Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Yusuf Aydın


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
1-Çobanlık Anıları - 17 Şubat 2010
2-Mehmet Dayı - 11 Mart 2010
3-İbrahim Şahirtaş'la - 29 Aralık 2010

YUSUF AYDIN

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

3. Öykü - 29 Aralık 2010
İBRAHİM ŞAHİNTAŞ'LA

1961 Yılı haziran aylarının başlarında İzmir'den köye geldim. On beş günün gelmişiyken İbrahim ŞAHİNTAŞ (D.1922 Ö.1995) dedi ki:
-Şinikte bir ev yapılacak, beraber yapalım.
Gittik eski adı Yukarı Tersun yeni adı Dilekyolu köyünde Maraşgillere bir ev yaptık. Bir ev de Yukarı Çambaşı'nda yaptık. 45 gün çalıştık.
İbrahim Şahintaş'ın kendi atı vardı, bir tay da oradan aldı. Onlara bindik, köye doğru yola çıktık. Yolumuz uzun, 35-40 km var. Sohbetsiz geçmez. Yol arkadaşım bir anısını anlattı, dinleyelim:

"Emim Karabey'le (D.1899 -Ö.1956) Kırıntı'nın aşağısından geçip, gece Kân'dan Civrişon'un ormanından atlarla odun getiriyoruz. Civrişonlular, Kırıntı muhtarının yanına gelerek sizin köylüler bizim ormanı kesiyorlar diye şikayette bulunurlarmış. Kırıntı muhtarı araştırma yapmış. Kırıntı'dan ormana giden olmamış. Bu, bir zaman böyle devam etmiş.
Bir gün Karabey emim, bir yere gitti. Aslan beyi (D.1922) yanıma arkadaş ettim. Beraber Kân'a gittik. Tabi gece gidiyoruz. Gittik ki Civrişonlular ormanı bekliyorlar. Geri döndük, türbeleri geçtik. Bir kişi, aşağıda tarla sıvarıyor. Ay ışığında birbirimizi görüyorduk ama tanıyamıyorduk. Adam bize kim o diye seslendi. Sesinden tanımıştım. Kırıntıllı Çil Ali'ydi. Normal seslensem sesimden beni tanır diye sesimi değiştirerek dedim ki:
-Pizukk ula piz! Çüşş katuurr...
Çil Ali dedi ki:
-Haa, bunlar tütün kaçakçısı Lazlar.
Ondan sonra bir daha ormana gitmedik."
Şinik'ten köye geldik. Göç yaylaya çıkmıştı. Sabah oldu, yaylaya gittim. Aşağıdan yukarı çıktım ki eşim Seher (D.1942-Ö. 28 Eylül 1965) Kelifin kapısında dikiliyordu. Yaylanın girişinde kızlar yolumu kestiler 2,5 lira bahşiş verip geçtim.

Yusuf AYDIN.


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

2. Öykü - 11 Mart 2010
MEHMET DAYI

Sene 1960.

Temmuzun sonları. Köyden Sıcak Pınar mevkiindeki tarlamıza gidiyorum. Kavaklı'dan gelip Kırıntı'ya giden arazi yolunun kesiştiği yere geldiğimde kim olduklarını bir türlü hatırlayamadığım dört kişi oturuyordu.

Yanlarına oturdum. Bizim köyün çocuklarının tarlalarını yayıp ziyan verdiklerinden yakınıyorlardı. Ben onlarla konuşurken eşeğine binmiş gelen birisi daha göründü.

Eşeğinin üstüne kapaklanmış beli eğilmiş, bacakları sallanan, kafası sağa sola gidip gelen Kırıntı'nın Sofugil Mahallesinden Mehmet dayıydı; yani namı deli Mehmet.

Dedim ki:

-İşte bir tane daha geliyor!

Mehmet dayı dediğimi duymuştu.

Yanımıza geldiğinde eşeğin üstünde doğruldu. Beli düzeldi. Pos bıyıkları dikildi. Güneşin kavurduğu esmer yüzündeki küçük gözleri açıldı. Don Kişot gibi bana çıkıştı:

-Hee yaaa, daha bi tane daha geliyy, benim tarlamı yaymışlar, dedi.

Mehmet dayının bu sözlerine hepimiz gülüştük. Bizim gülmemize bir anlam veremeyen Mehmet dayı gözlerini kısıp bize baktı.

Dedim ki:

-Mehmet dayı bunların da tarlalarını yaymışlar.

Mehmet dayının pos bıyıkları aşağı indi. Bana dikleşmeyi bıraktı. Beli eğildi. Esmer, gergin yüzü gevşedi. Başladı gülmeye.
Onlar gitti Kırıntı'ya, ben gittim tarlaya.
-0-

Yusuf AYDIN
YENİKÖY


Sanırım köylerimizde akılda kalan deli lakaplı sevimli insanlarımız şunlardı: Deli Hüseyin, Deli Hasan, Deli Ali, Deli Şükrü, Deli Habip... Üstteki öyküyle bir tane daha eklenmiş oluyor.
Bana göre onlar deli değildi. Sadece yaşama yaklaşım ve bakışları farklıydı. Doğru hangisidir, bilinmez bazen. (AA)

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1. Öykü - 17 Şubat 2010
ÇOBANLIK ANILARI

Bir zamanlar köylerimizde insanlar kalabalıktı. Mal, davar çoktu. Yaylaya göçme geleneğimiz vardı. O zamanları köyde kalanların ihtiyaçları için köyde bir miktar davar bırakırlardı. Onları yaymak için çocuk denecek yaşta iki çoban tutulurdu. Kalan mal davar yaylaya götürülürdü. Yaylada 45 gün kalınırdı.

Çobanlarda bir gelenek vardır. Davar öğlen olunca bir ağacın altında yataklanır, sıcak geçince tekrar kaldırılırdı. Öğlende davar yataklanınca yanlarında taşıdıkları bir tasa süt sağar, yakılan ateşin içine yumurta büyüklüğünde üç veya dört taş konur, taşlar kızınca sütün içine bırakılır, böylece süt pişerdi. Sonra taşlar, tastan çıkarılıp atılırdı. Çobanlar ekmeğini bu yöntemle pişmiş süte doğrar yerlerdi. Ha, şunu da belirtmeden geçmek olmaz, her gün aynı ailenin davarı sağılmazdı.

Köyümüzde namına ATATÜRK derlerdi, bütün konuşmaları esprili, hoş sohbet biri vardı. Bir gece bizde misafir kaldı. Tatlı tatlı sohbet ettik. Bir anısını anlattı. Dinleyelim:

"Sene 1943. 15 yaşındaydım. 1928 doğumlu (Ö:24 Şubat 2010) Kolaman (Durmuş AYDIN) ile ben köyde kalan davara çoban durduk. Hüsniye KARA'nın (D.1914 - Ö. 1978) keçisini her gün sağıp sütüne ekmeğimizi doğrayıp yiyoruz. Kadın her akşam bize gelip diyor ki, keçimi sağıyorsunuz. Ben inkar ediyorum, ama gerçekten her gün aynı keçiyi sağıyoruz.

Birgün davarı kuzulukta yatakladık. Kolamanların bakır tası vardı. Yine Hüsniye halanın keçisini sağdık. Sütü pişirdik. Olanca ekmeğimizi süte doğradık. Daha kaşıkları elimize almadan Hamdullah (D.1910 - Ö.1985) dayıyla yanımıza geldiler. Kırıntı'ya gidiyorlarmış. Hüsniye hâlâ, öfkelenerek, "Yine mi benim keçimi sağdınız?" dedi. Keçinin memelerini yokladık ki sağmışız. Tası aldığı gibi taşa vurdu. Tasın altı içeri geçti. Onlar Kırıntı'ya gitti. Davar dağıldı. Kolaman'a dedim ki, "Ulan Kolaman, ekmek kalmadı. Davarı toplayalım da birimiz gidip köyden ekmek getirelim." Ne de olsa köy yakın.

Kolaman, aşağıdan gitti, ben yukarıdan. Bir ara Kolaman, olanca gücüyle bağırıp haykırmaya başladı. "Kuzular sele gitti! Oy anam kurt beni yedi! Davarı bıraktım koşa koşa gittim ki yarım daire şeklinde bir çalı kömesinin içinde bir tavşan uyuyor. Kolaman, ona rast gelmiş. Tavşanın gözleri açık uyuduğu için korkmuş. Bir taş aldım, tavşana vurdum. Tavşan, uyku sersemliğiyle şıçradığı gibi Kolaman'a çarptı. Kolaman, korkuyla bayılıp, olduğu yere düştü.

Ula ben ne yapayım. Tasın altı geçti, davar dağıldı, Kolaman bayıldı, tavşan kaçtı. Ben şaştım kaldım ortalıkta. Gittim Bozuların gözesinde şapkamı ıslattım. Getirdim şapkayı Kolaman'ın yüzüne sıktım. Kolaman, uyandı. Korkudan titriyordu. Dedim ki; "Ula Kolaman korkma! O kurt değil, tavşandı. Kaloman dedi ki: "Ey eyy eyyy, tavşandı da bacağımı nasıl aldı gitti ya?"
-0-

Yusuf AYDIN
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yusuf abi, yazılarını göndermek için bu linki TIKLAYABİLİRSİN ... aliaydoganaa@hotmail.com