstık ile zipcik yapmaya başladı. Keltek bir çakı bıçakları var. Zilli zilli zipcik, golli golli gopcik gel çık, gel çık diye de bir tekerleme ile zipcik çıkarıp öttürüyorlar.
Bu sırada, milletin çoğu da tarlaya mısır, arpa, fiğ, mercimek ve buna benzer nevale ekmek için hazırlık yapıyor. Saban, boyunduruk, gandirif gayşini, samısını, samı bağını, demürü, tapanı, mastayı ve cemeği, ayrıca da saban okunu da gözden geçiriyorlar. Çift sürerken, hacetlerde bir aksilik ve eksiklik olmasın, diye.
Yine, gorzefili ve tutağı da kontrolden geçiriyorlar. Bunlardan biri eksik oldu mu, o gün hiç iş göremezler.
Ana:
- Aha, Hıdırillez de geli. Güzel gine, üst başımızı da yıkayayım, elin günün içinde temüz gine giyer, gezeriz, dedi.
İseyin :
-Ana, bana haşlık da verir misin, elin içinde utanılır duruma düşmeyeyim.
-Olur oğlum, veririm.
- Davul zurna, gene bizim harmanda mı çalacak?
-Bilmiyorum; herhalde, gene Zilif ananların harmanında çalar.
-Oğlum, sakın ağaç, yeşillik kesme, çünkü, doğacak dana ve kuzuların bacakları, kulakları eğri ve katlanmış doğar.
-Ana, niye böyle oli?
-Oğlum, inancımız böyle, ayrıca çok da sınanmış: Çiçeen Bekdeşi, samı kesip eymiş, bir danaları doğdu, bacakları hep eyriydi. Mavli, bu dananın yüzünden neler çekti. Ama sonunda dananın bacakları, zaman geçtikçe düzeldi.
Nahır ve davar çobanı da tutuldu. Davarı, yine bu yıl emektar çoban Ali yayacak, nahırı da çoban Ali'nin gardaşı Adil yayacak.
Çoban Ali :
-Bu sene davar çok fazla olduğu için, her evden bir kişi benim yanımda keşikle davar yaymaya gidecek, dedi. Köylü de kabul etti.
Keşik sırası, Zilifin Niyazılarına gelmişti.
Çoban Ali ile Niyazının oğlu, 113 İseyin, davarı otlatarak, Sığnağın başındaki çaşurluğun oralara doru gittiler.

BABUKO

----------------------------------------------

80. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/05 - 27 Ekim 2012
ÇERÇİ

İlkbaharın gelmesi ile tabiatta bir uyanma başlamıştı. Kuşlar ki burada evlere yakın olan serçelerin toplu bir şekilde ağaçlarda ötmesi. Sabahları ötüşen değişik kuş sesi ve hatta bülbüllerin ötmesi bahara tam bir neşe ve canlılık katardı.

İlkbaharda, çocuklar bacalarda ilik oynayıp yahâ iğnesi, ikilik, dörtlük, sekizlik ve onluk ilikleri yere dikip mileleri ile ilik oynardılar. Önce, mileleri yumuşak taştan kendileri yaparlardı. Daha Sonraları cam mileler çıktı.

Kayacık Köyüne yürüyerek gidip, gelenler de mile getirirlerdi. Orda, bir semtte tabiatın, kendiliğinden oluşturduğu mileler varmış. Onlardan, ceplerine koyup getirirlerdi.

Oyun oynayanlardan bazıları cıhızlık yaparlardı. Çok iyi ilik oynayanlardan,
Biri "Arkadaşlar, ben tılısım ve cisir yaptım, sizi hep soyacâm. Öyle çok iliklerim var ki, bir gaz tenekesini doldurur." diyor.

Çerçi gelmiş, Molla Aligilin bacasına sergisini açmış, öteberi satıyor.
Bizim köyde bakkal veya dükkan yoktu. Daha sonraları dükkanda açıldı ama çerçiciler gene on, on beş günde bir gelip sergi açarlardı.

Yeniköy'den Garabey dayı, Aslan Bey ve Döndünün oğlu İrbâm çerçicilik yapar, köyün ihtiyaçlarını karşılarlardı.

Gene çerçi olarak Aşağıgersit köyünden Komiş Halil köye gelir çerçicilik yapardı. Köylü, şüşeli lamba veya şüşe camı alacakları zaman,
Ula Halil ağa, bunlar yerli mi, Avrupa mı? diye sorarlar veya ıstıkan alacakları zaman mutlaka Avrupa mı diye sorar, Avrupa lafını duyunca alırlardı. Bazen de yazdırırlardı. Aslında bazen değil, çoğunlukla yazdırırlardı. Çok ufak tefek şeyleri, iğne iplik, kibrit gibi şeyleri yumurta ile alırlardı.

Torunu, dedesine: "Aga, been Garabey sazı al." der, dede duymamazlıkdan geliyor.
Torunu, büyük anayı görünce: "Anoum, diniyan dutturim, bu herif niye bu gadar cimri." dedi.
Büyük ana, dedeye : "Şu çocuğa sâaz al herif," dedi.
Torun, "Cam ana, agam duymi bile." deyip, şikâyette bulunduysa da, aga duymamazlıktan geliyor.
Büyük ana, "Aha cana oğlum, gel sana pengellikten bir yumurta verim de, git sâaz al," dedi.

Çerçinin orda, dört beş kişi konuşuyorlardı. Mallar, bu kışın çon olmadan, alaflar bitmeden şükür bahara çıktılar deyip, sağdan soldan söyleşilerini keyifli bir şekilde sürdürüyorlardı. Nede olsa, bu sene de kazasız belasız bahara çıkmanın keyfini çıkarırcasına konuşuyorlardı. Havada tam bir bahar havası ki tadına doyum olmuyor.

İlkokullar tatil olmuş, ilkbahar kendini iyice hissettirmeye başlamıştı

Arada da öküzleri kağnıya koşup, kısa mesafede hamlıklarını alıyorlar. Herkes tarlada bahçede veya evinde birtakım işlerle uğraşıyor. Bazı kişiler, taş ocağından, zompla kırdıkları taşları, eve getirip yıkılan peyleri ve duvarları onarıyorlardı.

Kimi kişiler, diktikleri kavak ve söğütlerin dibini pekiştiriyorlar ki rüzgarda sallanıp da, dibi hava alıp kurumasın.

BABUKO

----------------------------------------------

79. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/04 - 24 Temmuz 2012
MEREK VE ALAF

Merek, dam ve alaf işleriyle Agam (Dedem) ilgilenirdi. Merekten alafı alır, dama gelir. Alafı, önce öküzlere ve guzlaçı ineklere verirdi. Agam, bir sepet dolusu alafla ahıra girer girmez, mozik tosun ve kel dana, öküzlerin alafını yemek için, sicimle bağlı oldukları mangurlarından kurtulmak isteyip huysuzluk çıkarırlardı. Agam, mozik tosunla kel danaya çok kızardı.

-Alafı yediririm yediririm ileri gelmisiz ya, hep siğillerize sıçisız, çon olasıcalar, der başka bir şey demezdi.

Agam, damın altını sıyırır, sıyırdığı mal bokunu, tözmeklikten dışarı çöplüğe, atardı.

Daha sonra, önceden hazırladığı kuru tezek kırıntı ve tozlarını, yaş olan yerlere seper damı ve öküzlerin yattığı yeri kurulardı.

Agam, kendi kendine söyleniyordu.
-Çok şükür, bu yıl mal-davarın alafı da iyiydi. Çaşur, mendek, çeküm ve söktüğümüz gevenlerden mala ve davara yedirdik. Gıdikler, keçiler, koyunlar ayrıca toklular ve şişekler de yiyip bayram ettiler. İyi ki geven söküp, üteledik ve ezip gıyım gıyım kıydık, davara ve mala yedirdik.

Mart ve döl ayında koyun ve keçiler yavrulamaya başlar. Kuzu ve oğlaklar ilk günlerde eve sıcacık odalara alınırlar. İlk bir hafta böyle geçer. Oğlak ve kuzular çok sevimli olurlar. Ayrıca ahırda da sıcak bir köşede onlara ait koza konurlar. Burası çok muhafazalıdır, oğlak ve kuzular, buradan dışarı çıkamazlar. Aralardan bir yerlerden dışarı çıksalar. Öküzlerin altında kalır, ezilirler. Bu kozlar çok muhafazalı olmak zorundadır.

Agam, söylenmesini sürdürerek.
-İlkbahar geldi ama ortalık çok çelpeşük. Âyam da hiç iyi olmuyor, durmadan sulu sepken ve çepel atıi. Tavukların pengelliği de iyi değil, tilki gelip tavukları yer diye de korkuyorum. Pengelliğin bacasından da yağmur damlıi. Bu aylarda neyise, tavukları da hep çölemen tutıi, birer ikişer ölüyler.

Ortalık, yağan kar, çepel ve yağmurla suya gidiyor. Hiç olmadık yerlerden sular çıkıyor. Derelerde sulardan geçilmiyor, Sığnağın dere, Guru dere, Niyazı'nın gölünün deresi bir coşmuş ki sudan geçilmiyor. Gene, Gucugoyn dere ve Balogilin deresi de öyle bir şarıltılı akıyor ki insan bu sese heves ediyor. Bu dereler yazın sıcağında da böyle aksa diye insanlar kendi kendine söylenip dururlar.

Aga, hanımını görünce söylenmesini sürdürerek.
-Evin bacasını loğlamasak, durmadan damlar ve akar. Allân verecenden, loğluyruk da damlamıi.

Büyük ana, dedeye :
- Keteris etme herif, her halde âyam iyi olur inşallah, dedi.


BABUKO

----------------------------------------------
78. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/03 - 07 Temmuz 2012
SAYI SAYMA

Gene biz Türklerin gelenek ve göreneklerinden olan, "22 Şubat" sayı sayma günü geliyor. O gün sayı sayılır. Bu sayı sayma geleneği, biz Türklerin, eski dini olan Şamanizm'den gelen bir gelenektir.
(Bkz: www.karadorukaa.Com. Bizim yeteneklerimiz sayfasındaki Muzaffer Bal'ın, "Sayı sayma" makalesi)
Sayı sayma, bir ortaoyunu ve sokak tiyatrosudur. Kahramanları ve oyuncuları:
1- Başbuğ
2- Köse
3- Şişman
4- Şişmanın hanımı
5- Şişmana bağlı askerler
6- Yağ, bulgur toplayanlar.

Bizim köyde, bu oyunun en önemli kısmı, kızların toptu yapıp saklanmalarıdır. (Toptu boncuktan yapılma, beş dallı püsküllü bir iğnedir). Her kız kendi karakter ve becerisine göre, toptusunu yapardı. Kızlar bulunup askerler tarafından toptuları alınırdı. Her alınan toptu kime ait olduğu anlaşılır ve tanınırdı. Saklanan kızlar, mutlaka bulunmalı ve toptuları alınmalıdır, yoksa kızların dilinden kurtulamazsınız.

Mahalledeki her eve gidilir. Gidilen evlerde de, mal-davar ahırlarına uğranılır. Büyük bir gürültü ile kötü ruhlar kovulmuş olur. Oyun evin içinde devam eder. Ev sahibine:
Bir tekme attım çatmaya,
Çatma da gitti batmaya.
Yağ, bulgur vermeyen karılar,
Kocaları ile yatmayaaaaaa!..
Deyip, oynadıkları oyunun bahşişini alırlar ve o evi terk ederler.

Hemen önüne gelen ilk sıradaki evde, oyunun figürleri tekrar sergilenir. Şarkı türkü çalgı çalıp oynarken, şişman oyunun heyecanından, birazda şişmanlığın verdiği sıkıntıdan olacak ki yere düşer, bayılır. Bunu fırsat bilen, şişmanın hanımı oyun, şamata ve birde cıtmık atarak evin erkeğinin arkasına saklanır. Maksadı evin erkeğini ayartmaktır. Şişman belli bir müddet sonra ayılır, bakar ki hanımı evin erkeğinin arkasındadır. Askerleri ve adamlarıyla evin erkeğini bir köşede sıkıştırır, evin erkeği bu işte bir yanlışlık var, benim suçum yoktur, diyerek alttan alır. Şişman diretir askerler saldırır, hanımını geri alır, hakikaten bir yanlışlık olmuştur, evin erkeği askerlere bahşiş verir, evin hanımı da yağ bulgur vererek, hoş olmayan bu durumdan kurtulmaya çalışırlar. Gırgır şamata ve büyük gürültüler çıkartılarak o evden ayrılırlar.

Sayı sayma: Tabiatı, mal-davar ve bereketi ilgilendirir. Maksat, evdeki kötü ruhları kovmaktır. Evlerin dışında, mal-davarın olduğu komların kapısına mutlaka gidilir. Burada öyle büyük bir gürültü çıkarılır ki mal-davar içeride ürker, kötü ruhlarda kovulmuş olur.
Sonunda toplanan yağ ve bulgurla, bolca pilav yapılır. Herkes yer içer eğlenirler.
Toplanan bahşişi ise sayı sayan kişiler kendi aralarında bölüşürler. (Gelenek ve göreneklerimiz böyledir.)

BABUKO

----------------------------------------------

77. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/02 - 01 Temmuz 2012
Y I L B A Ş I

Fırında ekmeği pişirdikten sonra eve geldiler.
Anası :
- Oğlum sana peşküdan veya keşten galecoş yapayım, sarımsaklı gene yiyelim. Sonra da hırkalı böörce pişiririm. Ayrıca sana, istersen yalancı dolma da yapiim. Daha sonrada su ısıtıp sizi bir güzel çimdiriim dedi.
-Ana, ben gabuklu böörce de, hırkalı da istemirim. Bana, gardifli böörceli tene fasulye pişir, içine de geçen ki fırınladığımız gemüklerden koyar mısın? dedi.
Ana :
- Oğlum, o zaman tene fasulyenin yanına fırıç da pişireyim, bir de mercimekli haşıl yapayım, gözüne de üç tekçe bulgur atarım. Fırıç suyu ile ne de güzel olur. Ooh bir güzelce de yeriz! Aha, yakında yılbaşı da geli, sana bir de yılbaşı pâacı yaparım, içine de göy boncuk koyarım.
Çocuk:
-Ana, yılbaşı geliyse, o zaman yılbaşı giliği de pişir. Bizim Hasan’la Celal da yılbaşında gilik toplarlar. Ayrıca, bize gelen çocuklara da pişirdiğimiz giliklerden veririz hemi de kargalara da atarız.
-Köyümüzde yılbaşı giliği konusunda şöyle bir inanış vardı. Genç kızlar veya delikanlılar, yılbaşı günü evlerin bacalarına çıkıp, bu giliklerden kargalara atarlardı. Karga, giliği kapıp herhangi bir bacaya konar, orada giliği yemeye başlarsa, giliği atan kız ise o eve gelin gidecek. Eğer giliği atan erkek ise o evden bir kızla evlenecek, diye bir inanç vardı.Yada karga giliği kapıp çok yükseklere çıkar ve gözden kaybolursa o kişi çok uzaklara gidecek denirdi.
Ana-oğul gilik ve gilik pişirme konusunda epey sohbet ettiler.
Sonunda ana :
- Olur oğlum, yılbaşında sana çok güzel gilikler pişireyim, dedi.
Ana, yılbaşında giyinmek üzere, yazın boyadığı yünlerden, terşiyle eğirdiği gatmaları, sardıkları yumaklardan nakışlı çorap tokuyup giyerim, diye düşünüyordu.
Çocuk anasına :
-Ana, bu yılbaşında, bizim evi gene Agam mı bozacak.
-Elbette oğlum.
-Niye her sene Agamı getiriyoruz.
-Oğlum, Agan bizim büyüğümüz. Ayrıcada Agan, sınanmış birisi, bizim eve iyi şans getiriyor.
Yılbaşı, eski takvime göre ocak ayının on üçüncü gününün gecesi ile on dördüncü günü birbirine bağlayan gecede olur. Bu gece kimse uyumaz, herkes pârların başına ateş yakar, sabaha kadar dini törenler yaparlar, semah döner ibadet ederlerdi. Ayrıca gidebilenler, köyün yüksek tepelerine çıkar ateş yakarlar, semah dönerlerdi. Bu yüksek yerlerden biri, Kuşağın Ardıcı, ikincisi ise Hıdırillezin tepedir. Buralara, kar fırtına demeden odun ve çıra götürür, ateş yakar ve semah dönerlerdi. Hele de Hıdırilleze yakılan ateş, köyün her tarafından görünürdü.
Yılbaşı da geldi geçti. Ortalık da bir metreye yakın karla kaplandı. Kızak kayan çocuklar da bayram ediyorlardı.
Kışın, her akşam cem olurdu. Millet devamlı cemlere gider ibadetini yaparlardı. Okula giden çocuklar, ders durumuna göre ceme giderlerdi.
Cemlerin olmadığı zamanlarda millet birbirlerine oturmaya giderlerdi. Üç dört aile birikirdi, o akşam hikaye-masal anlatırlardı. Masallardan en çok anlatılanı, "Gocagarı ve tilkicik, Ağlayan Nar ile Gülen Ayva, Ayı Gulak, Alaattin ve Sihirli Lambası," idi. Oyunlardan ise "Pıs pıs ve yüzük saklama oyunu" ayrıca da "ayaklarını uzatarak biren biren, iken iken, gamış boylu gara tiken, salla bunu, çek şunu oyununu" oynarlardı. Köyümüzde meyve olmadığından o akşamları, bolca gardif pişirir soyup yerlerdi.

BABUKO

-----------------------------------------------

76. Köyde Dört Mevsim - Dizi Yazı/01 - 23 Haziran 2012
KÖYDE KIŞ - GAYHI KAYMA

Kış, bu yıl çok çetin geçiyor. Ortalık eleyip esiyor, fırtınadan göz gözü görmüyor. Fırtına eserken, karı açık yerlerden alıp, çukur ve yarı kapalı yerlere savuruyor. Evlerin etrafı ve kuytu yerler fırtınanın yığdığı karla kapanıyordu. Öyle zaman oluyordu ki, pencere ve kapılar kapanıyordu. Kapıyı açınca, karla örülmüş bir duvarla karşılaşılıyordu. Dışarı çıkmak için evden tünel açarak dışarı çıkılıyordu. Böyle kışın çok olduğu zamanlarda, herkes kendi evinden paarlara kadar yaba ve küreklerle yol açardı. Bu yollardan evlere içme suyu getirilirdi. Ayrıca, yeni açılan bu yollardan hayvanlar paara götürülür su içirilirdi.

Bazı günler, öyle fırtına olurdu ki rüzgar beyaz esiyor sanırdık. Havada bir beyazlık, rüzgarla beraber her yere savrulur, dere tepe karla dolar dümdüz olurdu. Hiç unutmam, köpeğimiz yattığı yerden kalkmamış, yağan kar köpeğin etrafını kapatmıştı. Köpeğin olduğu yerde bir tepecik oluşmuştu. Arada bir kafasını hava almak için oynatıyordu. Köpeğin sadece başı görünüyordu.

Fırtına ve kar durunca, güneş her tarafa vurup hava berraklaşınca, ortalıkta kar taneleri yıldır yıldır parlar. Böyle güzel havalarda, köyün çocukları, acı ağaçtan veya ahlat ağacından yaptıkları gayhıları ile devamlı gayhı gayarlardı. Karın, don olmadığı zamanlarda çocuklar bir araya gelip ayakları ile karları çiğneyerek kızak yolu yapar sonra da kızakları ile kayarlardı. Hele okul tatil olduğu zamanlarda çocuklar birikir, akşama kadar kızak kaymanın keyfini çıkarırlardı.

Gene bir gün, gayhı gaymanın tadının çıkarıldığı günde, gayhı gayan çocuklardan biri :
- Anam fırını yaktı arkadaş, ben daha gayhı kaymayacağım, gayhımı da kimseye vermem eve götürüyorum. Anam, parducunan fırını temizleyeyim, sen de eyişi getir dediydi. Bir tekne ve bir kersen hamur yoğurdular, hamurun ekşimesini bekliyordum, dedi ve gitti.

Gitti ama, gözü de bacada himan ve tekataş oynayan çocuklara takıldı. Kendisi de iyi gosgular, tekataşı iyi oynardı.

Eve geldi eyişi ve başka istenenleri de alıp fırına, anasının yanına gitti. Eyişle, kersenden hamuru alıp, somun büyüklüğünde yuvarlatıp temiz bir bezin üzerine dizdiler. Daha sonra da somun olacak hamurları fırın küreği ile kızgın fırına dizdiler.

Fırından ekmek çıkınca, fırının kapısında bekleyen köpeklere ekmek atıp onları beslerlerdi. Bu sırada atılan ekmekleri, köpekler kapmak için birbirlerine girer, öyle dalaşırlardı ki seyretmesi çok zevkli olurdu.

BABUKO
----------------------------------------------

75. Öykü - 04 Haziran 2012
NERDE O ESKİ YAYLALAR?

2011 yılının eylülünde, Kırıntı yaylasına gittim. Yayla, aynı yayla, taşlar aynı taş ve çamlar aynı çam. Yalnızca çamlarda, çevre ağaçlarda biraz çoğalma var. Gene de değişiminde çok farklılıklar gördüm.

Yaşlı nineler ve dedeler görünmüyor. Köpek havlaması yok olmuş. Kelek sesleri dersen, onlar da çoktan susmuş. Sığırlar ve camuşlar hepten kayıp olmuş. Çocuklar, kızlar ve delikanlılar nerede, onlar da yok. Tanıdığım sima ve yüzler değişmiş, yaylada birilerini gördüm fakat çoğunu tanıyamıyorum. Sanki yaylaya yabancılar hâkim olmuş.

Yaylalar da değişmiş. Yaylaya çinko ve beton hâkim olmuş, insanları da esir almış gibi. Yaylaların sınırları, insanları da sınırlamış. Kimse birbiriyle yayla ve komşuluk ilişkileri içerisinde değiller. Toplu yaşama, toplu hareket etme ferdileşmiş. Yaylaya kim ne zaman gidiyor, kim ne zaman dönüyor belli değil.

Ayaklarım beni, tarih öncesindeki alışkın olduğum yayla ören yerlerine götürdü. Hancıgilin yayla örenleri, Molla Aligilin örenleri derken, karşıma Zilif'in yaylası diye 2000 yılına ait bir yayla görüntüsü çıktı.

Zilif Ahmet buraya, modern bir yayla yapmış, üzerine de Zilifin yaylası diye de yazmış. Yaylanın önünde biraz dinlenip sağa sola bakınırken, tarihin derinliklerinden bir ses duydum. Sağa sola, iyicene baktım. Sanki koyun gördüm gibime geldi ve birde köpek sesi duyuluyordu.

Tam da "Ula Ahmet, biz yıllar öncesine mi döndük." diye soracakken Ahmet, eliyle işaret ederek, "Abi şu gördüğün koyunlar var ya, onlar Kayırgilin Cemal'inin koyunları. Tam altmış tane."demez mi?

Koyunlar çamların arasından geldiler ve bir çamın dibinde yatakladılar. Kulağıma gelen diğer ses de, Cemal'in yaylasının kenarında, koyunların gece yatakladığı duvarın dibinde yatan köpeğin havlamasıymış.

O bir iki kelek (çan) sesi, koyun melemesi ve köpek havlaması, beni uzun yıllar önceki yayla yaşantıma götürdü. Yaylada yaşadığımız o günler bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti. Çok hüzünlensem de yıllar öncesinden bir kesit yaşamış gibi çok mutlu oldum.

Babuko Hüseyin - Eylül 2011 - Kırıntı köyü

-----------------------------------------------

74. Yazı - 20 Mayıs 2012
YETER BACININ YONCASI

1993 yılında, babamlar köyde duruyorlardı. Biz de üç kardeş, bir kamera ve fotoğraf makinesi alıp çocuklarla birlikte köye tatile ve gezmeye gittik. Maksadımız köyde belgesel şeklinde, köyün her tarafını, dağlarını, bayırlarını çekmekti. Gerçekten de belgeseli kendimize göre anladığımız şekilde de çektik.

Bir sabah erkenden, anam, bizi uyandırdı.
-Ula İseyin, habu Hancıgilin Yeter'i diiki, habu sizin uşaklar, kıranın ardında mezarlıkların ordaki bizim yoncayı biçsinler. Yoksa, yonca ve tarla çok kötü olacak. Navlursunuz kalkın da biçin.
-Ana, biz tırpanla hiç bir şey biçmedik, tırpan nasıl tutulur onu bile bilmiyoruz, sonra, elin tarlasını mahvederiz, dedim.

Yeter bacı.
-Ula İseyin kimseyi bulamadım ki yoncayı biçtirem. Navlursunuz, baban da gidecek, gelin de kel kor nasıl biçerseniz biçin, dedi.

Babam, ben, Hasan ve Celal kalkıp gittik, acemi olmamıza rağmen her birimiz bir tırpan alıp yoncayı, bir güzel biçip, öğleye bitirdik. O kadar makbula geçti ki, duaların ardı arkası kesilmiyordu. Yeter bacı bizi evine götürdü, öğlen yemeği yedirdi. Yarın öğleyede yoncayı çevirirseniz çok sevinirim, işi tamam etmiş olursunuz, dedi.

Kabul ettik, ertesi günü gidip yoncayı çevirmeye başladık. Bu arada kamerayla ayrıntıları çekiyoruz. Yeter bacı, "Tamzara'nın üzümü, dinle benim sözümü" diye bir türkü söyledi ama, biz hem memnun olduk, hem de tarifi imkansız bir hüzün duyduk. Çünkü Yeter bacı, eşinin mezarına dönüp, türküyü ağıtlaştırarak söylemişti. Yeter bacının sesinin bu derecede güzel olduğunu ilk defa dinlemiştik.

Yeter bacının eşi, bir arkadaşıyla, bizim köy uğruna bir trafik kazasında yaşamını yitirmişti. Bir arkadaş da ağır şekilde yaralanmıştı. Yeter bacının çaresizliği ve yalnız oluşu, buradan geliyordu.

Yeter bacının bu çaresizliğini, bütün Kırıntı köyünün anlaması, anlayışla karşılaması ve bilmesi gerekir. Çünkü, bu bir borçtur ve bu borcu hepimizin bilmesi lazım.

Biz de, bu çaresizlik karşısında görevimizi en iyi şekilde yaptığımıza inanarak, vicdanımız rahat bir şekilde yonca tarlasından ayrıldık.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

73. Yazı - 13 Mayıs 2012
FİĞ BADICI YOLMAK

Yıl 1982. Ben, anam, ve çocuklar, senelik iznimde köye gezmeye gitmiştik. Çocuklar köyü ilk defa göreceklerdi. İlk işim çocukları uyarmak oldu.
-Yanınızda kimse olmadan bir yere gezmeye gitmeyin, çünkü yılanlar, köpekler var, başınıza bir iş gelir.
Sanki ben böyle dememişim gibi çocuklar bir anda buhar olup uçtular.
Anam, telaşa kapılarak çocukları bulup getirmemi istedi. Mahalleye çıkıp sağa sola bakınmaya başladım. Bir süre sonra çocukların telaşla, korkuyla koşarak geldiklerini gördüm. Onları alıp eve götürdüm. Anam merakla:
-Kızım, Leyla ne oldu, nedir bu telaş? Nerden geliisiz? diye sordu.
-Bizi bir kadın kovaladı, korkup kaçtık, diye karşılık verdi Leyla.
- O gadın kim, evi nerde? diye sordu anam.
Leyla, Çakırgili ve Çakırgilin Sedef'ini tarif etti.
Anam:
-O gadun çok eyi biridir, dedi. Durduk yerde sizi govalamaz. Muhakkak bir yıkıntılık etmişsiniz ki sizi govalamıştır.
Anam, daha sonra Çakırgilin Sedef'ini gördüğünde;
-Sedef bacı, o gün bizim çocukları sen mi govaladın? diye sormuş.
Sedef bibi gülerek, anama şunları anlatmış:
-Çocuklar, bizim evin altındaki tarlada fiğ baducunu yoluydular. Hemi de tarlaya girip goşarak fiğleri eziydiler. Tarladan çıhın deyn barınca gorhup gaçdılar. Eyle telaşlandılar ki nere gaçacahlarını şaşırdılar da şuraya gaçın deyn ben yol gösterdim.
*
Yıl 2012. Fiğ ekme işi tarihe karıştığı gibi neredeyse badıç kelimesini de unutmuşuz.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

72. Yazı - 10 Mayıs 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 14
Ç İ Ğ V E Ç Ü K E L İ K

Gelin hep beraber Kırıntı Yaylasına yukarı gidelim. Yaylanın çam ve tutya kokan temiz havasını ciğerlerimize çekelim. Birazda bakalım, çükeliği nasıl yaparlarmış, onu öğrenelim.

Gelin yaylaya yukarı gidelim / Temiz havasını teneffüs edelim Yaylacılara merhaba diyelim / Onları hoş edip, kuymak yiyelim.

Yaylaya göçüldüğünde, köyde ne kadar mal davar varsa, hepsi yaylaya götürülürdü. Yaylada herkes sağılır mal-davarını sağar anlaştığı kişilerle sütü, haz denen bir ölçü sistemiyle kazanlarda biriktirirlerdi.
Kaynatılmadan, kazanlarda çiğ olarak biriktirilen süt, dört veya beş günde yoğurt olurdu. Bu işleme çiğ veye çiğ yoğurt denirdi.

Yaylamızda hep gocagarılar / Hazdan ölçü çentik yapardılar
Kırıntı dan gelin, kız çağırıp / Çiğ biriktirip tuluk yayardılar.

Yaylada gocagarılar, kendi aralarında biriktirdiği çiğ yoğurdu, tuluklarda yayarlardı. İsimlerini hatırlayamadığım, nice yaylacılar, çiğ yoğurt biriktirip yayık ( tuluk ) yayacağı zaman köyden kızını veya gelinini çağırır yayık yayarlardı.

Tuluk ( yayık ), yayarken mutlaka guymak pişirip konu komşuyu da çağırırlar. Hep beraber, guymağı büyük bir iştahla ve zevkle yerlerdi.

Hanisiniz, nerelerdesiniz / Bir zaman çükelik yaptınız
Kırıntı dağlarını şenlendirip / Şimdi rahmetli olup gittiniz.

Ayrıca, gene pişirilen süt mayalanır, yoğurt olur. Yoğurttan da çükelik yapılır. Fakat bu yapılan çükelik pek makbul olmaz. Çiğ yoğurdun çükeliği daha makbuldür.

Bir gün çoban Ali beni çağırmıştı, yanına gittiğimde:
-Hüseyin, habu davarı bugün yayarmısın? dedi.

Yaylanın direği Çoban Ali idi / Davarı sahibinden iyi tanırdı
Mesleğinin erbabı çoban idi / Nur içinde yatasın çoban Ali

-Tabi yayarım ama sen ne yapacaksın? dişe karşılık verdim.
-Ben habu yaylacı kadınlara tuluk yaydıracağım, benim hanım hastalandı da.
Bunun üzerine davarı büyük bir zevkle, Büyükdere'ye yukarı, vurdum, gittim.

Çocukluğumdan tanıyorum / Sizin zamanınızı biliyorum
Hepinizi rahmetle anıyorum / Yaylamızın, güzel yaylacıları.

Çiğ yoğurdun, yayık yayılarak yağı alınır. Yayıktan çıkan ayran ise büyük kulplu kara kazanlarda hafif ısıtılır, dibe çöken çökelti alınır, torbalara doldurulur ve suyu süzülür. Suyu süzülen çükelikler bir torbada birleştirilir. Suyu iyice süzüldükten sonra, yerli bir düz taşın üzerine konur. Onun üzerine de tekrar düz bir biley taşı konur, üzerine de taşlar ağırlık yapacak şekilde yığılır. Suyu iyice giden, bu torbanın içindeki posaya, çükelik (çökelek) denir.

Akılsız Hüseyin aradı sizi / Cücük, Mehri, Nazile, Zilifi
İpek bibi, Çallıkız, Telliyi / Bulamadı Sultanı, Kekliği

Bütün bu saydığım ve isimlerini hatırlayamadığım öbür gocagarılar, benim çocukluğumda, çükeliği içi kara sakızla yalıtılmış küplere basarlardı. Şimdilerde ise saklama kaplarında veya naylon kaplarda saklıyorlar.

*
Tuluk (yayık): Çam tahtasından irili ufaklı çeşitli boylarda yapılır. Kırıntı köyünde, günlük yayık yaymalarda ufak yayık kullanıyorlardı. Yaylada ise büyük tuluklar kullanılırdı. Büyük tuluklara, büyük kazanın çiğ yoğurdunu bir seferde doldurup yayarlardı.

Yaylanın sağlam olan taban ağacına sicim ipler geçirilir, büyük tuluk iplere bağlanır. İçine çiğ yoğurt doldurulur, iki başından birer kişi ileri geri iterdiler. İleri geri iteklenen yayıkta, çiğ yoğurt iki başa da çarptıkça tiz ve tok bir ses çıkarır. Yayık yayanlar bu tiz sesin zevkinden yorulmadan, usanmadan saatlerce yayık yayarlardı.

Babuko Hüseyin - Ankara

-----------------------------------------------

71. Yazı - 05 Mayıs 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 13
K A R A D A L L A H A NA
( C E N İ K P A N C A R I )

Mısırı konuşmak veya yazmak gerekirse, karadal lahananında yazılması gerekir. Çünkü cenik pancarı, mısıra çok bağımlı. Cenik pancarının yapılan yemekleri, ya mısır yarması ile pişer, ya da mısır ekmeği ile yenir. Bundan dolayı cenik pancarı ile mısır birbirlerini tamamlayan ürünlerdir.

Kırıntı Köyünde, ilkbahar gelip bahçeler ekilecekse, ilk ekilen karadal lahana ve top pancarı olurdu. Sonra da fasülye (böörce) ve patates ekilir. Bunların dışında ne ekersen ek, onlar ikincil sebzedir.

Abdallı mahallesinde Molla Alinin İpeği, Zilif, Urşanın Güssünü, Şehri gilin Yeteri, Hamzanın İpeği, Gülizar ve daha bir çokları ortak bir fidelikte cenik pancarı ekerlerdi. Ekilen pancar fidesini tüm mahalledeki kadınlar paylaşırlardı. Diğer evlerin ektikleri öteki sebze fidelerinden de gene birbirlerine verirlerdi.

Cenik pancarı, fidelenip yetişince o ilk yetişen yapraklarından yapılan yemeğin tadına doyum olmazdı. Sade olarak yemeği yapıldığı gibi gardif, fasülye ve cenik pancarı ile yapılan yemeği de köyümüzün ilk sebze yemeği sayılırdı.

Bostanlarda, evin çevresinde veya bir köşesinde ekilen cenik pancarı bir yıl boyunca pişirilip yenir. Kışa hazırlık olsun veya kışında yemekleri yapılsın diye, Zilif anam veya köyün diğer kişileri top pancar ile cenik pancarını bostandan söküp, evin bir kenarında birbirine destek olacak şekilde sıkıştırılarak tekrar dikerdiler. Kışın donmasın veya üşümesin diye üzeri bazen örtülür. Çoğunlukla muhafazalı veya çok güzel bir kuytu yere dikilir. Bu şekilde dikilen cenik pancarı soğuk kış günlerinde üzerine kar yağsada üşümeden, dikildiği yerden ihtiyaca göre sökülür ve yemekleri yapılır. Karadeniz bölgesinde kış çok soğuk olmadığından pancarlar ilk ekildiği yerde kalır, hatta kışın bile filizler ve yaprak verir.

Yetişen pancarın daima alt dalları koparılıp alınır, buna pancarı dallama denir. Pancar bu şekilde dallanıp alınırsa, habire yeni filizler gelir. Bu şekilde karadal lahana devamlı kendisini yeniler ve bereketi artar.
Karadal lahanadan, çok çeşitli yemekler yapılır. Bizim belkide bilmediğimiz bir çok yemeği daha yapılıyordur.Yaprak sarması çok güzel olur. Kışın unlama çorbası yapılır. Hatta karadal turşusu bile yapılır. Karadal turşusundan bile değişik yemekler yapılır. Top pancarı ile karışık yapılan dibleyi yemeği ise çok güzel olur. Mısır ile pancarın çok çeşitli yemeği olduğu gibi, mısır ekmeği ile de çok güzel yenir. Hele Karadeniz bölgesinde karadal lahana ile mısır birbirlerini tamamlayan yiyeceklerdir.

Sofugil mahallesinde, Molla Bekdeşler, cem yemeği veriyorlardı. Mehri, Büyük Menemşe, Yazgülü, Bağdat ve ismini hatırlayamadığım başka gocagarılar, kendi aralarında konuşuyorlardı. Gız bacım yemek yiyesim yoktur, ama habu soyka pancarı ve şu hırkalıyı görünce iştahım açılıyor. Yersem kemiklerim ancak dinleniyor deyip sohbeti koyulaştırılıyorlardı. Aha Cücük, Anşanın gelini Sultan ve Agunun Firdesi de geldiler, pancar sohbeti şimdi daha fazla goyulaşacağa benziyor.

Karadeniz halkı hangi memlekete giderse gitsin, karadal lahanayı da beraberinde götürüp ekmiştir. Bir bahçede veya bir evin kıyısında köşesinde karadal lahana görseniz o evin Karadenizli olduğunu bilirsiniz. Hatta yurt dışında bile bu durum aynıdır. Nerede olursa olsunlar, karadalı görenler o evden karadal lahana ister. Karadenizli çok merhametlidir, hiç duraksamadan lahanadan dallayıp verir. Karadenize ve o yöreye ait birde sohbet başlar ki tadına doyums olmaz. Karadal lahana son zamanlarda halk pazarlarında da çokça satılmaktadır.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

70. Yazı - 29 Nisan 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 12
FIRIÇ

Fırıç bir ahlat ürünüdür. Güzün ahlatlar olgunlaşmaya başlayınca, iyi cins ahlatlar toplanır.fırınlanır.

Fırıcın yapılışı: İyi cins ahlattan toplanan, ahlat meyvesi, köyde ekmek fırınlarında, fırınlanır, dışı buruş buruş olunca fırından çıkarılır. Sergilerde kurutulur. Tamamen kuruyunca çok sert olur. Böylece, kışa hazırlanırdı. Kışın, davetlerde, cem yemeklerinde ve düğünlerde elma gakı ile pişirilir, yemeklerin yanı sıra servis edilirdi.

Fırıç, Kırıntı köyünde tarihe karışmak üzere olan bir kış yiyeceğidir. Kışın sofraların vazgeçilmez komposto ve yiyecek çeşididir.

Tonarlarda, Emişen pârında, Yazıda, bostanlarda, Ağlıkta ve Kırıntının ekilebilir tüm arazisinin her tarafında Harmancıkta çok büyük ahlat ağaçları vardı. Mal yayarken bütün çobanlar ve delikanlılar yetişen ahlatları bilirlerdi. Çünkü köyümüzde ahlattan başka meyve yoktu. Hangi ahlat yetişti, hangisi iyi cins, mal yayanlar birbirine haber verirlerdi.

Mal yayarken üç dört arkadaş, yetişen ahlatın başına bakıp hangi dala taş atılacaksa, önceden haber vererek taş atılırdı. Taş dala isabet edip ahlatlar yere dökülürken, hep birden ahlatları kapışmaya koşar ve kapışırdık. Atılan taş yere düşüp düşmediğine bakılmazdı. Ahlatlar kapışılırken yere düşmeyen taş, daha sonra rüzgarın etkisiyle daldan düşerek, ahlatı kapışanlardan birisinin kafasına vururdu. Arkadaş birden yere düşer, başlardı ağlamaya. Bu şekilde, Kırıntı Köyünde çok arkadaşların kafası yarılmıştır. Yine, çok kişi de ahlatı silkelerken, ahlat ağacından düştüğü olmuştur.

Ahlat ağaçlarının sahipleri ahlat yetişince ağaçları silkeleyip ahlat meyvesini toplayıp evlerine getirirlerdi. Fırıç ve gavut olacak ahlatlar seçilirdi. Fırıç yumuşak, içi taşlı olmayan iri ve iyi cins ahlattan seçilip fırınlanırdı.

Fırıç, fırından ilk çıkarıldığında, yumuşak olur. Fırından çıkarılan fırıcın, yemesi çok lezzetli olurdu. Dişleri sağlam olanlar, fırıcı, kuru kuruya da yiyebilirler. Amel (ishal) ve mide bozulmasına da iyi gelir.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

69. Yazı - 21 Nisan 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 11
HIRKALI BÖÖRCE

Hırkalı böörce : Köyümüzde, çok sevilen, hele gençler tarafından beğenilen, iştahla ve zevkle yenen bir kış yemeğidir.

Güz gelip, bahçeler savarken, tohuma dönmüş, kurumuş ve sararmış işe yaramayan fasülyeler toplanıp, dilim dilim kırılıp, güneşte kurutulurdu. Bu kuruyan işe yaramaz fasülyelere (gabuklu böörce) hırkalı denirdi. Tam rende yongasını andırırdı.

Her düğün ve davetlerde Aşağı mahalleye gittiğimizde, yemeklerin yanında Eminenin Hasanını görürdük. Oysa yemekleri pişiren aşçı başı o imiş. Ne bilelim, biz hep bayanlar yemek pişirir sanırdık. Şunu da belirteyim ki pişirilen yemeklerde gerçekten lezzetli olurdu.

Düğünün birisinde Cicimali, Kerimin Yakubu ve Esef yemeklerin yanına geldiler, Hasan baba, yemeklerin tadına bakabilir miyiz dediler. Emine'nin Hasan'ı yani aşcı başı, bahşişi verin istediğiniz yemeğin tadına bakmak size serbest olur dedi. Kerimin Yakubu şu hırkalı ile pancarın tadına bakmayalım, bahşişi de yarım verelim dedi. Hasan emi ulan çekilin gidin şurdan, sizi millet duyacak hırkalı ile pancarı yemeyecekler dedi. Esef de Hasan baba korkma gocagarılar birikir hırkalıyı da pancarı da yer bitirirler deyince orada bulunanlardan bir kahkaha yükseldi ki deme gitsin.

Mevsim kışa girerken birçok evler, etlik keserlerdi. Etin güzel tarafından kavurma yaparlardı. Geri kalan, eti iyice sıyrılmış gemükler (kemik), fırınlanır, daha sonra bu gemükler ipe dizilir, temiz bir yere asılır, saklanırdı.

Bu fırınlanmış gemükler ile besin değerinin olduğu da pek şüpheli olan hırkalımıza, kış yemeği olarak, güzel bir pişirme tarifi yapalım (yazalım).

Malzemeler
1 - Fırınlanmış bir gemük ve bir de gaburga
2 - Belli miktarda gabuklu böörce
3 - İki veya üç patates.
4 - Üç dene de gözüne atmak için bulgur.
5 - Bir goşa tuz
6 - Göz kararı belli oranda su
7 - Bir baş soğan
8 - Bir tahta kaşığı yağ.

Pişirilişi: Ocaklıkta yanan ateşin üstündeki, dışı is ve kurum bağlamış gara gazana yağ konur, yağ erirken soğan ilave edilir, tahta kaşıkla bir iki karıştırılır. Gabuklu böörce ilave edilir, bir iki de bu karıştırılır.
Gabuklu böörce ısınıp kavrulurken, soyulan patatesler, gelişi güzel bölünüp parçalanır tencerenin içine ilave edilir.

Fırınlanmış gemükler evrilir çevrilir et aranır et olduğu pek şüpheli olan bu gemükler de ilave edilirken, hırkalının gözüne de üç tekçe bulgur atılır. Suyu ilave edilir ve kaynamaya bırakılır.
Bu güzelim yemeğin tuzuna bakılır. Zor-şer, kan-ter ile Kemah'tan gelmiş, tuz kabında bekleyen tuzdan bir goşa tuz atılır.
Biraz daha kaynasın hırkalı servise hazır olacak. İştahla ve afiyetle bal şeker yerine yiyin. Yalnız tahta kaşıkla yiyin!
Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

68. Yazı - 14 Nisan 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 10
GAVUT

Her evde bulunan ve en basit yemek yapılan, bir çeşit mısır unudur. Ayrıca da ahlattan yapılan gavut çeşidi de vardır. Ahlat gavdundan yemek yapılmaz, un olarak yendiği gibi, su katılarak da yenir.

Gavut ikiye ayrılır: 1- Döğme Gavudu 2- Mısır Gavdu.

1- Döğme Gavdu : Ahlattan yapılır. Güz gelince yetişen ahlatlar toplanır. Toplanan ahlatlar temizlenir, çürüğü ve sapı ayıklanır. İyice yetişip, siyahlaşan ahlatlar bir kütük veya bir taş üzerinde çekiçle ezilir (dövülür, bundan dolayı dövme gavdu denir). Ezilen bu ahlatlar bir kilim veya sergi üzerinde iyice kurutulur, su değirmeninde öğütülür, un olur. Bu ahlat ununa döğme gavdu denir. Bu gavut, su katılarak macun kıvamında yapılır iştahla yenir.
Ayrıca, un olarak da kaşıkla yenir. Hani derler ya, rüzgarda ağzına gavut atmak. Rüzgarda ağzına gavut atarsan, rüzgar gavdun yarısını alır götürür.
Bu döğme gavdu, müthiş gabızlık yapar. Amel olanlar döğme gavdu yiyerek, amelden kurtulabilirler.

2-Mısır Gavdu : Adından da anlaşılacağı gibi mısırdan yapılır. Güzün mısır hasatı bitince, köydeki evlerin yüzde sekseni mısır gavdu yapardı.
Arazimiz çok dağlık olduğundan, gavut yemeği sabahtan yapılır, dağa, taşa işe gidenler tasa veya bir kâseye koyar, yanlarında azık olarak götürürlerdi.
Kızlar kalesi bayırları Abdallıların çaşırlığı idi. Abdallılar hep beraber çaşırlarını biçmeye gittiklerinde öğlen yemeğini beraber bir sofra kurar yerdiler. Zilif anam mısır gavdunu sütle gavrup azda şekerli yapınca dedeme herif al şu gavdu azık olarak götür derdi. Dedemin getirdiği gavut gapış gapış edilirdi. Molla Aligilin İpeği gene öyle güzel gavut yapardı. Gene gavutla beraber pancar dibleysi ve yoğurtdta götürürlerdi.

Bir sene çaşır biçiliyordu. Anşanın Ali'si de oradaydı. Ali emi bize İsmailin türküsünü söyler misin diye ısrar ettiler. Ali emi eli kulağa attı, çok uzunca söyledi, demek ki bizler o türküyü de yarım yamalak biliyormuşuz. Hem de türkünün başında ve sonunda makama göre Aziz deyerek başlayıp Aziz diyerek bitiriyordu. Bazen türküyü yarıda kesip, türkünün kıtalarında geçen olayların hikayesini de anlatıyordu. Türküyü dinleyenler Ali emi valla gavut seni iştaha getirdi deyip gülüştüler. Ali emi de hergün böyle güzel gavut yedirin, size devamlı türkü çağırayım, demek ki keramet gavutta imiş dedi.

Gavdun yapılışı: Mısırlar, ters döndürülmüş sacda hafif kavrulur. Patlatılmaz, mısır az şekilde çatlardı. Bu şekildeki mısırlar, değirmene götürülür öğütülür un haline getirilir.
Pişirilişi: Tavaya çok az yağ konur, biraz eriyince su veya süt katılır, kaynatılır ve biraz şeker ilave edilir. Daha sonra gavut unu tavaya dökülür ve ağaç kaşıkla iyice karıştırılır. Koyu bir kıvamda ocaktan indirilir. Sofraya servis yapılır. Yanında, mutlaka yoğurt veya ayranla yenir. Gavutla yoğurt birbirini tamamlayan iki kardeş gibidirler, yoğurt olmazsa, olmaz. Yerken tadı çıkmaz.
Mısır gavdu, helva gibi tasa veya bir kaseye konur, dağda-bayırda veya piknikte yenir.
Gavut, vazgeçilmez bir kır veya tarla yemeğidir. Yanında ayran veya yoğurt olmazsa, olmaz! Fırıç suyu ile de gavut iyi yenir.

Babuko Hüseyin Ankara

----------------------------------------------

67. Yazı - 4 Nisan 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 09
M I S I R

Köyümüzde, mısıra, darı denirdi. İlkbahar gelende darı ekimi başlardı. Köyün yüzde yetmiş -sekseni darı ekerdi. Biz çocuklar, ne kadar mısır tarlası fazla ekilirse o kadar fazla mısır çalıp kırıp yerdik.

Mısır topraktan bir karış çıkınca, herkes mısır tarlalarını meellemeye (çapalamaya) başlardı. Bir tarlada dokuz-on ırgat birden melleme yapardı. Şarkı, türkü, uykurmayla tarlalar sese giderdi. Tarlalar, allı- güllü elbise giymiş, kızlarla ve gelinlerle donanırdı. Her tarlanın ayrı havası vardı. Delikanlılar da azık getirir, etrafta caka satarak dolanır, görünüme ayrı bir güzellik katardılar.

Aşağı mahalleden Onbaşı, Çilali ve Toraman Gopuğun çayırının kıyısından Selvinin Alisinin tarlasının kıyısına aşağı geliyorlardı. Selvinin Alisi meziredeki tarlasının kenarından aşağı dereye indi. Maksadı, Onbaşı ve yanında gelenler, beni lafa tutarlar diye, onlardan kaçıyordu. Selvinin Alisi ateş gibi bir adamdı. Yarım saat boş kalsa o günü zarar sayardı.

Selvinin Alisi dereye kaçtı ama, daha büyük belaya çattı, çünkü derede Tamasın oğlu Memmed'e yakalandı. Memmet, derenin kıyısında mal yayıyordu. Tamasın oğlu daha beter lafçı idi.

Tarlayı meelleyen kızlar ve gelinler Onbaşının geldiğini görünce önünü kestiler. Onbaşı çok şakacı bir ihtiyardı. Irgatlar illa bize mani söyleyeceksin yoksa seni bırakmayız diye diretince, Onbaşı da,

Dağdan kestim doruğu / Değirmenin oluğu / Gız nereden geliyorsun / Falancanın yoluğu.. deyip ırgatlarla şakalaşıyordu.

Mezirede derenin karşısında da Guşu'nun ırgatları vardı. Onbaşı, iki taraftaki ırgatlara maniler söylerken, öteki ihtiyarlar Selvinin Alisinin çayırının kıyısına oturmuşlar, koyu bir sohbete başlamışlardı bile.

Sohbetin konusu Yemen ve Balkanlardı. Yemen, Toramanın askerlik yaptığı ve savaştığı yerlerdi. Balkanlar ise Selvinin Alisinin askerlik yaptığı ve savaştığı yerlerdi. Toraman ve Selvinin Alisi savaşın ne korkunç şey olduğunu anlatıyorlardı. Hem anlatanlar, hem de dinleyenler göz yaşlarını tutamıyorlardı. İhtiyarlar savaş anıları anlatırken, beri taraftan ırgatlarda kendi havasında habire türkü çağırıp tarlayı çapalıyorlardı. Böylece tarla çapalanıp, istenmeyen otlar ve bitkiler yok edilmiş oluyordu.

Bir ayda boy atan mısırları seyreltmek amacıyla sık mısırlar sökülür, kenarlara konurdu. Mal yaymakta olan biz çocuklar, sökülen mısırları alıp öküzlerimize yedirirdik.

Mısırlar, koçan bağlamaya başlayınca tarlalar suvarılırdı. (sıvarmak=su vermek-A.A.). Bundan sonra püskül bağlayıp yetişen darılar bizim ilgi alanımıza girerdi. Mal yayarken darı tarlalarından birer ikişer mısır aşırırdık. Züğürdün kaçağına gider, malları kır araziye bırakır, tezek toplar, ateş yakıp mısırları közler yerdik. Bu, bizim için büyük eğlence sayılırdı. Çok mutlu olurduk.

Ayılar kenardaki tarlalara girer, mısırları mahvederlerdi. Tarla sahipleri, tarla kıyısına veya varsa armut (ahlat) ağacına kulübe yaparlar, tarlalarını beklerlerdi. Gelen ayıları teneke döverek ya da silah atarak ürkütürlerdi.

Süt darıları tencerede pişirmek ayrı bir zevkti. Buna puğul denirdi. Tadı çok güzel olurdu. Sonunda olgunlaşan darılar biçilir, öküz arabalarıyla köye, harmana götürülürdü. Biçilmiş tarlalara gey denirdi. Hayvanlarımız geylerde yayılmaktan çok hoşlanırdı.

Harmandaki darılar, akşamları delikanlılar, kızlar tarafından türküler, şakalaşmalar eşliğinde soyulurdu. Harmana serilen darılar iki üç gün kurutulur, sonra da sopalarla dövülerek gudinesinden (koçandan) ayrılır, tane hâline getirilirdi. Ya da el ile iki darı bir birine sürülerek taneleri bir kaba dökülürdü. Yaşlıların gudine ile belini kaşıması belleğimde hâlâ tazeliğini korumaktadır.

Mısırdan darı unu, darı yarması ve gavut yapılır; bazı cins mısır patlatılır; bazı cins mısırdan ise tavuk yemi yapılırdı. Bir zamanlar bize buğday, mısır, mercimek, fiğ sunan tarlalar şimdi ya bomboş yatmaktadır, ya da yeni evler için arsa konumuna terfi etmişlerdir. (!)

Babuko Hüseyin - Ankara


----------------------------------------------

66. Yazı - 30 Mart 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 08
EL DEĞİRMEN TAŞI

Lorşon, ıstânlarından köye dönüldüğünde, kağnıdan yükler indirilir, hemen sergilere serilir.

Bulgur ve yarma kuruyunca, tepür denen, ağaçtan yapılma tepsilerde, rüzgara karşı savrulur. Bu savurma işinde kepekle bulgur veya yarma, kepeğinden ayrılır. Ayrıca bulgur eleklerden de elenir, iyıce kepeğinden ayrıştırılır. Tertemiz olan bulgur sergilerde iyice kurutulur el değirmen taşında öğütülecek duruma getirilir.

İyice kuruyan bulgur ve yarma tepürlerde ve sinilerde tepürleme yani özel bir sallama sistemiyle yabani ot tohumlarından ve kepeğinden temizlenir.

Bulgur, el değirmen taşında kırılır. Bu işlem de yapılırken komşulardan yardım istenir. Eldeğirmen taşını iki kişi çevirerek döndürür, habire de goşa ile bulgur olacak navaleyi dönen taşın deliğinden dökerler. Dönen taş navaleyi, döndükçe habire kırar veya öğütür. Öğütülen bulgur dönen taşın etrafına dökülür.

El değirmen taşı: Otuz beş veya elli cm. çapında iki taştan olur. Alt taş on, on iki cm. üst taş yedi veya sekiz cm. kalınlığında olur.

Alt taş, orta merkezine kadar üstü hafif ovaldir. Üst taşında, alt taşa uygun gelecek şekilde altı içe doğru oval, ayrıca onunda üstü ovaldir. Gene üst taşın içe oval olan merkezine germüçek olacak şekilde bir oyuk oyulur.

Üst taşın ortası beş altı cm. çapında deliktir. Bulgur bu delikten goşa ile dökülür. Bir tur, bir goşa, bir tur, bir goşa ve böyle sürer giderdi. Gene üst taşın kıyısında üç dört cm. bir delik vardır. Bu deliğe, on, on beş cm. Yüksekliğinde bir yuvarlak ağaç çakılır. Alt taşın tam ortasına bir cm. çapında delik delinir ve bir cm. kalınlığında, iki cm. yüksekliğinde bir pim çakılır.

Ahlat veya meşe ağacından yapılan germüçek, ortası delinerek iki cm.lik pime takılır. Germüçek te üç cm. eninde, iki cm. kalınlığında, on-on iki cm. uzunluğunda, bu oval yapıya denk gelecek şekilde yapılır.

Alt taş yatırılır, üstüne germüçek takılır. Germüçeğin üzerine üst taş oturtulur. Taşın üzerindeki saptan tutup çevrilir, dönen taşın üst deliğinden, öğütülecek bulgur tanesi, el ile bir goşa deliğe dökülür. Taş döndükçe bulgur taneleri de parçalanarak kırılır ve bildiğimiz bulgur olur. Yalnız iki taş arasındaki germüçeği de ayarlamak gerekir ki bulgur ince veya kalın olsun. Bu ayarlamada isteğe göre olur.

El değirmen taşının ölçülerini hayali olarak yazdım. Gerçek bir el değirmen taşı görürsem, ölçülerini, gerçek olarak ölçüp yazacağım.

İlk öğütülerek kırılan bulgurdan pilav yapılırdı. Şarkı, türkü, şamata ve gırgır eşliğinde, bulgur öğütme işi eylenceye dönüştürülür ve saatlerce sürer giderdi.

Öğütülen bulgur elekten geçirilir, eleğin üstü bulgurdur, pilav ve sütlü çorba pişirilir. Eleğin altındaki bulgura, düğülcük denir, bundan da fırt çorbası ve fırt haşılı pişirilir. Kısır ve etsiz çiğ köfte yapılır.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

65. Yazı - 21 Mart 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 07
7 - BULGUR - YARMA DÖVMEK

Hedik kuruduktan sonra çuvallara doldurulur.
Gene, yarma (gendüme) yapılacak buğday yıkanır, kurutulur ve o da çuvallara doldurulur. Zamanı gelince kağnı arabasına yüklenir. Bizim köyün ıstânında sıra gelirse dövülür, eğer sıra gelmeyecekse, Lorşon köyünün değirmenlerine gidilir, orada dövülürdü.

Istân : Değirmen taşının dikey dönen şeklidir. Kaynatılıp kurutulan buğday, taşın döndüğü alana eşit şekilde dökülür, hafif su ile nemlendirilir. Istân taşı, su kuveti ile belli hızda döndürülür. Dönen taş, bulgurluk navalenin kabuğunu, yani kepeğini döne döne çıkarır.

Kağnı arabası akşamdan yüklenir, sabah erkenden öküzler koşulur, Lorşon köyüne gidilirdi.Yol, Yeniköy'ün altından, nalet demenin yanından, Kirazmaşat köyünün üst tarafından doğuya giderek Lorşon deresine inilir, hangi ıstânda sıra varsa kağnı oraya çekilirdi. Çünkü, Lorşon deresinde dört beş tane ıstân vardı.

Bu gidilen yol, tarihi bir yoldur. Milattan önce yapılan Bayburt Kalesinden, Şebinkarahisar Kalesine ve oradan da Amasya'ya, Ankara Kalesine ve Osmanlı başkenti İstanbul'a gidilirmiş.

Bizim köyün altından geçen bu yola cada (cadde) derlerdi. Bu yola biz önem vermiyoruz ama bu yol gerçek ipek yolunun ta kendisidir.

Kirazmaşat köyünün batısında derenin kıyısında yolun geçtiği yerde üç tane mezar var. Buranın nalet deme (lanetleme), kötü ve nalet bir aileye ait mezar olduğu söylenir. Buradan her geçen o mezarlara, nalet olsun size diyerek taş atardı. Herkes taş ata ata, burada üç tane koyur (taş yığını) oluşmuştu.

Gece olupta yolu burdan geçecek kişiler en çok bu nalet demenin buradan korkarlardı. Çok kişiler, buraya ait korkunç hikayeler anlatır ve garip görüntüler gördüklerini söylerlerdi.

Lorşon ıstânında öküzler çözülür, dere kenarlarında otlatılırdı.

Bir keresinde Dedemle Zilif anam bulguru ıstânda döverken ben, öküzleri Lorşon deresinde yayıyordum. Naci bal, dedesi Garahalilgilin Yusuf'u ve ebesi ile oraya geldi. Naci, beni görünce çok sevindi, öküzlerini getirdi, beraber yayıyorduk. O ara ikimiz de dere kıyısında işerken, oraya birden Yeniköy'den Feramuz'un bacısı Nazmiye geldi. Bizi görmesin diye kaçarken, Nazmiye de nere kaçıyorsunuz diye sevinerek bize doğru hızla koşuyordu. Biz çocuktuk utanarak kaçıyorduk. Nazmiye bizden biraz büyüktü. Nazmiye ve biz, hep beraber köyümüzden uzak bir yerde karşılaşmanın sevincini yaşıyorduk. Çünkü, köyümüzden hiç ayrılıp başka yerlere gitmemişiz. Oncacık ayrılık bile bize bir hüzünlü geliyordu ki.

Yıllarca Naci Bal ile birbirimizi gördüğümüzde, o Lorşon deresindeki kaçışımız garip bir şekilde aklımıza gelir. Şimdi bile gülmekten kendimizi alamayız.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

64. Yazı - 21 Mart 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 06
DEĞİRMENDE UN ÖĞÜTMEK

Yıkanan ve kurutulan buğdaylar çuvallara doldurulup kağnı arabası ile değirmenlere götürülür, öğütülürdü. Her mahallenin kendisine ait değirmeni vardı. Herkes, kendi değirmenlerine kağnı ile gider, sırası gelen ununu öğütürdü.

Değirmene genelde yaşlılar gider, un öğütürdüler. Yaşlıların, her konuda olduğu gibi, bu konuda da tecrübeleri olduğuna göre, tabiî ki değirmene yaşlılar gider, un öğütürlerdi.

Agam, yani Selvinin Ali'si, Zilif anam ve ben, üçümüz Abdallıya ait olan değirmene gider unu öğütürdük. Değirmen de un öğütme işi eylül ayında başlar, ekim ayının sonuna ve hatta kasım ayına kadar sürerdi.

Değirmen, köyümüzde bir çok kişinin yaşantısında çok önemli bir yer tutardı. Bir çok kişinin değirmen konusunda anlatacağı o kadar ilginç hikâye ve anıları vardır ki, dinlediğinizde ayağınız yere yapışır. Öyle hikayeler var ki, hepsi cin peri masalıdır. Çevrenizde, yaşlı birisi varsa kendisinden, size değirmen masalları anlatmasını isteyin, bakın neler anlatacaktır.

Dedemden dinledim:
-Bir gece, değirmende un öğütürken, Zilif anan, dönen taşın yanında çuvala un koyuyordu, ben de ona yardım ediyordum. Kapı açıldı, içeri bir garı girdi, ocaklığın başına oturdu. Garıya iyice baktım ki, Zilif ananın ta kendisi. Şaşırdım kaldım, aklım iyice dağıldı. Değirmen de iki tane zilif var, hangisi gerçek hangisi peri, bilemiyordum. Zilif anan, herif şu çuvalı buradan kaldır diyince birden aklım başıma geldi. Hemen Bismillah deyip, kuluf alla ve elhamı okudum. Baktım ki öbür kadın hızla ocaklığın başından kalktı, ayakları tersti, dönen taşın yan tarafında ki çarkın oradan, kanalın içine girdi ve kayboldu.

Başka bir hikaye.

Süleyman amcam değirmende bulunduğu bir sırada, garip sesler duyuyor. Silahını eline alıyor, o arada başına kediler birikiyor. Amcamın üstünü başını yırtmaya başlıyorlar. Amcam, o heyecanla silahını ateşliyor, habirede eve kaçmaya çalışıyor. Abdallının değirmeninden yukarı, şimdiki su deposunun olduğu yere çıkıyor. Fakat, bu seferde üç dört kadın aynı kediler gibi amcama saldırıyorlar. Süleyman amcam evin kapısına güçlükle geliyor ve yığılıp kalıyor. Eve geldiğinde elbiselerinin yırtıldığını herkes görüyor. Okuyup, üfleyip amcama su içiriyorlar. Belli bir müddet sonra kendine geliyor ve olayı anlatırken aynı heyecanı tekrar yaşıyormuş gibi anlatıyor.

Buna benzer çok hikâyeler dinlersiniz.

Değirmenin en güzel tarafı, taş döndükçe, taşın üzerindeki çakçağın dönen taşa değmesi ile şangır şungur ritmik bir şekilde ses çıkarmasıdır. Değirmenin haşırt haşırt unu öğütüp, düzenli aralıklarla un havuzuna dökmesi ve savurması çok hoşuma giderdi. Savrulan undan zerrecikler havaya çıkar her tarafa konardı. İnsanların üstü başı ve değirmenin her yanı bembeyaz olurdu. Bu beyazlık bereketin işareti sayılır. Herkes, üstü başı beyaz olsa da rahatsız olmaz, aksine bundan çok zevk alırdı.

Ayrıca, değirmende hamur yoğurup, ocakta yanan ateşin kenara çekilip ocağın kızgın taşına hamurun pağaç olacak şekilde serilmesi. Üzerine sacın konup, onun üzerine de kızgın küllerin serilmesi, sonunda pağacın pişip, üzerine tereyağ koyup yemesi unutulmayacak bir olaydır. Hele, yanında yoğurt olursa daha da lezzetli ve güzel olurdu.

Bazı komşuların unu tükenirdi, fakat sırada kendisinde değil, bu kişiler bir got buğday girinir, değirmene getirirlerdi. Buna, kelete denirdi. Kelete acilen araya sıkıştırılır ve öğütülürdü.

Bazen değirmende un öğütürken yağmur veya kar yağardı. Bu durum da çok can sıkıcı olurdu.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

63. Yazı - 15 Mart 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 05
HEDİK KAYNATMA

Bulgurluk buğday, büyük kara kazanlarda kaynatılır. Hedik dediğimiz bu kaynatma işi de gene sergilerde serilerek kurutulur. Bir bakmışsın mahallede üç dört ev hedik kaynatıyor.
Hedik yemek isteyenler, gidip hedik pişen kazanlardan veya sergiden, tasa veya tabağa hedik alıp afiyetle yerlerdi. Hedik kaynatanların yanından geçseniz, mutlaka hedik yemeniz için sizi davet ederlerdi.

Kazanlarda kaynatılan hedik, tam yenecek duruma gelince kevgirlerle kazandan alınır, belli bir müddet suyu süzülüp ve soğuduktan sonra sergiye dökülüp serilir. İki veya üç gün güneşte kurutulur. Kurutulan bu hedik, sergiden alınıp çuvallara doldurulur.

Belli bir zaman sonra kağnı arabası ile ıstâna götürülür. Istân bizim köyde vardı ama, genelde Lorşon köyü ıstânına gidilirdi. Bizim köyde ki ıstân, bostanlardaki köprünün karşı tarafında hala duruyor. Lorşon köyünde dört beş tane vardı. Oraya gidince sıra çabuk gelirdi. Fazla zaman yitirilmez köye çabuk dönülürdü.

Ayrıca bazı durumlarda kurutulan bu hedik, az olursa ıstâna gitmeden dibeklerde de dövülür veya öküzle döndürülen, taşla da kabuğundan ayrılır. Kurutulur daha sonra el değirmen taşlarında bulgur olarak öğütülürdü.

Sofugil mahallesinde bir tane, öküzle döndürülen ıstân vardı.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

62. Yazı - 11 Mart 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 04
ZAHRA YUMA

Harmanda çuvallara doldurulan buğdaylar, kağnı arabası ile zahra yuma yerlerine götürülür. Özel yapılmış zahra yuma kurunlarında (havuzlarında) yıkanır. Bu havuzlar beton veya tahtadan yapılır.

Buğday yıkama kurunlarında buğdaylar yıkanır, yabani ot tohumları ve diğer yabancı maddelerden arındırılır, buğday tertemiz yıkanırdı.
Un olacak buğday, bulgurluk buğday ve gendüme (yarma) olacak buğday ayrı ayrı yıkanır.

Tekrar eve getirilir sergilerde serilerek kurutulur. Bu andan itibaren de sergi bekleme işi çıkardı. Tavuklar, karga ve serçeler sergiye devamlı gelip, sergideki buğdayları yemeye çalışırlar. Akşam olunca mal davar yaylımdan gelip köye dağıldığında da sergileri beklemek gerekir.

Zahra yuma kurunları, bizim Abdallı Mahallesinde bir tane vardı. Bostanlarda zahra yuma yerinde de iki tane idi.

(Bakınız www. karadorukaa. com, bizim yazarlarımız sayfasında, Babuko Hüseyin'in 20. öyküsü. Zahra Yuma Kurunu).

Abdallıdaki kuruna su, Sığnağın dereden gelirdi. Şimdi 2011 yılı itibariyle düşünün, güz mevsiminde Sığnağın derede su bulunuyor mu? Köyümüzün sularının kuruduğunun işareti işte Sığnağın derenin suyunun kuruyup yok olmasıdır.

Sergide kurutulan buğdaylar tekrar gözden geçirilir, çuvallara doldurulurdu. Değirmene gidecekler veya ıstâna gidecekler ayrı ayrı çuvallara doldurulur, zamanı geldiğinde değirmene veya ıstâna götürülürdü.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

61. Yazı - 06 Mart 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 03
DÖVEN SÜRME

Ekin saplarını getirmeden önce, harmanlar su ile yağlanır ve düzeltilirdi. Selvinin Alisi de Sığınağın dereden harmana su bağlar, öküzleri, tapana koşar harmanı dümdüz yapardı. Düyen sürerken harman dümdüz olsun ki saplar iyi ve eşit şekilde düyen tarafından kesilsin ve saman olsun.

Tarladaki yığınlara sap denirdi. Bu saplar kağnı arabası ile köyde harmanlara getirilir, harmanın etrafına yığılırdı. Bir keresinde bizim kendimize ait olan sapı getirmek için anam, Alattin (Hüseyin öğretmen) nin anası Gülhanım bibiye, kendi kağnıları ile bize bir sefer sap getirmesini söyledi. Gülhanım bibi (mekanı cennet olsun) anamı kırmadı ve olur dedi. Alaattin ile ikimiz sap getirmeye gittik. O zamanlar ikimiz de çocuktuk. Sapı yükledik, ipi çektik ve öküzleri koşup arabayı sürdük.

Çakırgilin ordan aşağı pâra geldik ama ipi de gevşek çekmişiz, arabadan saplar yere dökülmedi, fakat araba şekil değiştirdi. Arabanın sağı solu şişti, sap arabası kurbağaya dönüştü. Hemen arabayı dayakladık. Sağ olsun komşular, sağdan soldan ip getirip arabanın her tarafını sıkıca bağladılar, ipleri iyice çekip gerdiler. Zorunan arabayı saplar dağılmadan harmana getirdik. Alattin bana bakıyor, ben de ona bakıyorum, bizi bir gülmedir tuttu, kendimizi zor tutuyorduk.

Sap getirme işi bitince herkes gene bu sapları harmana eşit şekilde dağıtır başlarlar döven sürmeye.

Döven ağaçtan yapılır, altına çakmak taşın çakılacağı yuvalar açılır. Çakmak taşından taş kırılır, bıçak şeklinde dövenin altına çakılırdı. Döven için özel yapım ustaları vardı. Bütün işleri döven yapmak, çakmak taşı kırıp satmaktı.

Döven işi çok uğraş gerektiren bir işti. Umumiyetle döveni yaşlılar ve çocuklar sürerdi. Sıcağın altında döveni sürerken hem süren kişi, hem de öküzler, döne döne sıcaktan yanar kavrulurlardı. Ana ve babalar da durmadan dövenin sürdüğü sapları dönderirlerdi. Sap sürülüp saman olunca, yığın yapılır ve tınaz makinası ile tane ve saman birbirinden ayrılırdı.

Ayrılan buğday, got ve urup ile ölçülür, ne kadar ürün alındığı anlaşılırdı. Köy ve yöremizde, buğday ölçüm kaplarına Got, Yarım Got ve Urup denir. Got, bizim yöreye mahsus gaz tenekesinin beşte dördü büyüklüğünde bir ölçüm aracıdır. Yarım got ise, gotun yarısıdır. Urup ise gotun dörtte biri, gaz tenekesinin ise beşte biridir.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

60. Yazı - 01 Mart 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 02
EKİN BİÇMEK

Bahar gelince yazlık buğday ekilirdi. Buğdayın çeşitli cinslerinden bulgur, yarma yapılır ve un öğütülür. Her buğdaydan un, bulgur veya gendüme (yarma) olmaz. Yazlık, sarıbaş, topbaş, kırikbuğday, dondurma ve çavdar denen buğday çeşitleri vardır.

İlkbaharla birlikte ciyetler de, boylanıp büyümeye başlar. Bir karış, iki karış derken
yaz gelip buğdaylar başaklanır, yağmur yağarsa ürün bol olurdu. Yağmurun yağmadığı zamanlarda buğday tarlaları, yaylamızdan gelen büyük dereden su bağlanarak sulanırdı. Büyük dere, Yeşil ırmağın kollarından birisidir.

Köyümüzün en önemli ve en çok baş ağrıtan meselesi, tarlaya bağlanan suyu beklemektir. Tarlayı sulamak için, suyu tarlaya bağlarsın. Eğer suyu beklemezsen, bostanları sulamaya gelenler, bostanı çabuk sulayıp gitmek için suyu hep bostana çevirir, tarlaya su gitmez. Bu yüzden köyümüzde çokça su kavgaları olurdu.

Güz gelip buğdaylar tarlada olgunlaşınca, hemen biçilmesi gerekir, yoksa buğdaylar tanelenir ve tarlaya dökülürler. Bu andan itibaren düz sulak yerler tırpanla bayır yerler orakla biçilir. Herkes kendi tarlasını biçer, yetiştiremeyenler komşularından ırgat tutar, tarlayı biçerlerdi. Genelde bayır tarlalar orakla biçilirdi. Orakla biçilen tarlaların alt başından ırgatlar yarışa orakla ekini biçerler ve hep bir ağızdan türkü söyleyerek tarlanın üst başına çıkarlardı. Orakla biçme işini genelde kadınlar yapar, erkekler ise kem yapıp, orakçıların biçtiği ekin destelerini kemle bağlarlardı. Bağladıkları bağları bir yerde yığın yaparlardı. Orakçılar hafif dinlenip su içer, tekrar alt başa iner, yeniden ekini biçerek üst başa çıkarlardı. Bu şekilde tarlalarda orakçılar arasında rakabet oluşur ve başka tarlalardaki orakçılarla yarış yapar, uykurarak çevreyi şenlendirirlerdi. Yol kenarında ki tarlalar biçilirken yoldan geçen veya tarlaya gelen kişilere deste kaldırılır. Bunun anlamı gelen kişiyi onura etmek, bereketle karşılayıp, selamlamaktır. Gelen kişi veya misafir, aklıbaşında birisi ise deste kaldıran kişiye bahşiş verir.

Tarlalarda çocuklar yığınlarla oyun oynar, yığının üzerine çıkar aşağı kayar. Bu durumda yığının ve sapların buğdayları yere dökülür. Yığın sahipleri çocukları azarlar veya oradan kovarlar.

Yığınlarda oyun oynaması çok güzel olurdu. Çocuklar yığınla oynarken buğdayların yere tanelenip döküldüğünü bilmez veya anlamamazlıktan gelir oynamaya devam ederler. Yığının sapları taşınınca geride yığının olduğu yerde dökülen buğdaylar görünürdü. Bu buğdayı mallar ve kuşlar birikip yerlerdi.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

59. Yazı - 26 Şubat 2012
Köy İşleri - Dizi Yazı - 01
KÖYDE BUĞDAY EKİMİ

Güz gelince, Kırıntı köyünün her tarafı hozan olur, tarlalarda ekili hiçbir ürün kalmazdı. Her taraf düz bomboş hozan olurdu. Köylü, bu zamanda gök yüzüne bakmaya başlardı. Yağmur yağsa da buğday eksek. Tarlalar kupkuru, kara sabanla tarla sürülmez, bu durumda yağmur yağarsa tarla hernük veya hörnük (toprağın yumuşaması) olur.

Yağmur yağdığında köyün her tarafında aynı yumuşama olmaz. Ağalıkta tarlaların bir kısmı düzlükte, bir kısmı bayır yerde olduğuna göre hörnük olma durumu da değişik olurdu. Yazı ve mezire düzlük olduğundan burası en son ekilirdi. Emişen pârı, Tonarlar ve Züğdün kaçağı ilk ekilen yerlerden biridir. Çünkü buralar çabuk hernük olurdu.

Herkes, sabana öküzleri koşar, iki üç got buğday girinir, tarlaya gider. Tarlayı evlekleyerek (bölümlemek) buğdayı tarlaya seper. Buğdayı genelde yaşlı kişiler tarlaya seperler. Buğdayı seperken de dualar okuyarak buğdayın bereketli olmasını, bol ürün vermesini Allahtan ister. Ben seperim deli deli, Allahım versin dolu dolu diyerek tarlayı sürmeye başlardılar. Ekilen buğdaya güzlük, sarı baş, top baş, kılçıksız buğday denir.

Yağmur yağmadığı zamanlarda, su altında olan, yani hozan olan tarlalara su bağlanır ve tarla sulanır. Duruma göre bir veya iki gün sonra tarla çamur değilse, çift sürmeye giderler.

Tarla büyükse bir veya iki komşusundan kendisine çift sürmesi için yardım ister. Kendi de öbür komşusuna çift sürmeye gider, imece şeklinde tarlalar sürülür. Bir hafta sonra buğdaylar tarlada uc vererek bitmeye başlar. Biten bu buğdaya ciyet denir. Ciyete hayvanların girip tarla da ciyeti yemesini kimse istemez, çünkü ciyet yeni bitmiştir, hayvanlar yerken kökünden sökebilirler. Ekilen tarlalar, yani ciyetler köyün önünde, güz yeşilliği olur köye bir güzellik getirirdi. Bu yeşillik, kışın karın altında kalır, üşümeden bahara çıkardı.

Babuko Hüseyin - ANKARA

---------------------------------------------
---------------------------------------------

58. Öykü - 21 Şubat 2012
KIRINTI DA BİR KIŞ GÜNÜ (12 Şubat 2012)

Anşagilin Arif abinin vefat etmesi sebebiyle, cenazesi 11 Şubat 2012 günü köye götürüldü. Cenaze için İstanbul'dan gelenlerle birlikte cumartesi günü saat 19:30'da otobüse binip Ankara'dan haraket ettik. Giderken yolculuk süresince yol güzel, hava açık ve ayışığı olabildiğince ortalığı aydınlatıyordu.

Köye, pazar sabahı saat sekizde vardık. Erzincan yolundan Şebinkarahisar'a yöneldiğimizde yer yer kar gözüktü. Köye vardığımızda karın kalınlığının 60-70 santim olduğunu gördük. Hava, o kadar açık, berrak ve güneşli ki kar olmasa insan kendini yaz ortasında sanırdı. Köyün yollarını grayderin devamlı açtığını söylediler.

Cenazeye Yeniköy'den de gelenler vardı. Eskiden beri iki köy, cenazelerini beraber kaldırıyorlar. Şimdi de eski yıllarda olduğu gibi cenaze iki köyün insanlarının katılımı ile kaldırıldı.

Gelişi güzel fotoğraflar çektim. Bu kadar çok kar görünce, çocukluğumdaki yağan karı ve fırtınaları hayal ettim. Kış sanki çocukluğumuzun kışına benziyordu. Bir metreden fazla yağmış, zamanla kar çökmüş ve yinede 60-70 santim gözüküyordu. Dağ taş sıvama kar, ancak orman ve ağaçlar, karı döküldüğü için belli oluyordu. Bir de yüksek kaya ve taşların güneye bakan yamaçlarında kar gözükmüyor.

Köyün içindeki açılan yolların (ki bu yollar evden eve küreklerle açılma yollar) kenarları bir metreye yakın duvar örülmüş gibi labirentlerden oluşuyor. Köyde nüfus çok çok az. Herkes kendine yol açıyor. Her istediğin yere gidemiyorsun. Sokaklar kedi ve köpeklerle dolmuş. Her nere gidersen köpeklerle karşılaşıyorsun. Kuşlar gözükmüyor ya da köyde çok az kuş var. Gene çocukluğumuzda, köyde karga ve saksağan çok vardı. Serçeleri dersen çok fazla idi. Şimdi yok denecek kadar az. Hele, mal-davar tarihe karışmış, hiç yok. Çünkü pâra su içirmeye, mal davar götürüldüğünü görmedim.

Nahırın biriktiği yerden yukarı mahalleye, oradan zurnacı Celal'ın evine zor çıkabildim. Buradan, Kıranın ardı mezarlığına zorşer gidebildim. Zurnacı Celal habire bağırıyorki geri dön gidemezsin. Bata çıka, mezarlıklarda ziyaretimi yaptım. Oradan aşağı santral binasının önünden Güla Hüseyinlere güçlükle gidebildim. Üstüm, başım, ayaklarım ıslandı. Üzerimi değiştirip, Güla Hüseyin ile Tuztaşına gittim ve köyün fotoğraflarını çektim. Büyüyen Kırıntı Köyü, bütün güzellik ve ihtişamı ile karşımda duruyordu.

Yazıdan, köye yukarı çıkarken, çocukluğumuzda Çamlıktan, Kıranın ardındaki mezarların kıyısından Guro'ya aşağı kızakla kaydığımız aklıma geldi. Köy, evlerinin değişimi dışında her şeyi ile aynen duruyor. Evlerin hepsi çatılı, düz bacalı evler tarih olmuş. Yalnız insanlarda büyük değişmeler var. Çocukluğumuz daki yaşlıların yüzde doksanını mezar taşlarında görebildim. Gerisini siz düşünün.

Gün akşam oldu, akşam olması ile birlikte yine köydeki değişimleri düşündüm. Köyün ev sayısı çok artmış, buna mukabil nüfusu yok denecek kadar azalmış. Köyde şehir izleri hâkim durumda. Mutfakta tüp, sobada ise kömür yakıyorlar. Köydeki az olan nüfusu da televizyon teslim almış ve köy şehirleşmiş.

Babuko Hüseyin - Kırıntı Köyü - 12 Şubat 2012

----------------------------------------------
57. Öykü - 10 Şubat 2012
RECEPİN İSMAİLİNİN TORUNU

1999 yılında, kızım Deniz'in düğünü oldu ve Ankara, Dikmen Sokullu mahallesine gelin gitti. Bir gün bana telefonda şöyle dedi:
-Baba, bir komşumuzun kızı var, tanıştık. Kız, bir öykü anlattı, sanki bizim köylüymüş gibi geldi bana.

Deniz, sözünü ettiği o kızı bir gün bize getirdi. On altı, on yedi yaşlarında bir kız. Amasyalı olduğunu söyleyen kız, ailesinin yaşamından söz etti. Büyük annesi, seferberlik yıllarında Gümüşhane, Şiran Kır mı, Kırıntı mı veya başka bir köyden mi akrabalarıyla Amasya'ya geliyor. O zamanlar ufacık bir kız çocuğuymuş. Daha sonra orada bir köylüyle evleniyor ve orada kalıyor. Amasya'da evlenen bu kızın çocukları oluyor. Benim konuştuğum kız çocuğu, Amasyalının kızdan torunuymuş.

Kızın büyükannesinin bizim köylü olduğunu söyledim kıza. Ona bizim evin telefonunu verdim ve:
-Annen bana bir telefon ederse ayrıntılı konuşarak olayı aydınlatırız, dedim.
Ne var ki telefon gelmedi. Ben, zorunlu olarak Fransa'ya ve Almanya'ya gitmiştim, bu olayı aydınlatamadım.

Tesadüfe bakın ki, benim konuştuğum kız çocuğu, sonraki yıllarda Alucra'nın Çalgan Köyüne gelin gitmiş. Daha sonraları bu kız, annesini de alıp 2010 yılında Çalgan'a gezmeye geliyorlar. Burada bir konuşma arasında Kırıntı'dan söz ediliyor. Gelinin annesi, Kırıntı'nın Çalgan'a çok yakın olduğunu öğreniyor ve heyecanla Kırıntı'ya gitmek istediğini söylüyor. (Bakınız: www.karadorukaa.com - Kırıntı'nın Başları Türküsünün, Kahramanı Recep Oğlu İsmail'in Yaşam Öyküsü - 20. Bölüm)

Sonunda Kırıntı'ya geliyorlar. Konuşmaların, araştırmaların seyrine göre bu gelinin annesini, Sarıkızgilin Celal'ının hanımı Seher'in yanına götürüyorlar. Burada yaşam öyküsünü anlatıyor ve Recebin İsmail'inin torunu olduğunu söylüyor. Seher hanım da Recebin İsmail'inin yeğeni oluyor. İki akraba birbirlerine sarılıp ağlaşıyorlar. Çevrelerinde kalabalık oluşuyor, Recebin oğlu İsmail'in mezarına gidiyorlar. Mezarı ziyaret ediyorlar. Daha sonra diğer akrabaların bulunduğu Kayacık Köyü'ne gidiyorlar.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

56. Öykü - 05 Şubat 2012
KÖYDE EROZYON

Çocukluğumuzda, köyde çok sel olurdu. Kırıntı köyüne damla düşse yarısı sel oluyor, topraklarımızı alıp götürüyordu. Bu toprakların sel ile gidişine erozyon denirdi.
*
Dernek, başkanlığım sırasında, köy hizmetleri genel müdürlüğüne gittim. Köyümüzün içme sularının yeterli olmadığını, köyümüzde yer altı kaynak sularının araştırılması gerektiğini düşünerek bir dilekçe verdim.

Belli bir müddet sonra köy hizmetlerine gittim. Yer altı kaynak suları araştırma bölümüne başvurdum. Dosyayı getirdiler, masaya bizim köyle ilgili bir harita açtılar. Haritayı açan mühendisler:
-Bu ne yahu köyün toprakları hep erozyonla akıp gitmiş, buralarda ot bile bitmez, tam üniversitelerde erozyonla ilgili gösterilmesi gereken bir harita ve bir köy, dediler.
*
Çocukluğumda, Aşurun Muharrem’inin tarlasının kıyısındaki derede bir gün mal yayıyorduk. Züğürdün kaçağından Mollaaligilin Bilal amca bize doğru bağırıyordu:
-Ula kaçın! Hepinizi sel götürecek! Kaçın, kaçın!

Bizim bulunduğumuz yerde yağmur yağmıyordu. Her taraf güneşli, hava açıktı. Sel nerden gelecek diye bakınmaya başladık. Çok geçmeden bir gürültü, bir uğultu duyduk. Neler oluyor derken, bir de baktık ki gerçekten sel geliyor. Sel, önüne kattığı taşları, kayaları, dalları, çalıları sürükleyerek üstümüze geliyordu. Zor kaçıp kurtulduk. Mallar bir ürktü ki her biri bir tarafa kaçarak kurtuldular.
Sel, Kân'ın yamaçlarına, Kuru dere ve Kuyu deresine yağan yağmurdan oluşmuştu.
*
Aradan yıllar geçti, 1996 yılında köye gitmiştim. Kızlar kalesine bir yağmur, peşinden bir dolu yağdı ki afan, tufan. Anama:
-Ana ben pârın oraya sel seyretmeye gidiyorum, dedim.
-Oğlum eskisi gibi daha sel gelmiyor, boşuna dereye gitme, dedi anam.
Çocukluğumuzda olduğu gibi pârın orda, köprüden baktım baktım ne sel geldi ne de su.
*
Eskiden olduğu gibi köprülerin altından çok sular 'akmamaya' başladı. Sebebi, köylülerimiz 1950 den itibaren büyük şehirlere ve yurtdışına göçüp gitti. Köyde mal davar kalmadı. Ayrıca kazmayla ormanlar kazılmıyor, kütük sökülmüyor. Dağı taşı ot bürümüş, ağaç fidanları ve kömeler çoğalmış. Yani demem şu ki köyün erozyon kaderi değişmiş. Bütün otlar, kömeler, yağan yağmuru kendileri çekiyor. Damla su olsa otlar emiyor. Yağmur suları bölündüğü için sele dönüşemeden dağılıp gidiyor.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

55. Öykü - 27 Ocak 2012
DEĞERLİ BİR DOSTLA UNUTULMAZ BİR GEZİ

Yıl 1999. Yaz tatili için köye gitmiştim. Bir gün rahmetli Süleyman öğretmen, bana.
-Hüseyin gel seninle evden çıkalım, ayaklarımız bizi nere götürürse oraya doğru gezerek gidelim, dedi. Sen yiyecek alma, çantam hazır zaten.
-Öyleyse ben de tüfek alayım, dedim. Dağda taşta ne olur ne olmaz, ayıyla kurtla karşılaşabiliriz.

Süleyman, silahları sevmezdi. Bana itiraz ettiyse de yine de yanıma bir tüfek aldım. Döndük yola. Gucigeyn dereden geçip, İsmail'in vurulduğu taşların yanından tırmanarak Paltıçukur ormanına yönlendik. O anda saat 12:30'du.
Paltıçukur'u geçip Çeküz-Çanakçı yaylasına çıktığımızda köpek saldırısına uğradık. Yaylacıların koruması altında yaylayı geçtik. Bizim yaylanın göründüğü sırta çıkınca içimizde büyük bir mutluluk duyduk. Büyük bir özlemle Karadoruk ormanını, yaylamızı, dağları gözlerken temiz havayı içimize çektik. Çamların arasından Kerimgilin Kerim'inin Çeküz-Çanakçı kadınlarına bağırdığını duyduk. Onları ormandan çıkarmaya çalışıyordu. Bizi görünce yanımıza geldi. Hâl hatır sorduktan sonra ayrılıp Aşığın pârına çıktığımızda saat 14:45 idi.

Biraz dinlendikten sonra Süleyman, 35lik rakıyla yiyecek çıkardı. Rakıyı buz gibi suda soğutarak içip 16:30'da oradan ayrıldık. Davut Yurdu, Bölük Meşe ve Başgözeler üzerinden geçerek Avlusu'ya geçtik. Avlusu gözesinde biraz dinlenip, Soğuk Pârın tepeden, Soğuk Pârın gözeye indiğimizde saat 18:30 olmuştu. Su içip biraz da orada dinlendikten sonra Tuğ Gıranına, oradan Çiçekli Çayıra indik. Soğuk Pârın dereden, Sarıkızgilin Süleyman'ın vefât ettiği yere geldik.

Bu arada karanlık bastırmıştı. Kömeler, karartılar, gözümüze bir ayı olarak görünmeye başladı. Tabiat o kadar sessiz ki, çekirgelerin ve bizim ayak seslerimizden başka ses duyulmuyordu. Hâliyle, biraz da ürpererek gidiyoruz. Ne de olsa Kayanın Önü ve Harmancık ayıların bolca göründüğü yerlerdi. Her an için karşımıza bir kocaoğlanın çıkmayacağının garantisi yoktu.

Tüfeği doldurup atması için Süleyman'a uzattım. Süleyman, ayıp olur diyerek kabul etmedi. Bizden başka kimse olmadığını, ayıp olmayacağını söyleyerek onu ikna ettim. Süleyman, istemeyerek de olsa tetiğe basınca ortalık yıkılacakmış gibi sese gitti. Süleyman şaşkınlıkla:
-Yahu Hüseyin, şu sese bak, ortalık bir anda gürültüye boğuldu. Bu sesten değil ayılar, bütün tabiat rahatsız oldu.
Tüfeği doldurup bir de ben gümlettim. Yine büyük bir gürültüyle sarsılmıştık. Süleyman, gülerek:
-Hüseyin, tabiatı rahatsız ettik ama, şu karanlıkta da bize biraz da güven geldi, deyince gülüştük.

Petekliğin Gıranına ulaştığımızda saat 22:00 civarıydı. Su deposunda otururken Süleyman'ın eşi Emine'nin sesini duyduk. Adımızı vererek Gucikeyn taraflarından bize sesleniyordu. Benim teklifim üzerine Süleyman bir mermi patlatarak Emine'ye işaret gönderdi. Gürültü dağılınca da:
-Emine biz iyiyiz, sen git, biraz daha oturup geliriz, diye seslendi.
Sonra bana bakıp:
-Hüseyin, bu gezinti bana o kadar keyf verdi ki sana çok teşekkür ederim. Uzun yıllardan beri böyle bir gezinti yapmamıştım, hakikaten çok iyi oldu, dedi.
-Ben de sana çok teşekkür ederim Süleyman, diye karşılık verdim. Ben de, bu gezintiden, senin sayende gerçekten zevk ve neşe aldım.

Bu gezintiden sonra Süleyman'la bir iki telefon görüşmemiz oldu. Süleyman'ı bu gezintiden sonra bir daha da göremedim. Ruhun şad olsun, çok değerli arkadaşım, Süleyman.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

54. Öykü - 21 Ocak 2012
PLANLAYARAK ERİK AŞIRMA

Bir gün Şükrü emmi, Mindaval'a gider alış-verişini yapar, köye döner. Tuztaşı'na gelip köyü görünce sevinir, heyecanlanır. Kendine özgü hareketleriyle fıdık çalıp oynamaya başlar. Düdüğünü cebinden çıkarır bir iki üfleyip çaldıktan sonra heyecanını gideremez, gene kendine has hareketleriyle çamdan kavaktan türkü söylemeye başlar.
Evlerinin önü susam / Su bulsam, mendilimi yusam.

Bakar ki eşeği Tandurluğun dereye inmiş. Koşarak eşeğinin yakalamaya çalışır. Eşek yokuşu çıkıp virajı dönmektedir. Aşurun Muharrem'inin tarlalarını geçerken ıslık sesleri duyar. Islıklardan nefret eden Şükrü emmi yüksek bir koyra çıkar ve küfretmeye başlar. Bu arada Şehrigilin Alim'i ekinlerin arasından tumda çıkar ve Şükrü emmiye "Cip cip!" diye bağırır. Cip denmekten de huylanan Şükrü emmi yerden bir taş kapar ve gerçek bir cip gibi hızla koşarak Alim'i kovalamaya başlar. Ana avrat, ırız mırız dümdüz gitmektedir.

Bu arada ben boş durmadım. Şükrü emminin dikkatinin dağılmasından yararlanarak eşeğe yaklaşıp epey erik yürüttüm. Alim'in gözü benim üzerimdeydi zaten. İşimin bittiğini görünce Şükrü emmiyi kızdırmaktan vazgeçip gizlendiğim yere geldi.

Alim'i yakalayamayan Şükrü Emi büyük bir kızgınlık içinde lağur luğur söylenerek eşeğinin yanına döner, eşek ise Guro tarlasına varmak üzeredir.
Hüseyin Aydoğan - ANKARA

----------------------------------------------

53. Yazı - 16 Ocak 2012
GARABEY DAYI

Garabey dayı, Yeniköylüdür. Yeniköy'de atını veya eşeğini yükler, gaz alan, duz alan diye bağırarak bizim köye, yani Kırıntı köyüne girerdi.
Garabey dayı, çerçicilik yapardı. Çerçi sergisini, haftanın bir günü aşağı mahalleye, bir hafta sonra yukarı mahalleye gelir açardı. Tuz, gaz yağı, karasakız, katran, iğne, iplik, kibrit ve kenger sakızı satardı.
Kenger sakızı, Garabey dayı ile özdeşleşmiş ve Garabey sakızı olmuştu. Biz çocukluğumuzda kenger sakızına, Garabey saazı derdik. Bir kavanoz da bulanık suyun içinde olurdu. Bir yumurtaya veya ikibuçuk kuruşa satardı.
Sogilden bağırarak gaz alan, duz alan diye diye yukarı mahalleye gelirdi. Peltek bir dil ile bağırırdı. Gaz alan, duz alan diyerek Gopukgilin harmanının altından, Abasların evinin arkasına gelir, biraz soluklanır, Urşangile doğru döner, Güssün hatun, Güssün Hatun, yanân yatiyim diye bağırarak sakalını sıvazlardı.
Güssün hatun, evlerinin balkonundan, sağ kolunu sanki kıranın ardındaki mezarlıklara varacakmış gibi uzatır, hauv gıranın ardına yat derdi. Garabey dayı hafif gülümseyerek, gıranın ardına Molla Salif yatsın der, yoluna devam eder, giderdi. Çok şakacı olmasına rağmen, çokta aksi birisiydi.
Yeniköy'de gençler Garabey Dayı için bir mani uydurmuşlar. Şöyle derlermiş.
Hıdırillez böğründen gaz gelir. / Gitsek gelsek, / Garabey dayının / Sakallarını yolsak, az gelir.
Hafif peltek veya bazı harfleri söyleyemezdi. Kendisini taklit edenlere, hiç acımaz bastonunu hemen yapıştırırdı. Kaçanlara ise bastonunu savururdu. Yeniköy'de dövmediği genç kalmamış. Gençler onu görünce yolunu sapıtır, Garabey dayının hışmından kurtulmaya çalışırlarmış.
Sergisini, Fırça İzetlerin evinin yanında, ceviz ağacının gölgesine açardı. Yazın, umumiyetle katran ve kara sakız satardı. Öyle zaman olurdu ki Garabey dayının yolunu gözlerlerdi. Bazı yıllarda hayvanlar dabak hastalığına yakalanırlardı. Dabak, hayvanların ayağında ve ağzında yaralar oluşturur, hayvanlar yürüyemez ve ot yiyemezdi. Yirmi, yirmi beş gün sürerdi. Hayvanların ayağına gaz yağı ve katran sürerler ve yaraları iyi etmeye çalışırlardı.
Millet dağda, bayırda ve tarlada çalışırken, elleri nasırlanır ve parmakların oynak yerleri yarılırdı. Bu yarık olan yerler, çok sızı ve acı verirdi. Karasakızı ısıtıp bu yara yerlere sürerler, üzerine de çaput yırtıp yapıştırırlardı. Nasırlı eller, çaputlu el olurdu. Köyde yüzde yetmiş, seksen kişi, bu karasakızla ellerini tedavi ederlerdi.
Karasakız, yarayı mikroplardan korur, yarayı yumuşak tutar, çabuk iyi ederdi. Karasakız, bir çuvalın veya tenekenin içinde donmuş halde olurdu. Karabey dayı, karasakızı kırıp, parçalar satardı. Etrafa sıçrayan parçaları toplar çiğnerdik.
Garabey dayı, etrafına biriken çocukları yanından savmak için, "Ananız size yumurta pişirmiş, sizi çağırıyor, hadi bahim!" der, bizi yanından kovardı.

Babuko Hüseyin - ANKARA
----------------------------------------------

52. Yazı - 08 Ocak 2012
K E Ç İ

Bir zamanlar köyümüzde o kadar çok keçi vardı ki, sayıları binleri bulurdu. Bu keçilere renkleri genellikle siyah olduğundan kara keçi denirdi. Köyümüzde keçinin yavrusuna oğlak, bir yaşındakine gıdik, iki yaşında erkekse teke, dişiyse çebiç veya çebiş denirdi. Yaylımda ve dağda keçi veya tekenin nerede olduğunun anlaşılması için boğazlarına kelek (çan) takılırdı.

Keçilerden süt sağılır, kırkılınca kıl alınır ve ayrıca da kılın altında derilerinin bitişiğinde tiftik olur, ayrı bir tarakla taranıp alınırdı. Kıldan kilim, kolan ip, telis, dastar ve çuval dokunurdu. Tiftikten dolak, eldiven ve kazak örülürdü. Ayrıca derisinden dağarcık yapılır, bu dağarcığa çükelik basılırdı. Derisinden ise davul yapılırdı.

Keçiler, azgın ve haşara olur, zarar verirdi. Fidan, çalı ve köme demez, önüne geleni, hem de en taze burçları ve sürgünleri yerdiler. Ayağını ağacın gövdesine dayar, yetişebildiği dalı, burcu yer, geçerdi. Çok sevimli bir hayvan olmasına karşın, çok da yıkıntılı ve ziyankâr bir hayvandı.

1955-56 yıllarında köylü ve heyet, zararlarını önlemek amacıyla keçileri köyde yasakladılar. Keçi yerine koyunu çoğaltalım diye bir karar aldılar. Kimisi, ikişer-üçer keçilerini sattı, kimi de çevre köylerde koyun ile değiş tokuş yaptılar. Bu arada köyümüzde, arfana kesip yiyen de çok oldu. Mahallemizden hatırlıyorum. Delikanlılar, kendi aralarında para toplar, Çoban Ali'den satılacak keçileri ucuza alır, arfana yaparlardı. Böylece keçi, köyümüzde tarihe karışıp gitti.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

51. Yazı - 05 Ocak 2012
Fİ TARİHLİ ARK (KANAL) YAPIMI

Seneler evvel, Kırıntı Köyü halkı, Karaburga ve Aşığın Pârının suyunu, kanal (ark) kazarak Kırıntı Köyüne akıtmışlar. Şu anda bu su yolunu, araştırıp bulsak çok az bir izini bulabiliriz.

Karadoruktan Aşığın Pârına giden yolu takip ederek, Tarhana Boğazına veya Camı Kıranına çıkarız. Bu isimleri yazdığım yer, Çirmiş Köyünün yaylasıdır. Bir yol Çanakçı Yaylasına dönüyor, bir yol da Aşığın Pârına gidiyor. Karadoruktan gelen bu üç yolun birleştiği noktaya Camı Kıranı veya Tarhana boğazı derler, burası Çirmiş Yaylasıdır.

Bu boğazdan su kanalı kazılarak Çanakçı yaylasına götürülüyor. Su kanalının yapımında, Kırıntı Köyü halkı orada yatıp orada kalkıyor. Anlatılanlardan aklım da kaldığı kadarı ile bu kanalın yapımı sırasında Gayrin Alisinin gençlik zamanı ve zurnayı da iyi çalıyor. Gayrin Ali'si zurna çalıyor, halkı davul-zurna eşliğinde coşturuyor. Halk kanalı büyük bir coşku ile kazıyor, dinlenme saatlerinde halaylar, oyunlar, oynuyorlar.

Bir düşünün, oranın suyunun bir zamanlar Kırıntı Köyüne aktığını ve günümüzde orada suyun yok oluşunu. Demek oluyorki o zaman orada Haşhaş Köyüne, Çalgan köyüne ve Kırıntı Köyüne yetecek derecede su akıyormuş. Bu gün oradan Kırıntı Köyüne su akıtabilirmiyiz. Akıtamayız, çünkü bu yazdığım köyler ile aramızda amansız kavgalar çıkar.

Hatta benim çocukluğum da bile, bu Tarhana boğazının suyu, Karadoruktan bizim Madenin Dereye, oradan da köyümüze aktığını ve tarlaları suladığını biliyorum.

Çanakçı Yaylasındanın altından paltıçukurun üst tarafına kanal kazmışlar. Paltıçukurdan köye giden yolu takip ederek köyü görecek noktadan kanal taksimatı yapılmış.

Köyün içindeki bütün mahallelerin bahçeleri, hatta tarlaları sulanıyormuş. İsmailin vurulduğu yerin üst tarafından, yukarı mahalleye giden kanal, şimdilerde paltıçukura giden yol oldu. Yukarı mahalleden paltıçukura giderken bu kanalın yola dönüştüğünü ve paltıçukura gittiğini, oradan da Çanakçı yaylasına ve Aşığın pârına gittiğini, görürüz.

Tüm bunların dışında, bu üç yol ağzının birleştiği noktaya bakın. Günümüzde oradan yukarı suyun nasıl gittiğini düşünün. Yukarı diyorum çünkü o nakta çukurda kalıyor. Buranın çukurluğunu ve suyun buradan yukarı nasıl aktığını, düşünelim

Babuko Hüseyin - Ankara 3 ocak 2012

---------------------------------------------

50. Yazı - 02 Ocak 2012
KÖYÜMÜZDE İLK YOL YAPIMI

1958 yılında, köyün yolları çok bozuktu, araba gelemezdi. Köylüler kasabaya (Şiran) yürüyerek gidip gelirlerdi. Etraf köylüler, kamyon ve traktörlerle gidip geliyordu.

Köylü, karar aldı ve bekçi bir akşam bağırdı:
-Köyün yolu yapılacak. Her evden bir kişi kazma veya kürekle yol yapımına gelmeye mecburduuur, duyduk duymadık demeyiiiin!

Millet de, yolun yapılmasını Allah'tan istiyordu. Herkes birikti, duvar yapılacak yerlerin duvarını yaptılar. Eşilecek yeri eştiler ve doldurulacak yerleri de kağnı arabaları ile taş çakıl toplayıp doldurdular.
Gelin-kız, delikanlı, yaşlı-genç, türkü, şarkı gırgır şamata derken birikip kazma kürekle çalışıp yolu yaptık. Bizim evden de ben gittim. Biz çocuklar olarak azık, içme suyu getiriyor veya kağnı arabalarına taş çakıl doldurup duvar yapanlara götürüyorduk.

Yüz elli, iki yüz kişi, aşağı yukarı, okulun oradan Tuztaşı'na kadar yolu bir haftada bitirdik. Sevinçliydik çünkü, köyümüze medeniyet gelecekti.
Tuztaşı'ndan, Civrişon köyüne kadar yol idare edecek durumda idi. Yalnız, köyün içinden aşağıdaki Civrişon köprüsüne gedinceye kadar yol, köyün içinden geçtiği için biraz sıkıntılı oluyordu. Daha sonraları köyün batısından bir iki virajla yol Civrişon'un üstünde eski yola birleştirildi.

Yol, şose yolla birleşince, buraya meşhur Civrişon Sapağı dendi. Bu sapağın bizim köylülerin anı ve hatıralarında çok büyük bir yeri vardır. Nice eş dost, sevgili buralarda sevindi veya üzüldü, hüzünlendi.

On beş gün sonra Halil diye birisinin, austin marka kamyonu köye geldi.Şiran pazarına gidecekleri götürüp geri getirdi.
Köyümüzde bu tarihi bir olay oldu. Sonuçlarını çok geniş bir şekilde düşünelim. Köyümüz âdeta, uzay çağına ayak atmış oluyordu.

O zamanlarda herkes, gameyn geldi, gameyn gitti diye yolun yapılması olayını konuşuyordu. Etrafımızdaki köylerde ve Şiran'da yol yapımının yankıları çok büyük oldu.

Biz çocuklar, kamyonun geleceği zaman, mallarımızı hep yolun sağında -solunda yayardık. Kamyonun gelip, geçişini zevkle ve heyecanla izler, hayallere dalardık.

BABUKO HÜSEYİN - ANKARA - 29.12.2011
----------------------------------------------

49. Yazı - 28 Aralık 2011
ÇORAK KALASICA ÇORAK

1962 yılının bir Karaburga gününde Sultan anam bana şöyle demişti:
-Hüseyin, bir yıl sonra Ankara'ya göçebiliriz. Köpeğimizi köyde bırakıp gidersek, birileri köpeğimize kötü davranır, döver belki. Bu, kulağımıza gelirse vicdan azabı çekeriz. Köpeği al götür, Çorak Yaylasında Lazlara kaça satarsan sat gel.
*
2011 Ekim ayındayız. Zilif Ahmet ve ben, yaylada üç dört gün kaldık. Çevreyi doya doya gezdik. ve yaylanın her tarafını gezdik. O günlerde bir gün yayladan çıkıp Soğuk paar üzerinden Avlu Su gözesine geldik. Burada yemeğimizi yiyip biraz yukarı çıktığımızda Birinci Dünya Şavaşı mevzilerini gördük. O günkü şartları ve askerlerimizin durumunu düşünerek, Bölük Meşenin tepeden, Ayı Deresinin üst başından Karaburga'ya çıktık.
Aynı gün köyün ileri gelenleri ve muhtar Çorak Yaylasına pikniğe gitmişti. Karaburga tepesinden pikniğe gidenler görünüyordu. Bu pikniğe, her sene gidilir. Amaç, Çorak Yaylasına sahibi olduğumuzu, yaylamıza sahip çıktığımızı, çevre köylere hissettirmek. Orayı büyük mücadelelerle geri aldık ama çok da toprak kaybımız oldu. Yıllar boyunca buralara gidilmezse başkaları sahiplenir.
Çorak Yaylası'na baktığımda, yıllar önce köpeğimizi sattığım gün, gözümün önüne bir sinama şeridi gibi geldi ve çok hüzünlendim.
*
Yine 1962 yılındayız. Çoban Ali'nin kardeşi Adil bana:
-Hüseyin, Lazlara, senin köpeği çok övdüm, adam sizi bekliyor, dedi.
Adil, köyün nahırını yayıyordu. Kavak ağacı budarken kavaktan düşüp öldü. Allah rahmet etsin.
Karaburga'ya çıkıldığı bir gün, bizim Hasan'la köpeği Çorak Yaylasına götürdük. Orada köpeği alacak adamı bulduk. Adam, köpeğe baktı:
-Bir köpek var onunla boğuşturalım, hoşuma giderse alırım, dedi.
Köpeği çözdüler. İki köpek boğuştu. Laz, köpeği beğenmiş olmalı ki karşılığında ne istediğimizi sordu. Dedim ki:
-Ne verirsen ver ama bir şartım var. Allah için köpeğime iyi bakarsan veririm.
Laz, bunun sözünü verince köpeğin ipini onun eline tutuşturdum.
Köpeği, iki buçuk kilo tere yağına satmıştım.
Hasan'la ben dereden karşıya geçip Aşığın Pârı yolunda yürürken gerilerden kulağımıza ulaşan köpeğin acı çığlığı, havlaması bize o kadar dokundu ki eşek yokuşunu zor çıkabildik. Aşığın pârına kadar ağladık.
*
Aynı üzüntüyü 2011 Ekiminde Ahmet'le birlikte Karaburgadan Çorak Yaylası'na bakarken de yaşadım. Her Karaburga'ya çıkışta bu üzüntüyü yaşıyorum zaten

Babuko Hüseyin - 9 Ekim 2011 - Kırıntı Yaylası

----------------------------------------------

48. Yazı - 11 Aralık 2011
MEZARLIK ÜSTÜ

İlkbahar bitip, mevsim yaza dönünce, her taraf ot, dağ bayır yemyeşil olurdu. Açan çiçeklerin rengi, arıların vızıltısı, araziye bir canlılık getirir, her taraf cıvıl cıvıl olurdu. Köyümüzün gelenek, görenek ve ananelerine göre, göç yaylaya gitmeye hazırlanırken, göç yaylaya gitmeden önce, mezarlıklar ziyaret edilir, göç yaylaya öyle göçerdi. Köyde, heyet kararlaştırır, bekçi gününden önce bağırırdı. Falan gün mezarlıklar üstüne ziyarete gidilecek duyduk duymadık demeyiiiin. Gene bekçi bağırarak devam eder, öbürsü gün de göç yaylaya göçecek, duyduk duymadık demeyiiiin.

Biz çocuklar, mezarlık üstü ziyareti değil, yayla sevinciyle hayallere dalardık. Köy, tabiat uyanır, herkes işine dağılırdı. Gençler, çocuklar mal yaymaya giderdik. Köyde arazinin her bir tarafına dağılırdık. Mezarlık üstü, ziyaret gününde, öğlen olunca herkes, her bir taraftan büyük mezarlıklara gelirdi. Mal yayan delikanlılar ve çocuklar mallarını büyük mezarlıklara getirirlerdi. Bütün köylü mezarlıklarda toplanırdı. Ayrıca Yeniköylüler de gelirlerdi. Çünkü çok önceleri onlarda cenazelerini bizim köyün mezarlığına defnederlermiş. Gününden önce helva, sütlaç, kete, bişi ve değişik yemekler pişirip mezarlıklara getirirlerdi. Büyük sofralar kurulur, herkes yer içer mezarların başına veya uygun yerlere de yemeklerden koyarlardı ki kurt, kuş, börtü böcekler de yesinler. Daha sonra kuran okunurdu. Bu mezarlık üstünde, kim kiminle akraba, kim kiminle yakın kan bağı varsa, bir birlerini bulur, dede ve atalarının mezarlarını ziyaret ederlerdi.

Biz çocuklar da akraba olanları mezarlık üstünde tanırdık. Bu mezar şunun dedesi, bunun babası veya şunun anası, bunun bacısı, teyzesi, bibisi halası, şu şunun dayısı, emisi deyip mezarları biz çocuklara belletirlerdi ki bu mezarları ve atalarımızı unutmayalım, mezarların yerlerini bilelim. Ayrıca alevi olduğumuz için, alevi dede ve babalarının da mezarlarını ziyaret ederdik. Günümüzde de bu dedelerin atası olan Hasan Devrüşü türbe bilir ve devamlı orayı ziyaret ederiz. Kuran okumasını bilmeyenler, kuran okuyanlara, bizim mezarlarda da kuran oku deyip onları götürüp kuran okuturlardı. Kuran okumak isteyenler de seve seve gider kuran okurlardı. Biz çocuklar da mezarlık üstü ziyaretinde, arkadaşlarla buluşmanın ve yaylaya gitmenin sevincini yaşar, çeşitli oyunlar oynar eğlenirdik.

Köyümüzün iki mezarlığı vardır. Köyün doğusunda ve batısında. Köyün doğusundaki mezarlığa Büyük Mezarlıklar denir. Buraya önceleri bütün cenazeler konurmuş. Uzun zamandır batıdaki mezarlığa da cenazeler konuyor. Batıdaki mezarlığa Gıranın Ardı da deniyor. Buraya çok önceleri Çocuk Mezarlığı denirdi. Çünkü çocuk cenazeleri buraya defnedilir, büyüklerin cenazeleri de doğuya, Büyük Mezarlıklara defnedilirmiş. Günümüzde cenazeler her iki mezarlığa da defnediliyor. Eskiden mezarlar taş ile çevrilirdi veya taş duvar örülürdü. Şimdilerde mezarlar mermerden yapılıyor.

Çağ ve zaman değişti, herkes her bir tarafa dağıldı. Mezarlıklar üstü ziyareti ve yaylaya gitme işi tarihe karıştı. Herkes mezarlıkları gene ziyaret ediyor fakat bu ferdileşti. Günümüzde gene yaylaya gidiyorlar, fakat eski tadı yok. Yayla işi modernleşti. Yaylada mal yok, davar yok. Herkes turizmcilik ve tatilcilik oyunu oynuyor. Kimse kimseye de eyvallah etmiyor. Sen sen, ben de ben deyip, yayla yeri belliyorlar. Yayla yapıp, yaylalarının çevresini duvarlarla çeviriyor, iyice kişiselleşiyorlar.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

47. Yazı - 02 Aralık 2011
KARABURGAYA GİDİŞ-2

Göç yaylada dururken, yaylanın son günlerine doğru, Kırıntı köyünde heyet Karaburgaya çıkış tarihini onbeş gün önceden açıklardı.
Falan tarihte, falan gün karaburgaya çıkılacak dendi mi, Yeniköy, Kayacık, Şinik, Çal ve diğer komşu köylere haber giderdi. Bu köylülerde hep gelirlerdi. Herkes hısım akrabasını davet ederdi. Öğle zaman olurdu ki başka şehirlerde yaşayanlar bile Karaburgaya gitmek için köye gelirlerdi.
Karaburga günü yaklaştıkça yaylada da tatlı bir telaş başlardı. Oğul uşak, hısım akraba yaylaya gelir, yaylada yatacak yer bulunmazdı. Yaylada bol bol yoğurt mayalanır, Karaburgaya götürülürdü.
Karaburgaya gidiş günü gelince, köyde herkes sabah erkenden kalkıp davul zurna eşliğinde karaburganın yolunu tutarlardı. Köyden gelenler, Çanakçı yaylasından, Karadoruğun hizasına gelip yayla görününce, tüfeklere asılırlar ata ata yayladakileri neşelendirir, uykurma sesleri yeri göğü inletirdi. Yayladakiler durur mu, onlarda karşılık verir, dağı taşı inletirlerdi. Böylece silah ata ata, uykurarak bağıra çağıra, dağı taşı inleterek Aşığın paarında binlerce kişi birikirlerdi. Çoluk çocuk, dağ taş insan kaynardı. Karı kız, renk renk, allı güllü elbiseler giyer, dağı taşı renklendirirlerdi.
Aşığın paarında her mahalle ve kabilenin konakladığı belli bir mekanı ve yeri olurdu. Her sene, aynı yere barkana kurarlardı. Aşağı yukarı her ev kurban keserdi.
Gidebilenler, gençler Karaburgaya, yani dağın zirvesine çıkar oradaki mezarları ziyaret ederlerdi.
Yaşlılar, zirveye gitmeyenler geride kurbanı kesip, pişirirler zirveden ineceklere hazır hale getirirlerdi. Zirveden gelenlerde kar getirirlerdi, yoğurda katar ekmek doğrar yerlerdi.
Biz çocukken dikkatimi en çok Pehlül dede çekerdi. Erkenden gelip türbedeki yerini alırdı. Biz, Pehlül erkenden gelip türbedeki yerini nasıl alıyor diye düşünür, Pehlül dedenin kerametine yorardık. Dedeler türbedeki yerine oturur, gelen ziyaretçiler hem türbeyi hem de dedeleri ziyaret ederlerdi.
Yine dikkatimi çeken, iki tane yalın ayaklı kadın oldu. Hatırlaya bildiğim kadarı ile bu kadınlardan biri, Etemin Güssününün büyük gelini idi. Diğerini hatırlayamadım. İkisi de İstanbul'dan gelmişlerdi. Ne dilek dilemişlerse, ta köyden Karaburgaya yalın ayakla gelmişlerdi. Belki de bir dilek dilediler, o dilekleri de kabul olunca, yalın ayak olarak Karaburgaya gelmişlerdir. Kimsede yadırgamıyor ve herkeste, dileğiniz kabul olsun diyorlardı.
Karaburganın dağlarında herkes bir coşku ve samimiyet içerisinde ziyaretini yapıyordu.
Eş dost, hısım akraba bir birleri ile kucaklaşır, sarılır beraber gezer, oturur dertleşirlerdi.
Sabah erkenden öğlene kadar ziyaretler yapılır, öğleden sonra silah atarak, uykurarak Aşığın paarına inilirdi.Yaşlılar aşağı inince, bu sırada nişanlı olanlar ve birbirlerini isteyenler, gençler ziyaret yerine gelirlerdi.
Aşığın paarına inildiğinde de ortalık yıkılır. Davul zurna çalıp oynanırken, oyuncular büyük bir halka oluşturur, bu neşe, dalga dalga millete yayılırdı. Oyuncular bağırır, karı kız uykurur, göyden aşa gelirlerdi.
Aşığın paarının bir köşesine meyve satıcıları sergilerini açar karpuz, üzüm, kayısı, armut ve çeşitli meyveler satarlardı. Gene ayrıca Çorak yaylasından ve diğer yaylalardan Lazlar, koyun ve kuzularını getirip kurbanlık olarak satarlardı.
Herkes eşini, dostunu barhanasına davet eder, yer içer dertleşirlerdi. Bu barkana ve mahalle ortak hareket eder büyük bir sofra kurulurdu. Ayrı gayrı olmadan kim denk gelirse yer içerdi.
İçki içen, sarhoş olan, bağıran çağıran ortalığa ayrı bir renk katardı.
Etrafta kartallar uçuşur, kayalara konup, kalkar ve geride kalan kurban parçalarından pay kapma yarışına girerlerdi.
Binde bir kişi, kayanın başındaki karga veya kartallara silah doğrultsa, millet hemen ona tepkisini gösterir ve o kişiyi toplumdan tecrit etmeye çalışırlardı.
Aşığın paarında, yine şöyle bir olay dikkatimi çekti. Abdallı barhanasında, Sultanın Hasanının kızı Adile, Tembelin Ağcasının torunu, bayılıp yere yığıldı. Kızdan saat geçti, üzerine saat koyun dediler. Şehrigilin Hüseyin abi, hemen kolundan saatini çıkardı, Adilenin üzerine bıraktı. Şimdi kız kendine gelir dediler. Bu sırada da Aşığın paarından soğuk su getirip kızın elini yüzünü ve ayagını ısladılar, kız kendine geldi. Bak kızın üzerine saat koyunca hemen kendine geldi dediler.
Davul zurna çalıp oynarken, silah çok atılırdı. Bazıları da sarhoşken silah atarlardı. Bu durumda muhtar ve heyet sarhoşları ve milleti uyarır, bağırır çağırırlardı. Millet, muhtar ve heyeti dinler, saygı duyarlardı. Kimse muhtar ve heyete karşı gelmezdi.
Zaman epeyce ilerleyince, millet birer ikişer köye veya yaylaya gitmeye başlardı. Ben öyle kızardım ki millet şu güzelim eğlenceyi bırakıp hemen niye gidiyor diye. Oysa ki millet, işi gücü olanlar, malı davarı olanlar, köye gitmek zorunda idiler. Yaylaya gidenler, yaylasına, köye gidenler de köye giderlerdi. Bir de bakmışsın ki akşam olmuş. Hâlâ Karaburgadan gelenler var. Millet, Paltıçukurdan köye inerken, Paltıçukurun ortasındaki düzlükte son bir defa davul zurna çalıp oynarlar ve Karaburga gününü kapatırlardı.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

46. Öykü - 27 Kasım 2011
YAT MEMMED YAT - KALK MEMMED KALK

Fi tarihin birinde, Kırıntı köyünde, güz gelip mevsim kışa dönünce, çoban anlaşma gereği yaydığı davarı bırakır. Mevsim kışa girecek, kar yağacak diye millet beklerken, havalar o kadar iyi ve sıcak gider ki yeniden çoban tutmak gereği hasıl olur.

Kimi çoban tutalım, kimi de tutmayalım diyerek konuşurlar, ama havalar da çok iyi gider. Millet, bir çoban tutalım, şansa hava iyi gittiği müddetçe çoban davarı gütsün. Kar yağarsa şansa davarı yaymayı bırakır. Fakat anlaşmayı, yılbaşı diye tarih belirlerler.

Çoban olarakta Urşanın Memmedini tutarlar. Derler ki davarı yılbaşına kadar yayacaksın, sana şu kadar para. Diyelim ki üç gün sonra kar yağsa, davar yaylıma gidemiyecek durum olursa, paran gene para. Seninde şansına, bizimde sansımıza deyip anlaşırlar.

Fakat havalarda o kadar iyi gider ki Memmet amcada hep şansının olmadığından yakınır, biran evvel kar yağsa da davar gütmeyi bıraksam der.

Sabahleyin, yatağından davarın kelek seslerini duyar, bakar ki kar yağmamış, kalkıp davarı gütmeye gider. Yarın gene kelek sesleri geliyor kalkar davarı gütmeye gider. Üç beş gün böyle geçer. Bir sabah pencereden bakar ki kar yağmış, kendi kendine yat Memmet yat demiş.

Bir gün böyle, iki gün böyle geçermiş. Sonra ki günlerde hava iyi olur, davarı gene gütmeye gidermiş. Her sabah pencereden bakar, kar yağarsa yat Memmet yat dermiş. Hava iyi olursa kalk Memmet kalk der kendi kendine evden azığını alır davarı gütmeye gider.

Yine bir gün bakar ki kar yağmış, kendi kendine yat Memmet yat, demiş. Yalnız oda ne kulaklarına kelek sesleri geliyor. Dışarı iyicene bakar ki bir toz yağmış, hava gayet iyi. Davarı, millet birikme yerine getiriyor. Kalk Memmet kalk diyerek, kendi kendine, şansı ile kavga eder.

Babuko - 03 Haziran 2011 - Ankara

---------------------------------------------

45. Öykü - 24 Kasım 2011
BEN BİLMEM, ALİ BİLİR

Selvinin Alisi ile Keçeli Halil iyi arkadaştırlar. Aynı mahallede otururlar. Hep beraber hareket ederlermiş. Keçeli Halil, Gülizarın kızı, Hatun bacının babasıdır.
Selvinin Alisi ile Keçeli Halil beraber gurbete gider, beraber küptü atarlarmış.
Gene bir gurbet dönüşünde, eş dost hoşlamaya gelirler. Laf döner dolaşır, ne kadar para kazandıklarına gelir. Selvinin Ali'si biraz cin fikirlidir, kimseye sır vermez, ne kazanırsa kazansın, "bu sefer hiçbir iş göremedik" der, soranlara kazancını söylemezmiş. Keçeli Halil ise, soranlara "şu kadar kazandık bu kadar kazandık" dermiş.

Millet , Selvinin Ali'sine kızar:
-Ali ağa sen hep yalan söylüyorsun, bak Keçeli Halil, hepsini haber verdi, derlermiş.

O yıllar, yokluk yıllarıdır. Kimsede para yok, ev ihtiyaçları zar zor karşılanıyor. İki yüz, üç yüz lirası olanlar zengin sayılırmış. Ali ağa kazancını haber verse, konu komşu gelip para isteyecek, vermek neyse ama geri alamıyorsun. Çünkü millette para yok.

Gene bir küptü dönüşünde, eş dost gelip, hoş beşten sonra, Keçeli'ye ne kadar para kazandınız diye sorarlar, Allah bereket versin şu kadar kazanabildik der. Selvinin Ali'sine kimse daha bir şey sormazlarmış.

Selvinin Ali'si bu durumdan rahatsız olur, Keçeliye kızar ve:
-Seninle bir daha biryere gitmeyeceğim, çünkü sen sırrımızı ele söylüyorsun, der. Keçeli Halil, bir daha kimseye bir şey söylemeyeceğine söz verir.

Gel zaman git zaman bu ikili ceniğe giderler, dönüşte millet, Keçeli'ye:
-Neler yaptınız bakalım, çok kazandınız mı? diye sorarlar.
Keçeli Halil, Ali'den korkusuna:
-Valla ben bilmem Ali bilir, demiş.

Ben bilmem Ali bilir, sözü daha sonraki yıllarda köye özgü atasözüne dönüşmüştür. Kimse sırrını dışarı vermek istemeyenler, ben bilmem Ali bilir, diyerek sözü kapatırlar.

Babuko - 03 Haziran 2011 - Ankara

----------------------------------------------

44. Yazı - 20 Kasım 2011
İYİ GARİBAĞA İYİ

Uzun yıllar önce, Abdallı mahallesinde (Gariplere adını veren) Garip dayı vardı. Bu garip dayı yıllar evvel vefat etmiştir, şimdi günümüzde Garip dayının kızları, oğulları ve birçok da torunu vardır.

Bu garip dayının, babadan veya dededen bir akrabası vardı. Adı İbrahim Aydoğan (namı diğer adı Lello) idi.

Bu İbrahim, Karadeniz illerinde (Cenik'te) de yaşar, Kırıntı'ya binde bir gelirdi. Son bir defa geldiğinde bu İbrahim'e kim akıl verdiyse veriyor, kalkıp Garip dayının yanına gidiyor.
-Garip ağa, tarlaları pay edeceğiz, diyor.
Garip şaşırarak:
-Ula İrbaham bu tarla pay etme meselesi de nerden çıktı? diye soruyor.

Araların da münakaşa çıkıyor, bir hayli uğraşıyorlar. Şura senin, bura benim derken, millet başlarına birikiyor. Yapmayın etmeyin diye araya girenler oluyorsa da bir türlü susmuyorlar.

Lello İbrahim, herkesin içinde:
-İyi Garibağa iyi, kızları ele ver, tarlaları da sen ek , havayı da bana biçtir, deyince millete bir gülmedir gider.

Bu olaydan sonra, buna benzer durumlar hasıl olunca, "İyi Garibağa iyi, tarlaları sen ek, kızları da ele ver." sözü, köyümüze özel ata sözü olmuştur.

Babuko Hüseyin - 04 Haziran 2011 - ANKARA

----------------------------------------

43. Yazı - 17 Kasım 2011
KIRINTI'DA HAVA-DOĞA DURUMU

Hava bulanmaya başladı. Kızlar Kalesi'ne duman çöküp kalkıyor. Çinko çatılardan yağmur çisesi, bir melodi sesi gibi insanın ruhunu okşuyor, dinlendiriyor, huzur veriyor.

Bir yandan da hava çok sıcak, bu çise belki biraz serinlik getirebilir. Bütün tahminler bu yönde.

Çırak Bilal'lar Kur'an okutuyor, oradaki herkes yağmur yağacağı ortak fikrinde birleşiyor. Sohbetler uzuyor. Aynı kişiler, ayıların Paltıçukur ve Sığnak'ı işgal ettiğinde hem fikirler.

Bakışlarımı Könger'e çeviriyorum. Könger'in tepesinde hafif yağmur bulutları döneliyor. Yazıdaki tarlalar, Züğürdün Kaçağı ve Cankurtaran, yağmur yağacak umudu içinde; neredeyse keyifle şıkıdım şıkıdım oynayacaklar.

Kocaoğlanın şey edip bitmesine, çoğalmasına yardımcı olduğu ahlat fidanları bu yağmurdan daha çok yararlanabilmek için rüzgarın yardımı ile bir o yana, bir bu yana sallanmakta.
(Kocaoğlanlara teşekkür ederim. Dağı taşı her tarafı ahlat fidanları ile doldurmuşlar, insanların yapamadığını onlar yapmışlar. Ayıcıklara bin kere teşekkürler.)

Sığnak'ın görünümü bambaşka; doğanın kayalarla çerçevelenmiş harika görünümlü bu tablosu tam karşımızda, görenleri büyülüyor. Akça ağaç ve yabani kavaklarda hafif kızartılar oluşmuş, yaprakları ormana değişik bir renk getirmeye çalışıyor ve getirecek de. Zaman geçtikçe ormana sarı ve kırmızı renkler hakim olacağa benziyor. Çam ağaçları biz yeşiliz ve yeşil kalacağız diye diretiyorlar.

Yazıda ve tarlalarda sarı saman rengi, hakimiyetini sürdürüyor. Tarlalar ekilmiyor, kendiliğinden biten otlar biçilmiyor. Bu biçilmeyen otlar, potansiyel yangın suçlusu olarak her an tetikte beklemekteler. Yağmur yağıp, otlar bir güzel yıkandığında bu tehlike ortadan kalkar, çok da iyi olur.

Hıdırillez tepesi de rüzgar ve yağmurdan nasiplenmeye çalışıyor. Kuru ardıç hafif yan yatmış, Kırıntı'yla eski dostlar olarak bakışıyor, sessizce anılarından söz ediyorlar. Kimleri görmemiş, nelere tanık olmamışlardı ki.

Kuzuluk ve Harmancık, bu çiseden pek memnun olmamış gibi. Ağaçlarda bir renk canlanması görünmüyor. Ormanın rengi sönük duruyor. Bol yağmur yağarsa renkler belki canlanabilir.

Yaylaya yukarı her taraf bol yağmur istiyor. Bakalım önümüzdeki günlerde bu istekleri gerçekleşecek mi? Yayla arazisinde her taraf kurumuş ot ve çiçek sapları ile dolu. Yağmur yağdığında yaylaya güz yeşilliği gelecek, güz çiçekleri açacak.

Yaylada mal davar tarihe karışmış. Yayla bacalarından tek tük dumanlar çıkıyor. Bu dumanların sahipleri, doğanın parçası değiller. Arkioloji kazısı yapmaya gelmiş yabancılar gibiler. Arkeoloğların maden vs araması gibi yayla sakinleri de uzun yıllar öncesinde bıraktığı anılarını arıyorlarmış gibi geldi bana.

Babuko Hüseyin Aydoğan - Eylül 2011 - Kırıntı Köyü

-----------------------------------------------

42.Öykü - 25 Ağustos 2011
BAHÇE BELLEME

Ankara, Nato yolu Ege mah. 12 cad. de bir gece kondum, gece kondumun önünde de ufak bir bahçem vardı. İlkbahar gelmişti, Nülüfer bana bahçeyi belle dedi. Ben ise işten eve yorgun geliyordum. Bahçeyi bellemeye çalışıyorum, çabalıyorum on beş gün oldu, bir oda büyüklüğünde yer belleyemedim. Nilüfer, "Bahçeyi hep zay ettin, bellemeyi bırak" deyince canıma minnet deyip bıraktım.
- Ahmet dayıya yevmiyesini verir, belletirim, dedi.
Ahmet dayım da, boş kaldığım bir günde bellerim, demiş.
Ben bahçeye cins cins yediveren gülleri dikmiştim. On beş tane kadar vardı. Gülleri budayıp, gübrelemiştim. Bakımını eksik etmiyordum. Bir sabah erkenden, Nilüfer bana dönerek:
- Ula kalk hele, dayı bahçeyi belliyor, dedi.
Sıçrayıp kalktım, bahçeye indim ki dayım, gülün birisini söküp atmış, ikinci güle de beli takmış onu da sökecek. Dayım tank gibi önüne geleni kırıyor, söküyor.
-Dayı dur hele, dedim aceleyle.
Dayım saf saf karşılık verdi:
- Ne oldu, niye durayım ki, Nilüfer, bahçeyi belle dedi, ben de belliyorum işte.
- Dayı, iyi güzel de, gülleri ve meyveleri söküp atıyorsun, dedim kızarcasına.
- Ula ho ne ki? Alt tarafı çalı, çırpı değil mi? Geri çekil, dedi.
- Dayı gözünü seveyim, ben onları para ile alıp diktim, etme dayı, dedim.
Dayım, "Peki hangisi sökülecekse onu göster" diye sordu.
-Dayı, boşluk olan yerleri belle yeter, başkasına karışma, dedim.
Dayım, öğlene kadar, bizim bahçe ve Hasan'ın bahçeyi belledi. Para da almadan gülerek, çalılarını sana bağışladım, dedi ve gitti.

Hüseyin Aydoğan 25-05-2011 - ANKARA
---------------------------------------------

41.Öykü - 13 Ağustos 2011
KAYBOLAN ET
(Şükrü Emi Anısı)

Bundan altmış yetmiş yıl önceleri, Şükrü Emmi, Giresun da yaşamaktadır ve kurban bayramı günleridir. Komşular, Şükrü Emmiye kurban eti verirler. Şükrü emmi, çantasında toplanan etleri evine getirir. Bol eti gören Şükrü Emminin icisinin (abisinin) hanımı, yani Davut'un kızı Döndü şöyle der.
-Ula ula Şükrü, ula deli dounz, diniyan it gapa, eve et getirilir mi hiç! Çok yanlış yaptın.
Şükrü emmi, büyük bir heyecanla sorar.
-Niye Döndü bacı, niye?
Döndü bacı, heyecanlı bir sesle karşılık verir.
-Niyesi var mı ula!? Senin hanımın hamile değil mi?
-He, hamile. Ne olmuş ki?
-Ne olacak? Eve etleri getirdiğin için, senin hanımın et basığı olur, çocuğun sağlıksız doğar.
Şükrü emmi, büyük bir telaşa kapılır. Heyecanla.
-Şimdi ne yapacağız, Döndü bacı? diye sorar. Döndü bacı, oldukça sakin bir tavırla akıl verir.
-Topladığın etleri bir torba ile şu taşın altına koyacaksın. Bunu yaparken, üç kuluf alla ve bir elham okuyacaksın. Ordan ayrılırken de sağa sola ve arkana bakmayacaksın. Etler oradan kayıp olursa kurtardın demektir. O zaman hanımın et basığı olmaz, bebek sağlıklı doğar.
Döndü bacı oradan ayrılıp, bir yere gizlenerek onu gözlemeye başlar. Şükrü emmi söyleneni aynen yapar. Eti taşın altına koyar ve evine gider.
Döndü bacı, gizlendiği yerden çıkarak etleri alıp gider. Aradan kısa bir süre geçer. Şükrü emmi, merak içinde kalır. Sonucu görmek için gelir. Taşın altına bakarki et oradan yok olmuş. Büyük bir sevince kapılır. Coşkulu bir çığlık atar; heyecan ve neşe içinde fıdık çalıp oynamaya başlar. Bir yandan da bağırır:
-Döndü!... Döndü, şükürler olsun, dualarım kabul oldu, et kayboldu. Hanım et basığı olmayacak, çocuğum sağlıklı doğacak.
Ortalığı velveleye vererek, döne döne oynamasını sürdürür.
Hüseyin Aydoğan - ANKARA

----------------------------------------------

40.Öykü - 23 Temmuz 2011
KARABURGAYA GİDİŞ - 1
Bekçi, ey millet yarın Karaburgaya diye bağırdı Köylü de, çevre köylerden hısım akrabayı çağırdı Göç yaylada, inekleri, koyunları toplayıp sağdı. Kap kacak, yoğurt mayalandı, yüzleri hep tere yağdı. Millet erkenden köyden topluca Karaburgaya yürüdü Allı güllü giyinmiş, karı, kız dağı taşı bürüdü. Paltıçukur, Çanakçı yaylası derken yayla göründü. Uykurma, türkü, silah sesi ortalığı sallıyordu. Yayladakiler durur muydu, gırgır- şamata, uykurma Hep bir ağızdan nara, tüfeklere asılıp, bağırma Milletin sesleri başlıyordu yavaş yavaş hızlanma Göklerden aşağı gelip başladı açılıp saçılma.
Tarhana boğazı, Karadoruğun üst yanı kaşında Birleşip kucaklaşırlardı Karadoruğun başında. Gelenler, geçip gidenler, sıfır ile doksan yaşında yorulup oturanlar, türkü söylerler taşın başında. Millet gelip Aşığın paarında, toplanıp birikti. Kimi de Karaburganın bayırlarında gözüktü. Gidebilenler gitti, Karaburgayı ziyaret etti Kalanlar da geride, barkanayı kurup oyna yetti.
Karaburga dağın zirvesi, seyrangah, ziyaret yeri. Bakınca insan görür, etraf manzara bütün köyleri iki taraf mezarlık, kalaba ziyaret edenleri Kırıntı. Yeniköy, Kayacık'n ağaları, beyleri. Mahşeri kalabalık, erken gelirdi: Pehlül, dedeler, yaşlısı, genci, dedeyi eğilip ziyaret ederler. Duasını alanlar beri tarafki türbeye geçerler. Eş dost birbirlerini görüp, eskiyi yadederler. Dağın zirvesinden, ziyarette, kar kesip getirenler. Tak tak silah atıp kıvrılarak aşağıya inenler.
Aşağıda kurban kesip, pişirip geleni bekleyenler. Davul zurna, uykurarak oynayıp zıplayıp hay ederler. Bir kenarda kavun, karpuz, kayosı, üzüm meyve alanlar. Oyunda karşılıklı oynayıp oynayıp, silah atanlar. Diğer yanda kurbanlık için koyun, kuzu satanlar. Aşığın pınarında ne güzel kaynaşıp oynarlar. Niyet edip kadınlar, ayağı yalınayak gezenler. Derler bizlere yardım etsinler evliyalar, erenler. Allah kabul etsin, anam bacım, niyetini diyenler. Yeyip içer, hep beraber yaşarlar bu günü görenler. Davul zurna çalar, devam eder, insanlar yeyip içer Haycılar oynar, açlıktan düşer, kimi yer karnı şişer. Kimi içmiş sarhoş, bağırıp çağırıp, yalpalar düşer. Kimi insanlar mest olmuştur, kimisi kendinden geçer. Aşığın pınarı rengarenk artık panayır yeridir. İnsan kendinden geçmiş kimi akıllı kimi delidir.
Güneş dönmüş, akşam yaklaşmış, zaman ileridir. Yük, yumağı toplayıp, artık gitme zamanı bellidir. İnsan güldü, oynadı, göyden aşağı geldi, yoruldu. Hısım akrabalar dağılırken birbirine sarıldı. Bir sene daha görüşemeyiz deyip, helallık alındı. Yavaş yavaş artık eş, dosta köylerin yolu göründü. Yaylacılar yaylasına, köylüde köyüne yollandı. Akılsız Hüseyin, hızlı gidenler tarafından solandı. Paltıçukurun düzünde bir oyun oynandı, sonlandı. Böylecene bir Karaburga günü daha noktalandı.
BABUKO - 25-05-2011 - ANKARA

---------------------------------------------

38.Öykü - 23 Temmuz 2011
MEMMET AMCA
Bir gün Tuzluçayırdan eve geliyorum, birde Mamaktan. Azrail benim nerden geleceğimi bilmediği için beni bulamıyor, der milleti güldürürdü. Abdallı mahallesinin en yaşlısı sayılırdı. Yaşlıydı ama evinin bütün işlerini kendisi görürdü. Memmet amcayı da bir trafik kazasında yitirdik. Allah rahmet etsin. Sevecen bir hali vardı. Nasrettin Hoca gibiydi. Milleti hep güldürürdü. Çarşıya çıktığımda, geri dönüp bakıyorum ki millet hep peşimden geliyor.
Gene bir seferinde sokakta giderken, geri bakıyor ki kendinden sonra yürüyenler hep kadın, bir tane erkek yok. Bugün kadınlar hep beni takip ediyordular deyip milleti güldürürdü.
Gene bir seferinde hanımı ile okey oynarmış. Bunu görenler, yav Memmet amca, okeyde kim yeniyor, diye sormuşlar. Memmet amca da, bir kere ben hanıma yeniliyorum, bir kerede hanım beni yeniyor, demiş. Terzicilik yapar, geçimini sağlardı. Hanımı Fadime abla da ona çok uyum sağlar, gül gibi geçinip giderlerdi. Dört kız, iki oğlu ve epey de torunu vardı.
Bir gün evlerine Memmet amcayı ziyarete gittim. Terzi makinesinde bir şeyler dikiyordu. Yanına oturdum, hoş beş, şurdan buradan konuşurken Memmet amca yan tarafa bakıyor, bıyık altından da habire gülüyor. Biraz daha dikiş dikiyor, gene yan tarafa bakıp gülüyor. Bana dönerek, Hüseyin dedi, bizim köyde, benim gibi kendine bakan bir kimse daha yoktur, deyip bıyık altından da habire gülüyordu. Yan tarafa eğlip baktım ki Memmet amca, aynada kendine bakıyormuş. Gözlüğünü yitirmiş arıyor arıyor bulamıyor. Şurada olmasın, burada olmasın deyip, tasalanırlarmış. Tasalanmayın arkadaşlar, gözlüğümün nerde olduğunu biliyorum demiş. Millette nerde diye sormuş. Nerde olacak, yitirdiğim yerde deyip milleti güldürür.
Babuko - ANKARA

----------------------------------------------

37. Öykü - 12 Haziran 2011
ZEMZİ DAYI

Yıl 1975 Nato yolu.
Oturduğum iki gözlü gecekonduyu yapmıştım. 1981 yılında şimdiki haline getirdim; yalnız, kapıları, pencerelerini takmaya param kalmadı! Ay başını bekliyorum ki, maaşımı alınca kapı- pencereyi takarım dedim.
Ay başına on beş yirmi gün var. Anam habire:
-Ula iseyin, birisinden borç al da kapıları, pencereleri tak, evine taşın, beni sıkıştırıyor.
-Ana, kimden borç isteyeyim, borç istesem de parası olan borç vermezse ben yıkılırım, onun için kimseden borç para istemeye korkuyorum! diye karşılık verdim
Anamla, konuşarak Tuzluçayır'daki evden çıktık, Natoyolu'nda yaptığım eve gideceğiz. Baktık ki Zemzi dayı Tuzluçayır'dan aşağı geliyor. Anam dedi ki:
-Ula İseyin, habu herifi çok iyi adam diyorlar, önüne çık da borç para iste!
-Ben adamı tanımıyorum ana, dedim. Nasıl olur da borç para isterim?
-Madem eyle ben gidip isdiyeyim.
Sözünü bitirir bitirme anam, Zemzi dayının yoluna çıktı.
Zemzi dayı güler yüzle "Ne o Sultan!" deyince anam:
-Zemzi ici, dedi. Habu oğlan ev yaptı, parası yok ki kapı pencere taka da içine taşına. Senden borç para istirik.
Zemzi dayı, beni yanına çağırarak:
-Deli oğlan gel hele, ne kadar istiyorsun? diye sordu.
Onun bu yakın tavrı üzerine cesaretlenerek: 2.500 lira verirsen yeter, dedim. Hem de iki ay sonra borcumu öderim.
Zemzi amca dostça gülerek:
-İstersen daha vereyim, dedi.
2500 liranın yeterli olduğunu söyledim. Zemzi amca parayı verdikten sonra:
-Ne zaman paraya ihtiyacın olursa, çekinmeden gel! dedi.
O, 2500 lira ile evin her bir şeyini tamamladım ve eve taşındık.
İki ay sonra, anamla Zemzi dayılara gittik. Zemzi amca hanımı Güssün abla ile oturuyordu.
Ben, parayı çıkarıp ona uzatırken:
-Zemzi dayı,borcumu getirdim, çok teşekkür ederim, dedim.
Zemzi dayı, parayı elinin tersiyle iterek:
-Sana para verdiğimi hatırlamıyorum, bu parayı almam! demesin mi?
Büyük bir şaşkınlıkla borç para aldığımızı kanıtlamaya çalıştık. Anam anlatıyor, şöyle oldu, böyle oldu, işte parayı şurada verdin dediyse de, bir türlü parayı almıyor.
Bunun üzerine şöyle demek zorunda kaldım:
-Zemzi amca, sen bize para vermedin. Ben, geldim sana sebepsiz yere para veriyorum, sen bu parayı al, cebine koy.
Yok, gene almadı.
Güssün abla, adaya girerek:
-Herif, dedi. Bunlar deli mi ki sana para versinler. Demek ki sen bunlara borç verdin ki, bunlar da borcunu sana ödüyorlar, parayı alman gerek.
Zemzi dayı, çaresiz kalarak:
-Hadi öyle olsun, demek ki bunda da bir hayır iş var ki, bana para veriyorsun, dedi.
İstemeyerek de olsa parayı aldı.
(Nur içinde yatsınlar.)

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

37. Öykü - 12 Haziran 2011
15 HÜSEYİN

Gözü, pek birisiydi. Hiçbir şeyden korkmazdı. Yalnızca sinirsel rahatsızlığı vardı. Gene bunun yanında çok merhametliydi ve çok insancıl birisiydi. Evliydi, üçte oğlu vardı. Hanımı ve kendisi idare edip, çocuklarıyla geçinip gidiyordu. Hiç kimse ile alıp veremediği olmaz, herkesle iyi geçinirdi.
Annesi Şehri bacı da çok çileli bir kadınmış. Üç evladını kaybetti, sonunda kendisi de Ankara Numune Hastenesi önünde trafik kazasında hayatını kaybetti.
15 Hüseyin, büyüklerini sayan, küçüklerini seven, kendi halinde biriydi. Kırıntı köyünü çok severdi. Kırıntı'ya halel gelmesini istemezdi. Bir keresinde kırıntı köyü yüzünden başı belaya girmek üzereydi, ucuz kurtuldu diyelim. Gençliğinde inşaatlarda ve çeşitli işlerde çalıştı. Daha sonra PTT de memur olarak işe başladı. Orada da gene elinden geldiğince insanlara yardımcı olurdu.
Zamanın birinde Natoyolu'ndan bir arsa satın alıyor, çevresini çevirip temel atacağı sırada Sivaslı birileriyle uğraşıyor; ona kızıp arsayı terk ediyor. Arsayı terk etmekle çok büyük bir yanlışlık yapmış oldu.
İşte bu arsada çalışırken benden (Babuko'dan) içme suyu istedi. Suyu götürdüm. İçerken, Çankaya'da kayın biraderinin askerlik yaptığını söyledi ve:
-Onun yanına ziyarete gittim, ziyaret yeri çok sıcaktı, güneş bizi yakıp yandırdı, çokta terlemiştim. Ziyaret saati bitince buraya gelmek için belediye otobüsüne bindim, otobüsün camları açıktı. Otobüste ceryanda kaldım bu seferde üşüdüm. Bu durumda beni hem soğuk aldı, hem sıcak, dedi.
İkimiz de güldük. O, durup bu kez şöyle dedi:
-Biraz teşenüs oldu ama, yav şey, bikeen daha su içeyim, doğruyu söylüyorum, beni hem soğuk aldı, hem sıcak.
Bu söz üzerine güldüm ve:
-Yav Hüseyin ağa, senin bu söylemin ata sözü olacak nitelikte dedim.
-Ey he! dedi.
Bu lafa da epeyce güldük.

15 Hüseyin'den İnciler:
(15, Hüseyin'in ilkokul numarasıdır)
"Ey he!"
"Velhasıl beni hem soğuk aldı, hem sıcak."
"İşe geç kalırım diye yumurtayı akşamdan pişirip yiyorum."
"Bir helki altun verseler, Sivaslıları sevmiyorum."
"Yedi haberlerini, sekiz haberlerinden daha fazla seviyorum."
"Yav, şey bu iş çok teşenüs."
"Hayat hep boş geçiyor, bu işi de sen boş geç."
"Tu çürümesin, çuvalım yitti."

Sevgili 15 Hüseyin 10 Kasım 1985'de vefât etmiştir. Allah gani gani rahmet eylesin. Cenazesi Ankara'ya defnedilmişti. Daha sonra hanımı Firdes, kemiklerini Kırıntı köyüne götürdü. Şimdi mezarı Kırıntı köyündedir. Bana göre Kırıntı köyü, renkli bir sahsiyetini kaybetmiş oldu, derim.

Babuko Hüseyin - ANKARA

--------------------------------------------

36. Derleme - 04 Haziran 2011
KIRINTI KÖY, DİLİ VE LEHÇESİ (KÖY SÖZLÜĞÜ)

--- A Acıâç : Akça ağaç. Ahacana : İşte burada, işaret anlamında kelime. Aha : İşte. Ahlat : Yabani armut, ufak armut. Alâf : Ot, saman. Anuk : Yüksek dağlarda yetişen kokulu soğanımsı bir bitki. Anoum : Anaam demek. Âyam : Hava, gök yüzü. Azuntu : Başı boş, genelde köpekler için kullanılır.
--- B Barlım: Bari. Böörce: Fasülye
--- C Camuş : Camız, manda. Cıbız : Çıplak. Cıhız : Mızıkçı, oyun bozan. Cılga : Patika yol. Cisir : Sihir. Cirit atmak : Koşmak.
--- Ç Çaşur : Bir cins otsu bitki. Çaruk : Deriden basit ayakkabı. Çec : Buğday ve mısır yığını. Çelpeşük : Karışık, bozuk, düzensiz. Çeküm : Ökse otu. Çengel : Köpeklerin boğazına takılan iğneli demir tasma. Çepel : Kar yağışı. Çimmek : Banyo yapmak. Çiroş : Kağnı arabasının önüne koşulan ayrı bir çift öküz. Çiroş taşı : Çiroşa koşulan öküzlerin boyunduruğuna asılan özel taş. Çiroş zenciri : Kağnıya bağlanan zencir, ikinci çift öküzün çekişi için.
--- D Dam : Ahır. Dastar : Kıl kiliminin bir cinsi. Değirmi : Yuvarlak. Diniyan dutturim : Dinini seveyim.
--- E Eyiş : Demirden yapılır, hamur sıyırmaya kürek.
--- F Fırıç : Ahlat kurusu. Fıstık : Top gibi bir cins mantar
--- G Gabuklu börce : Fasülyenin yeişmiş durumdaki kurutulmuş hali. Galak : Zurnanın genişleyen ucu. Gatma : Yün iplik. Galecoş : Peşküdandan yapılan sarımsaklı yemek. Garabey sâzı : Garabey dayı ile özdeşleşmiş, kenger sakızı. Gandirif gayışı : Saban ile boyunduruğu birbirine bağlayan kayış. Gardif : Patates. Garzallama : Üstünkörü. Gayhı : Köy de özel yapılı kızak. Gavar : Tarlada suyu çeşitli yönlere bağlamak, suyu başı boş bırakmak. Gavut : Mısırın gavrulup öğütülmüş unu. Gedek : Manda yavrusu. Gelek : Yaprak. Gelirim : Geliyorum. Gelberi : Tınaz makinesinden buğdayı çekme aleti. Gemük : Kemik. Gındik : Cüce, Küçük. Gıdik : Oğlağın büyüğü, keçi yavrusu. Gilik : Poğaça büyüklüğünde ekmek. Girebi : Baltaya benzer kesici alet. Gobal : Başı topuzlu değnek, sopa. Goca oğlan : Ayı. Gorzefil : Saban okunun ucundaki pim. Gosgulamak : Tek ayak üzerinde sekme. Gollik. : Guyruğu kesik köpek. Golan : Yünden örülü üç veya dört cm eninde ip. Gön:Deri. Got : Gaz tenekesinin beşte dördü büyüklüğünde ölçü. Gukguk : Meşe ağaçlarında biter, ağaç misket. Guloğlamak : Bıçağı, orağı keskin yapmak. Guymak : Yayla yemeği. Gün çiçeği : Ayçekirdeği.
--- H Haltak : Geniş gelmek veya bol gelmek, gevşek. Hamlık alma : Öküzlerin hamlığını almak, koşuma hazırlamak. Haşlık vemek : Para vermek. Herdem güzeli : Altın otu çiçeği. He : Evet. Helle-Herle : Undan yapılan yemek. Helki : Su kovası. Hırkalı : Kurutulmuş kabuklu fasulye. Hırtlikli : İştahlı, boğazlı. Horiklik : Duman çıkan baca. Hor : Un, yağ, şekerle kavrulup, sini ekmeğinin içine konan helva. Himan : Hızla koşup oynanan bir oyun. Hulus : Bir cins mavi çiçekli ot.
--- K Kalecoş : Keş ve peşküdandan yapılan sarımsaklı yemek. Kaluskulus : Gelişi güzel. Kersen : Hamur yoğurulan ağaçtan kap. Kel dana : Başı yer yer kel olan dana. Keltek : İşe yaramaz. Keteris : Endişe. Keş : Ayranın, suyunun alınıp top top yapılıp kurutulmuşu. Kesmüklük : Harmanın kıyında, takım konan önü açık oda gibi yer. Kesmük : Saman artığı, tınaz makinesında. Keçemen : Mavi renkte kertenkelenin büyüğü. Kırıza : Genelde, meşe dalı demek. Köstüre taşı : Çevirerek orakları, bıçakları bileği yapan taş. Közmeklik : Ahırdan gübre atılan delik. Köme : Ağaçsı bitkilerin oluşturduğu küme. Kurun : Çeşmenin önünde uzun yalak.
--- L Lepüstek : İyice ezmek. Lele : Lale. Lıpçık : Günah demek, çeşitli mecaz anlamlarda da kullanılır. Loğ : Evlerin dam toprağını sıkıştırmak için kullanılan silindir.
--- M Masta : Uzun değnek, uzun sopa. Mayıs : Hayvan pisliği. Mazı : Kağnı arabasının mili. Medek : Camız yavrusu. Mendek : Bir cins ot, kabuğu soyularak yenen ot. Merek : Samanlık. Merkep : Eşek. Meel : Bağ bahçe aleti,çapa. Mile : Misket. Misir : Domates. Mozik : Bir, iki yaşında ki tosun. Moz : Büvelek sineği. Mozlanmak : Büvelek sineğinin ısırdığı sığırın kaçışı, koşması. Modul : Nodul.
--- N Nahışlı çorap : Elde dokunan renkli çorap. Nahır : Sığır sürüsü. Nalabasan : Eşek. ----- P Parduç : Fırının küllerini temizleme fırçası gibi bir alet. Pancar Patak : Karadal lahana. Pâar : Köyde çeşme. Pâç : Kömbe, bir cins ekmek. Paykurma : Aniden yapılan hızlı dağılma, ani çıkışlar. Peşküdan : Yoğurdun turşusu. Pengellik : Kümes. Pey : Yıkık ören yer ve duvarları. Periktirmek : Tavukları ürkütmek. Pinlik : Tavuk kümesi.
--- S Sacaya : Sac ayağı. Sahoyl : Çalı süpürgesi. Saru erük : Kaysı. Seğirtmek : Koşmak. Sergü : Kilim üzerinde yıkanan buğdayı kurutmak. Sıvarmak : Sulamak. Sıyırtma : Çam kabuğunun zarı. Siğil : Tırnaklarının yanında ki siğiller. Simah : Ahlatın daldaki yetişmiş, siyahlamış hali. Sicim : Kendirden örme ip. Siron : Yufkadan dürülerek, yoğurtla yapılan yemek. Soyha : Kötü anlamında. Sümsük : Muştalı gibi yumruk.
--- T Taptamak : Ayakla vurarak çiğnemek. Tayuk : Tavuk. Tapan : Çift sürüldükten sonra tarlayı düzleyen alet. Tene fasülye : Kuru fasülye. Teketaş : Tek ayak üzerine, sekerek oynanan bir oyun. Tekmük : Tekme. Tepür : Bulgur ayıklama tepsisi. Tekne : Ağaç leğen. Terşi : Kirman, yün eğiren alet. Telis : Kilimden örülme çuval. Teyn : Sincap. Tınaz makinası : Samanı buğdaydan ayıran makine. Tombul : Eni, boyu bir demek. Torpak : Toprak. Toptu : Ucu püsküllü, boncuklu beş çatallı yaka iğnesi. Tözmeklik : Ahırda biriken gübrenin atıldığı ufak pencere, delik. Tuluk : Ağaç yayık. Tutya : Çuha çiçeği, yaylalarda soğuk suda yetişir.
--- U Urup : Gotun dörtte biri. Uykurma : Bir çeşit zılgıt çekme.
--- V Vahtulu : Bahtı, talihi açık. Vıy : Hayret uyandıran ünlem.
--- Y Yalancı dolma : Cıbız dolma, bulgurdan pişirilip yapılır. Yamsulamak : Taklit etmek. Yarpak : Yaprak. Yarpuz : Dağ nanesi. Yaha iğnesi : Çengelli iğne. Yeylik : Hafif. Yoh : Yok, hayır anlamında.
--- Z Zomp : Balyoz. Zırzop : Akıldan yayan, deli.


Derleyen: Babuko Hüseyin Aydoğan

---------------------------------------------

35. Öykü - 30 Mayıs 2011
NİYET VE KISMET
Günlerce hazırlık yapar. Yola çıkacağı zaman da, köydeki köpeklere vermek üzere, yüküne iki tane de bayat ekmek koyar. Bir Çarşamba, saat on dokuzda Kayaş, Çalışkanlar'dan Şiran otobüsüne biner. Güzel bir yolculuk sonunda, perşembe günü Şiran'a iner. O gün, Şiran'ın pazarıdır, alışveriş yapar. Peynir, zeytin ve beş kg da kemiksiz, güzel tarafından kuşbaşı et, iki tane de pide alır.
Yıl 2001. Aylardan nisanın sonudur. Kırıntı köyü dolmuşuna biner, yukarı mahallede iner. Mahalle biraz ıssızdır, evler yer yer boştur. Dolmuş mahallede durunca çevrede bulunan ve aç olan köpekler, dolmuştan inen yolcuları takip ederek evin önüne gelirler. Yolcular, evine sağ selim gelmenin sevinciyle, köpeklere ekmek ve öte beri verirler.
Abdallı mahallesinin Ahmet ağası da, dolmuştan inenlerden biridir. Yükünü alır evine gelir, kapıya bırakır, evinin arkasına dolanır. Zarar ziyan var mı diye evinin çevresini kolaçan etme amacındadır.
Yüklerin yanına geldiğinde bakar ki et ve pide poşeti yoktur. Uzaktan da bir köpek kaçmaktadır. Köpeğin peşinden koşar ama yakalayamaz! Yüklerini eve çeker.
Saat epeyce ilerlemiştir. Acıkmıştır. Kendisine yemek hazırlar. Ankara'dan köpekler için getirdiği, bayat ekmeği sofraya koyar, başlar onu yemeğe. Kendi kendine de söylenir:
-Bayat ekmekler, neye niyet, kime kısmet!diye.
Bu sırada Ayvazın Hasan Çavuş da, bakar ki, bahçesinin kıyısında, boz bir köpek pide yiyor.
-Ula köpekler, birisinin pidesini kaçırmış, yiyor! der kendi kendine.
Demek oluyor ki, eti ve pideyi kaçıran köpekler, kendi aralarında paylaşım yapmışlar. Ahmet ağa, kendi kendine:
-Şu Kırıntı köyünde benden iyi kişi var mı? Eti ben yemedim, köpeklere yedirdim ve sıramı savdım. Darısı başkalarına olsun, deyip kendi kendine güler.

Babuko Hüseyin -- ANKARA

----------------------------------------------

34. Öykü - 24 Mayıs 2011
AĞLAYAN BEBE

Bebek, durmadan ağlamakta. Bizim de otobüsteki yolculuğumuz devam etmekte. 1990 yılının başı, mevsim yaz. Ben böyle hatırlıyorum. Bir akşam, Ankara'dan otobüsle Hatun Aydoğan ve Ben Şiran'a, yani Kırıntı'ya yolculuk yapıyoruz. Otobüste bir bebek durmadan ağlıyor. Bebenin ağlaması kimsenin umurunda değil. Hedkes, bebenin insanı tedirgin eden sesini sineye çekiyordu. Bebek, Kırıkkale'den Yozgat'a kadar ağladı. Hiç kimse bir şey demiyor; bebe de ağlıyor da ağlıyor.
Otobüs tıka basa dolu. Ben, sağa sola baktım önümüzdeki koltukta, sakallı bir ihtiyar ve yanında da eşi oturuyor. Onun önündeki koltukta ağlayan bir bebe ve genç bir anne oturuyor. Fakat, gelin, yani anne çok tedirgindi. Anneye yardım eden kimse yok. Anne telaş içinde şaşırmış kalmış, ama bebe durmadan ağlıyor. Dayanamadım, "Gelin bu bebe niye durmadan ağlıyor!" diye seslendim.
Genç anne:
-Abi, bilmiyorum niye ağlıyor, diye karşılık verdi. Şaşırdım, çocuk ölecek diye çok korkuyorum.
Bunun üzerine geline, "Ver şu bebeyi bana" dedim ve bebeyi kucağıma aldım. Kucağıma aldım ama çocuk o kadar sıkı giydirilmişti ki, bunalmış nerde ise sıcaktan çatlayacak. Hatun'la beraber, çocuğun acele ile üstünü, başını soyduk. Çocuk cıp cıbıldak kaldı ve daha üstünü soymaya başladığımızda sesini kesti. Cıbız olunca da gerneşip sağa sola bakmaya başladı. Geline dönerek:
-Bu çocuk kaba giydirildiği için bunalmış, niye elbiselerini soymuyorsun, diye sordum. Gelin:
-Abi bilmiyorum, acemiyim. Çocuk çıplak ölecek diye korkuyorum, dedi.
-Korkma, çocuk kurtuldu, ölmez; baksana şunun duruşuna, bakışına, her tarafa bakıp fıldır fıldır gözlüyor, dedim.
-Abi ben Antalyalıyım, dedi genç anne. Şiran'ın bir köyünden, bir gençle evlendim, beni o köye yaz tatiline gönderdiler. Kaynanam ve kaynatamın yanına gidiyorum. Antalya'dan telefon edildi, önüme gelecekler. Bu otobüsteki kimseyi tanımıyorum. Otobüste yalnızım, Allah senden razı olsun, bize destek oldun. Antalya'da babamların oteli var, turizm işletmeciliği yapıyorlar.
Otobüste bu konuşmayı herkes dinliyordu. Gelin, konuşmasını şöyle sürdürdü:
-Abi sana babamların adresini vereyim, Allah'ını seversen babamın yanına otele git orada tatil yaparsın dedi.
Ben, geline:
-Sağ ol, burada bir insanlık yaptıysak karşılık mı bekleyeceğiz. Olmaz, sen bebeğini büyüt, yalnız serin tut yeter. Çünkü benim hayatta en çok sevdiğim çocuklardır, dedim.
Önümüzdeki adam bana, hangi köyden olduğumu sordu. Kırıntılı olduğumu söyleyince sadece "Haa!" demekle yetindi.
Bu arada otobüsümüz homurdanarak ay ışığında yol alıyordu. Geline dönerek:
-Çocuğun giysilerini ver de giydirelim, dedim. Öncelikle bir dazıratma bezi ver.
Gelin şaşırakak:
-O da ne ki? diye sordu. deyince, Hatun'la birbirimize bakarak güldük. Geline, "Bir don ver, giydirelim." dedim.
Önümüzdeki koltukta oturan bir ihtiyar, boynunu büküp bana döndü ve:
-Hz. Muhammed de torunlarını çok severdi, birini ağzından, diğerini de boğazından öperdi, dedi.
Yakaladığım fırsatı kaçırmadım:
-Evet öperdi ama,Hz. Muhammed'in torunlarını hep kestiler, nerde ise soyunu sopunu kuruttular, dedim.
Otobüste bir sessizlik oldu ki, Şiran'a kadar kimseden ses çıkmadı. Bebe, bu sessiz ortamda, otobüsün homurtusunu ninni yerine koyarak mışıl mışıl uyuyordu.
Sonunda Şiran'a vardık. Otobüsten inerken, gelin bana dönerek:
-Kaynanam aşağıda, dedi.
Bize çok teşekkür ederek indi ve köy dolmuşuna binmek üzere uzaklaştı.

Babuko Hüseyin - ANKARA
----------------------------------------------

33. Öykü - 17 Mayıs 2011
ŞÜKRÜ EMİM ONYEDİ

Köyün, muzip insanları bir araya gelirler. Şükrü emiyi, namı değer Deli Şükrü'yü kızdırmaya çalışırlar. Köyümüzde usta olanlar, olmayanlar, ekmeğini taştan çıkaranlar, çıkaramayanlar kimler diye söze başlarlar ve de devamlı usta olmayanları saymaya başlarlar.
Ali bey 1, Veli bey 2, Deli Hasan 3, Akıllı Ahmet 15, Mehmet bey 16, Şükrü emim 17. Arkadaşlar köyümüzde usta olmayan daha kim var, Şükrü emim 17, eey arkadaşlar Şükrü emim 17, söylesenize arkadaşlar Şükrü emim 17, yahu arkadaşlar daha kim var, söylesenize Şükrü emim 17... Amaç, 17 sayısını unutmamak, devamlı Şükrü emiyi vurgulamaktadırlar.
Muziplikte usta olanlar lafları dahada süsleyip, püsleyerek Şükrü emiyi çileden çıkarmaya çalışırlar. Ama bir türlü 17 den öte gitmezler.
Bu işi de en çok Zeyneplerin Mustafa'sı sayar. Şükrü emim 17. Ee uşaklar Şükrü emim 17, başka kimse yok mu? Şükrü emim 17.
Şükrü emi yerinde duramaz, hop oturur, hop kalkar, küfür, kelam fışırar durur. Etraftakiler 17 der başka bir şey demezler.
Sonunda Şükrü eminin kafasının tası atar. "Ula, ula Mustafa, tosunum, tersine tersine poh yeme! Baban 18! Ali Çavuş 18! Posbıyık 18! 18 de 18!" diye bağırır. Fıdık çalıp oynayarak, ırız mırız, küfür, kelam, laur luur ederek, oradan uzaklaşıp gider.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

32. Öykü - 11 Mayıs 2011
MALLUM HASANLAR

Abdallı'dan Şehrigilin Cemal abiyi bilirsiniz. Çok sevecen, şakacı ve biraz da sinirli idi. Saz çalar, şarkı söylerdi ve müthiş cim-bom hastasıydı. Anadan doğma belden aşağısı yoktu. Ellerinin, kollarının yardımıyla hareket eder, en beğenme kişiler kadar koşar, arada da bazen mahallede top da oynardı.

Çevresinde sevilip sayılırdı. İktisadi İlimler Fakültesi mezunuydu, Ordu'da Sosyal Sigortalar Müdürlüğü'nde şef ve müdür olarak çalışırken, orada vefat etmiştir, nur için de yatsın. Cemal abi Karadenizde, Ordu ve Giresun da, kardeşi Hasan, Amcasının oğlu Hüsnü ve Abas'ın oğlu Hasan (Allah rahmet etsin) ağabeylerle geziyormuş. Devamlı olarak iki Hasan'ı kızdırıyormuş:

-Siz mallumsunuz, bir işe yaramazsınız, elinizden de bir iş gelmiyor. İşte şu gökte uçan kuş bile sizden çok çok iyi, çünkü uçabiliyor. İkiniz de mallumsunuz, çünkü isminiz mallum Hasan. Köyde bile gezerken mallum mallum geziyorsunuz. Üstünüzle başınızla bile bir mallumluk abidesi gibisiniz.

Böyle şakalaşarak, gülüp söyleyerek yol boyunca gidiyorlarmış. Bir ara Boklu Dere üzerindeki kemer köprüden geçerlerken karşıdan birinin geldiğini görmüşler.Adamın üstü başı, görünüşü biraz hırpanice imiş.
Cemal abi adamı işaret ederek:
-İşte şu gelen adam bile hırpani, aynı size benziyor, belki ismi bile Hasan'dır, deyip, Hasanları iyice bunaltmış.
Cemal abinin kardeşi Hasan abi, adamın adını merak etmiş. Adam, kendi hizalarına gelince:
-Hemşerim ayıp olmazsa bir şey sormak istiyorum, demiş.
Adam, durup şaşırarak ona bakmış ve:
-Sor bakalım, diye karşılık vermiş.
-Adın ne diye soracaktım da...
Adam, umursamaz bir sesle:
-Hasan, demiş ve uzaklaşıp gitmiş.
Şehrigilin Hasan abi neye uğradığını şaşırmış, adamın arkasından bakakalmış. Kısa bir sessizlikten sonra ortalığı bir kahkaha tufanı kaplamış.

Babuko Hüseyin - ANKARA

---------------------------------------------

31.Öykü - 04 Mayıs 2011
TAŞ SAVURMA

Zilif ile Selvinin Ali'Si devamlı kavga ederler. ZiliF:
-Herif, der. Tarlaya geldiğinde hozanda geziyorsun iyi de şu hozanın taşını, yine geri savurma, kimseyi görmüyorsun, birilerinin kafasına vurursun, Allah etmesin yahut daha kötüsü olur, herif yapma!

Der ama başa çıkamaz. Selvinin Ali'si devamlı hangi tarlaya giderse gitsin mutlaka tarlanın taşını kenara ters olarak yine savurur.

Günlerden bir gün, Mezire'deki tarlanın taşını, Mezire'nin dereye savuruyor. Habire eğilip taşı alıyor, doğrulmadan geri tarafa savuruyor. Dereden bir ses geliyor, fakat Selvinin Ali'si duymuyor, habire tarlayı taştan temizlemek için, taşları savuruyor da savuruyor. Ses eden de, nasıl olsa seslendim diye serbest davranıyor. Selvinin Ali'si gene taş savuruyor, taş derede Velinin Esme'sinin başına vurunca, Esme yere upuzun oluyor. (Velinin kızı Esme, Bilal eminin eşidir). Az mı yattı, çok mu yattı bilinmez, mallar da (öküzler) elin tarlasına girmiş yayılıyor. Tarlanın sahibi geliyor, bakıyor ki Esme yerde yatıyor, mallarda tarlada keyif çatıyor. Hemen malları tarladan çıkarıyor, Esme'yi de yerden kaldırıyor Esme'ye bir şey demeden gidiyor.

Esme yukarı tarlanın kıyısına çıkıyor ve:
-Ali emi, Ali emi! diye bağırıyor. Kafamı yardın, koskoca adamsın ayıp değil mi?
Ali emi dönüp bakıyor ki Esme kendisine laur luur söyleniyor. O da kızarak:
-Ne diyorsun Esme? diye bağırıyor.
-Ne diyecem, taş atıp başımı yardın, bak kan akıyor!
Ali emi, kızarak bağırıp çağırıyor.
-Kafan derede ne arıyor diye bağırıp, çağırıyor.
Esme de şaşkın şaşkın:
-Bu herif delirdi mi ne? diyor. Bir de kalkmış başın derede ne arıyor diyor. Derede öküzleri yayıyorum, görmüyor musun?
Ali emi, alttan almıyor. Üsteleyerek diyor ki:
-Benim taş attığım yerde senin öküzlerin ne arıyor, cehennem ol da ötelere git!
Esme, onunla baş edemeyeceğini anlayınca:
-Bu herif delirmiş mi ne, töybe töybe! diyerek oradan uzaklaşır.

Babuko Hüseyin - ANKARA




----------------------------------------------

30. Öykü - 1 Mayıs 2011
ÇOBAN ALİ VE SÜT KAYNATMA

Kırıntı Köyü'nde, büyük-küçük herkes O'na Çoban Ali derdi. Ali amca, Ali abi veya Ali Dayı diye çağırsan, kimse onu tanımaz veya hangi Ali'en bahsediyorsun derler. Kendisine Çoban Ali diye hitap edilirdi (Nur içinde yatsın!). Güler yüzlü, sevecen bir tipi vardı. Şapkası, kafasında daima hafif yan dururdu. Davarı hep ıslıkla yönetir, istediği yöne yönlendirirdi.

1982 yılında ailecek köye gittik. Göç yaylada idi. Biz de, eşim Nülüfer; kızlarım: Leyla, Deniz ve Oğlum Erdal ile birlikte yaylaya gittik. Çoban Ali'ye, yaylanın alt tarafında, davarını otlatırken rastladık. Hoş beşten sonra:
-Ali abi, dedim. Eskiden olduğu gibi, yarın seninle ben de davar yaymaya gitmek istiyorum!
-Olur, gidelim, diye karşılık verdi.

Bizi yaylaya, Etemlerin İpeği (halamın gelini) davet etmişti. Yaylada üç gün kaldık. Ertesi gün, erkenden davarı alıp, yaymaya gittik. Davarı, kuşlukta sağılması için yatağa getirdik (Yatak: davarın sağıldığı ve yattığı yer). Tekrar, davarı alıp yaymaya gittik. Çoban Ali'ye:
-Yarın Soğuk Pâr'ın orda, süt kaynattığın yerde, bizim çocuklara süt kaynatır mısın? diye sordum.
-Olur, yarın öğlene doğru gelin, ben her şeyi hazırlarım, dedi.
Ben, sütün kaynatma işini çocukların görmesini de istiyordum. Ertesi gün, yayladan saat on buçukta yola çıktık, Erdal dört yaşındaydı. Düşe kalka sözünü ettiğimiz yere vardık. Burası, Soğuk Pâr'ın batısında yayladan tarafta bulunan kayalık yer. Kayaların üst tarafı biraz düzlük. Ateş geçmek üzereydi, davar da Soğuk Pâr'da su içip yayılıyordu. Çoban Ali, oturmamızı söyledi. Oturduk.

Kendisi ateşten aldığı kızgın taşları, soğuk suya batırıyor ve sütün içine atıyordu. Büyükçe bir kabın içinde ki süt, fokur fokur kaynamaya başladı. Çocuklar, sütü içmenin ötesinde, sütün taşla kaynatılma biçimine takıldı kaldılar. Çoban Ali, çocukların hayret ve heyecanını anladı. Çocuklara, bu olayı anlattı:

-Önce tezekleri topladım. Sonra, bu gördüğünüz yumruk büyüklüğündeki yuvarlak taşların etrafına tezekleri koyarak ateşi yaktım. Bu ateş, taşları kızdırınca, kızgın olan bu taşları, gördüğünüz gibi önce suya, sonra da sütün içine koyup kaynattık. Sütü de, şu gördüğünüz koyunlardan sağıp aldım. Sağma işini biliyor musunuz çocuklar?
-Biliyoruz, onu yaylada gördük.

Çocuklar bu süt pişirme işini yıllarca anlatıp durdular. Şimdilerde bunun gibi süt kaynatma işini, bırakın bir kenara, köyümüzde koyun kalmadı. Nerdeen nereye?
Sadece köyümüz mü, tüm dünyada yaşam inanılmaz derece değişti.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

29.Öykü - 20 Nisan 2011
KURT YAVRUSU

Sabahları kozalak toplamaya gider geri kalan zamanda da yaylanın çeşitli yerlerinde gezerdik. Bazen de sabah kozalağa gitmez akşamüzeri giderdik. Bir öğlen sonu kozalak toplamaya gittik ve yaylaya döndüğümüzde eski yatağın (şimdi oralar yayla oldu) oradan baktık ki yaylanın ortasında bir kalabalık halka şeklinde duruyor ve arada da geri hoplayıp bir daha yanaşıyorlar. Biz hemen yaylalara kozalağı bırakıp, kalabalığın olduğu yere gittik.

Çoban Ali bir kurt yavrusunu yakalayıp kayışla bağlamış elinde köpek tutar gibi tutuyor. Kurt yavrusu da arada millete saldırıyor, kalabalık bir anda geri kaçıyor, tekrar kurt yavrusunun başına birikiyordu. Etrafta ise köpekler havlayıp duruyordu. Bazı kadınlar Çoban Ali'ye bağırıyor, çağırıyorlardı. Arada da küfür söyleyip, ula bunu nerden yakaladınsa götür, oraya bırak, yoksa anası gelir gece davarı hep kırar. Bu kadınlar Kerimgilin Cücüğü, Yaz Gülü, Altıkulacın anası Mehri, Cicim Ali'nin Hanımı, Celemenin Kızı, Sabah, Zilif, Anşa'nın Gelini, Molla Ali'nin İpeği, Fikri'nin Hanımı Şinikli Kız, Karakız Ana, Helim'in karısı Çallı Kız, Gasım'ın Mehri ve daha ismini hatırlayamadığım bir çok saygı duyduğum kadınlar.

Çoban Ali gülüyor, bir şey olmaz diye de arada kadınlara bağırıyordu. Kadınlar ise bildikleri meşhur küfürleri Çoban Ali'ye sayıyorlardı. Kadınlardan baş gelemeyince tamam götürüp bırakırım diyor ama kadınlar çok tedirgindiler. Akşam oldu, Ay ışığı süt gibiydi. Çoban Ali Hancıgilin Fikri'sine ula gel bunu götürelim dedi. Fikri de Şeyh gilin Mustafa'ya gidelim dedi. Daha sonra Zilifgilin Hüseyin'ine, Molla Aligilin Şükrü'yle hatırlayamadığım bir iki kişiye de gelin dediler.

Hep beraber Soğuk Pârın altındaki kayalığa kurt ininin olduğu yere gittik. Çoban Ali, Fikri ve Mustafa, inin olduğu yere gittiler, biz de biraz geride sessizce onları beklemeye başladık. Arada bazen kurt yavrularının sesini duyuyorduk, yavruların anası gelip yavruları emzirecek, bizde kurdu ve yavrularını göreceğiz diye beklerken, saat olmadığından orada ne kadar bekledik bilinmez. Sonunda yavruyu bırakıp geldiler, yaylaya dönelim dediler. Hep beraber Avluğun altına yaylaya bakacak yamaca geldiğimizde, yaylada bir afan tufan kopuyor ama ortalık yıkılıyordu. Çoban Ali, arkadaşlar davara kurt daldı galiba kadınlar bağırıp çağırıyor dedi. Koştuk. Çoban Ali ıslık çalıp bağırıyor geldim geldim diye kadınlara sesleniyordu. Kadınların Çoban Ali'ye küfrü ortalığı yıkıyordu.

Yaylaya vardık. Kurt üç kere davara dalmış ne olduğu bilinmiyordu. Çoban Ali, hemen davarın yanına gitti. Çoban Ali 25-30 senedir köyün davarını yaymaktadır. Bütün davarı sayısına kadar, kimin davarı, kimin koyunu hepsini, davarların sahiplerinden daha iyi tanırdı.

Çoban Ali, Ay ışığında davara iyice baktı ve bir koçun yok olduğunu anladı. Belki bir yerlerden çıkar gelir diye ses çıkarmadı. Ama koçun kime ait olduğunu söylemedi. Sabah kalktığımızda Keleşin kızı (Sultan gilin Ali Öğretmenin hanımı) ağlıyordu. "Bizim mor koçu kurt aşağı derede yemiş," dedi.

Babuko - ANKARA

----------------------------------------------

28.Öykü - 11 Nisan 2011
İKİNCİ GELDİK

Yıl 1956
"Ey millet! Duyduk duymadık demeyin, yarın göç yaylaya gidecek!"
Köy bekçisi Toraman dayı bağırıyor, köy heyetinin aldığı kararı böyle bildiriyordu.
Selvinin Ali'si, (biz dedeme aga diyorduk) kağnıyı yükledi, tekerleklere birer helki (kova) su döktü. Kağnıyı tekrar kontrol etti ve yattık. Yaylaya gideceğiz diye; ben de çok seviniyorum, bu sevinçle de uyumuşum.

O yıllarda saat olmadığı için; az mı yattık, çok mu yattık bilemiyorum! Agam öküzleri koşmuş, beni uyandırdı ama gözlerimden uyku süzülüyordu

Böylece yola koyulduk. Ben hem gidiyor, hem de uyuyordum. Uyur gezer gibiydim.

Sofugile, oradan değirmenlerin oradaki yokuşun başlayacağı dereye vardık. Dereden, taze tekerlek izleri sulu gene karşıya geçtiği belli idi. Agam dereden karşıya baktı ve "bizden önde bir kağnı gidiyor," dedi; ama hayıflanıp söyleniyordu: "Bizimkiler öğlene kadar yatıyor; bak, el yaylaya varmış bile. Çok geç kaldık!" deyip duruyordu.

Biz, armutlu düze çık çıktığımızda önde giden kağnı da Mahmutcukları geçmiş oluyor. Biz, Mahmutcukları geçmiş olduğunda, o hâliyle çiçekli çayıra çıkmış oluyor. Biz çiçekli çayırda, o madenin dereyi geçiyor; derken yaylaya gittik ki Sofugil'den Deli Memmet öküzleri çözüyor. Agam söylenip duruyor: "Bak güneş öğlen oldu!" diyordu. Demiyor ki biz ikinci arabayız bizden sonra bütün köylü gelecek!

Kağnıların haricinde, köyden yaylaya karı kız çok kişi de yürüyerek gelirdi. Bunlar petekliğin kıranından, yoğurt taşlarından, Kayanın önünden, Mahmudun gözesinden, Çiçekli çayır, Tuğ kıranı, derken yaylaya gelirdiler. Yayladaki bazı yapılacak işleri yapıp geri köye giderlerdi.
Zilif anamlar da geldiler. Agam, "Gız garı, siz öyleye kadar yatıyorsunuz; bak, Sogilli Memmet bizden önce geldi."
Zilif anam, "Herif,sen Abdallı'dan çıktığında; Memmet de Soogilden çıksa elbette Deli Memmet senden önce yaylaya gelir, bunda ne var," dedi.

Etraftan duyanlar, hem şaşırıyor, hem de hayret ediyorlardı. "Ali ağa ayıp ediyorsun, böyle şey görülmedi, bak bütün köylü sizden sonra geldiler" deyince agam,"He ula, he; hepiniz, benim garıdan yana oldunuz," deyip köylüye kızıyordu.

Herkes bu olaya bir anlam veremiyor, ula Ali ne adamsın deyip gittiler.
Bizim yaylaya ikincilikle gelmemiz epeyce söylendi durdu.
Agam gene, "Gız garı, bak bunu gabul etmem, bir daha öyleye gadar yatmak yok," deyince; Zilif anam da, "Herif hiç yatıp uyumayız," dedi ve "töybe töybe!" diyerek, dedemi susturdu.
Babuko Hüseyin -- ANKARA

---------------------------------------------
27.Öykü - 11 Nisan 2011
YAYLA GÜNLÜĞÜ

Bekçi, akşamdan bağırıyordu.
-Eeeey millet yarın mezarlıklar üstüne ziyarete gidilecek. Öbürsü günde yaylaya göçülecek, duyduk duymadık demeyiiiin.

Herkes mezarlık üstüne gider. Akşam olunca da kağnı arabaları yüklenir. Ertesi gün yaylaya göçülürdü.

Kağnı yüklenip, hazır ola
Şafak vakti yola koyula
Herkes yaylanın yolunda
Siz de ho deyin yaylaya.

Yaylaya göçüldüğü andan itibaren de yayla günleri başlardı. Yaylaya gittiğimizde, en çok yaylanın, otlu, yeşil ve çiçekli oluşu hoşuma giderdi. Öküzler ve camuşlar yaylanın içindeki yeşil ve çiçekli otları yayılırken ortalık bir renk cümbüşüne ve kargaşalığına bürünürdü.

Yaylada davar otlar, gezer
Akbabalar havada süzer
Ana, baba kağnıyı çözer
Kırıntı böyle, yaylaya göçer.

Köpeklerin havlaması, koyun sürüsündeki koçların boğazına takılı keleklerin (çanların) çıkardığı sesler yaylanın yayla oluşunu tamamlardı. Yaylada şömine ocaklarından çıkan dumanın görüntüsü ve yaylanın üzerine hafif bir bulut gibi çöküşü yaylaya ayrı güzellik ve hava katardı.

Karadoruğa kozalak getirmeye gittiğimizde, ormandaki çam ağaçlarının fışırdayarak ses çıkarması, o anda ağaçlardan çıkan polenlerin ormana dalga, dalga yayılışı, görülmeğe değer bir manzara oluştururdu. Ormanda değişik yerlerden, derinlerden ve ötelerden gelen uykurma sesleri, yanık bir türkünün nağmeleri insanın yorgunluğunu alıp götürürdü.

Yaylada, o zamanlar yanlış olduğunu bilmediğimiz, sıyırtma soyup yemek bir kan değerdi. Sepetlerimizi kozalak doldurup yaylaya giderken, şakalaşarak gitmek bir ömre bedeldi.

Arkadaşlarla, yaylanın gölünü taş ve çimlerle yapıp, çimdiğimiz, buz gibi suda titrediğimiz unutulur mu? Öyle gün olurdu ki iki kere çimerdik.

İlk günlerde öküzler ve camuşlar Davut yurduna sürülürdü. Öküzleri getirmeye gittiğimizde tutya tarlası ile karşılaşırdık. Tutyanın irisini ve en güzel açanlarını toplar top, top yapardık.

Gittim taştan taşlara hopladım
Davut yurdunda tutya topladım
Top, top yapıp mis gibi kokladım
Sende top, top yapıp kokladın mı

Bu tutyaların kokusu ve insana verdiği neşe unutulur mu? Bu koku yaylanın, ilk günlerinin kokusudur.
İlk zamanlarda öküzler ve mallar takip edilir, yaylaya sürülürdü. Sonraki günlerde mallar alışır yaylaya akşam olunca kendiliğinden gelirdiler. Gene de çocuklar toplanır akşamüzeri öküzleri dağlardan yaylaya sürerdik.

Kimi yaylacılar yaylaya tavuk ve horoz getirirlerdi. Bu horozların ötüşü yaylaya ayrı bir zevk verirdi. Bazen ayı ve kurt görenler olurdu, bunu zevk ve heyecanla anlata, anlata bitiremezlerdi.

Bazı günün akşamları ay doğar ve ortalık süt gibi olurdu. Böyle akşamlarda saklambaç oynardık. Öküzlerin, camuşların veya ineklerin arasına saklanırdık. Bazen bu saklanma anında üstümüz mal boku olurdu, dereye iner üstümüzü yıkardık. Bazen de sırgana dolaşırdık ki, sırgan muazzam bir şekilde bizi yakardı, o akşam zehir olurdu.

Bazı akşamlar gramofon çalarlardı. Taş plaklardan yanık bir uzun hava türküsü duyulurdu. İşte o zaman yayla bir sessizliğe bürünürdü. Herkes bu yanık nağmeleri ve uzun hava türküleri dinlerken, bir kocakarının, oğlum falanca plağı da koyda dinleyelim diye seslenişi ki. Bu ses geceye daha da neşe getirirdi. Çalınan plağın havasına göre hep birden, uykurma ve nara sesleri ortalığı velveleye boğardı.

Hani karanlıkta ay ışığı çıkanda
Yaylaya sakinlik huzur çökende
Kurt davardan koyunu götürende
Ortalığı velvele kaplayan yaylalar, oy.

Bu seslerin maksadı, yaylaya kurt ve ayı gelip davara, mala saldırmasın. Gramofon çalındığı zamanlar muhakkak delikanlılar, kızlar ve gelinler anuğa gideceklerdir. Onun için köyden, sağdan soldan gelip yaylada toplanırlar. Sabah erkenden kalkıp anuğun dağlarına giderlerdi. Anuğa gidilecek dendi mi, o günlerde köyde ve yaylada bir bayram havası eserdi.

Öyle gün olurdu ki, Lazların atları ve katırları yılkı şeklinde yaylaya gelir veya dağda otlarken görülürdü. Atları yakalayıp binelim diye kovalayıp dururduk. Her gün, ilkindi olunca dağda otlayan öküzlerin peşine gider, yayıldıkları yerlerden yaylaya sürerdik. Müsait olan yerlerden taş ve kaya yuvarlar büyük bir zevkle seyrederdik.

Köyden ziyaretçiler gelirken, köy gülü de getirirlerdi. Bu güllerin kokusu bir kan değerdi. Gene ziyaretçiler köyden taze fasulye, gardif ve pancar fidesi getirirlerdi. Bu gelen navaleden yemek pişirirlerdi. Bu yemekler çok lezzetli ve güzel olurdu. Bu yemeklerin tadı hiç unutulur mu? Gene gelirken ekşi elma ve mısır getirirlerdi. Mısırları közlemek için soyarken, mısırların kendine has bir güzel kokusu olurdu, bu koku göçün yayladan yavaş, yavaş inme zamanının geldiğine işaretti.

Ziyarete gelenler akşam yatar, sabahleyin köye dönerlerdi, giderken de yoğurt götürürlerdi. Yoğurt götürenlere tembih ederlerdi ki, yoğurt taşlarına yoğurt dökün de geçin. Bu yoğurt dökme işi, köyün gelenek ve göreneklerine ayrı bir anlam katardı.
Bazen yaylada hayvan leşi olurdu, bu leşi uzağa sürükleyip götürürlerdi. Bu leşe yetmiş, seksen tane akbaba inerdi. Akbabaları kovalamak ayrı bir zevk ve heyecan verirdi. Çok nadir de olsa yaylaya meyve satmaya gelen olurdu. Kiraz, dut, armut ve kaysı satardı. Bu meyvelerin tadına doyum olmazdı.

Beş altı kocakarı kendi aralarında çiğ biriktirirlerdi. Ölçüleri bir çam dalı olurdu.

Hani kazanlara çiğ koyanlar
Hazdan ölçü çentik yapanlar
Çükelik çiğ tuluğu yayanlar
Çiğ tuluğuna da kalmayan yaylalar, oy.

Bu çam dalına kertik, çentikle işaret yaparlar ve adına haz derlerdi. Bu biriken çiğ yoğurdu, büyük tuluklarla yayar çükelik ve tere yağ yaparlardı. Bu günlerde muhakkak yaylada kuymak pişirilirdi.

Hani kuymak yok mu diyenler
Kuymağın piştiğini görenler
Ana eline sağlık diyenler
Anada kalmadı kuymak ta yaylalar, oy.

Kuymak yaylanın ve hatta Karadeniz yaylalarının baş yemeği sayılır. Yaylanın son günlerine doğru, yaylada kurak bir hava oluşur ve her taraf kupkuru olurdu. İşte o zaman yaylaya bir tezek kokusu yayılırdı. Hava hep tezek tozu ve normal toz olurdu. Bu durumda yaylanın içi kupkuru olurdu, gerçek yaylalar meydana çıkar, dana kozları ile yayla ayrı bir güzelliğe bürünürdü.

Hani elli altmış hane olurdu
Hava hep tezek kokardı
Sakallı dedeler köşede otururdu
Tadı gidip adı kalan yaylalar, oy.

Her taraf bomboz olur, ot kalmazdı. Yayla, yalın ve çıplak bir renge bürünürdü. Ottan ve yeşillikten görünmeyen yayla, son günlerde en ince detayına kadar meydana çıkardı. Yayla o zaman yaylalıktan çıkar, tezek ve toz rengi bir birine karışır hava hep tezek kokardı.

Bu tezek kokusu, yayladan inme zamanının geldiğine işaretti. Ve yaylacılar Karaburgaya hazırlanırdı.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------
26. Öykü - 03 Nisan 2011
ORMAN VE KAZMA (GAZMA)

Kazma: Büyük şehirlere göçü hızlandıran etkenlerden birisi oldu.

Ormanın kazma ile kazılması bir yana, toprağının yağmur ve sel suları ile erozyona uğrayıp akıp gitmesi de çok önemli. Çünkü ormanın kökünü, kömecini kazma ile söküp çıkardılar. Toprak çıplak araziye döndü. Tutunacak ot ve kök kalmayınca, toprak akıp gitti. Köyümüzün toprağı bu şekilde, yağmur ve sel suları ile akıp erozyona uğramıştır.

Sıra Kân'a gelmişti, köylülerimiz, Aşağı Kân'ı kırıp getiriyorlardı. Civrişon'a (Konaklı Köyü) yakın olduğundan, köylülerimiz oraya kazma ile değil balta ile girdikleri için orası yine orman olarak kaldı.

Orta ve Yukarı Kân, Kırıntı köyüne daha yakın, kazması ve kesimi de daha kolay olduğundan, Konaklı köyünden de engelleme az olunca, sökülüp kırılmaktan kurtulamadı.

1930 - 1970 yılları arasında Aşağı Kân'dan, Kızlar Kalesine kadar ve Kân'ın, Keliflerinin üst tarafından Çalgan Ormanına kadar her taraf sökülüp kırılmaktan kurtulamadı. Buralar, bir kütük ve bir dal kalmayıncaya kadar sökülüp kesildi. Çıplak ve bozkır oldu.

Kân'ın yaylalarından, aşağı Kân hizasının karşı tarafında biraz orman vardı. Bu yerlerin tümünü bizim köylüler kırdı, söktü ve talan etti.
Ben çocukken, yukarı Kân'dan kağnı ile odun getirdiğimizi biliyorum. Şimdi Sultangilden yukarı Kân'a kağnı ile gidildiğine kim inanır. İşte, erozyonun varlığına en büyük delil de bu yoldur. Nerede ise, insanlar yaya gidemeyecek kadar erozyona uğramıştır.

Sonbahar aylarında, babamlar, geceden Kân'a odun sökmeye giderlerdi. Sabah erkenden anamlar beni kaldırıp, kağnıyı koşar ve bana, Kân'a sür derlerdi. Ben, kağnıyı sürerken bir bakıyorum ki otuz (30), kırk (40) kağnı daha Kân'a gidiyor. Ayrıca mayıs, haziran aylarında kağnı ile gidenlerin dışında, kadınlar da Kuşağın ardına (büyük Ardıç ağacının arkası) sabah erkenden gider orada odun söker, sırtlarında getirirlerdi.

Keliflerin Pârı'na kadar giderdim. Babamlar, oradan gelir kağnıyı odun söktükleri yere götürür ve söktükleri odunları yükler, sonra eve dönerdik.
Konaklı köyünden korucu ile on beş, yirmi kişi kadar gelirlerdi. Fakat korkudan pek fazla yaklaşamazlardı. Çünkü bizim köylüler altmış veya yetmiş kişi kadar olurdu. Bu böyle sürüp giderdi.

İki köy arasında yine de cevizin kabuğunu dolduracak bir olay çıkmazdı. Nice ki bu ormanlar tükenince, odun sökme işi de kendiliğinden sona erdi. Böylece, büyük şehirlere göçmenin etkenlerinden birisi de bu oldu.

2010 Eylülünde Kırıntı köyüne gittim, her bir tarafı gezdim. Kân'a da gittim. Aşağı Kân'dan itibaren, Ağyara kadar her tarafın ormanla, yani yabani kavakla kaplı olduğunu gördüm. Kendi adıma çok sevindim, çok da mutlu oldum. Çünkü, buranın toprağı, Kırıntı Köyü'nün bir ayıbını kapatmış ve örtmüştü.

Bundan sonra buraları kesmeye gidenlere, şiddetle karşı çıkmak ve engellemek bir insanlık görevimiz olmalıdır.

Babuko Hüseyin - ANKARA

---------------------------------------------

25. Değerlendirme - 01 Nisan 2011
İKİ SATIR YAZABİLMEK

Çok eskilerde veya bir zamanlar, "İki satır yazı da mı yazamıyorsun. İki satır yazıyı da mı hak etmedim!" gibi sitemli söylemler çok şey ifade ederdi. O devirlerde okuma yazma bilen çok azdı. Kağıt ve kalem zor bulunurdu. Gene de zor şartlarda yazı yazanlar günümüze göre çok fazlaydı.

Günümüzde, okuma- yazmayı bir kenara bırak, pek çok kişi üniversite mezunu. Üniversite mezunu demek, her bakımdan bilgili ve bilinçli insan demektir. Gel gör ki, günümüzde, bizim köylü üniversite mezunları, değil iki satır yazı yazmak, eline kitap alıp da okumuyorlar. Çevremdekilerden biliyorum.

Eğitimciler, öğretmenler, toplumun ilerisinde olması gerekenler kahveden dışarı çıkmıyorlar ki. En basitinden 'karadorukaa.com' sitesine bakınca belli olmuyor mu? Bu siteye kimler yazı yazıyor, öğrenim durumları ne, buna bir bakalım.

Muzaffer Bal: Meslek lisesi mezunu. Birbirinden güzel öyküleri ve araştırma yazılarını bizlerle paylaşıyor.
Yılmaz Bakar: Meslek lisesi mezunu. Bu arkadaş da durmadan yazıyor. Şiirleri çok güzel. Bana göre Yılmaz Bakar köyümüzün en büyük şairlerinden birisidir.
Hatun Aydoğan: Ortaokul mezunu. Yazıları ve anıları çok ilginç.
Esma Korkmaz: Ticaret lisesi mezunu, ticaret lisesini dışardan bitirmiştir. Yazıları ilginç, ustaca.
İsmail Aydoğan: Ticaret lisesi mezunu. Duyarlı yazılarıyla eksikleri ne güzel dile getiriyor.
Gülizar Aydoğan: İlkokul mezunu. En azından cesaretli, öyküsüyle bizi eski yıllara götürmeyi başarabilmiş.
Seçil Günel: İlkokul mezunu. Çok çok cesaretli. Anılarını çok ilginç, zevkle okuyoruz.
Sebati Günel: Ortaokul mezunu. Anıları ve değerlendirme yazıları birbirinden güzel.
Yusuf Aydın: İlkokul mezunu. Çok cesaretli. Yayınlanmış şiir kitabı var. Köy öyküleri kitabı da yolda.
Sayın Durmuş Öztürk: Emekli öğretmen. İlerlemiş yaşına rağmen, bilgisayarla ilgilenip dünyaya açılıyor, birbirinden ilginç yazı yazıyor.
Cemal Aydoğan: İnşaat Mühendisi. Öykülerinin şiirlerinin ne güzel olduğunu okuyanlar bilir.
Muharrem Aydın: Beden Eğitimi Öğretmeni. Belki de ilk kez yazarak kalema aldığı öyküler sizce de çok sürükleyici değil mi?
Ali Öztürk: Fen Bilgisi Öğretmeni. Öyküsünü ne güzel yazmış.
Ersin Öztürk: Köyümüzün dilini ne de güzel kullanmış.
Garipoğlu Hüsnü:Cesur ve iddialı.
113 Hüseyin (Ben): Meslek lisesi mezunuyum. Yazılarımın değerlendirmesini size bırakıyorum.

Değerli site dostları, bu kişiler, edebiyatçı değil sadece eline kalemini alıp, anılarını ve hatıralarını yazıp sizlerle paylaşan cesaretli insanlar. Yazıları bu gün belki sizlere yavan gelebilir. Her bir satırın değeri yıllar geçtikçe anlaşılacaktır.

Bu anı ve öyküleri birçokları okuyorlar, bunu biliyorum. Arkadaşlar, yazmanızı öneriyor, yazılarını heyecanla bekliyoruz. Anılarınızı şimdilik yazmasanız bile yayınlanmış olan anı ve öykülerle ilgili değerlendirmelerinizi Konuk Defteri'ne yazarak destek verebilirsiniz. Ayrıca bu anı ve öykülerde sizlerin, bazılarınızın da ismi geçiyor veya o öyküde sizler de varsınız. Eleştirilerinizle yazıların daha da geliştirilmesini sağlayabilirsiniz.

Site her ne kadar Ali Aydoğan tarafından hazırlanıyor, yönetiliyor olsa da bir bilgi havuzuna dönüştüğü için hepimizin olmuştur. Bilgilerimizi bu havuzda biriktirerek köylerimizin dününü ve bugününü geleceğe taşıyabiliriz.
Tüm site dostlarına saygılar sunuyorum.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

24. Öykü - 29 Mart 2011
T E Z E K

Köyümüzün nüfusu o kadar arttı ki, her evde bir iki gelin, ayrıca yine evlenme çağına gelmiş, delikanlı veya kız vardı.

Ormanlar, kazma ile söküle söküle, veya balta ile kesile kesile, ormanda odunda kalmamıştı. Civrişon (Konaklı) köyü'nün ormanını hep bizim köylüler getirip yakardılar. Aşağı Kân'dan, Kızlar kalesine kadar, derenin, bizim köyden tarafını hep kesip, söküp getirip yaktılar. Kân'da bir dal odun görünmüyordu.

Dereden bu taraf hep cıbız kaldı. Dereden öbür tarafta Çalgan köyünün ormanı vardı. İşte bu durumda köyden göçler de başladı. Millet odunsuz kalınca başladılar arazideki tezekleri toplamaya. Öğle zaman olurdu ki bizim arazide, Kân'da, ve Çanakçı yaylasın da tezek bile bulunmazdı. Bir sepet tezek için çanakçı yaylasına giderdik.

Yine bir gün, sepetleri sırtımıza aldık, Kân'ın yaylaya doğru tezek toplayarak gidiyorduk. Tezekçiler Cafair Hala, oğlu Mustafa, kızları Elmas, Firdes ve Seher. Biz ise anam (Sultan), ben (113 Hüseyin), bizim Hasan, ayrıca yanımızda Sarı Kız gilin, İpek, Kadıncık var mıydı, orasını pek bilemiyorum.
Kân'ın, Yayla evlerinin az yukarısın da, derenin Kırıntı tarafında, çayırlı bir alan vardı. Çayırlığın dereye yakın yerinde, bir göze bulunuyordu. Uzaktan baktık gözenin yanında bir hayvan yatıyor, fakat ne olduğunu anlayamıyorduk. Biraz daha yanına yaklaştık, boz renkli bir hayvan. İyice yaklaşıp baktık ki, ayı yatıyor. Uyuyor mu, uyanık mı, diye seslenip hoholadık. Bağırıp, ıslıkladık bir hareket yok. Ürkerek, yanına yaklaştık ki, ayı ölmüş, yarası da vardı.

Demek ki kurşun yarasıydı. Gözeden su içip, üç-beş metre ötede ölmüş, yatıyordu. Hiç ayı görmemiştik, ayı leşini iyicene seyrettik. Daha yeni öldüğünden leşi de kokmuyordu.

Epey sonra, sepetlerimizi tezekle doldurup, köye yöneldik.

Babuko Hüseyin--ANKARA

----------------------------------------------

23. Öykü - 22 Mart 2011
ALATTİN'İN KAYA TIRMANIŞI

Yılını hatırlamıyorum!
Göç yaylada, bütün çocuklarla dağda bayırda geziyoruz. Umumiyetle de Soğuk Pâar'ın oralara gidip, yayılan öküzleri akşam olunca toplayıp yaylaya sürüyoruz.

Gene, bir gün yayladan çıktık. Arkadaşlarım kimlerdi hatırıma gelmiyor, ama Alattin'i (Öğretmen Hüseyin Öztürk)hatırlıyorum; çünkü hikâye onun hikâyesi.

Tuğ Kıranı'nın üzerindeki çam ağaçlarının üst hizasından Soğuk Pâar'ın dere kıyısına geldik Yukarı Çiçekli Çayırdan, Soğuk Pâar'a bakıldığında solda, ormanın üst tarafında büyük kayalar var. Hikâye işte bu kayalarda başlıyor.

Alattin ile ikimiz kayaya tırmanıp, kayanın üstüne çıkmak istiyoruz. Aklımıza nerden geldiyse, tırmanma başladı, ikimiz kayada epeyce tırmandık. Ben baktım ki tırmanmak çok tehlikeli, korktum ama, aşağıya da zar zor indim. Alattin habire yukarı tırmanmakta.
Ben, aşağı inince Alattin'e bağırdım: "Hey, aşağıya in, çok tehlikeli oluyor!" Alattin inemiyordu, kayanın tam ortasına kadar tırmanmıştı!

Ben, kayanın sol tarafından dolanıp, kayanın üstüne çıktım, Alattin yoktu, daha yukarı çıkmamıştı. Alattin"ee bağırdım: "Nasılsın?" "Geliyorum!&" diye seslendi; fakat sesinden korku ve heyecan seziliyordu ve sesi yankılanarak duyuluyordu: "Hüseyin sus, bağırma! Çünkü, dikkatim dağılıyor."Ben ses etmedim, Alattin'i korkuyla ve heyecanla yukarda bekliyorum. Epey zaman sonra, mırıldandığını ve yukarı yaklaştığını anladım.

Aradan epey zaman geçti, Alattin'in ellerini yukarı attığını ve sağlam bir yerden tuttuğunu gördüm ve çok sevindim.

Sonunda Alattin yukarı çıkabildi, konuşmadan sırtüstü taşın üzerine uzandı. Bet beniz kalmamış, suratı bembeyazdı, korkmuştu! Korkudan konuşmuyor, habire derin derin soluyordu.

"Bir daha böyle bir yanlışlık yapmayacağım. Az kalsın düşüyordum. Bir kere aşağı baktım, gözüm iyice korktu, aşağıya da inemiyorum, yukarı çıkmak en iyisi, dedim ve uğraşı uğraşı çıktım! Şu anda bacaklarım titriyor, yürüyemem, biraz dinlenelim," dedi.

Aradan hayli zaman geçti ve Alattin ayağa kalktı, sendeleyerek yürüyordu.
Soğuk Pâar'a çıkmadan dolaylı gene yaylaya gidiyoruz. Alattin arada bir sevincinden gülüyor, ama korkunun sarmalından kurtulamamış, kesik kesik anlatıyordu. Böylece yürüyerek yaylaya geldik. Arkadaşlar da malları toplamış yaylaya bizden sonra geldiler.

Yıllar, yıllar sonra Kırıntı'ya gittiğimde bu kayaları görünce işte Alattin Hoca'nın kayaları dedim.
Hasanağanın dolandığı taş varsa, Alattin'in de tırmandığı taş var diyorum, kendi kendime.

Babuko Hüseyin-- ANKARA

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

22. Öykü - 22 Mart 2011
OKULA KOZALAK GETİRME

Bir hafta önceden öğretmenlerimiz, Niyazi Bal ile Şükrü Öztürk, çocuklar bir hafta sonu cumartesi, okula kozalak getirmeye Karadoruğa gideceğiz, dediler. Herkes hazırlansın, kimsede gelmemezlik etmesin, diye sıkı sıkı tembih ettiler. Herkes götürebileceği bir sepet veya çuval getirsin, dediler.

Cumartesi geldi, bütün çocuklar (talebeler) okulda hazırdık. Okulumuz da Yeniköy'ün çocuklarıda gelip okuyorlardı. Niyazi öğretmen bir düdük çaldı ve hep beraber yürüyüşe geçtik. Sofugilden, Değirmenlerin dereden Harmancığa, oradan Kayanın önünden, Mahmudun gözesine, Çiçekliçayır derken Karadoruğa vardık. Bağıra çağıra, türkü söyleyerek, şakalaşarak, birbirimizi ayı geliyor diye korkutarak sepetlerimizi doldurduk. Bir düdük daha öttü hepimiz Madenin derede toplandık. Gelmeyen var mı dendi. Herkes arkadaşına baktı tamam dediler. Geri dönüş yolculuğumuz başlamıştı.

Niyazi öğretmen, 113 Hüseyin'e, "Bak Hüseyin bu talebeleri Tamas'ın Değirmeninin orda ki Terek taşın altından geçerken tek tek sayacaksın. Şimdiden en önden gitmeye çalış." dedi. 113 Hüseyin dördüncü sınıfta, okul ve sınıf başkanıydı. Hemen ileri atıldı ve talebelere, "Dağılmadan gidin, ileri de gitmeyin, Terek taşında da talebeleri tek tek sayacağım, öğretmelerimiz söyledi," dedi.

Gene güle söyleye Terek taşa yaklaşıldı. 113 Hüseyin Terek taşta yerini aldı, başladı saymaya. Bir, on, otuz, altmış, yetmiş, doksan, yüz on, yüz yirmi, yüz yirmi üç ve yüz yirmi dört, öğretmenler de geldi, "Evet 113, sayı kaç?" diye sordular. 113, öğretmenlere , yüz yirmi dört deyince, aferin iyi saymışsın dediler.

O gün, Kırıntı Köyü ilkokulunda tam yüz yirmi dört (124) öğrenci vardı. Bu sayıya Cicimali gilin Belandan bir öğrenci ve Kayacık Köyün den de, Posbıyık'ın torunu Kemal de vardı. Bunlar ile talebe sayısı yüz yirmi dört (124) ediyordu.
O günden, bu güne Kırıntı Köyü ne kadar değişmiş, köylerimiz ne kadar göç vermiş görüyorsunuz.
Şu anda Kırıntı köyü İlkokulu kapalı. Köyde de ilkokula gidecek bir çocuk (talebe) yok.
Ne üzücü değil mi?
Babuko Hüseyin

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

21. Öykü - 19 Mart 2011
ÇEŞMEYİ TAŞLAMAK

Selvi'nin Ali'si yerden aldığı taşı çeşmeye savuruyor ve ağzına gelen küfürleri söylüyordu. Arada da uf başım, deyip kafasını eliyle yokluyordu, bakayım kafamdan kan çıkıyor mu diye.

Şehri Hatun, çeşmenin kıyısında bu olayı en iyi gören olarak, Zilif anama anlattı. Agam genelde belini eyer ve hızlı yürürdü. O günde öküzleri su içirmek için pâra götürüyor. Öküzler çok susamış oldukları için, agamdan daha hızlı davranıp çeşmenin önündeki kurundan su içmeye başlıyorlar. Agam, öküzler bir zarar, ziyan yapmasın diye belini eyip hızla çeşmeye yanaşıyor, o anda da kafasını çeşmenin su akan oluğuna vuruyor ve birden agam sırt üstü yere yuvarlanıyor.

Kafası çok acımış olacak ki, ne yaptığını bilemez bir halde, yerden aldığı taşı çeşmeye savuruyor. Şehri Hatun, gülmekten dudaklarını ısırıyor. Arada da, Ali emiden korktuğu için, onu kolluyor, fakat Agam Şehri'yi görmüyormuş bile.

Dedem, eve geldiğinde, gız garı başıma baksana, başımı çeşmeye vurdum der. Sanar ki Zilif anam ona acıyacak, başına bakıp üzülecek.
Zilif anam:
-Herif sende gözünün önüne baksana. Kafanın, pârın oluğunda işi ne, deyince dedem bir paykuruyor ağzına geleni savrup, Zilif anamla kavga ediyor.
***

Hava çok sıcak, yol uzak ve dik. Agam Hasan ağanın dolandığı taşın yukarısında kızlar kalesinin orda ki çaşırlıktan bir yük daha çaşır getirmek için evden çıkıyor. Sığınaktaki büyük taşın oraya doğru, belini eyerek acele ile giderken kafasını yine yerli bir kayaya vuruyor. Kafasını, taşa vurmasıyla da kendisini yerde buluyor.

Yine aldığı taşı, kafasını vurduğu taşa savuruyor. Ağzına gelen küfürleri söylüyor. Yanındakiler gülmekten kendilerinden geçiyor, agamdan da korktuklarından her biri bir kömenin veya taşın arkasına saklanıyorlar.
Tabi ki, akşam yine evde, Zilif anamla kavga başlıyor.

Babuko Hüseyin --ANKARA

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

20. Öykü - 19 Mart 2011
ZAHRA YUMA KURUNU

Tahminen, 1955 veya 1956 yılları idi; çocukluk yılları olduğu için tahminen diyorum. Şimdi bizim köydeki evin olduğu yerde, derinliği 70 cm, boyu 3 m, eni 125 cm bir zahra yuma kurunu yaptılar. Suyu, Sığnağın dereden gelirdi.

Şükrü emim, nâm-ı değer Deli Şükrü, Şehrigilin bacasına çıkmış milletin olduğu yere doğru, gaptırıp ta gaptırıyor.
-Ulan İseyin, sana bir şey demiyorum, ama Gayrgilin İseyn'i bütün söylediklerim sana anasını, ırzını...

Millet de zahra kurununun başında, etrafına, çevresine bakıyor, çok güzel olmuş yapanların eline sağlık, diyorlar. Kurun, Uzun köyünden özel tahta getirilip yapılmıştı. (Uzun: Alucra'nın bir köyü). Kurunu, Şehrigilin Hüseyin, Zilif'in oğlu Niyazi, Urşangilin uşakları, Gayrgilin Hüseyin ve Döndü'nün oğlu Şevket birlikte yaptılar.

Özel olarak da açılış töreni yapıldı. Gününden önce kararlaştırdılar. Bu kurunun hizmete açılış kurdelesini da Şükrü emim kesecek dediler. Kurunun içini, dışını bir gün önceden tavşan resimleriyle süslediler. Bunun için okuldan tebeşir aldılar, öğretmenleri de davet ettiler.

Kurunun üstünü çadır ve kilimlerle örttüler. Ertesi gün davul zurna çalıp oynuyorlardı ve Şükrü emiyi de zorla oyunun başına geçirdiler. Bu arada Şükrü emi görmeden onun kaçacağı yolun etrafına, duvarlara ve çatmalara hep tavşan resimleri yaptılar.

Tören başlasın dediler, bir yumaktan ip kopardılar ve kurunun en uygun bir yerinden gerdiler, Şükrü emiye de bir makas verdiler ve Şükrü emi bu ipi kes dediler. Şükrü emi ipi keser kesmez, iki Hüseyin birden kurunun üstünü açtılar.

Deli Şükrü tavşan resimlerini görür görmez bir paykurdu ki, hangi küfürleri kime söylediği bile belli değil. Oradan bir kaçış kaçıyor ama, arada da geri dönüp ula Gayrın Hüseyin'i deyip elini sallıyor ve alışkın olduğu küfürleri de sayıyor da sayıyor. Kaçarken Zilifgil ile Şehrigilin aradan geçecek, bir baktı ki köşelerde tavşan resimleri var, kızgınlığı katlandıkça katlandı. Şükrü emi oradan kayboldu, ama millette bir gülme bir gülme ki, Şükrü emiyi çileden çıkardılar.

Şehrigilin Hüseyin abi:
-Arkadaşlar pek belli etmeyelim, biraz sonra Şükrü emim dayanamaz geri gelir, onu hoş edip gönlünü almaya çalışalım, tadını daha fazla kaçırmayalım, dedi.

Şükrü emi, biraz sonra gelip Alim öğretmenlerin bacadan verip veriştiriyordu. Alim hocanın anası Yeter bibi gitti, ula Şükrü ayıp ediyorsun, millet eğleniyor sen durmadan küfür ediyorsun, ayıp ayıp, deyince, Deli şükrü:
-Yeter bacı sana bir şey demiyorum, ama o iki İseyin varya, onların anasını, ırızını, deyip savuruyordu.

Yeter bibi, ula gel Şükrü, dedi ve elinden tuttu onun gönlünü yapıcı laflar söyleyip arada da oğlu Hüseyin ve Gayrın Hüseyin'ine bağırıyor, ula terbiyesizler, gelin Şükrü eminizin elini öpün, onu oyuna davet edin, diyor. millette Şükrü eminin etrafını sarıyorlar. Şükrü emi, yine arkadaşlar size bir şey demiyorum, ama o iki İseyin varya onların, anasını ırzını deyip bağırıyordu.

Gayrın Hüseyin'i geldi ve:
-Yav Şükrü emi bir eğlence yapalım dedik burnumuzdan getirdin.Keşke yapmasaydık deyince, Şükrü emi:
-Ula tosunum sana bir şey demiyorum. Tosunum ben sizi çok seviyorum, emme beni de çileden çıkarıyorsunuz deyince, Gayrın Hüseyin'i:

-Ula geri çekilin Şükrü emim oyunun başında oynayacak dedi ve zurnayı çalmaya başladı.

Millet zorla Deli Şükrü'yü oyunun başına geçirdiler. Zilifgilin harmanı yıkılıyordu.

Babuko Hüseyin--ANKARA


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

19. Öykü - 18 Mart 2011
Y I L A N

Yıl 2000. Yedinci ayın sonlarına doğru, Yılmaz Bakar ile Yeniköy'e gezmeye gittik. Celal abinin (Celal Kara, Allah rahmet etsin.) evine uğrayıp, Pehlül'ün türbesini ziyaret edecektik. Celal abinin evinden çıkarken, Celal abi:
-Ben de geliyorum; yalnız, Ankara derneğinin emeğinin geçtiği gölete gidelim, sonra da Pehlül'ün türbesine aşağıya geliriz,dedi.

Kabul ettik ve Celal ağabeylerin evinden çıktık. Ben de, Celal abiye, Gölet için Ankara'dan Cevat Günel, Şükrü Aydoğan, Solmaz Günel ve Ben Hüseyin Aydoğan, Yeniköy'e üç kere geldiğimizi, iki kere de göletlerden sorumlu ... beyi getirdiğimizi anlatarak gölete vardık. Göletin çevresini dolandık. Sonra geri döndük ve kapılı yurt denen yerden, Pehlül Dedenin türbesine gelirken yoldan, karşı hozan tarlaya baktığımda sanki aşağı doğru bir sırık geliyordu!? Heyecanla:
-Celal abi, şuraya, karşı hozana bak! dedim.
Celal abi de çok heyecanlandı.
-Ula, hakikatten sırık gibi bir yılan, gerçekten çok büyük, diye bağırdı.

Yılan dereye indiği anda, etraftaki serçe ve kurbağalar patur putur kaçıştılar. Yılan, başını dikti etrafı seyrediyordu. Gerçekten çok büyük bir yılandı. Celal abi "Ula, taş atalım" dedi ve bir yandan da taşa sarıldı. Ben de Celal abinin eline sarıldım, yahu bırakın seyredelim dedimse de Celal abi ile Yılmaz birer büyükçe taş attılar. Taşlar, yılanın iki-üç metre berisine düştü. Yılan, kıvrılarak derenin kıyısındaki söğüt kömelerine girdi. Yılmaz ile Celal abi büyük büyük kayaları kaldırıp kaldırıp yılanın girdiği kömelere vurdular, fakat yılan nasıl kaçtıysa bir daha göremedik!
-Celal abi, yaptığınızı beğendin mi? dedim.
Yılmaz ile Celal abi hayıflanarak:
-Gerçekten de keşke biraz seyretseydik. dediler.
Daha fazla zaman yitirmeden oradan ayrılıp türbeye gittik. Türbeyi ziyaretten sonra eve dönerken, her bir kömeden yılan çıkacakmış gibi korka korka Celal ağabeylere geldik.

Köyümüzde kimlerin yılanla ilgili anısı yoktur ki? Benim yılanlarla ilgili pek çok anımdan birisi buydu; paylaşayım dedim, umarım beğenmişsinizdir.

Babuko Hüseyin - ANKARA

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

18. Öykü - 14 Mart 2011
HIDIRİLLEZ GÜNÜ ( HIZIR- İLYAS )

Türkiye'de kutsal gün olarak bilinir.

Hızır, karaların Peygamberidir, İlyas da denizlerin Peygamberidir. Bu iki ulu kişi darda olup çağıranların imdadına yetişirlermiş.

Yine, bu iki ulu kişi, her yıl aynı gün de buluşurlarmış. Hızır, derya kıyısına gelir; İlyas da deryadan kıyıya gelirmiş ve buluşurlarmış. Bu günkü kullanılan takvimlere göre, mayısın altıncı günü, bir araya gelirlermiş.

Köyümüzde de bu gün, kutsal gün olarak kutlanırdı. Temiz ve güzel elbiseler giyilir, o güne ters düşecek iş ve çalışma yapılmazdı. Tarla- tapan işine gidilmez, yani çalışma olmazdı. Bilerek samı yapmak, yaş ağaç kesmek ve yeşillik toplamak olmazdı. Çünkü doğacak oğlak-kuzu ve dananın doğduğunda garip görüntüleri olacağına inanılırdı.

Bu günde herkes temiz elbiseler giyer, küsülü olanlar barışırdı.
Kır gezintisine çıkılır, çeşitli eğlenceler yapılır ve oyunlar oynanırdı.
Genelde köyümüzde davul-zurna çalınır, horan oynanırdı.

Yeniköy'den de insanlar gelir, hep beraber oyun oynanan yere gidilir, oyunlar oynanırdı. Oyun oynanan yerde, eş-dost birbirlerini kucaklar ve dertleşirlerdi.
Gençler oyun oynarken, yaşlılar çeşitli evlere dâvet edilirdi.
İki köy bir bayram havası içerisinde güler oynarlardı. Kemençe eşliğinde oyunlar oynanır, türküler söylenirdi.
Bu oyun oynanan yer genelde Zilifgilin harmanı olurdu. Çünkü, yabancılar gelip oyun oynayanları tedirgin etmesinler diye burası tercih edilirdi
Güzel oyunlar, iyi eğlenceler ve iyi Hıdırillez günleri dileği ile hoşça kalın.
Babuko Hüseyin - ANKARA

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

17. Öykü - 14 Mart 2011
KÖYDE YILBAŞI

Gününden önce fırınlar yanar, her ev kendi yiyecek ekmeğini pişirirdi. Bununla beraber, yılbaşına ait yılbaşı giliği de pişirilirdi. Bu gilik bildiğimiz poğaça büyüklüğünde olurdu.

Ayrıca, yılbaşı pâacı da pişirilirdi. Bu pâacın hamuruna bir tane gök boncuk konurdu. Yılbaşı günü, yemek yenirken bu pâaç sembolik olarak üçe bölünür, birinci parça kurdun, kuşun yani tabiatın olurdu. İkinci parça komşuların, üçüncü parça da ev halkının olurdu.

Boncuk; tabiat veya komşuların payından çıkarsa, bereket oralardan eve gelecek denirdi. Ev halkından birinin payından çıkarsa, o kişi evin şanslı kişisi sayılırdı.
Yılbaşı gecesi, köyün kutsal sayılan yüksek tepelerine ateş yakılırdı. Kuşağın Ardıcının tepesi (Köydeki çamlığın üstünde), Hıdırillez Tepesinde. Bu ateşler köyün gençleri ve kızları tarafından yakılırdı. Yanan ateşin etrafında semah dönülürdü.

Yine, köydeki çeşmelerin önünde ateş yakılırdı. Bu ateşe, her evden gelenler odun getirir, sabaha kadar ateşi söndürmezlerdi.
Yılbaşı gecesi, çeşitli telkinler neticesinde, küsülü olanlar barışırdı. Herkes birbirini tebrik eder ve niyazlaşırlardı.

Köylerimizde yılbaşı, Rumi takvime göre ocak ayının birinci günüdür. Miladi takvime göre ise ocak ayının on dördüncü günüdür. Arada on üç gün fark vardır.

Rumi takvime göre, ocağın birinci günü evlere bilerek kimse gitmezdi; çünkü, evin bozulması denen âdet vardı. Herkes denediği veya sınadığı kişileri evlerine çağırır, evlerini bozdururdu. Yani çağırılan kişi, evin eşiğinden içeri adımını attığı andan itibaren, ev bozulmuş olurdu.

Bu bozulma anlamı, yeni ufuklar, yeni umutlar ve iyi-güzel düşler diye açıklanabilir.
Ev sahibi, evi bozan, yani eve gelen kişiyi, güler yüzle karşılar ona çeşitli ikramda bulunurdu.

Evler umumiyetle öğlene kadar bozulurdu; çünkü, yaşam ve komşuluk ilişkileri devam etmek zorundadır.
Öğlene doğru mahallenin çocukları yılbaşı giliği toplamaya başlarlardı. (Şeker bayramında olduğu gibi).

Bu toplanan gilikler evde yenir veya kurda kuşa verilirdi. Ayrıca, evlerinde kendi pişirdikleri gilikleri, evlerin bacalarında kargalara atarlar; karga giliği kimin bacasında götürüp yerse o evden veya o sülaleden gilik atan eve gelin gelecek veya gilik atılan evden o eve gelin gidecek diye de bir inanç vardı.

Başka bir inançta, giliği atan kişi kargayı takip ederdi, karga giliği alıp yükseklere çıkar gözden kaybolurdu, derlerdi ki o kişi gurbete veya uzaklara göçüp gidecek.

Yine yılbaşında köyün veya mahallenin ulu kişisinin veya büyüğünün elini öpmeye gidilirdi.
Mümkün olduğunca temiz elbise giyilirdi.
Bu arada çocuklara harçlık verilirdi.

Böylece yılbaşı bir bayram havasında geçerdi.

Nice yılbaşılar görmek dileği ile hoşça kalın.
Babuko Hüseyin -Ankara


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

16. Öykü - 10 Mart 2011
KÖYÜMÜZDE SEVDİĞİM SAKALLI İNSANLAR

Yıl 1959. Ben, ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Mevsim kış, imanı billah bir kar yağdı ki, bir metreye yakın!.. Evlerden evlere, evlerden pâarlara kadar yollar açılırdı, çünkü; eve su getirilecek, hayvanlara su içirilecek; öyle olunca, mecburen yollar açılırdı. Herkes yol açınca, Kırıntı'da otomatik kış yol ağı oluşurdu. Bir anda Sofugilden, Sultangile kadar yollar açılmış olurdu.

Köyümüzde, her evde olmasa da, yine çok evlerde sakallı dede vardı. Ben, bu dedelerin, seksen- doksan yaşında olduklarını sanırdım. Babam gurbetten gelirken, dinî içerikli kitaplar getirirdi, yaşlılar ilgilenenler bizim evde toplanır, babamın getirdiği kitapları, bana okuturlar ve sohbet ederlerdi.

Sohbet, insanların yaşından başladı, "Ben altmış yaşındayım, falanca elli beş yaşında, şu altmış altı yaşında" derken Abas eminin yaşı da şu, o daha dünkü çocuk dediler. Ben bunların yaşını duyunca hayretler içerisinde kaldım. Hepside orta yaş veya biraz üzerinde imişler. Ben onları sakallarından dolayı seksen doksan yaşında bilirdim. Ben 113 Hüseyin, bu gün itibariyle altmış iki veya altmış üç yaşındayım. Demek ki ben de sakal bıraksam doksan yaşında görünürüm. Hayret çocukluğumda sakallıları çok yaşlı bilirdim.

İşte böyle bir sohbet ortamında, Hz. Muhammet'çocukluğundan, Peygamber oluşuna, Miraca çıkışından, Cennetteki Huri'lere, Kevser Irmağının tadından, Hayber Kalesine, Kerbela'dan, Aba Müslüm'e kadar her şeyi konuşuyorlardı. Ben de onları zevkle dinliyordum.

Anam, bolca makarna kesmişti, pancar çorbası ve hoşaf vardı, yediler karınları doyunca, "Sultan, bize bir çay demle de içelim, borcumuzu da yazın öderiz," dediler. Senin kağnı araban yok, sana kağnı ile yardım ederiz diyor, ve de gerçekten yardım ediyorlardı.

Bu kişiler, Sarı sakal, Cin Ali Dayı, Posbıyık, Selvinin Ali'si, Üsük Dede, Gayrin Ali'si (sakalı yok), Cicim Ali, Kerim'in İsmail'i (sakalı yok), Çil İsmail'in İsmail'i (sakalı yok), Sarıkızın İbrahim'i idiler.

Bunlardan bazıları cemlerde çok güzel sohbetler yaparlardı. Cin Ali Dayı cemlerde babalık yapardı. Köyün hepsi de sanırım onu çok severdi. Yaz gelince, elinde bir kazma-kürek, köyün yollarını düzeltirdi. Yaylaya giderken, Cin Ali Dayıyı Yoğurt taşlarının oradan Paltıçukur deresine kadar o bayır yolu genişçe açarken kaç kere gördüm. Ayrıca gene, Mahmud'un gözesine giden o kötü yolu kaç kere düzeltirken sadece ben değil oradan yaylaya gidenler hep görürdü.

Sarı Sakal'ın, hanımına söylediği o meşhur (Hanım iyi hasta, sen Karafil'e ne dedin) sözü onu bilge ve ulu kişiliğe ulaştırmıştır. Bu sözün hikayesini yazmak bana düşmez, önce oğulları ve torunlarına düşmektedir ki, zaten yazmışlarda okudum. (Bakınız: Ali Aydoğan'a ait Anı Öyküler. "Sen Ne Dedin?")

Posbıyık, cemlerde güzel sohbet eder, saz çalıp, söylerdi.

Gayrın Ali'si, oda cemlerde saz çalıp aşıklık ederdi. Ayrıca Kırıntı köyünün mehteriydi, çok da muzip biriydi, kendisini çok severdim.

Cicim Ali, o da cemlerde güzel sohbet yapardı, köyde sevilen insandı.

Bunlar gibi köyümüzde daha da sevilip, sayılan çok insan vardı. Köyümüzün insanları kadınlar, gençler ve küçükler bu gibi insanların önünden vurup geçmezlerdi, onlar geçtik ten sonra yoluna devam ederlerdi.

Allah, ölenlere rahmet eylesin, kalanlara uzun ömürler dilerim.

İyi insan olmak dileği ile hoşça kalın

Babuko Hüseyin - Ankara

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

15. Öykü - 08 Mart 2011
1954 - YENİKÖYLÜLER

Kar, tipi eleyip esiyor, epeyce kar kalınlığı vardı. Saat kaçtı bilmiyorum, gece idi, birden kapı açıldı ve kardan adam olmuş kişiler içeri girdiler. Zilif anam, ula kimsiniz deyince, kardan adamlar, hala, biziz! diye karşılık verdiler.

İçeri girenler Cafarların Hasan ve Hüseyin'i, Hüsemetlerin Kemal ve Cemal'ı, bir de Yeter halamın oğlu İdris idi. (Bu kişiler Zilif anamın bacılarının oğulları). Zilif anam çok korktu, ula bu saatte ne arıyorsunuz, hayır mı, şer mi diye sordu.

Gelenler, hala, Niyazi öldü duyduk ve acele geldik! Niyazı da iyiymiş, diye karşılık verdiler. Şükürler olsun dediler. Fakat Zilif anam inanmıyor, ula, sizde bir iş var, diyordu. Zilif Anamı zorla ikna ettiler. Babam, 1954 yılında tifoya yakalanmış, biz bilmiyoruz. Cafarların Hasan'ı:

-Aşağı Gersit'te, okulda öğretmenin eşi bayan var, sağlık memuru, iyi tanıyorum, sabah olsun onu acele getirelim! dedi.

Öğlene doğru, hava biraz durgunlaşmıştı. Aşağı Gersit'e gidenler, pantolon giymiş bir bayanla köye geldiler. Hayatımda ilk defa pantolon giyen bir bayan görmüştüm. Atın üstündeki pantolonlu bayanı bize getirdiler. Elinde, kaba meşinden büyükçe bir çantayla içeri girdi. Babamı muayene etti. Sonra tifoya yakalanmış, bir iğne yapayım dedi ve iğneyi yaptı. On iki tane de iğne verdi. Bu iğneler onu iyi eder, dedi. Bayan sağlık memurunu geri, köyüne götürdüler.

İğneleri, Kösegilin Hakkı'sı ile Cicimaligilin Memmed'i vurdular. Babam, zaman geçtikce düzeldi ve sağlığına kavuştu. Babamın sağlığını, o gece gelenlere borçluyduk. Biz de, Zilifgil olarak, Yeniköy'den gelenler ve diğer akrabalara saygıda ve sevgide kusur etmedik, etmiyoruz, etmeyeceğiz de.

Hep bir birimizi tanıdık ve devamlı da tanıyacağız. Şimdi, gençlere sesleniyorum, bir birimizi sevip, sayalım. Kapımız bir birimize daima açık olmalı. Benim kapım daima sizlere açık!

Zilif Anamın Yeniköy'deki bütün yeğenlerine, onların çocuklarına ve torunlarına sesleniyorum, birbirimizden kopmayalım!

Ölenlere rahmet diliyorum, nur içinde yatsınlar.

İyi ve sağlıklı günler dileği ile hoşça kalın.

Babuko Hüseyin - ANKARA

----------------------------------------------

14. Öykü - 10 Şubat 2011
KIŞ HİKAYELERİ

Anam bağırıyordu:
-Ula iseyin, çırayı söndürme!.. Bu karlı ve sisli havada kurt gelir, dikkat et!

Uzun kış geceleri, evde otur otur insanların canı sıkılır, bazen komşulara oturmaya gidilir veya komşular oturmaya gelirdi. Eskiden, evlerde bir eğlencede yok ki millet eğlensin. Pıspıs, yüzük oyunu oynanır ve hikaye, masal anlatılırdı.

Hikaye anlatmak bir marifet ve bir beceri işi idi. Her adam hikaye bilse bile anlatma becerisi yoksa, dinleyenler, daha ziyade çocuklar zevk almaz, sadece dinlerdi. Heyecanla çocukları etkilemek gerekirdi. Bazen de, kitaplardan hikaye okunurdu; onun da pek dadı olmazdı; çünkü, idare lambası, direğe veya duvara asılı şüşeli lamba da uzakta kalır okunma işi iyi olmazdı. Şüşeli lamba yakına getirilip okunsa, şüşeli lambaya birisi dokunsa şüşesi düşer kırılırdı. Onun için hekes şüşeli lambadan uzak durmaya çalışırdı.

Çerçici Komiş Halil gelecek de şüşe alınacaktı. O zamanlar Aslan bey ve Döndü'nün İrbam'ı da çerçicilik yapardı; herkes onların gelmesini bekler, şüşe ve diğer ihtiyaçlarını alırlardı.

Zilif anamların şüşeli lambasının şüşesi kırılmıştı. Agam, hemen yola düşüyor şüşe almak için Yeniköy'e gidiyor, Yeniköy'de on dört (14) mumara (numara) şüşe yoktur, Aşağı Gersit'e (Bahçeli köyü) gidiyor. On dört mumara şüşeyi alıyor, yayan olarak köye geliyor. Şüşeyi lambaya takıyor olmuyor; çünkü şüşe kırılırken tam lambanın takılacak yerinden yüzük gibi kırılıyor ve o halkayı agam göremiyor, şüşeyi takıyor olmuyor. Lambayı ve şüşeyi alıp tekrar Aşağı Gersit'e gidiyor ve:

-Ula Halil ağa bu şüşe, lambaya olmuyor, diyor.

Halil lambayı, şüşeyi alıp takmaya çalışıyor, bakıyor ki lambada bir halka var. Komiş Halil diyor ki:

-Ali ağa elbet olmaz, burada kırılan şüşenin parçası var. Parçayı çıkarıyor şüşeyi takıyor, bak oldu.

Agam lambayı şüşeyi alıp tekrar sevinerek yola koyuluyor.

Şüşe yedeği evlerde bulunmazdı, çünkü kırılgan olduğundan kimse yedek şüşe saklamaz, çerçi gelince alınırdı. Çerçi ise bir hafta veya on günde bir gelirdi. Onun için şüşeler kıymetli olur ve kimse kırmak veya kırılmasına sebep olmak istemezdi. Kırıntı köyünde sorsanız, her evin bir şüşeli lamba hikayesini dinlersiniz.

Evlerde bir tane şüşeli lamba olurdu ve herkes onunla idare ederdi.
Ayrıca gaz yağı da stoklamak olmazdı; çünkü, bazen bulunmaz, bütün komşular gaz olandan isterdi. Gaz yağı olanda, herkes istediği için pek de vermek istemezdi. Çünkü bulunmaz, ta Karaca'ya (Şiran), Ya da Merkez'e (Alucra'ya) gider, sırtında bir teneke gaz getirirdi. Onun için, evlerde bazen de çıra yanardı. Ocaklığın yani, Evlerde ki büyük şömine ocağının kıyısında çıra yakacak veya çıra konacak yerler olurdu. Çıra ışığında is, duman içinde oturulurdu.

Dolaysıyla, çıra böyle bir ortam da kıymetli bir aydınlatma aracı olurdu. El feneri pek bulunmazdı, bulunsa da pahalı olurdu.

Evler, ışıktan yoksun loş bir ortam oluştururdu. Işıksız ortamda da hikaye, peri masalları dinlemek cazip hale gelirdi, anlatılan hikayenin de tadı çıkardı.

Çocuk olduğumuzdan masal ya da hikaye dinlerken korkudan ayaklarımızı pekeden sarkıtmaz ayaklarımızı toplayarak otururduk. Ya da hikaye anlatılırken karanlık tarafta oturmazdık, çünkü masallardaki yaratıklar bizi kapacak veya kaçıracakmış gibi korkardık. Masala öyle dalar giderdik ki; anlatanın anlattığına değil, masalın içinde yaşanır ve masal kahramanı ile hareket edilirdi.

Sabah Hatun (Muharrem Öztürk'ün anası, otobüsçü Hüseyin'in baba annesidir) güzel masallar bilir ve çok da ballandırarak anlatırdı. Bu masal ve hikayeler Ağlayan Nar ile Gülen Ayva, Ayı Kulak, Alattin'in Sihirli Lambası, Serçecik ve Çobanlar, Tilkicik gibi.

İyi masallar ve iyi günler dileği ile hoşça kalın.

Babuko Hüseyin

----------------------------------------------

13. Öykü - 09 Şubat 2011
TEZEK Mİ KOZALAK MI?

Kadınlar, yaylada kendi aralarında konuşuyorlardı, "Bu yıl muhtar, heyet köye kozalak ve odun götürmek yasak," demiş. "Heyet halt etmiş, kozalağa kim ne karışır, biz kozalak toplayalım da onlarda götürmeyin desin. Olmaz böyle şey, kışın ne yakacağız, ormandan da odun vermiyorlar!"

Yaylacı kadınlar, biz işimizi biliriz deyip kozalak toplamaya devam ettiler. Şöyle de bir îcat yaptılar: Yaylanın üzerine kozalağı serdiler, topladıkları hayvan b.kunu da top top yapıp kozalağın üzerine vurdular, tekrar onun da üzerine yine kozalak ka-rış-tır-dı-lar ve kurutup kurutup yığın yaptılar. Bu tezek yığınlarını kağnı ile köye götüreceklerdi.

Yayladan köye inme zamanı gelmiştir. Herkes, Karaburga'ya gidip ziyaret ettikten sonra yaylaya dönmüştür. Yaylaya dönülmüştür, ama olay, bundan sonra başlamıştır; kağnılar, hem göç yükünü hem de hazırlanan tezekleri köye götürmeye hazırlanırken.

Muhtar-heyet birikir ve kesinlikle köye kozalak gitmeyecek der. Kadınlar ve bazı kişiler kozalak değil, tezek götürüyoruz derler. Kadınlar ve heyet birbirlerine girerler. Kozalaktı tezekti derken, muhtar, eline gelişi güzel bir yığından tezek aldı ve tezekteki kozalakları tek tek saydı, tam yirmi dokuz tane dedi. Sonrada kozalakları tek tek kopardı ve bir yere yığdı, sonra da tezeği yanına koydu, Allah aşkına gelin şuna bakın hangisi daha çoktur veya ağırdır dedi.

Bu arada muhtarın hanımı da kocasına ateş püskürür ve "Herif biz bu tezeği ve bu işlemi yaparken niye karşı çıkmadın?" der; sonra da yüklediği kağnıya "Hoo!" deyip hareket eder. Heyete de, Erkekseniz gelin bakayım!" der.

Kozalak-tezek savaşını kadınlar kazanmıştır ve kağnılara ho deyip yürüyünce, erkekler ve heyet sus pus birbirlerine bakarlar: "Arkadaşlar, savaşı kaybettik, yürüyün kadınların peşinden!" deyip yürürler. Muzip ve şakacı olanlar, "Ula muhtar çok erkek adammışsın," diye takılıp gülerler. Muhtar, "Ulan zaten burnumdan soluyorum, susun yoksa size tezek yediririm," diye bağırır, Lâ havle çeker, yürür gider.

Babuko Hüseyin

----------------------------------------------

12. Öykü - 09 Şubat 2011
"DUYURU"
MISIR KIRMAK

Yaz gelmiş, tarlalara mısır ekilmiştir. Köyde, aşağı-yukarı bütün evler mısır ekerdi. Her yıl, tarlalar değişmeli olarak mısır ekilirdi. Ekilen mısırlar, koçan olmaya başlayıp tütünleri görününce, tarlalar gözden geçirilir, hangi tarlanın mısırı daha büyük ve koçanları daha iyi oluyor diye tek tek bilinirdi. Ya da hangi mısır tarlasında gizli nohut veya salatalık ekili bunlarda gününden önce tespit edilirdi. Günü gelende de işlem yapılırdı!

Yetişen mısır tarlalarından ikişer üçer tane kırılır ve gizlice çantaya konur, doğruca kırlık bir alana gidilirdi. Bu alan, genelde yukarı mahallenin çocukları için Züğdün (Züğürdün) kaçağı olurdu. Burada, ekili tarla çok az olurdu veya tarlalar hozana (nadas) bırakılırdı. Malların (öküzler) ekili araziye girip zarar ziyan yapması pek olmazdı. Ayrıca, mısır tarlalarının sahipleri gelirse ta uzaktan görünürdü, ona göre de önlem alınırdı.

Çevreden tezek toplanır, biraz ot kurusu, biraz çöğür, biraz da odun parçaları ile ateş yakılırdı. Tezekler, ateşin üzerine diklemesine konurdu ki ateş sönmesin. Tezekler yanınca mısır koçanları soyulur, ateşe konur ve yavaş yavaş çevrilirdi. Yavaş yavaş çevrilen mısırlar patur putur diye patlardı. Pişen mısırlar üflenip yenmeye başlanırdı.

Tarlaları gezdim, gönlümü eyledim
Hayvan otlatıp, eskiyi yâd eyledim
Mısırları kırıp hırsızlık eyledim
Tezek ateşini yakıp gürman eyledim

Adam başı iki veya üç mısır yeterdi. Bazen de dört veya beş tane de olurdu. Buna, hırsızlık denmezdi,"mısır kırma" denirdi. Genelde, sahibi anlamasın diye tarlanın ortasından mısır kırılırdı. Onun için sahibi pek anlamazdı. Bazen de tarlada mısır sık olurdu, koçan vermeyen mısırlar çekilir öküzlere verilirdi, öküzlerde bayram ederdi.

Mısır kırma işini bir mahallenin çocukları değil, bütün köyün çocukları yapardı.
"Gel zaman git zaman, bu tarlalarda gene mısır ekilirse, torunlarımı mısır kırmaya götüreceğim. Şimdiden tarla sahiplerine duyurulur!"
İyi mısır kırmalar. İyi günler.

Babuko Hüseyin

----------------------------------------------

11. Öykü - 06 Şubat 2011
SULTAN'IN HASAN'I VE HÜSEYİN'İ

"Ey millet! Böyle de olmaz ki!? Sultan'ın Hasanı ile Hüseyin'i, hep Sığınak'ı kırıp kırıp getiriyorlar. Aha, şimdi bile Sığınak'ı kırmaya gittiler. Olmaz ayıptır, benim vicdanım el vermiyor, sizler, nasıl engel olmazsınız!"diye ortalığı velveleye veriyordu. Yanına biriken bazı kişiler ve kadınlar, "Elbette ayıptır, ormanın, ağaçların kesilmesi günahtır," diyorlardı.

Bir başkası, oraya gelerek, "Ula Hasan, ne ortalığı kızıştırıp bağırıyorsun, Sultan'ın Hasan'ı ile Hüseyin'i ihtiyar adamlar, değil odun getirmek, sığnak'a yürüyerek bile on beş dakikalık yolu, beş saatte ancak gidebilirler. Yapma, yalan söyleme!" der.

Hasan'a, (Abbas eminin oğludur) millet: "Olmaz, yok yahu daha neler, yalan söyleme!" diye çıkışırlar. Hasan, milletin bu çıkışından memnundur, kenara çekilir kıs kıs gülmeye başlar. Arada da "Allah'ım yok olsun ki doğru söylüyorum!" diye de söylediklerini takviye eder. Bilal emi de "Ula yunacak çekil git şuradan, yine bir hinlik düşünüyorsun!" der. Hasan, Bilal eminin komşusudur, Hasan'ı gayet iyi tanımaktadır. Bilal emi,"Ula Hasan cehennem olda git, milleti avara etme!" der. Kendisi de pasa (devamlı) harmana serdiği otu döndermektedir. Maksat kendisi avara olduğundan eli avara etme demektedir.

Hasan yine diretir, "isterseniz haşimdi Sultanın Hasan'ı ile Hüseyin'in evine gidin bakın muhakkak Sığnağa gittiklerini göreceksiniz," der. Yine kıs kıs güler. Öteden biri atılıp der ki, "Ula Hasan yalan söyleme! Şimdi Guruderenin oradan bizim ineği buldum getirdim. Sultan'ın Hasan'ı kapısında, elin de bir çekiç ona sap törpülüyordu. Sultanın Hüseyin'i de, kül çöplüğünün kıyısında çömelmiş, Çırağın Oğlu Mustafa ile sohbet ediyordu. Sen büyük bir yalancısın!" diye bağırır.

Hasan, büyük bir başarı kazanmış komutan gibi, "Ben doğru söylüyorum!" diye çıkışır. Arada da diğerlerinin tepkilerine bakarak, "Bak işte inanmazlar, ben doğru söylüyorum," diyerek, onları da ikna etmeye çalışır. Ama millet bakar ki Hasan kıs kıs gülüyor, dağılmaya başlarken, Hasan, "Hey arkadaşlar buraya bakın, ben yalan söylemiyorum. Sultanın Hasan'ı ile Hüseyin'i sadece Gavrazlı mahallesinde mi var; Abdallı mahallesin de Sultanın Hasan'ı ile Hüseyin'i yok mu?" deyince milleti bir gülmedir tutar. "Allah seni neyde, ula valla doğru söylüyorsun,", "Ula Hasan, senden de neler çıkıyor, bizi burada oyalayıp amma da avara ettin ha!" derler. (Abdallı mahallesindeki Sultanın oğulları Hasan yedi, Hüseyin de on yaşındadır).

Millet dağılırken bazıları da, "Sultan'ın Hasan'ı ile Hüseyin'inin günahını aldık, ula Hasan cehennem olda git, hep böyle şeylere yarıyorsun, elinden bir şey gelmez ya!" derler.
Hasan da horozun çöplükte dolaştığı gibi dolaşır ve kıs kıs gülerek başarısını kutlar.
Burada ismi geçip, rahmet olanlara Allah'tan rahmet diliyorum. İyi günler.

Babuko Hüseyin

----------------------------------------------

10.Öykü - 02 Şubat 2011
KIZAK KAYMA

Öyle zaman olurdu ki günlerce kızak kayamazdık. Kar bir metreye yakın yağardı. Bırak kızak kaymayı karda yürürken bile zorluk çekerdik.

Cafair halanın oğlu Mustafa, bizden yaşça büyük olduğu için o öncülük yapardı. Bir gün Mustafa, bizleri topladı kıranın ardında bir kızak yolu yapalım, dedi. Sözünü ettiği yer, Zurnacı Celâl Bakar'ın şimdiki evinin arka tarafıydı. Bir sürü çocuk, kızaklar elimizde veya sırtımızda aşağı yukarı yürüyerek yüz, yüz elli metre uzunlukta kızak yolu yaptık. Kızak kaydıkça yol kendiliğinden uzardı.

Çamlığa yakın yerden, mezarlıkların üzerinden, Guroya kadar kızakla giderdik. Yukarı mahallenin bütün çocukları, delikanlıları, hatta aşağı mahallenin çocukları da gelip kızak kayardılar. Ana ve babalarımız bilirlerdi ki biz kıranın ardında kızak kayıyoruz, bizleri aramazlardı. Tatil günleri öğleye kadar kızak kayar, öğleden sonra derslerimizi yapardık. Dersimiz veya ödevimiz yoksa öğleden sonrada gelip yine kızak kayardık.

Mezarlıkların, şimdiki gibi üstleri yapılı değildi. Arada mezar başında kazık olurdu ama o da ya kısa olurdu, yada çocuklar söker atardı. Kızak kayarken bir zarar etmesinler diye.

Kızak kayma sırasında pantolonlarımızın paçaları sırılsıklam su olurdu. Öğlene doğru eve giderken kızaklarımızı sırtımızda götürmek zorundaydık. Aksi hâlde Sultan'ın Hüseyin'i bize kızardı. Çünkü kızakla kayarak eve gidersek Sultangille Yukarı Paara arasındaki yol kayganlaşarak yürümeyi zorlaştırırdı. O zaman ne insanlar suya gidebilirdi ne de hayvanlar paara sulamaya götürülebilirdi. Nur içinde yatsın, Sultan'ın Hüseyin'i bize kızmakta çok haklıydı.

O zamanlar harika oyuncaklarımız, eğlence kaynaklarımız yoktu ama kendi yarattığımız kızak kayma gibi doğal eğlencelerle çok mutlu olurduk.

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

09. Öykü - 02 Şubat 2011
KARTAL VE OĞLAK

Yıl 1959. Ben, ilkokul üçe, Süleyman dördüncü sınıfa gidiyordu. Bahar gelince bütün köylü araziye dağılır, bağ, bahçe ve tarla işleriyle uğraşırdı. Herkes mutlaka bir işle meşgul olurdu.

Okul bitince, bizde mal-davar, körpe keşiğine giderdik. Öyle zaman olurdu ki, şunun- bunun hatırından devamlı elin keşiğine giderdim. Yine, öyle zaman olurdu ki sanki ben devamlı körpe çobanıyım veya davar çobanıyım, ama bu da hoşuma giderdi. Çünkü dağlar geniş, ben de düdük çalmayı öğrenirdim. (Sonunda düdük çalmayı öğrendim, hakikaten de güzel çalardım).

Şıhlı'dan yani Gucikeyn dereden yukarı Sultangile kadar bu mahallenin körpesi keşikle yayılırdı. O gün keşik sırası Zilifgilin Niyazi ve Mollaaligildeydi. Ben 113 Hüseyin, 98 Süleyman'la birlikte körpeyi alıp, yayarak Çamlık ile Sığınak arasından Hasan ağanın dolandığı taşın altına geldik. Ben, beri başta, Süleyman öbür başta, körpeyi aramıza aldık. Körpe kıpır kıpır yayılırken biz de düdük çalıp, sağa sola bakıp zaman geçiriyorduk.

Bir ara bir kartal hızla geldi ve yere inmesiyle kalkması bir oldu. Kartal, pençelerinde acı acı meleyen bir alaca oğlakla havada bir tur atıp, Kayanın Önü'ne doğru süzüldü gitti. Zavallı oğlağa çok acımıştık.

Bizi bir korku aldı ki, akşam mutlaka anamız veya bir başkası bizi muhakkak döver, ya da sahibi, oğlağının parasını isterse biz ne yaparız?

Akşam oldu, körpeyi mahalleye dağıttık. Acaba oğlak kimin diye çok merak ediyorduk. Kulağımız da sesteydi.
Karşıdan, Sultangilden bir ses geldi:
-Ula bizim alaca oğlak yok, iyice bakın!
Bu sesin sahibi Sultan'ın Hasan'ının kızı Âdile idi. Biz, Süleyman'la Gucikeyn dereye, bizim bostana kaçıp saklandık. Kaçarken,Süleyman anasına her şeyi anlatmış, nere gidip saklanacağımızı da anasına söylemiş. Benim haberim yoktu. Süleyman'ın anası Güssün bacı, Sultangile gidiyor durumu anlatıyor. Sultan'ın Hasan'ı:
-Olur Güssün, böyle şeyler olur. Çocuklar oğlağı kesip yemediler ya, git onlara söyle korkmasınlar, der.
Güssün bacı seslenerek geldi. Süleyman'a:
-Bizi buldular! dedim.
-Korkma, sadece anam geliyor, dedi Süleyman.
Güssün bacı geldi ve:
-Ula Allah razı olsun, dedi. Sultanın Hasan'ı bir şey demedi, öyle olgun adammış ki, çocuklar da korkmasın dedi, deyince kulaklarımıza inanamadık.

Dünyalar sanki bizim oldu sandım, öyle sevindik ki. Hasan dayı ve Süleyman nur içinde yatsın!

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

08-Değerlendirme Yazısı - 29 Ocak 2011
KARADORUK ORMANININ KESİLMESİNİ DURDURDUK

Geçmiş yılların birinde, köye gitmiştim. Her zaman özlemini çektiğim dağlarımıza, yani bizim dağlara pikniğe gittiğimde, Karadoruk Ormanının ortasındaki yoldan geçerken, çam ağaçlarının gövdelerinin balta ile düzgün bir şekilde kazınıp mühürlendiğini gördüm. Bu durumun ne olduğunu sorduğumda; bana bu çamların, Şiran Orman Şefliği tarafından mühürlendiği ve bu ağaçların kesileceği söylendi.

Bir anda, kendimi Karadorukta, çıplak bozkır olan bir alanda hissettim;çünkü,yolun kenarında, devamlı geçerken seyrettiğimiz o güzelim ağaçlar kesilip yok olacaktı. Bu ağaçlar bizi, biz de bu ağaçları gâyet iyi tanıyorduk.

Akşam, köye döndüğümde Karadoruk Ormanının hikâyesini geniş bir şekilde öğrendim.Bu olayda beni en çok üzen de köy yöneticilerinin aymazlığı oldu. Dahası da köydeki bazı kişilerin, bu ağaçlar kesilirse kendilerine, metre küp hesabı ile kereste verileceğini öğrendim. (Bu kişiler daha ziyâde okumuş, aydın geçinen kimselermiş!)

Hemen,Molla Ali gilin Şükrü';yü buldum. ( Ben Ankara Kırıntı, Yeniköy ve Dilekyolu Köyleri Derneğinin başkanı, Şükrü Aydoğan da yönetim kurulu üyesi idi).

Şükrü ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Sayın Şiran Kaymakamını ziyaret edip bu konu hakkında şikâyetimizi bildirip, kaymakamın düşüncesini öğrenecektik.

Şiran'a gittik. Sayın kaymakam beyle görüşüp şikâyetimizi bildirdik.
Sayın kaymakam, bize; bu ormanın kesilip temizlenmesini, orman şefimiz kararlaştırdı dedi. Biz de, "Bunun bir ağaç katliamı olacağını çünkü, ormanın en güzel ve en düzgün, en uzun ağaçlarının kesileceğini söyledik."

Sayın Kaymakam, "İşi daha uzatmadan orman şefini çağırayım, o size daha iyi bilgi verir." dedi ve şefi çağırdı.
Orman şefi geldi. Sayın kaymakam ona: "Bu arkadaşlar Kırıntı Köyünden. Bunlar, Kırıntı ormanının kesilmesine karşı çıkıyorlar," dedi.
Orman şefi: "Sayın kaymakamım; biz, o ormanda; çürümüş, eğri olan, ormanın gelişmesini engelleyen, işe yaramaz ağaçları kesip ormanda temizlik yapacağız," dedi.

Sonra da: "Bu arkadaşlar bilmezler, biz ormanın gelişmesi için bu ağaçları keseceğiz."dedi.
Biz, Sayın Kaymakama, "Sayın Kaymakam bey, bu arkadaş size yanlış bilgi vermiş. Bu arkadaşın söyledikleri yanlış. Sayın Kaymakamım, bu durumda arkadaşın doğruyu söyleyip söylemediğini gidip yerinde inceleyelim, bakalım," dediğimizde;Sayın Kaymakam bize,"Siz ağaçtan ne anlarsınız, bu şefimiz, orman fakültesi mezunu, o sizden daha iyi bilir!" dedi.

Biz, kendisine: "Bu arkadaş, bizim ormanın değerini ne bilir, yeşilden ağaçtan ne anlar?.. Ağacın, yeşilliğin değeri korunarak bilinir;ağaç çürük olabilir, eğri veyâ yan da yatmış olabilir," Tüm bunlar, ormanın kendine has değerleridir. Orman çok düzgün veyâ iple dizilmiş olamaz!.. Orman, her türlü ağacın karmaşasıdır. Orman böyle sevilir. Ayrıca, dedelerimiz ormanı korumak için bekçi tutmuş, babalarımız da bekçi tutuyordu. Şimdiyse koruma ve kollama sırası bizde."

Hakîkaten, işaretlenmiş ağaçlar Karadoruk'un en güzel ve en görkemli en uzun ve de en kalın ağaçları idi. Bu ağaçlar kesilirse, Karadoruk Ormanı bitmiş, yok olmuş olur. Bu durumu en iyi bizler bilmeliyiz. Yıllar önce Kırıntı köyü'nün etrafı hep ormanmış. Bu ormanlar yok olunca, arâziyi, yâni toprağı sel almış götürmüş. Türkiye'nin erozyona uğramış, en fazla zarar görmüş köyü bizim köyümüzdür.

Sayın kaymakam bize, ormana gitmeyeceğini, buna da gerek olmadığını ve bu konunun burada bittiğini söyledi. Bizde kaymakamın odasından ayrıldık.

Kaymakamın yanından ayrılınca postâneye gittik. Postâneden Cevat Günel'i aradım ve kendisine bu konuyla ilgili bilgi verdim.

Cevat Günel Orman Bakanlığı Müsteşarlığında foto muhabiri olarak çalışıyor. (Cevat Günel de derneğimizin yönetim kurulunda). Sayın Cevat Günel, hemen oradaki arkadaşlarla görüşüp, kendilerine bilgi veriyor. Arkadaşları, "Müsteşarın şu anda müsait olduğunu, bu konuyu Müsteşarla görüşmesini" söylüyorlar.

Cevat bey randevu alıp müsteşarın makamına çıkıyor. Konuyu Müsteşar beye anlatıyor. Sayın Müsteşar, Cevat beye olumsuz cevap veriyor. Cevat yılmıyor ve "Sayın müsteşarım, bu orman 2500 veya 2700 metre yükseklikte bir orman, burada ağaç kesilirse yeni fidanların yetişmeyeceğini bilmeniz gerekirdi," deyince; Sayın müsteşar,"bana, âcil olarak bu bölgenin haritasını getirin!" diye emir veriyor.

Sayın Müsteşar: "Böyle şey olmaz, 2700 metrede ağaç kesilmez, bunlar bilmiyorlar mı ki; iklim gereği, 2700 metre de ağaç, hele de çam ağacı zor yetişiyor." demiş.

Sonra da: "Âcil olarak Trabzon Orman Bölge Müdürlüğü'ne faks çekin ve bizim orman şeflerimiz, derhal Kırıntı Köyüne gidip yerinde inceleme yapsınlar," diye emir veriyor.

Bu arada, ben de Gümüşhane Derneğini aradım, onlara da bilgi verdim. Sağ olsunlar, onlarda çok duyarlı davranıp gerekli yer ve kişilerle görüşüyorlar.
Ben, Sayın Kaymakamla görüşmemizin ertesi günü Ankara'ya geldim.
Konuyu Cevat Günel"den öğrendiğimde çok sevindim ve hemen Sayın Şükrü Aydoğan'ı aradım: "İki veya üç gün içinde, Trabzon Orman Bölge Müdürlüğünden orman şefleri gelecek, Karadoruk'ta inceleme yapacaklar,"dedim.

Şükrü Bey, Trabzon'dan gelecek memurları beklerken, Sayın Kaymakam bey, Şükrü beyi Şiran'da sokakta görüyor ve ormanın kesileceğini söylüyor. Şükrü bey de, göreceğiz bakalım, diyor. Memurlar üçüncü gün geliyorlar.

Şükrü Bey, bacanağı Celâl Coşkun'a, bu Karadoruk meselesini anlatıyor. ( Celâl Coşkun Kırıntı Köyü Derneğinin uzun yıllar başkanlığını yapmıştır). Sayın Celâl Coşkun'la, Şiran'da, Trabzon dan gelecek memurları karşılayıp Karadoruk'a götürüyorlar.

Memurlar, ağaçları, yâni çam ağaçlarını inceliyor, sağa-sola bakıyorlar ve Şükrü Aydoğan'a böyle bir çabadan dolayı teşekkür ediyorlar. Ayrıca, memurlar 2700 metrede orman kesilirse, ağaç kolay kolay yetişmez diyorlar. Yine burasının Türkiye'de sayılı ormanından birisi olduğunu, 2700 metrede bu ormanın bu şekilde kalması sevinilecek bir durum olduğunu söylüyorlar.

Ben de, bu konuda emeği geçenlere, Kırıntı Köyü adına hele hele Karadoruk çam ağaçları adına çok çok teşekkür ederim. Ağaçlar adına dedim; çünkü, koskocaman Kırıntı Köyü'nde duyarlı insan kalmamıştı!..

Babuko Hüseyin - Ankara

----------------------------------------------

07. Öykü - 28 Ocak 2011
MANTAR ZEHİRLENMESİ

-Ooh, şükürler olsun kurtuldu! Allahım sana bin şükürler olsun. Daha da mantar yemeyelim, dedi kendi kendine.

Selvi'nin Ali'si, gelini Sultan'ın getirdiği mantarları, bir gün sonra sabahleyin yahni yapıp evcek yediler. Zilif ile Ali emi Kavak tarlaya çift sürmeye gittiler. Kavak tarla Züğürdün Kaçağına giderken Gülhanımların Çamının yanındaydı. (Sonraki yıllarda Çam, yıldırım düşmesi sonucu yanmıştı.) Burada çift sürerken Zilif mantardan zehirlenmiş olacak ki birden yere yıkılarak:
-Herif beni mantar zehirledi galiba kendimde değilim, dedi.

Selvi'nin Ali'si, Zilif'i alıp tarlanın kıyısında çamurlu bir yere götürüyor. Burada Zilif'i çamura gömüyor. Bir süre sonra, Zilif yavaş da olsa kendine geliyor. Fakat zehirlenme pek geçmiyor, tekrar çamura gömüyor. Epey zaman sonra Zilif kendine gelmeye başlıyor.
-Ooh ooh! Allahım sana şükürler olsun, hanım kurtuldu! diyor Ali emi.

Fakat aynı yahniden kendisi, Gelini Sultan, torunları da yiyor onlara bir şey olmuyor. Çifti yarım bırakıp eve geliyorlar, evdekilerde bir şey olmadığını görünce seviniyorlar.
Zilif kaygılanarak:
-Gız Sultan, Urşangilin Pata'sı da mantardan yediydi, acaba ona bir şey oldu mu? Git bak da gel, dedi.

Sultan, hemen Pata'nın evine koşuyor. "Gıız Firdes bibi, Firdes bibi!" diye bağırarak Pata'nın kapısını dövüyor. Epey zaman sonra Firdes içeriden:
-Gıız o kim? diye sesleniyor. Cehennem olun da gidin benim vaktım yoktur (hastayım) dedi.
-Firdes bibi ben Sultan, seni bakmaya geldim, dışarı gel sana diyeceklerim var, diye karşılık verdi Sultan.

Firdes yavaş yavaş gelip kapıyı açar. Sultan der ki:
-Firdes bibi bugün bizde mantar yediydin ya, kaynanam mantardan zehirlendi, sende de bir şey var mı diye bakmaya geldim.

Firdes bibi:
-Şu anda iyiyim, der. Yalnız Sığınağa oduna gittimdi, pat o kömenin dibine, pat bu kömenin dibine düşüp durdum. Ben de diyorum ki acep bana ne oldu, demek ki mantardan oldu.
-0-

Demek oluyor ki mantar insandan insana değişik etkiler gösteriyor. Bazı kimselere dokunmasa da, bazılarında tehlikeli oluyor. Bu gibi gıdaları, zehirlenme tehlikesine karşı akşam vakti, hele hele gece kesinlikle yenmemesi gerekir. Sabahleyin ya da öğlenleri yenmeli ki önde kurtulma zamanınız çok olsun.

Sağlıcakla kalın.

Babuko Hüseyin

----------------------------------------------

6.Yazı - 25 Ocak 2011
KÖYÜMÜZ VE YANGIN

Bir varmış, bir yokmuş, uzakta bir köy varmış, adı Kırıntı Köyü imiş. Bu köyde bir zamanlar haddinden fazla mal-davar varmış, ahalisi de kalabalık mı kalabalıkmış. Yer yüzünde bir kuru ot bulunmazmış ki kırda, dağda veya piknikte ateş yakasın.

Gel zaman, git zaman bu mal-davar yok oldu, insanları göç etti. Köy kaldı mı yalnız! Bu, yalnız köyde tarlalar da ekilmez olmuş. Her tarafı çayır, ot bürümüş. Dağlarda otlar ise, hayvan olmadığından sevincinden çoğalmış her taraf yeşillik ve çiçek dolmuş. Dolmuş ama, güz gelince de her yer, her taraf kuru otlarla kaplanmış. İşte bu kuru otlar her an yangına dâvetiye çıkaracakmış gibi duruyormuş.

2010 yılının güzüne doğru, Ağlıkta bu otlar tutuşuyor, yangın bir anda genişleyip çoğalıyor ve ortalığı bir duman kaplıyor. Zilif Ahmet de Tuğ kıranından yangını görüyor ve köydeki kişilere yangını telefonla haber veriyor. Köyden, çevreden yetişip yangını söndürüyorlar.

İşte bu yangın, Ağlıkta söndürülmese, yoldan taşlı tarlaya, Yeniköy tarafına sıçrasa köyün ormanlarını, Yeniköy'ü kim kurtaracaktı?!

Bu yangının, sanki tabiatın bize bir uyarısı olduğuna inanalım ve köyümüzde oluşabilecek yangının şimdiden önlemlerini alalım. Kimse böyle bir yangını hayal de etmez, istemez de. Kaymakamlığa, vilayete ve çevre köylere uyarılar yapıp, işbirliğine gidilmesi gerekir. Ormana yakın yerlerde bir kıvılcım her şeyi sonlandırır.

Çevreye atılan içi bize neşe veren, dışı ise çevreye zarar eden boş şişeleri gelişi güzel atmayalım. Bu şişelerin kendisi veya dipleri bir mercek olup güneş ışınlarını odaklayarak ateş çıkmasına neden olabilir.

Bütün Kırıntı Köyü sakinleri, sevdalıları ve köyümüze gelen sayın misafirlerimiz bu tehlikeyi asla yabana atmayalım, lütfen her an dikkatli olalım!
İyi çevre, iyi piknik alanları dileği ile dikkatli, hoşça, dostça kalın.

Babuko Hüseyin

----------------------------------------------

5.Yazı - 25 Ocak 2011
ÇEVRE TEMİZLİĞİ VE BİZ

Video görüntülerine tekrar tekrar baktım, fotoğrafları inceledim. Hakikaten bizim dağlar gezilip görülmesi gereken yerler. Bol güneş, bol temiz hava, gürültüsüz sakin bir ortam, ormanlar, cıvıl cıvıl kuş sesleri ve tabiatın kendi sesi veya sessizliği bu dağları cazip hâle getiriyor.

Turizm bölgeleri sıcak, bunaltıcı ve gürültülü bir ortam sunarken, köyümüz, ormanları ile serinlik, çıplak arazisi ise sıcaklık sunuyor. Sakinliği de cabası.

Gelin görün ki bu güzelliğe yakışmayan görünümler bu güzelliği çileden çıkarıyor.

Çıplak arazide gezerken her tarafın av fişeği kovanları ile kirlenmiş olduğunu görmemek mümkün değil. Arazinin her bir tarafındaki gözelere, piknik alanlarına gittiğimizde karşılaştığımız manzara, bize, "Böyle yapmayın, çevreyi temiz tutun, temizleyin; naylon torba, poşet, pet şişe, kola kutuları atmayın; kirliliği yaratan nesneleri, bira şişeleri, içki şişeleri atmayın, yaptığınızdan utanın!" diye haykırır gibi bir fotoğraf ve görünüm sunuyor.

Piknik yaptığımız, gezindiğimiz, eğlendiğimiz alanları çöp atık yeri olarak kullanmayalım, kirli, pis bir şekilde bırakmayalım. Kendi kendimize ayıp ediyoruz. Yeri geldiğinde kendimizi çevreci, medeni bir insan olarak sunuyoruz, köyümüze dağlara gittiğimizde medeniliğimiz, karşımıza utanç manzaraları çıkarmasın. Kendi çöplerimizi ya da duyarsız insanlardan arta kalan çöpleri topladıktan sonra köye veya çöplüğe götürelim, götüremeyeceğimiz çöpleri yakalım. Çöpleri getiremeyeceksek ya da yakamayacaksak gözden ırak kuytu yerlere bırakarak doğal çürümeye terk edelim.

Bu yazıyı okuyunca bir çokları başlar, "Ben gittiğimde çöpleri topladım, kurunları temizledim." veya şöyleydi, böyleydi bir sürü laf işitiriz. Bu yazıyı yazan da çöp topladı, yaptı etti. Bunlar çok az ve yetmez. Çevre temizliği konusunda işbirliği yapalım, bu konuda birbirimizin öğretmeni olalım, öğrendiklerimizi uygulayalım. Ancak o zaman çevremiz, çevremizin öteleri ve genelde dünyamız temiz olur.

Kirliliğin içinde yetişen tutyalar yüzümüze somurtkan bakmasınlar, tükürmesinler..
Sağlıklı ve temiz bir çevre dileği ile hoşça kalın.
Babuko Hüseyin

----------------------------------------------

4. Öykü - 22 Ocak 2011
ÇATAL DIRNAK

Çocukluğumda, bir gece cemden eve geldiğimizde, babam evin köşesinden Sarıkızgilin tarlalarına bakar ve bize el ederdi. Sessizce babamın yanına yaklaşır, tarlada dolaşan kurdu seyrederdik.

Her taraf 70-80 cm kar ile kaplıydı. Bir gün yine cemden eve geldiğimizde, babam yine evin köşesine gitti. Kurdu görünce, bu kurt, çok aç veya çok yaşlı, haraket etmekte zorlanıyor, dedi.

Günler geçip giderken, bir sabah anam pâara (çeşme) gittiğinde (Kırıntı Köyünde Fırça İzet'in evinin alt tarafında) Molla Aligilin gölünün için de bir hayvanın leş parçalarını görmüş. Leş parçaları hangi cins hayvanın leş parçası olduğu bilinmiyor.

Anam pâardan eve gelince bize, aşağıda Molla Aligilin gölünün içinde bir şey leşi var ne olduğu bilinmiyor, dedi. Hemen oraya gidip baktık ki çok kalabalık, kimi ayı leş parçası olabilir diyor, ona da millet gülüyor, ula bu mevsimde ayı buralarda ne gezer diyorlar. Bir başkası çatal dırnak olabilir diyor. Her kafadan bir yakıştırmadır gidiyor.

Ben, çatal dırnak ney, nasıl bir hayvan diye sorduğumda, kimseden ses çıkmıyor, kimsede bilgi vermiyordu.

Oralara köpekler, geliyor havlayıp duruyorlardı. Posbıyık, buralarda bu gece köpekler çok boğuştu, havlayıp durdular. Demek ki bu gece, bu çatal dırnağı köpekler boğdular, dedi. Ben, yine çatal dırnak nasıl bir hayvandır diye sorduğumda hiçbir büyüğümüz bilgi vermiyordu.

Köpeklerin kan izlerini takip ederek, Sarıkızgilin tarlaya gittiklerini, oralarda havlayıp durduklarını görüyorduk. Köpeklerin yanına tarlaya gittiğimizde tarlanın yüzünde sanki köpek savaşları olmuş gibiydi. Her tarafta kan izleri, ufak ufak leş parçaları vardı.

Yukarı mahallede ne kadar köpek varsa hepsi birikmiş, bu gece meçhul hayvanı parçalamışlar. Sarıkızgil ile Abdallı arasındaki derede çok boğuşmuşlar ve boğuşma gölde bitmiş gibiydi. Her taraf kana boyanmıştı.

Çatal dırnak nasıl bir hayvan diye kafamı yordumsa da bir sonuca ulaşamadım. Üç veya dört ay sonra okulda yaban hayvanları ve av hayvanları ile ilgili ders görüyorduk. Öğretmenimiz, resimde gördüğümüz bir hayvanın domuz olduğunu söyledi. Buralarda buna çatal dırnak derler deyince ben, çatal dırnağın ne olduğunu işte o anda öğrendim. Fakat bizim köylüler çatal dırnak hakkında niye bilgi vermiyorlar diye sorduğumda, dinimizde çatal dırnak yani domuz demenin günah olduğunu söylediler. Onun için kimse domuz kelimesini söyleyip de günaha girmek istemezlermiş. Ben de bundan dolayı öğrenemezmişim.

Bu olaydan sonra babamın bize gösterdiği o kurdu bir daha göremedik. Daha sonra dinimizde domuzun neden yasaklı bir hayvan olduğunu öğrendim. Haklılık payı vardı, hem de çok fazla, ama gene de kendi kendime çok güldüm. Kendi kendime güldüm diye o kelimeyi söylemeyin ha.
Hepinize iyi okumalar.

Babuko Hüseyin Aydoğan - Ankara

----------------------------------------------

3. Öykü - 22 Ocak 2011
YORGAN

Evde, kuşluk vakti, yemek yerken pekenin üstündeki yorgan oynamaya başlıyor. Yorganın oynadığını gören Urşangiller, (ev iki katlı) evin balkonundan yorganı sokağa (yola) fırlatıyorlar.
Bu sokak yani yol, Abas'ın evinin arkası, Gucigeyn dereden gelen ve Sultangile giden yol. Ayrıca Zilifgilin evinin önünden gelen yolun, Abbas Bey (!) caddesiyle birleştiği geniş bir yer.
Urşan'ın Güssün'ü bağırarak Selvigile giriyor, "Ali ici, Ali ici yetiş bizim yorganda yılan var, onu yakala." diyor. Biz de evcek, yani Zilifgil hep birden yorganın olduğu yere koştuk ki Urşan gilin Hüsnü'sü ve Ali'si ellerinde birer sopa, yorganın başında bekliyorlar.
Yorgan açılmış, dört köşesinde birer kişi de yorgandaki hareketi seyredip, ortalığı velveleye veriyorlar. On beş, yirmi kişi birikmiş Agamın (dedem) gelişini heyecanla bekliyorlardı. Dedem yani Selvi'nin Ali'si geri çekilin dedi ve yorganın üzerine çıktı, ayağı ile arka tarafına bastı. Yorgan bir cıyakladı ki herkes bir adım geri çekildi.
Urşangil; Molla Salif, hanımı Güssün, gelinleri ve çocuklar, biriken halk heyecanla Agamı seyrediyorlar. Arada da Güssün Hatun oğullarına bağırıyor, ula yorgana vurmayın, yorganı yırtarsınız.
Agam, cıyaklama sesiyle, ceddini şeyttiklerim ulan bu kedi imiş, deyince herkes bir oh çekip başladılar gülmeye. Şimdi de bu kedi buraya nasıl girdi diye kafa yormaya başladılar.
Agam, yılandan korkmaz, yılanı görünce, yılanın başına basar kuyruğundan tuttuğu gibi uzağa savururdu.
Bu yorgan, o gece Ağlıkta tarla sıvarırken arada içine girip yattıkları yorgan imiş. Tarla sıvarma işi bitince yorganı toplayıp eve getirip pekenin üstüne bırakmışlar. Demek ki, kedi yorganın içine o zaman girmiş oluyor.
Ben o gün, yorgan yitti kavga bitti fıkrasını ve ayrıca, ayağını yorganına göre uzat deyimini işitmiştim.

Babuko Hüseyin Aydoğan - Ankara

----------------------------------------------

2. Öykü - 21 Ocak 2011
TÜTSÜ

Davdun kızı Döndü çok kurnaz ve şeytandır. Alışanın İpeği evinden çıkar, Davdun kızının yanına gelir. Döndü bacı şimdi ben ne yapacağım der.

Davdun Kızı öyle plancıdır ki, saf İpek bibiyi, Velinin kızı Esme'ye gönderir ve gizlice Esme duymadan fıstanını yırtıp bir parça çaput al evine gel der.

Velinin kızı evinden çıkar yukarlara, Döndü'yü, Sultan'ı ve Alışanın İpeği ne yapıyor diye ziyarete gelir. Döndü ile şurdan, buradan konuşur ve Döndü der ki, Alışanın İpeği epeydir görünmüyor yanına git bak. Esme de biraz saftır, demezki bu Davdun kızı beni oraya yolladığına göre bunda bir iş var.

Velinin kızı Esme seslenerek İpek bacı diyerek ayağını İpek bacının evinin eşiğinden içeri uzatır, o anda kendini sırtüstü yerde bulur.

Alışanın İpeği eski bir gelenek olan yılbaşında evini kimseye açmaz, Tahsin gelene kadar evime kimse girmesin diye hep kapı kıyın da oturur eve kimseyi koymazdı. Tahsin Alışanın İpeğinin oğludur. Giresun'da durur. Arada, ana yanına ziyarete geleceğim diye haber yollar. Alışanın İpeği de oğlunun yolunu gözler, Tahsin gelecek bizim eve ilk o girecek. (Buna o zamanlarda ev bozma denirdi). Ocak ayının on dördü, eski takvimlerde ocağın birinci günü. O zamanlarda herkes deneyimli bildiği, sınadığı kişileri evlerine çağırır, evlerini bozdururlardı. Evi, bozan kişiyi de ev sahibi memnun etmek için yedirir, çay, kahve ikram ederdi.

İşte Alışanın İpeği, içeri girmesin diye, Esme hatunun adımını içeri attığı sırada, hızla elleriyle göğsünden geri yiter, Esme de kendisini yerde bulur. Esme yerden kalkar, sağına soluna bakar, pek zararı yoktur ama lavur luvur, gavur, İslam söylenerek evine gider. İşte fıstan yırtma işi böyle başlar. Alışanın İpeği, güya fıstandan bir parça yırtıp, Velinin kızının evini bozduğunu ve tütsü yaparsa ev bozulmamış olacağına inanır.

Alışanın İpeği, Mollaligile gider, evin etrafında dolanır bir türlü fırsat bulup fıstanı yırtamaz. Güz gelmiştir, Veli'nin kızı evinin bacasında bazen de harmanda buğday, hedik ve bulgur işleriyle uğraşmaktadır. Bakar ki Alışanın İpeği garip garip oralarda dolanıyor. Hemen Döndü'ye bakar, bakar ki Döndü Etemlerin Durmuş'unun evinin köşesinde durmuş İpek bibiyi takip ediyor. Döndü Velinin kızının kendisini görmesin diye, hemen geri çekilir, ama Velinin kızı da Döndüyü görmüştür. Yukarı doğru bağırır cazu bu senin işin. Kadıncağızı buraya mahsustan saldın

Velinin kızı, İpek bacı buraya gel der, Eski fıstanından bir parça yırtar ve İpek bacıya verir. Çünkü Davdun kızını köşede görmüştür. Ve böylece bekli de yeni fistanının yırtılmasını kurtarmıştır.

Alışanın İpeği fistan parçasını Döndü'ye gösterir ve bu çaputu nasıl tütsü yapacağını bilemez. Döndü der ki sende eyiş var mı? Alışanın İpeği var der. (Eyiş, yarım ay şeklinde demirden yapılmış, irili ufaklı bir ev aletidir). Sendeki eyşin üstüne biraz ateş parçası, biraz da köz koy ve çapudu da közün üstüne koy, evin içinde her bir tarafa gezdir, duman evin içine iyicene dağılsın der.

Alışanın İpeği denileni yapar ve Döndü'ye gelir. Döndü bacı, Döndü bacı tütsüyü yaptım, evin içi dumana gitti, Allah senden razı olsun, evimin bozulma işini kurtardın der. Ve sevinerek evine döner.

Babuko Hüseyin Aydoğan - Ankara

----------------------------------------------

1.Öykü - 21 Ocak 2011
PAYKURMA

Habire bekçi düdük çalıyordu. Sesin nerden geldiğine baktığımızda, ses Hıdırillez tepesinin yazıya bakan yamacından geliyordu.
Köyün çocukları, birer çift öküzünü otlatmak için ekili arazinin her bir bölgesinde dolaşıyordu.
Ne mümkün, ot yok. Öküzler habire ekinlerin, yani buğday tarlalarının kıyısından, köşesinden otluyor ve tarlalar birer evlek yok oluyordu. Ben deyim, bir metre, siz deyin iki metre bazı tarlalar üç metreye kadar gıylanırdı.
Köylü ise bu durumda, tarlasının kıyısından geçen çocuklara bağırıyor, çağırıyor ama fazlada bir şey söylemiyorlar, çünkü arazide ot yok, mal ise fazla idi.
Ben, Hamzagilin Mıstığı ile öküzlerimizi yazıdan, çevirme tarlanın kıyısından yayarak Deli İbramların Gölü'ne geldik. Öküzlere su içirip, Gülbahar'ın tarlasının üst tarafındaki mera arazide birikmiş arkadaşlarla buluştuk. Akşamın olmasını bekliyor ve ilik oynuyorduk.
(Hatırladığım kadarıyla, ben 113 Hüseyin, 79 Mıstık, 98 Süleyman, 1 Ali, 119 Cemal, 88 Cemal ve daha hatırlayamadığım arkadaşlar).
Birden, Gayrin Ali'si oraya yanımıza geldi. Oysaki bizler bir zarar ziyan da yapmamıştık. Gayrin Ali'si köyün arazi bekçisi idi. Gülerek, uşaklar buraya gelin, ilik oynamayı bırakın dedi. Biz de yanına yaklaştık, herkes şöyle dizilsin ve bir birinizin kulağından tutun ve çekin dedi. Biz de aynısını yaptık. Çekin çekin deyip gülüyor ve kim hızlı çekmese onu döyerim dedi. Daha lafını bitirmeden, değneğini kaldırıp ilk sıradaki 88 Cemal'a vuracakken, 88 Cemal daha deynek inmeden kaçalım dedi ve teyn (sincap) gibi ileri atıldı.
Aynı anda, sanki önceden kararlaştırılmış gibi hepimiz çil yavrusu gibi her bir tarafa dağıldık. Gayrin Ali'si şaşırdı ve ortada kala kaldı.
Biz uzakta olayın tadını çıkarıp, güle güle katılıyor, olayı daha bir zevkle bir birimize anlatıyor ve gözlerimizden yaş gelene kadar gülüyorduk.
Mallar, yakınlardaki ekin tarlalarına giriyor, Gayrin Ali'si de ulan gelin mallarınızı, elin tarlalarından çıkarın diyor, emme biz korkudan yanına yanaşmıyoruz. Mecburen tarladan malları kendisi çıkarıyor uzak bir yere sürüyordu.
Baktı ki biz yanaşmıyoruz, oradan gülerek uzaklaştı. Akşam da olmuştu.
Biz de malları toplayıp, son bir defa daha Deli İbram'ların Gölünde su içirip eve yöneldik. Kerimin İsmail'nin tarlasının altındaki yoldan Cada'ya varıp Guroya doğru giderken, Gayrin Ali'si, tarlanın kıyısındaki duvarın arkasından bizi yakalamak için hoplayınca birden bir paykurma oldu, mallar ve biz her birimiz bir tarafa dağıldık.
Gayrin Ali'si, malları topladı Gurodan Çakırgile kadar sürdü, öküzler alışkın olduğu için evlere dağıldılar.
Biz onu uzaktan izliyorduk. Çakırgilin alt tarafından, Deli Hebiplerin evinin önünden, Ezgilin oradan kayboldu.
Biz ise, olayın etkisiyle güle güle evlerimize dağıldık.

Babuko Hüseyin Aydoğan - Ankara
----------------------------------------------

Hüseyin abi, yazılarını göndermek için bu linki TIKLAYABİLİRSİN ... aliaydoganaa@hotmail.com