Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Yaşar Günel


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
01 - Kütüphanelerimizin Durumu - 13 Eylül 2011
02. İnsan Aklının Fonksiyonları 1 - 16 Eylül 2011
03. İhtiyarlık Yılları - 02 Ekim 2011
04. Çocukların Yanında Biraz Daha Dikkat! - 05 Ekim 2011
05. Ahlak Erozyonu - 08 Ekim 2011
06. Alan Kavramı - 14 Ekim 2011
07. Ne İş Yapar? 24 Ekim 2011
08. Nankör Kim? - 28 Ekim 2011
09. Fert Ve Birey - 04 Kasım 2011
10. Mustafa Kemal Atatürk - 10 Kasım 2011
11. S.Höyüklü Hace Bektaş İle Atinalı Timon - 21 Kasım 2011
12. Nadan (Lık ) Üstüne - 01 Ocak 2012
13. Özgürleşmek Başka... - 09 Ocak 2012
14. Bir Yazının Çağrıştırdığı... - 10 Ocak 2012
15. Yaşamı Manalandırmak - 01 Şubat 2012
16. Doğruluk Hastalığı - 07 Şubat 2012
17. Sıradanlık Bulaşıcıdır / Bunaltır - 12 Şubat 2012
18. Bir Deyim Ve Bir Kavram - 21 Şubat 2012
19. Hayvan Dostlarımızdan/1 - 13 Mart 2012
20. Hayvan Dostlarımızdan/2 - 22 Mart 2012
21. Hayvan Dostlarımızdan/3 - 25 Mart 2012
22. Yazma Üstüne/1 - 30 Mart 2012
23. İlkeli İnsan Olmak - 11 Nisan 2012
24. Bilgi, Mantık Ve Sevgi - 18 Nisan 2012
25. Yazma Üstüne-2 - 03 Mayıs 2012
26. Ruh Fakiri Biri - 09 Mayıs 2012
27. Köyümüze Müze Kuralım - 11 Mayıs 2012
28. Konuşan-Ağlayan Kitaplar - 17 Mayıs 2012
29. Sevgi, Bir İhtiyaçtır - 20 Mayıs 2012
30. Bir Çınar - 25 Mayıs 2012
31. Sosyal Mikroplar - 01 Haziran 2012
32. Ahlak Bir Bütündür Ya Da Kişilik Bölünmesi - 07 Haziran 2012
33. Evlilik Üstüne Bir Yaklaşım - 11 Haziran 2012
34. Sevgi- İçgüdü - 16 Haziran 2012
35. Sizin de Bir Enginarınız Olsun - 18 Haziran 2012
36. Sen, Gavur Parasıyla Beş Para Etmezsin! - 25 Haziran 2012
37. Bir Kişilik Sapması: Sülale Uşaklığı - 12 Temmuz 2012

YAŞAR GÜNEL

38.Vicdandan Mahrumsa İnsan Ne Yapabilir - 06 Ekim 2012
39.Bir Yaşamın Gözlemi - 11 Ekim 2012
40.Palto - 20 Ekim 2012
41.En Değersiz Şey - 28 Ekim 2012
42.Yaprak - 28 Kasım 2012
43.Kavanozdaki Akıllı Balık - 07 Aralık 2012
44.Kurnaz Kedi - 17 Aralık 2012
45.Bir Rastlantının Çağrıştırdığı - 17 Şubat 2013
46.İçgüdüsel Takip - 21 Şubat 2013
47.Adam Olmanın Kriteri - 05 Mart 2013
48.Amacın Ne İse Sen de O'sun - 8 Mart 2013
49.İç İçe Geçmiş Üç Anı - 18 Mart 2013
50.Kiralık Ağız(lar) - 15 Mayıs 2013
51.Her Canlı Bilinçli, Her İki Ayaklı Da İnsan Değildir. - 20 Mayıs 2013
52.Bir Kitap Bir Anı - 26 Mayıs 2013
53.İbrahim Ağabey - 03 Haziran 2013
54.Kitaplar Yaşatılmalı - 13 Temmuz 2013
55.Dedikodu Üzerine - 13 Ekim 2015
56.Tulumba - 21 Ekim 2015
57.Sevgi Üzerine - 14 Kasım 2015
58.Fitne - 27 Kasım 2015
59.Çukolatasever Örümcek - 29 Kasım 2015
60.Çile - 05 Aralık 2015
61.Hayvan Ölmüş - 09 Aralık 2015
62-Fırın İşi - 24 Aralık 2015
63-Seven Unutulmaz Çünkü Sevgi Bir Travmadır. - 13 Ocak 2016
64-Ruh Transferi - 17 Ocak 2016
65-Duygu-Düşüncenin Yatağı ve Bilgi - 11 Şubat 2016
66-Sokrates Haklıymış - 11 Şubat 2016
67-Ecdat - 01 Haziran 2016
68-Duygular Üstüne - 5 Haziran 2016
69-Olgun İnsanın Belirtileri - 15 Haziran 2016
70-Duvar Aralığından Konuşma - 27 Haziran 2016
71-Evladım, Açıktıysan Yemek Ye, Ama Harfleri Yeme! - 18 Aralık 2016
72-Kant'a nazire:Saf düşüncenin ses tonu!? - 08 Ocak 2017
73-Hımm, Hırr!? - 02 Şubat 2017
74-Andavallaşma - 26 Mart 2017
75-Tacitus Çukuru - 08 Mayıs 2017
76-Motive Etmek - 27 Nisan 2018

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

76.Yazı – 27 Nisan 2018
MOTİVE ETMEK

Karadorukaa sitesi müdavimlerine “merhaba.”
Ali hocanın, Muzaffer ağabeyin, yeni kitaplarımla ilgili bir yazısı vesilesi dolayısıyla yazdığı gibi; yeni kitaplar alıp evin yolunu tuttuğum bazı günler, tesadüf bu ya, karşılaştık. Her karşılaşmamızda ayaküstü merhabadan sonra bir pastaneye oturup oradan buradan konuştuk. Ali hoca, yıllardır yayın hayatının içinde bulunduğu için bu işin zorluğuna vakıf biri. Yazmak, bir birikim ve süreç işi. Yazdın! Ya sonrası? Kitap yazıldıktan sonra, genelde, iki yol izlenir. Kişi, isim yapmış biriyse kitap metnini bitirdikten sonra çalıştığı yayınevine verir. Yayınevi metnin mizanpajını yaparken editörler de yazını kontrol eder, harf ve mantık hataları ya da metin içinde çelişkiler varsa yazara dönüş yapıp bilgi geçer. Yazar, metin de –varsa- düzeltmeleri yapıp tekrar yayınevine gönderir, bu metin tekrar gözden geçirilir, sonra da ISBN, Bandrol başvurusunda bulunulur. Kitap basılınca da, yazar isim yapmış biri olduğu için kitap, satış sıkıntısı sorunu taşınmadan piyasaya sunulur. Bir yazar isimin yaptıktan sonra 300 sayfalık kitabın her sayfasında “ Havada üç kuş var.” Gibi bir ifade de olsa, “bunda bir keramet var,”diye düşünülüp alınır. Ya yazar isim yapmamış, kâr, şöhret; kısacası maddi-manevi bir beklentisi olmadan iç sesinin tesiriyle yazıyorsa? Kendi üzerimden yazayım. Kitap metnini bitiririm. Sonra bilgisayardan 3-4-5 tane çıktı alır, kitap okuma sevdalısı olan kişilere “Şu metni okuyup eksik gediğim varsa altlarını işaretler misin? ”diyerek veririm. Sonra bu metni alıp hatalı görülen ( harf ya da konu bütünlüğüyle çelişkiye düşen)yerleri düzeltirim. Sonra da bu metni dizgi için matbaaya veririm. Matbaa dizgi işiyle uğraşırken ben de bir taraftan bası için para ayarlamaya çalışırım. O arda tek yaşadığım için evin işleri de omzumdadır: çamaşır, bulaşık, ev temizliği, alışveriş. Bunlara ilaveten okuma. Mizanpajdan sonra tekrar – okumayı profesyonel bir editör(ler) yapmadığı için-tekrar, 3-5 bilgisayar çıktısı alıp okunması için birilerine veririm. Bu metinleri alıp tekrar gözden geçirip matbaaya götürürüm. Sonra? Sonra – her biri değişik kurumdan alınıyor-ISBN ve Bandrol işine koştururum. Kapak ayarlanır, baskı sonra da, basılan 300-500 kitabı satıp o arada yazımı biten yeni kitap için kaynak arayışı çabası içine girerim. İşte bu süreç içinde elimden de kitap düşmez. Bazıları “Vakit geçmiyor, canım sıkılıyor. ”der ya benim canımın sıkılmaya bile vaktim olmaz.

Ali hoca yukarıda yazdığım süreci yıllardır yaşadığı için onun bir de ŞOVALYELİK edip Karadorukaa sitesini idare etmesi karşısında ŞAPKA çıkarmamak elde değil. Bu, bana göre, genlerden neşet eden sosyal sorumluluğun gereği! Öyle ya neden bir insan maddi- manevi getirisi olmadığı gibi insanı –ilgisizlik, kadir bilmezlik gibi veçheleri de olan-yıpratan bir işe soyunsun? Site kur, gelen yazıları düzenle, hatalar varsa yazıyı gönderen kişiyi arayıp bilgi ver, yazı düzeltilip sana geri dönüş yapsın, onca iç-güç arasında o yazıyı bir daha bir daha oku, sonra da Siteye koy, gelen yorumları ekle, onlar gerektiğinde cevabî yazılar yaz, görsel fotoğraflar ekle. Bu iş, BÜYÜK bir özveri işi. Ali hoca bana “Şu siteyi üç-beş ay sen idare et. ”dese, inanın bu sorumluluğun altına girmem. Karadorukaa sitesi, âdeta bir kültür havuzu olduğu için çok yönlü fonksiyonu olan bir site: dayanışmayı sağlıyor, yazma hevesi olanları teşvik edip kapılarını açıyor, bilgi aktarımı yapıyor, Hemşeriler arasında iç kohezyonu (beraberliği) sağlıyor.

Yüce gönüllü Muzaffer ağabeyle de bağ kurmam bu site sayesinde oldu. Muzaffer ağabey, kalemi her eline alana; becerisini geliştirmeye çalışana yazılarıyla BÜYÜK bir manevi destek sağladı; hâlâ da sağlıyor. Âlicenap ruhlu Muzaffer ağabeyle bir tarihte Ankara’da karşılaştık, sonra da onu- aynı gün- “Ağabey, zamanın varsa eve gidip kitapları size tevdi edeyim.”dedim, yüce gönüllü Muzaffer ağabey “ hay hay” dedi, beraber eve gittik. O sıralar eve yeni yerleştiğim için ev dağınıktı. Onu da hoş gördü, Muzaffer ağabeye kitaplarımı takdim ettim, o günden sonra da her yeni kitabımın basımından haberdar olunca- Karadorukaa sitesi vasıtasıyla. Sitenin katkısının BARİZ işareti değil mi?-motive edici yazılar yazdı. Âlicenap (ruhlu) değerli büyüğümü bir daha saygıyla selamlıyorum. Bu bir güzelleme değil, yukarıda da yazdığım gibi Muzaffer ağabey, kabuğundan çıkmak için – rutin yaşamın dışına çıkma çabası-hamle yapan herkesi yazılarıyla motive etmiştir, etmeye de devam etmektedir. Takdir, kişiyi motive eder mi? Elbette! Bakın bu konuda- örnek çok da- kısa bira anekdot yazayım.

Birinci Dünya Savaşı sırasında bir gurup Osmanlı askeri Ruslara esir düşer. Bu askerler arasında bir dönem CHP milletvekilliği de yapmış olan Ali Nejat Ölçen’in babası Mehmet Arif Ölçen de varmış. 1916- 1918 yılları arasındaki esaret hayatından sonra Mehmet Arif Ölçen, Ruslarla yapılan anlaşma sonucu memlekete dönmüş. Rahmetli, kalebent olarak tutuklu olduğu günleri bir deftere, anı olarak, yazmış. Mehmet Arif Ölçen ölünce sandığından bu yazı çıkmış, aile fertleri bu yazıyı Ali Nejat Ölçen’e göstermişler. Anılar eski yazıyla yazılmışmış. Ali Nejat Ölçen, kendi deyimiyle elli yaşından sonra eski yazı öğrenip bu metni okumuş, sora da kitaplaştırmış: Vetluğa ırmağı. Bu kitabın sahaflardan bulunup okunmasını öneririm. Değerli büyüğümüz Mehmet Arif Öçlen anılarında diyor ki; “Kalebent olarak bir kasabada tutuluyorduk. İki katlı bir evin üst katında 3-4 arkadaş beraber kalıyorduk. Kasabada dolaşmamız serbest ama kasaba dışında çıkmamız yasaktı. Günler boş, can sıkıntısı, vatan hasretiyle geçip gidiyordu. Bir gün gerekli alet edevatı tedarik ederek bir Mandolin yaptım. Ara sıra mandolin çalıp vakit öldürüyordu. Bir gün evde mandolin çalıyordum, sokağa bakan pencere de açıktı, gayriihtiyari olarak mandolin çala çala pencerenin kenarına yanaştım. Gördüğüm şey beni şaşırttı. Sokakta, 16-17 yaşındaki sarışın bir Rus kızı dikilmiş, gözlerini benim bulunduğum pencereye dikmiş dikkatlice bakıyordu. Çaldığım ezgi Rus kısmın ruhuma dokunmuş olmalıydı. Hoşuma gitti, çaldığım ezginin biri tarafından dinlenmesi. Rus kız da güzel mi güzeldi.(Yazıyı olduğu gibi hatırlamama imkân yok, bu mealde şeyler yazıyordu) Ertesi gün de aynı saatte, Rus kızı bir daha geçer beklentisi içinde mandolin çalarak pencereye yanaştım. Rus kızı yine sokakta dikilmiş, pencereden dışarıya yayılan ezgileri dinliyordu. Çok hoşuma gitti. O günden sonra mandolin çalma isteğim daha da arttı.” Bu yazından da anlaşılacağı gibi takdir, beğenilme insanı motive eder. Ali Hoca takdir ve cabalarına; Muzaffer ağabeyin de takdir satırlarına bir de bu açıdan bakın. Yüce gönüllü bu iki değerimizi saygıyla selamlıyorum. Muzaffer ağabeyin yazılarını okudukça, her seferinde “Bu yıl Muzaffer ağabey bir kitap çıkarır.” diye beklenti içine giriyorum, hâlâ o beklenti içerisindeyim. Yusuf Has Hacip. Kutadgu Bilig, sayfa:15, Türkiye İş Banaksı Yayınları:” Yalnızca yiyip doyan ve yatan yılkıdır. Bu yılkı dediğim onun yaradılışındandır.”
Yaşar Günel - Ankara
.........

Merhaba Yaşar Arkadaşım,
Yazı uzun ve yoğun övgülerle dolu. Teşekkürler. Ancak bir kaç şeye değinmek zorunda hissediyorum kendimi.
1)Övgü sözcükleri fazla abartılı olmuş.
2)Duru, yalın sözcükler yerine anlaşılması daha kolay olan güncel sözcükleri kullanmak gerekir diye düşünüyorum. Tabii takdir senin her zaman.
3)Motive etmenin gerekliliğini vurgulamışsın. Siteyle ilgili çalışmalarım konusunda beni motive edici sözler yazmışsın, teşekkürler; ama Muzaffer Bey’in yazılarıyla ilgili onu motive edici bir şeyler yazmamışsın.
Hoşgörüne güvenerek bunları yazdım.
Sevgiyle...
Ali Aydoğan




-----------------------------------------------

75. Yazı – 08 Nisan 2017
TACİTUS ÇUKURU
Zaman zaman, "yaşamın amacı nedir? Bu dünyaya neden geldim? Bu dünyada kalsam ya gitsem ne değişecek? "gibi sorular kafama takılıp durur. Bu ve buna benzer sorular geçmişte de birçok insanı uğraştırmış. Hatta birilerini bu sorgulamayı felsefe haline de sokmuşlar.
Kişi, doğadan koptuktan sonra yabancılık duygusu yaşamaya başlayıp" Ben kimin? Bu dünyadaki fonksiyonum nedir?"gibi-bu ve buna benzer-sorular sorup "varoluşa dayanmış:"Eskiztansiyalizm.
Bazı insanlar biyolojik döngünün dışına çıkamadıkları için yaşamı sorgulayamazlar. Geçmişte okuduğum bir seyyahın anılarındaki şu cümleler beni derin derin düşündürmüştü. Seyyah, gezdiği şehirdeki yaşantıyı izah ederken şöyle der:" ...burada hayat saat altından sonra biter. İşyerleri kapanmıştır. Herkes evine çekilir. Tiyatro, sinema, resim, heykel gibi sanatlar; edebiyat, felsefe gibi uğraşların adı dahi anılmaz. Bu şehrin insanları evine döndüklerinde, kendileri gibi bir sosyal yaşamı sürecek nesilleri yetiştirmekle uğraşırlar."
Biyolojik döngü içinde yaşayan insanların sohbetleri de bu döngünün getir-götürüsü dışına çıkmaz. Bir araya geldiklerinde ya sıradan sohbetler yaşanır ya da dedi-kodu mahiyetinde şeyler konuşulur. Öyle ki, bu tür konuşmalar, biyolojik bir yaşam zemini üzerinde döndüğü için bu zihniyette insanlar için bu tarz konuşmalar vazgeçilmez bir faaliyettir.
Konuşa bir ihtiyaçtır ama konuşulan konunun içeriği konuşmanın kalitesini belirler. Laf, bazen ihtiyaç olan bir konuşma malzemesidir. Sözler ise, içi dolu olan kelimeler manzumesidir. Laf ve sözün üstünde ise, bu yazının kapsamı dışındaki kelam gelir.
İnsan; biyolojik, psikolojik yönleri de olan sosyal bir varlık. Laf da ihtiyaç, söz de. Ama konuşmalar, iki tarafa da bir katkı sağlamayacak laflar etrafında dönüp durursa konuşma, daha da pespayeliğe rücu ederek dedi-koduya dönüşür. Ben, işte bu tür bayağılığı çekemem.
İnsan Ziya Gökalp'ın Malta ve Limni mektupları adlı iki ciltlik şaheser eserinde dediği gibi kulaktan duyduklarıyla sıkıntılar yaşayabilir. Bazı insanlar sıradan laflar- dedi-kodu mahiyetinde- duyduklarında, av ya da tehlike hissetmiş tilkiler gibi kulaklarını dikip dikkat kesilirler. Ben, bu gibi, belli bir haddeden sonra insanın huzurunu bozacak şeyleri dinlemeye çalışıyorum.
Bir gün biri sıradan ilişkilerin ortaya çıkardığı lafları sıralayıp duruyordu. Benim, daha önce yaptığı sohbetlerde olduğu gibi söylediği -fındıkkabuğunu doldurmayıp tam aksine insanı gerecek -laflara kulak kabartacağını sanarak mübalağalı bir anlatım tarzıyla laflarına devam ediyordu. Bir iki sabrettikten sonra" arkadaş, bu tür konuşmaları dinlemek istemiyorum" dedim. Adam afalladı. Kem, küm etti, sonra da kulak vasıtasıyla beni gerecek lafları dinlemek istediğimi, bakışımdan anlamış olacak ki lafı kesip yanımdan ayrıldı.
Sonra düşündüm. Laf da bir ihtiyaç ama sınırı aşmamalı. Nasıl ki hayal kurmak bir ihtiyaçsa, laf da bir ihtiyaçtır. Kişi, hayal kurarken, kurduğu hayaller ona gerçeklik çitini aşırıp dünyadan koparmaya başlamışsa bu durum o kişiye kâr değil zarar verir. Laf da- gereksiz konuşmalar- sınırı aşarsa insanı rahatsız etmeye başlar.
Tatius çukuru nedir? Keltler Roma üzerine yürümüş. Roma'yı o an idare eden Rumulüs Keltlerin işgal ettiği bir tepeyi ele geçirmek için saldırmış. Kelt komutanlarından Tacıtus, ordusunun önüne geçip Romalıların üzerine yürümüş.
Tacitus, atını düz görünen bir araziye sürdüğünde-arazi bataklıkmış-atı bataklığa saplanıp kalmış. Tacıtus, atını bataklıktan kurtarmaya çalıştıkça at daha da bataklığa gömülmeye başlamış. Tacitus bakmış ki kendisi de bataklığa gömülecek, adamalarının yardımıyla atını bataklıkta bırakıp çıkmış. O çukura o günden sonra Tatius çukuru, denilmiş.
Ve ben, bu tür ucuz laflardan çok çektiğim için bazı şeyleri, içim yansa da, Tacius çukuru olarak adlandırdığım laflar bataklığında bırakıp çıktım.


----------------------------------------------------------------------------------------------

74. Yazı – 26 Mart 2017
ANDAVALLAŞMA

Andaval, yüksek insaniyet duygularının zirve yaptığı bir yerleşim birikimini çağrıştırırken zaman içerisinde bu kelime, anlam kaymasına uğrayıp bu gün menfi anlamda kullandığımızı bir deyime dönüşmüştür. Andaval deyimin kaynağı yazının sonunda.

Andavallaşma, gördüğüm kadarıyla iki şekilde olmaktadır. Bunlardan birincisi; doğa bazı insanların kavrama gücünü sınırlamıştır. Diğer nedeni ise, bir insanın uzun süre, bir silsile teşkil edercesine bilgi taarruzu altında kalıp değerlendirme yanlışlarına düşmesinden kaynaklanmaktadır. Birinci şık, yazının konusu olmadığından onu es geçelim. İnsan beyni çalışırken enerji harcar. Bencil olan beyin, çalışırken,"en az,"enerji harcamaya eğilimlidir. İnsanlar, kafalarını zorlayacak bir problemle karşılaştıklarında, irade gösterip problem üzerine odaklanacakları yerde,"aman bu beni aşar," gibi, örseleyici bir tavır takınırlar. Bu tavır, kişilerin olayları ağılamasına, kavramasına da menfi etki etmektedir.

Bir gün, hayatı yazı âleminde geçmiş mürekkep yalamış biriyle bir yerde oturup oradan buradan konuşmaya başladık. "İyi," dedim, "birikimli birini bir- iki saat de olsa dinlemek, bana göre, bir üniversite bitirmeye denk gelir, çeşitli konuları açıp bu alimi dinleyip iç dünyamı zenginleştireyim." Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Oturduk konuşuyoruz. O konu; bu konu derken epeyce konuştuk. Bu âlim, bazı konular açıldığında kalıplaşmış sözleri tekrarlayıp duruyordu. İsimlerinin önüne parıltılı sıfatlar takılmış kişilerden söz açıldığında da," O mu? Önemli biri! Fazilet sahibi. Donanımlı biri,"gibi sözler söylüyordu ama ben, bu kişinin bahsettiği konu ve kişileri irdelediğimde bu kişinin bu konu ve kişiler hakkında pek de bilgi sahibi olmadığını fark ettim. Şaşırdım mı? Hayır! Neden? Bu ve buna benzer şeyleri (abartmaları) internet ortamında da sık sık görmüştüm. Bire bir sohbetlerimde de tanık olmuştum bu tür vakalara. Örnek mi? Onlarca! Birisi internette "fazilet sahibi" diye birinin fotoğrafını paylaşmıştı. Fotoğrafı paylaşılan bu donanımlı(!)kişinin daha önce de paylaşımlarına denk gelmiş, tebessüm etmiştim. Paylaşımı yapan kişiye "bu kişinin anılarını okudun mu?" diye sordum. "Yok, okumadım!" dedi. Şaşırmadım. İsminin önüne yaldızlı sıfatlar takılarak, farklı bir karaktere bürünen bu kişinin iki ciltlik anılarını bir tarihte okumuştum. Bu allamenin anılarını okuduğumda kafamda oluşan düşünce,"Yahu bu adam ne kadar cahilmiş"; içimde oluşan duygu da:"tiksinti" olmuştu. Bir başka paylaşımda, bana göre lümpen olan biri göklere çıkarılıyordu. Diğerleri de-cahillik silsilesi gereği- bu paylaşıma birikimleriyle(!)katkıda bulunup, ne kadar bilgili olduklarını intibaı oluşturuyorlardı: Donanımlı adam. Fazilet sahibi, diyerek. Anladım ki bu andavallık şu şekilde olmakta:bazı kişiler tarafından donanımlı - tarih, edebiyat, psikoloji v.s- olarak değerlendirilen biri, bir kişi hakkında" Canım, o mu? Büyük adam!Birikimi çok yüksek! Yüksek ahlaka sahip" gibi değerlendirmelerde bulunduğu zaman bu değerlendirmeler silsile oluşturup, yukarından aşağıya kadar inmekte. İşte bu cehalet silsilesidir. Kimse, bu parıltılı görüntünün ardına bakmıyordu. Neden baksın ki, bu iş için, belki de onlarca, yüzlerce kitap okuması gerekirdi. Canım, böyle bir işle uğraşılır mı? Uğraşılmaz!

Bir amigo bir şeyler üfürür, silsile takip ederek bu üfürme aşağıya kadar iner, beyin de fazla enerji harcayıp da o kişiyi sıkıntıya sokmaz. İşte yukarından aşağıya doğru üfürülen bu tür yalan-yanlış bilgilere- onlarca yüzlerce bilgiye-maruz kalan beyin dumura uğramakta kişi de andavallaşmaktadır. Andavallaşmamanın çaresi ne? Eğer andavallık doğuştan geliyorsa, bunun çaresi yok. Ama sonradan, onlarca, yüzlerce yalan -yanlış bilgi üfürülmesi neticesi oluşmuşsa, onun çaresi de çok okumaktır. Çok kişi, beynine "fazla enerji harca, bu işin künhünü( esasını) öğreneyim,"demez, papağan gibi bazı bilgileri tekrarlar durur.

Andaval deyiminin kaynağı:Andaval Niğde-Kayseri arasında bir yerleşim birimiymiş. Burada oturan yüksek ahlaklı kişiler, Kayseri'den Niğde'ye;ya da Niğde'den Kayseri'ye gidenleri Andavalda ağırlar, karşılığında da beş kuruş para talep etmezlermiş. Bu iyiliği istismar eden bazı uyanıklar Andaval'a uğradıklarında" hastayım, biraz kalayım iki/üç gün sonra yola çıkarım," der, kendilerini baktırırlarmış.Andavallılar "insanlar iyi niyeti suistimal etmez," diyue düşünüp bu kişileri hasta addedip günlerce bakarlarmış. Andavallıların misafirperverlikleri etrafta duyulunca buraya yolu düşenler postu serip günlerce Andaval'da kalıp kendilerini baktırırlarmış. Andavallılar da erinmez, üşenmez bu kişilere bakarlarmış. Gün gelmiş Andaval'ın misafirleri daha da artmış. Andavallılar bakmış ki olacak gibi değil,- gelenlere gelme de diyemezlermiş:ihtiyaçları olmasa burada kalmazlardı, diyerek-Anvdavallılar yerleşim yerlerini terk etmişler. İyilik yapan insanlara Andavallı mısın? denirmiş. Zaman içerisinde bu kelime anlam kaymasına uğrayıp bu gün kullandığımız anlama dönüşmüş.

Mürekkep yalamak:Divitle yazı yazıldığı dönemlerde har harf ya da kelime hataları yapıldığı zaman, matbaada çalışan personelden bazıları, yazı kurumadan kağıdı eline alıp dilinip harf hatasına uzatıp çeker, o harfi silermiş. Bu kişi ağzına bulaşma mürekkebi, il ceketinin üstüne giydiği kolluğa sürerek silermiş. Kol yeninde mürekkep olduğunu görenler "mürekkep yalamış" derlermiş, bu söz daha sonra anlam değişikliğine uğrayarak bu günkü anlamda kullanılmaya başlanmış.

Yaşar Günel - Ankara


----------------------------------------------

73. Yazı – 02 Şubat 2017

HIMM, HIRR!?

Bilge ve bilgiç kişilikler uzun zaman ilgimi çekti. Bilge kimdir, bilgiç kimdir? Bu kişilerin kişiliklerini dayandırdıkları temellerin farkları nelerdir. Bilge, kişinin yetkinleşmek istediği konudaki bilgileri içselleştirmiş kişidir. Bilge, kendini yetkinleştirdiği konunun dışında da fikir serdedecek donanım sahipse bu kişilere, eskiler,"âllame " derler. Bilge ve bilgiç arasındaki temel fark, birsinin (bilge) bilgiyi içselleştirip duygu-düşünce ve davranışlarına yansıtması;diğerinin ise ahkâm kestiği konu ya da konularda derin bir bilgiye sahip olmasa da tutum, davranış, mimik ve jestleriyle bilge görüntüsü vermeye çalışmasıdır,diyebiliriz. İnsanın ihtiyaç sıralaması yapılırken- beslenme, cinsellik, güvenlik...-biyolojik ihtiyaçlardan sonra sosyal ihtiyaçlar sıralanır:sevgi, itibar, prestij gibi ihtiyaçlar. Tabii ihtiyaçlar sadece bunlara teksif edilemez ama konuyu yaymamak için sınırlı tutuyorum.

Şunu da belirteyim; alim ile"arif "arasındaki farkı da biliyorum sadece bilgi yüklemesinin" bilge"sıfatını sağlamayacağını da. Bir tarihte merhaba dediğim, yaşadığı sosyal çevrede "bilge" intibaı bırakmış birine bir iki kitabımı verip " okursun," dedim. Ondan önce, kitap haline gelecek bin bir emek mahsulü dokümanlarımı gösterip," bunlar zaman içinde kitaplaşacak," dedim. O, ben bu davranışta bulunmakla sanki benim takdir- taltif peşinde olduğumu ya da o yönde beklentim olduğunu düşünmüş olmalı ki, sağ elini ağzına götürdü, işaret parmağıyla baş parmağı arasına ince bıyıklarını aldı,"hımm, hımm," diyerek notları okumaya başladı. Bu kişi, bu fakirin bilgeyle bilge görüntüsü verecek kişileri ayıracak kadar ferasetim ve bilgi birikimi olmadığını düşünüyor olmalıydı. Bilge görüntüsü vererek prestij oluşturmaya ya da oluşturduğu prestiji korumaya çalışan bu kişinin mimiklerini göz ucuyla incelemeye başladım. Bilge (!), ince, uçları kırçıllaşmış bıyıklarını iki parmağı arasında çekiştirip "hımm, hımm " derken bu "hımların" burundan geldiğini fark ettim. Eğer bu kişi " hımmlarını " burnundan değil de ağız içinde dolaştırarak çıkarsaydı " hırrr" diye ses çıkaracağını fark ettim. Yıllarca ruhunu, bana göre, hak etmediği takdir ve taltifle beslemiş- toplulukların kahramanlara ihtiyacı var gibi-bu gibiler, ahkâm kesiği konuda bilgi sahibi olan biriyle karşılaştıklarında,iğne batırılmış balon gibi" fısss!" diye sönecekleri de aşikârdır.

Sadi Sirazı " Bostan ve Gülistan" kitabında bu konuyla bağ kurulacak bir hikayecik aktarır. Ateş böceği geceleri ışık saçarak dolaşır ama gündüz görünmez. Ateş böceğine sormuşlar:"Geceleri ateş saçarak dolaşıyorsun da gündüzleri nerelere gidersin" Ateş böceği:" Ben gündüzleri de dolaşırım ama güneş ışığının yanında benim ışığım bir hiç," demiş. Bir tarihte Celal Sılay Yahya Kemal'e " üstat " demiş. "bundan sonra bir birimize 'üstat' diyelim" demiş. Gülümseyen Yahya Kemal." Hay, hay," demiş." Biz bir birimize 'üstat' demeyeceğiz de kim bize üstat " diyecek. İşte, "hımm hımlarla "bilge görüntüsü veren bu kişi, kafasına göre benim yazdıklarımı kayda-değer bulmamış olacak ki kendisin tevdi ettiğim kitapları almadan bulunduğumuz ortamdan ayrıldı. Bu fakir, " hımm"la " hırr, hırrı" ayıracak kadar basiret sahibidir. Bilge görüntüsü verenleri de Sadi'nin" Davul çok ses çıkarır ama içi boştur,"vecizesiyle yâd ediyorum.
Yaşar Günel - Ankara


-----------------------------------------------

72. Yazı – 08 Ocak 2017
KANT'A NAZİRE:SAF DÜŞÜNCENİN SES TONU!?

İnsan üzerine onlarca değerlendirme yapılmaktadır; say sayabildiğin kadar:İnsan biyolojik bir varlıktır. İnsan sosyal bir varlıktır. İnsan, psikolojik bir varlıktır. İnsan, gülen varlıktır ya da canlı. İnsan, düşünen, plan program- geleceğe yönelik tasarımlar-yapan bir varlıktır. İçgüdüler, insan ve hayvanda ortak özelliklerdir: beslenme, korunma, güvenlik, cinsellik( hayvanda üreme)

Canlılar, içgüdüsel arzu ve beklentilerini ortaya koymak için kendilerine has sesler çıkarırlar. Elinize "et" olduğunu anlayan bir kedinin size yaklaşırken çıkardığı miyavlama sesi, savunma anındaki tısı-lamasından farklıdır. Kedi, beslenme içgüdüsünün tetiklemesiyle ince bir tonda " miyaaav!" diye ses çıkararak çevrenizde döner, buna paralel olarak da ele- ayaklarınıza yavaş yavaş sürtünmeye başlar. Kedi,( ben kedi üzerinden yazıyorum, siz başka hayvanları da bu değerlendirmelere katabilirsiniz) kendini tehlikede hissettiği zaman set, katı bir tonda " Miaaoov!" diye ses çıkarır. Bu ton, savunma işaretidir. Kedi, mart ayı geldiğinde cinsel içgüdüye bağlı olarak farklı tonda sesler çıkarır. İşte bütün bu farklı ses tonları "düşünceden değil", hayvanın biyolojisinden gelmektedir.

Sizden yavuncanarak( kendine acındıran davranışlar sergilemek; buna paralel ses tonu ortaya koymak) bir şey(ler) isteyen insanın ses tonuna dikkat edin, bu ses tonu saf düşüncenin ses tonu değildir;bu ses tonu beklentilere matuf ses tonudur. Maslow, insanın ihtiyaç sıralamasını yaparken; beslenme, korunma, güvenlik, sevgi, cinsellik gibi biyolojik içgüdülerden sonra sosyal basamağın geldiğini, bunun da prestij, itibar gibi- piramit düşünün-sıralandığını öne sürür. Bir insan, bir başka insandan destek isterken çıkardığı ses tonuna bakın, bu ses tonu da saf düşüncenin ses tonu değil, beklentileri dillendiren ses tonuna duygusal muhtevalar giydirilmiş olduğunu göreceksiniz. Demek ki, konuşma, bir ihtimal, saf düşüncenin- insandaki entelektüel beyin denilen üst beynin gelişmesiyle-ortaya konulmasının gereği olarak ortaya çıktı. Canlılarda içgüdüsel beklentilere matuf ses tonları- incelip kalınlaşan- ses tonu dışında saf düşüncenin ses tonu- hayvanlarda düşünce olmadığı için;bir başka ifadeyle de hayvan beyninde bu düşünce yatağı oluşmadığı için-bulunmaz.

İnsan, düşüncenin tezahürü olarak doğmuş olma ihtimali olan düşüncenin ses tonuna duygularını,arzu ve beklentilerini ekleyerek saffiyetini sulandırmakta mıdır, acaba? Bir kişi sevdiği kişiye " Biricik aşkım," derken; bir kişi dostuna " değerli dostum" derken, saf düşüncenin değil, insan olmamızdan kaynaklanan zaafların izlerini taşımaktadır. Dostluk, zaten içinde, " değer "i içermektedir. Yoksa, müptezzel beklentilerin tezahürü olarak oluşan yakınlıklar, dostluk kategorisine girmez. İşte burada duygusal değerler devreye girmektedir. Saf düşüncenin ses tonu nası olur. Demir bir para betona düştüğünde, nasıl " tınk!" diye ses çıkarırsa saf düşüncenin ses tonu da, ne kadar olabilirse, duygulardan ve içgüdüsel beklentilerden uzak metalik bir ton içerir. İki kere iki kaç eder? Cevap:dört. İşte, saf düşüncenin ses tonu. Evrenin merkezinde, şu anki bilgilerimiz ışığında ne var? Dünya. İşte, saf düşüncenin ses tonu.
Yaşar Günel – Ankara – 08 Ocak 2017

-----------------------------------------------

71. Yazı – 18 Aralık 2016
EVLADIM, AÇIKTIYSAN YEMEK YE, AMA HARFLERİ YEME!

Mutfak alışveriş yapmak için evime yakın bir büyük bakkala( market diyorlar)gittim. Satılacak bazı ürünler raflara dizilmişti. Rafların arasında dolaşmaya başladım. Evimde eksik olup gözüme çarpan gıda maddelerinden almaya başladım: reçel. Paketlenmiş bulgur v.s. Bir anons yapıldı. Bu anonsun sonunca, bu anonsu yapan genç kızımız- müzikçilerin soprano dedikleri- ince sesiyle duyurusunu: " LütfEeeeaan," diye bitirdi. " LütfEeeeaan," nidasını duyunca hızlıca etrafıma bakındım, " Ben neredeyim?! " dedim. Konuşan kişi " hangi lisanla konuşmuştu?" Düşün, düşün için içinden çıkamadım. Biraz sonra aynı anons "....LütfEeeeaan "le bitti. Şaşırmıştım. Sağıma soluma baktım ama benden başka kimsede bir şaşkınlık görmedim. Koca bakkalda-kiler raflara uzanmış ihtiyaçları olan şeyleri alıyorlardı. Kasaya gidip ödememi yapıp çıktım.

Evime doğru yollandığımda, İtalyanca mı, Farsça mı... olduğunu anlayamadığın o seslenmeyi düşünüyordum. Yok, dedim, bu seslenme Marslı ya da Üranüslü birinin seslenmesi. Düşün, düşün. Hah, buldum, dedim, yüzünü görmediğim bu kız, yaylana yaylana söylediği şey, " Lütfen "di. İyide kardeşim L-ü-t-f'yi düzün telaffuz ediyorsun da " E " yi neden esnetiyorsun? Sonra, küçük " eee" lerden sonra "aaaa " lar neyin nesi oluyor? Ya, son harf olan "n"nin yarısını yutmam. A, evladım açıktıysan yemek ye ama harfleri yeme. Senin benim gibi bir fakirin kafasını karıştırmaya hakkın var mı? Kibar mı olmak istiyorsun? Güzel! Ama, bu "ÖZ "le olur, kibarlık budalalığı ya da kibarlık kalpazanlığı yaparak olmaz kardeşim, olmaz.! Öz'de bir şey yoksa, kibarlık görüntüsü "tez zamanda "kendini el verir. Hiç Balzac okumadı mı? Bu sözü, kibarlık kalpazanlığına teksif et, öyle yorumlar:"

Sığı insanlar önemli insan görüntüsü vermeye çalışsalar da bu gibi kişilerin foyası tez zamanda meydana çıkar. Tıpkı, hızlıca ağaca tırmanan maymunların ayıp yerlerinin (kıçları) görünmesi gibi. Sonra, internet ortamında yazışmaları düşündüm. Bir örnek: "ahmetmi gelecek " Hayda, hadi gelin de işin içinden çıkın! Ahmet özel isim, ilk harf büyük harfle başlar. Ahmet, bir isim. Ama ben bu güne kadar " ahmetmi. " diye bir isime rast gelmedin. Bu soru cümlesiyse, neden soru edatı olan " mi"yı ayrı yazmasın be kardeşim. Soru cümlesinin sonuna, neden "? " işareti koymazsın. Bir başkası:....Bende var. " Bende!? Birisine mi tâbisin? Değil misin!? İyi, iyi. Peki, " de " bağlacını neden ayrı yazmazsın? " de " bağlacını ayrı yazsan, soru cümlesinin sonunda da "? " işareti koysan daha fazla enerji mi harcarsın? Hayır! O halde, arkadaşım, neden bir dünya dili olan Türkçeyi kural ve kaidelerine göre konuşup yazmazsın? Sen bu dili TÜRK dilini, kural ve kaidelerine göre konuşup yazmayacaksın da Marslılar, Üranüslüler mi konuşup yazacak?

Dil- kültür, iç içedir. Biri bozulursa, zaman içerisinde diğeri de bozulur. Dil, en önemli kültür taşıyıcı ögelerden biridir. Dil, millet olma işaretinin bir tezahürüdür. Kardeşim! Bu dili kural ve kaidelerine göre konuş, yaz! " Olsun! " Ben meramımı anlatıyorum ya," diyemezsin. Dil fakirliği " kafa " fakirliğinin de işaretidir. Bu gün dünyada bazıları ölü dilleri diriltmeye çalıştığı bir ortamda senin, bir dünya ve bilim dili olan " güzel Türkçe'mizin kafasını gözünü yarmaya hakkın var mı?

Bakın, Ulu önder Mustafa Kemal ne demiş: "Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin milli ve zengin olması, milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin.”

-----------------------------------------------

70. Yazı – 27 Haziran 2016
DUVAR ARALIĞINDAN KONUŞMA.

İnsan yaşadıklarıyla okudukları arasındaki paralelliği görünce ister istemez, " yaşam tekrardan ibaretmiş," demekten kendini alamıyor. Zaman içerisinde, tarihte,- rutin yaşamın dışına çıkmış, sayıları az da olsa, insanlar da olmuş. İşte rutin dışına çıkan insanların arasında geçen, biyolojik yapından maada olan konuşmalara Yunan Mitolojisinden esinlenerek " duvar aralığından konuşma " diyorum.

Antik Yunan'da geçen mitolojik bir aşk hikayesi vardır; bu aşk hikayesi kayıtlara " Thsibe ve Prayamus " aşkı olarak geçer. Thsibe ve Prayamuş Nina'da- Çanakkale ilimizdeki antik bir yerleşim yeri-Semiramis!in kocasının ölüm yıl dönümü törenlerinde karşılaşırlar ve bu bağı devam ettirmeye karar verirler. O günden sonra şu veya bu sebeplerden biri birlerini göremeyen- görmeleri engellene-iki aşık yaşadıkları yeri bir birinde ayıran duvar aralığından konuşmaya başlarlar. Bir müddet devam eden bu konuşmadan sonra, bir tarih belirleyip Semiramis'in mezarının yanındaki " Dut Ağacı " nın orada, gizlice buluşmaya karar verirler. Buluşma yerine Thsibe gider. O an avdan dönen bir aslan ağzından avlayıp yediği hayvanın kanı damlayarak, su içmek için Thsibe'nin olduğu yere gelir. Aslanı gören Thsibe yakındaki bir mağaraya sığınır. Mağaraya girerken de pelerin ya da örtüsünü düşürür. Aslan, bu örtüdeki insan kokusunu alınca örtüyü parçalar, sonra da çekip gider.

Aslan giderken Prayamuş buluşma yerine gelip de kanlı örtüyü görünce sevgilisinin aslan tarafından parçalandığını sanır, hançerini çıkarıp bağrına saplar. Aslan gidince mağaradan çıkan Praymuş, sevdiğinin ölmüş olduğunu görünce o da kendini öldürür. İki sevgilinin cesetleri yakılıp dut ağacının dibine gömülür. Bu aşk acısından dolayı dut ağacı simsiyah olur ve Yunan Mitolojisine göre " Kara Dut " un kaynağı da budur.

Gelelim bağa. Sanal ortamda zaman zaman okuduğum kitaplardan pasajlara atıyordum. Bundan muradım, bazı bilgileri paylaşarak birkaç kişide de olsa okuma tutkusu oluşturmaktı. Ben okumayı ve yazmayı seviyorum, takdir, taltif peşinde de değilim. Zaman zaman, sayıları az da olsa benim yazılarıma yorum yazanlar oluyordu ben de bu yorumlara, okuduklarım ışığında katkıda bulunuyordum. Bir gün bir hanım bana yazdı, " yazılarımı beğeniyorum. Ben de bilgi severim. Okumak- yazmak ne kadar güzel " gibi diyalog arayışlarından sonra takdirlerini bildirdi. Bu yazışma bir müddet devam etti. Kadını hiç yüz yüze görmedim. Yazışmalar entelektüalizm zeminde devam edip gidiyordu. Ne güzel, dedim, para- pul; mal- mülk vs gibi insanı zaafa sürükleyebilecek şeyler dışında bir bağ kurduk. İşte ben bu bağa " duvar aralığından " konuşma diyordum.

Duvar aralığı ne? İnsanların konuşmalarının genelini kaplayan para- pul; mal- mülk ve cinsellik gibi şeyler. İnsanın varoluş gayesi erdeme doğru yürümek olduğuna göre, insan- insan konuşmalarda asıl konuşulması gereken şeyler " değer ve değer yaratmak " olması gerekirken insanların arasında yukarında saydığım şeylerden duvar örülmüştü. Ben kendi namıma bu gibi şeyleri hayatımdan çıkarıp atmış, başımı dokuz on yıldır kitapların arasına gömmüştüm. Yukarıda saydığım duvar arasından- bu gibi şeyleri amaç olmaktan çıkarmış, konuşacak kimseler arıyordum. İşte bu kadın bu arayış sırasında benimle bağ kurdu. " Ne güzel," dedim, " duvar arasından " konuşuyoruz. Yazışmalarımızda ne para- puş; ne mal- mülk ne de başak zaafları içeren sözler geçiyordu. Duvar arasından- para- pul; mal- mülk v.s sarmalından sıyrılmış - bir konuşmaydı.

Derken kadının yazışmaları sıradanlaşmaya başladı, şartlarını anlatıp beni davet etti. Şaşkındım. Sıradanlığın dışında bir insani, kaliteli bir bağ kurduğumu sanırken yanılmışım. Sonra kadın aradığı gibi birini bulup sayfamdan çekip gitti. Bu olaydan sonra tarihe doğru bir yolculuk yapınca " yaşam tekrardan ibaretmiş, " dedim. Bilen bilir, bilmeyen de kitaplarını, yazılarını okusun, tarihçi Turhan Tan iki arkadaşıyla beraber Avrupa seyahatine çıkar. Trenle giderlerken ara istasyonlardan birinde bir kadın trene biner. Trenin lokantasında Turhan Tan'la kadının arasında entelektüel bir diyalog başlar. Edebiyat, felsefe, tarih, şiir üzerine konuşurlar. Bu konuşmalara, sıradanlığın dışına çıktığı için Thise Praymuş olayından esinlenerek " duvar arasından " konuşma diyorum. Bu konuşmalarda para- pul; mal- mülk, cinsellik yok.

Turhan Tan ve Fransız kadın saatlerce konuşurlar. Kadın Osmanlı konusunda epeyce bilgi sahibidir ve Enderun'dan yetişmiş değerlerimizden de haberdardır. Enderunlu Fazıl'dan şiirler okur. Sonra gece geç saate herkes pusatın ( Yataklı vagon ) çekilir. Tarihçi şaşkındır. Kadın hem güzel hem de bilgilidir. Ertesi gün tekrar kadınla kaldığımız yerden konuşuruz, der tarihçi. Konuşamazlar. Kadın o gece bir ara istasyonda iner. İnerken de, görevliye, Turhan Tan'a verilmesi için bir not bırakır. Turhan Tan, kadından ayrıldığı için üzgündür. Duvar arasından konuşacağı birini bulmuştur.

Tarihçimiz notu okuduğunda şaşırır. Kadın şöyle yazmıştır: " efendi, kültür birikiminiz yüksek. Enderunlu Fazıl'ı ezbere okuyorsunuz. Şairinizi derin derin okumuşsunuz ama NEDEN siz de onun gibi yaşamıyorsunuz? " Enderun'dan yetişen Fazıl iyi bir şair olduğu kadar çapkın biriymiş de. Onlarca sevgilisi olmuş.

Tarihçimiz diyor ki, " Entel kadının sıradanlık beklentisini okuduğumda dudaklarımda alaycı bir tebessüm oluştu. " Sanal ortamdaki kadının, bu konularla hiçbir bağı olmayan beni duvar aralığından başka alanlara çekmek istemesi beni şaşkına çevirmişti. Bu olayın şokunu atlattıktan sonra sana ortamla bağımı da bitirdim. Bu konuda örnek çok. Para konusu olur, başka konu olur. Esas olan insan - insan konuşma. İşte günümüzde bu konuşma duvar arasında olmakta.

Yaşar Günel - Ankara


-----------------------------------------------

69. Yazı – 15 Haziran 2016
OLGUN İNSANIN BELİRTİLERİ

Olgun insan denilen insanların ortak özellikleri sözleriyle özlerinin bir olmasıdır. Emeği en yüksek değer kabul etmeleri. Yalan, ikiyüzlülük bilmemeleri ve çıkar için eğilmemeleridir.

Mehmet Akif Ersoy vekillik yaptığı dönemde Ankara'da Hamamönü semtinde oturmuş. Akif, evinden çıkar, yaz- kış da olsa yürüye yürüye Meclise gidermiş. O dönemde bu değerimiz ceketle sokağa çıkarmış. Bir gün biri Akif'e, " Efendi," demiş," Karaoğlan çarşısında tanıdığım var, bir gün ona uğrayalım da sana bir palto alalım. " Akif, o günden sonra bu şahısla selam sabahını kesmiş. Yine Mehmet Akif İstanbul'da yaşadığı dönemde Fatin adlı bir arkadaşına " Efendi, şu güm sana geleyim de biraz sohbet ederiz" demiş. BU kişi de," Olur, gel," demiş. Akif, sözleştikleri gün evden çıkmış, yürüye yürüye arkadaşının evine gitmiş. O gün, aksilik bu ya hava çok kötüymüş:yağmur- çepel varmış. Bu değerimiz," söz verdim, Fatin Efendi beni bekler, hava kötü de olsa gideceğim," demiş ve gitmiş de.

Mehmet Akif arkadaşının evine gitmiş ama arkadaşı," Hava kötü, Akif bu havada o kadar yolu kat edip de gelmez, ben de filan kişiye gideyim de biraz vakit geçireyim,"demiş, evden ayrılmış. Bu olaya üzülen Akif, arkadaşına ilk rastlayışında," insan sözünde durmalı " demiş. Ziya Gökalp Diyarbakır'da " Küçük Mecmua " adında bir dergi çıkarır. Bu derginin fikri içeriğini kendisi hazırlar. Matbaadaki işleri Ali Nüzhet Gökalp çekip çevirmekteymiş. Ziya Gökalp'in mide sıkıntısı olduğu için o sıralar matbaaya pek uğramazmış.

Bir gün matbaaya ABD'den bir mektup gelmiş. ABD'de okuyan ve Ziya Gökalp'in yazılarını okuyan bir yurttaşımız Küçük Mecmuaya yazı yazmış. Bu yazıda Ziya Gökalp'in fikirleri onaylanıyor ve bu değerimiz . Ali Nüzhet Bey bu yazıyı dergiye koymuş baskıya geçilmiş. Tam o anda Ziya Gökalp matbaaya gelmiş. Ali Nüzhet Bey bu yazından bahsedince Ziya Gökalp " Getir de okuyayım" demiş. Yazıyı okuyan Ziya Gökalp kendisi hakkında övgü satırlarını görünce o yazıyı baskıdan çıkarmış. Çiçero der ki, “ İnsanlar, koşullar gereği düşmana bir söz vermek zorunda kalsalar bile, o sadakatini korumak zorundadır. “

Kartaca Savaş’ında Romalı komutanlardan Regulus Kartacalılara esir düşmüş. Kartacalılar, Romalılarla esir değiş tokuşu yapmak için Roma’ya birini göndermek istemişler. Romalı komutan Regulus, “ Bu görüşmeyi yapmak için Roma’ya ben giderim, “ demiş. Kartacalılar, “ İyi de sen bizim esirimizsin. Senin Roma’ya gidersen, geri dönmeyeceğin ne malum? “ demişler. O da: “ Söz veriyorum döneceğim! “ demiş. Kartacalılar bu komutanı Roma’ya göndermişler. Romalı komutan memleketi olan Roma’ya gidince onun çevresini saran silah arkadaşları, eşi dostu ona: " Verdiğin sözü unut, Kartaca’ya dönme! "demişler. Regulus, “ Hayır, söz verdim döneceğim “ demiş ve Kartacalılara verdiği sözü tutup onların hakkında verecekleri cezayı çekmek için Kartaca’ya dönmüş.

Ahmet Mithat Efendi 1860lı yıllarda Avrupa^ya Oryantalistler Kongresine katılmış. Bu kongrede aynı düşünce ve duyguları paylaşan insanlar arasında zaman zaman dostluklar kurulmuş. Ahmet Mithat Efendi, Rus- Kazan Türklerinden olan Günnar Hanımla dostluk geliştirmiş, ikili kongreden arta kalan zamanlarında Avrupa’nın belli başlı şehirlerini dolaşıyorlarmış. Her sabah, yemek yedikten sonra sokapa çıkar; müzeleri, sanat atölyelerini gezerlermiş, sonra da akşam olunca kaldıkları otele döner yemeklerini yer, herkes kendi odasına çekilip bir iki saat dinlernir, sonra bir daha, kaldıkları şehri dolaşmaya çıkarlarmış.

Bir gün sabah gezisinden döndüklerinde Gülnar Hanım,” Efendi,” demiş, Ahmet Mithat Efendi’ye “ bu gün çok yoruldum akşam gezisine çıkmayacağım siz Paris’in gece hayatını gezebilirsiniz, ben size mani olmayayım,” demiş. Ahmet Mithat Efendi,” Gece hayatı mı? O hayatın bana katacak bir şey yok, bu gün ben de akşam gezisine çıkmayayım da dinleneyim,” demiş. Gülnar Hanım şaşırmış,” Hayret,” demiş,” Nasıl olur? İnsanlar dünyanın dört tarafından Paris’in gece hayatını teneffüs etmek için gelir ama siz ‘ İstmem ‘ diyorsunuz, şaştım,” demiş. Eee, Ahmet Mithat Efendi’nin hayatında sıradanlığa yer yokmuş.

Keşke Ali Hoca “ yazı uzun” demese de Ahmet Mithat Efendi’ye ilgili birkaç satır da yazsam. Okuyun: Ameht Mithat Efendi. Avurpa’da bir Cevelan. Dergâh Yayınları Mehmet Emin Erişgil. Mehmet Akif. Türkiye İş Bankası Yayını. Ali Nüzhet Köksal. Ziya Gökalp. Hayatı ve Şiirleri. İstanbul, 1949 yılı basım.

Yaşar Günel - Ankara


----------------------------------------------------------------------------------------------


68. Yazı – 05 Haziran 2016
DUYGULAR ÜSTÜNE

İnsan üzerine onlarca, yüzlerce kitap; binlerce makale yayınlanmıştır ama bu gün hâlâ insan doğası tam olarak aydınlatılmamıştır. Dr. Alex Carrel “ İnsan Denilen Meçhul” derken haklı bir söz söylemiş. İnsan ve hayvanlarda ortak özelliklerimiz içgüdülerimizdir: beslenme, korunma, güvenlik, cinsellik ve (dişide) analık. Açlık dürtüsü bizi güdüler, yiyecekle ilgili şeylere yöneliriz. Dürtü, güdüleşirken canlılarda” his “ gelişir. His, duyguların ön ayağıdır ama duygu değildir. Bir hayvan, örneğin kedi, gireceği bir ortamdan tehlike gelebileceğini his- eder. Kedi ya da diğer başka hayvanların sağda solda buldukları yiyeceği yemeyip yavrularına getirmesi, doğurganlıkla beraber gelişen ama duyguya dönüşmeyen his-tir. Hayvanlardaki analık dönemi geçince, doğrumdan birkaç ay sonra, bu his duyguya dönüşmeden silinip gider, hayvanda yine, içgüdülere bağlı olarak bencillik gelişir, yavrusu da olsa yiyeceğini biriyle paylaşmaz. Geçenlere rast geldiğim bir gözlemimi yazayım. İki köpek çimenlerin üzerinde oynuyorlardı.Onları izlemeye başladım. Oyun biraz tavsayınca köpeğin biri oynadıkları yere yakın bir yerdeki su birikintisinin oraya gitti. Diğer köpek de onun yanına gitti, tekrar oynamaya başladılar. Suyun içinde hoplayıp zıplıyor, acı veremeyecek şekilde biri birlerini ısırıyorlardı. Suya girip çıktıkça “ çap, çup” sesler çıkarıyorlardı. Bu “ çap, cup “ sesleri köpeklerin oyununa “ çeşni “ katıyordu. İki köpek, suyun içinde, çimenlikte oynarken yaşadıkları, donuklaşmış his-ten farklı his yaşıyorlardı ki, bir süre su birikintisinin içine oynayıp durdular. Dışarıdan aldığımız uyaranlar duyu organlarımıza çarpıp his, sonra da bu his kaybolmadan duyguya nasıl dönüşür? Peki, duyguların kalitesi var mı? His, duyguya dönüşür; duygu da şuur seviyesine çıkarsa ne olur, çıkmazsa ne olur? Uzun bir yazı konusu. His, duygu ve duyguların şuura çıkması bir başka yazının konusu olarak kenarda dursun, duyguların kalitesi üzerine yoğunlaşalım. Sevgi duygusu, bana göre, şuur seviyesine çıkmazsa sonunda iki tarafı da mutsuz edecek gelişmelere yol açması kaçınılmazdır. Bertrad Russel,” İnsanlığın Yarını “ adlı eserinde şöyle der- bu söz benim çok hoşuma gider-: “ insanlık teknikten payını aldı da bilgelikten, yeteri kadar payını almadı. “ Her insanda duyu mevcuttur. Ama her bilgi insanda kaliteli diyeceğimiz duygu geliştirmez. Bir insan yoğunlaştığı bir dalda çok iyi teknik bilgiler edinebilir ama acaba bu teknik bilgiler insanda var olan duygulara kalite katar mı? İşte ona pek de emin değilim. Bazen teknik bilgi sahibi olan insanların konuşlarını dinleyip de, sonra bu kişilerin duygu derinliği olmadığını görünce insan, önce şaşırıyor, sonra da işin esasına- bana göre- inince pek de şaşılacak bir şey olmadığını görüyor. İnsan duyguları geliştirip duygulara kalite katan şey entelektüel bilgidir. Onlarca roman; psikoloji, tarih kitabı okuyan biriyle, ömür boyunca hiç kitap okumamış; ya da teknik kitaplar konusu dışında başka kitaplar okumamış insanların duygu derinliğinin farklı olduğunu gördüm. Duyguyu şuur seviyesine çıkarıp- örnek, sevgi-somutlaşmış sevgiye dönüştüren şey, entelektüel bilgidir. Şuur halinde dönüşmüş; bir başka ifadeyle de şuurla ( entelektüel bilgi) harmanlaşmış sevgi, biyolojik isteklerin doğurduğu SANAL sevginin yaşattığı dramları yaşatmaz. Entelektüel bilgi, duyguya - sevgiye bir üst boyut katar. Erich From “ Sevme Sanatı “ ve “ Sevgi ve Şiddetin “ kaynağı adlı eserlerinde sevgiyi bir sanat olarak değerlendirirken, her sanatta olduğu gibi sevme sanatında da teorik ve pratik bilginin olması gerektiğini söyler. Ama bu söylem bana metazori bir söylem gibi geldi. Şöyle ki, kişi entelektüel bilgi derinliğini artırdıkça zaten duygular kalite kazanacaktır. Sevgi olayındaki teorik bilgiler, diğer sanat dallarındaki gibi edinilemez. Bu şekilde edinilse bile, eğer kişi entelektüel derinlik kazanmazsa, o kişinin duyguları, içgüdülerin doğurduğu ilkel düzeyde kalır ya da çok az gelişir. Duygu, sevgi, diyelim, şuurlaşınca ( entelektüel bilgiyle) bu duygu evrensel bir mahiyet kazanır. Sevgi, bir tek kişi üzerine yoğunlaşan, biyolojik yapının doğurduğu egoist mahiyetinden çıkıp, şuurla beraber evrensel nitelik kazanır. Evrensel derken, seven insan; ağacı, taşı, kurdu, kuşu her şeyi sever. Entelektüel bilgi insanın her şeyini etkiler. Ama bilgi, her insanın doğasını tam olarak da değiştirmez. Doğuştan gelen ve değiştirilmesi zor olan özelliklerimiz bilgiyle harmanlanırsa duygu ve düşüncelerimiz farklı bir boyut kazanır, zenginleşir. Eğer kişinin entelektüel bilgi birikimi o kişide ORİJİNAL kişilik geliştirecek- ya da doğuştan bu feraseti yoksa-düzeyde değilse, bu gibi kişilerden bazılarının duygu-düşünce transferi yaptığımı görmek de şaşırtıcı olmamalı. Duygu- düşünce transferi yapılır mı? Elbette. Herkesin orijinal bir kişilik geliştirmesi, bana göre, mümkün değildir. Şu veya bu nedenle ORİJİNAL kişilik geliştirememiş kişiler, başkalarının duygu- düşüncelerini âdeta kendilerinin orijinal duygu ve düşünceleri gibi- taklit yoluyla-takdim etmeleri görülen vakalardandır. Şöyle bir olaya şahit oldum. Yaşlı bir kadın vardı. Kadının biri bu yaşlı ve evlatlarının sahip çıkmadığı kadına zaman zaman yiyecek götürüyor, bu vesileyle de onunla sohbet ediyordu. Duyu dünyası derin gibi görünüyordu. Bu kadının kız kardeşi bir gün , “. Onun ( yaşlı kadının) üstüne ne bu kadar düşüyorsun. Yaşlı da olsa eli- ayağı tutuyor, kocasından da maaş alıyor,” Dediğini işittim. Bu telkin birkaç defa tekrarlanmış olacak ki, o yardımsever kadının bir daha o yaşlı kadının yanına uğramadığını gördüm. O zaman düşündüm: “ Yahu, bu kadındaki insani duygu- düşünceler bir anda nasıl silinir? “ Silinebiliyormuş. Eğer kişi orijinal kişilik geliştiremezse- şu veya bu nedenle-başkalarından duygu- düşünce transferi yapabilmekte. Bu transfer de şuur haline dönüşmemiş duyguların akamete uğramasına sebep olabilmektedir. İnsanların yaşadığı hayat şartları da kişilerde duyarsızlaşmaya yol açıp duyguların şuurlaşması engelleyebilmektedir. İnsan duygularını derinleştirip bu duygu ve düşüncelere kalite katan şey, doğası elveriyorsa, doğası elvermiyorsa yapacak bir şey de yok, entelektüel bilgidir. Eğer kişi iç dünyasını bilgiyle zenginleştirmezse duygular, doğasının ona bağışladığı oranda kalır. Sev, emir fiiline eklenen “ sevdim “ kelimesi, somutlaşmış bir sevgiyi ifade etmez. Sev, emir fiiline “ dili geçmiş zaman eki olan ‘ di ‘ ve buna eklenen, sahiplenmeyi de ifade eden, birinci tekil şahıs eki “ m”ye oluşan ifade, şuur seviyesine çıkmamış egoist bir sevginin tezahürüdür.Aynı zamanda bir hicranın da ifadesidir. Sevmiştik. Sev, emir fiiline eklenen, geçim zaman eki “ miş, ve buna eklenen “ tik , ikinci şahıs çoğul eki de seviyi ifade etmeye yetmez. Sevgilim. Sev, emir fiiline eklenen, duygu yoğunluğunu ifade eden “ gi “ eki ve buna eklenen “ li “ yönelme eki, ve buna da eklenen, böbürlenme ve sahiplenmeyi de içeren “ m” birinci tekil şahıs eki de sevgiyi ifade edemez. Eder de bu sevgi, bir üflemeyle yıkılan külden küle gibi, ufak bir dış dokunuşla yıkılıp gider çünkü, entelektüel bilgiyle harmanlanmamış bir duygu olduğu için gelip geçicidir. Kısacası, insanın doğası elveriyorsa, entelektüel bilgi kişinin duygu- düşünce dünyasını derinleştirir. Bilgi, duyguların kalitesini artırır.Duyguları yelpazeye benzetirsek, içselleştirilen her bilgi, duygu yelpazesinin katını biraz daha açar, kişiyi şuurla bazenmiş duygulara yöneltir. Konu derin, burada keseyim. Aslında bu yazıda insandaki reflekslik hareketler dışındaki düzenleyici ( bilim adamları bunlara taksis hareketler, der) davranışlar üzerinde duyguları ele alacaktım ama yazı bir başka mecraya sürüklendi.

Okuyun: Dr. Alex Carrel. İnsan Denilen Meçhul. Hayat Yayınları. Turhan Yörükan, Bağlanma ve Sonrasında Görülen Etkileri. Türkiye İş Bankası Yayını.Bertnd Russel İnsanlığın Yarını. Say Yayınları. Özcan Köknal, Kişilik. Erich From ; Sevme Sanatı, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı adlı kitaplar.

Yaşar Günel - ANKARA

----------------------------------------------

67. Yazı – 01 Haziran 2016
ECDAT

Geçenlerde , zaman zaman sokakta karşılaşıp merhabalaştığım iki kişiyle sabah yürüyüşünde karşılatık. Bir saatlik yürüyüş boyunca oradan buradan konuştuk. Konu, para- pul; mal- mülk gibi konulara geldiğinde bu kişilerin kulakları, av sesini anlayan tikinin kulakları gibi dikleşiyordu. Burunları et kokusu alan köpekler gibi, hızlı hızlı" sınıf, sınıf " ediyordu. Ama iş " değer " konularına gelince " amaaan boş ver bunları " deyip, " değer " konularının hiç de ilgi alanlarına giremediklerini ifade ediyorlardı. Bu gibi kişilerin ecdadı para- pul; mal- mülk olmuştu. Görebildiğim kadar toplumda çok yaygın olan bu durum bana okuduğum bazı yazıları çağrıştırdı.

Ecdat! Bu kavram aile bağlarını ifade eden bir kavram olsa da; bu kavram, kültürel bir işaret olarak da değerlendirilebilirler. Ahmet Ağaoglunun " Ben Neyim? " adındaki Külliyat-1 de bu kültürel bir işaret olarak çok güzel anlatılmıştır. Merhum Ağaoglu şöyle der- anladığım kadarıyla-: " İnsanların bu günkü davranışlarının ardında kültürel bir ecdatları vardır. Yıllarca, kültürel olarak şu veya bu şekilde enforme edilmiş insanların davranışları, bu kültürel edatlara bağlı olarak şekillenir. " Yani bir insan yıllarca " Para en büyük güç kaynağı; kültür de ne ki? Kitap da ne ki? Varsa paran pulun, herkes kulun " gibi kültürel kodlarla şekillenmiş bir ruhun, bu kodlar dışındaki bazı değerleri anlaması, bu değerlere önem vermesi beklenemez.

Mehmet Akif Ersoy İstanbul'da yaşarken bir eşek alır. Eşeği evine getiren bu değerimiz bir torbaya saman doldurur, onun üstüne de, hayvanların çok sevdiği arpa döker, sonra da bu torbayı eşeğin önüne koyar. Eşek, başını torbaya sokar, burunun un ucuyla arpayı iriledikten (ittikten sonra, buna köylüler irileme, der.) sonra samanı yemeğe başlar. Bu eşek hayatı boyunca hiç arpa yemediği için arpayı tanımayıp sadece samanı yemiştir.

Ahmet Mihtat Efendi'nin " Kısalar " adlı kitabına Ezop'tan bir enfes hikaye aktarır. Bir semercinin köpeği varmış. Bu köpek, semercinin dükkanındaki masanın altına yatıp uyurmuş. Semerci masasının tezgah olarak kullanırmış. Eline çekip alıp " tak, tuk!" diye bazı şeyler yaparmış. Bu eşek, tezgahta insanın içini rahatsız edecek seslere hiç aldırış etmeden sessiz sessiz masanın altına yatarmış. Öğle olunca semerci takurtu, tukurtuyu keser, masayı toplar yemeğini yemeğe başlarmış. Masanın altında yatarken o iç tırmalayıcı seslere karşı duyarsız kalan köpek kaşık sesini duyduğu zaman yıldırım hızıyla masanın altından çıkar, kuyruğunu sallayarak sahinin çevresinden dört dönermiş.

Herodotos " Tarih " adlı eserinde şöyle bir olay anlatır. Pers Kralı Darius, Yunanistan üzerine sefere hazırlanmaktadır. Darius'un sefer yolu üzerinde yaşanan Likemedonlar, " Darius'un ordusu bizi de ezer geçer," diye kaygılanarak Perslilerin hamiliğinde yaşayan Hayrdan'a gider," Darius Yunanistan üzerine yürüyor, buradan geçecek, ne yapalım? " derler. Perslere bağlı olan Hydran," Yahu ne sıkıntı çekiyorsunuz, Darius'a bağlanın benim gibi rahat yaşayın," der. " Bakın ben ona tâbiyim, bir elim yağda, bir elim bağda. Siz de Darius'a tâbi olun, o siz, Yunanistan'da arazisi iyi bir yer verir, gül gibi geçinip gidersiniz," der. Lakimonlar itiraz eder:" Hydran " derler," sen yanılıyorsun. Eğer sen özgürlüğün ne olduğunu bilseydim, eline ne geçerse onunla Darius'a karşı koyardın," der. Tabii. Darius Anadolu'ya girer, altını üstüne getirir. İşte yürüyüşte " kitap, değer " dediğimde, " antik Yunandaki sirenlerin sesini duymamak için kulaklarını tıkayanlar gibi kulaklarını tıkayanlar bu hikâyeleri çağrıştırdı.
Okuyunuz: Ahmet Ağaolu " Külliyat " Kendi basımı. Ahmet Mihtat Efendi'nin " bütün kitapları " Herodotos " Tarih. "

Yaşar Günel - ANKARA

-----------------------------------------------

66. Yazı – 11 Şubat 2016

SOKRATES HAKLIYMIŞ

Sokrates MÖ 344 yılında Atina'da, gençleri, zamanın anlayışına göre olumsuz etkilediği için yargılanır. Sokrates bu yargılamada, yazacağım konuyla ilintili olarak şunları söyler: "Hayvanların doğasına göre davranması da bir erdem sayılır." Bu ifadeyi ilk olarak okuduğumda, "hadi canım sen de, " dedim, " erdem insana has bir kavramdır ve insanın sosyal süreç içerisinde şu veya bu nedenlerle ortaya çıkan bir değerdir, hayvanda insanda olan bazı özellikler olmadığı için davranışları; güvenlik, ihtiyaç ve neslin devamı için gerekli o özelliklerdir, diye düşünmüştün Sokrates'in savunmasındaki bu bölümü okuduğumda ama daha sonra gördüm ki- karşılaştığım bri olaya bağlı olarak- Sokrates haklıymış.

Öteden beri fötr şapkayı severim. Bir gün," bu hevesini yerine getireyim " diyerek bir fötr şapka aldım, ve zevkle takmaya başladım. Oturduğum semtte tek fötr şapka takan ben olduğum için, şapkayı takıp da sokağa çıktığımda herkesin " bu da nereden çıktı?" der gibi bakışlarıyla karşılaştım ama aldırmadım. Bir gün fötrümü takıp evden çıktım. O gün, aksilik bu ya- belki de zaman Sokrates'i haklı çıkarmak istiyordu- şiddetli bir rüzgar vardı. Rüzgar, şapkamı bırakın beni savuracak kadar şiddetliydi. " Rüzgar şapkamı uçurmasın," diyerek sol elimle şapkamı tutarak yürümeye başladım.

Ana cadde üzerinde yürüyordum. Ana caddeye çıkan bir ara sokağa geldiğimde, kırmızı ışık yandığı için ana caddedeki trafik akışı durmuş, ana caddeye çıkan yolda ise, arabalara yeşil ışık yanmıştı. Yaya geç ışığı yanana kadar beklemek için trafik lambasının önüne gelip durdum. Ara sokaktan vızır vızır arabalar geçiyordu. Rüzgar da yavaşlamıştı. Elimi şapkamdan çektim. Biraz sonra tekrar şiddetli bir rüzgar başlamasın mı? "Bu rüzgar şapkamı savuracak! " diyerek sol elimi, daha önce yaptığım gibi şapkamı tutmak için başıma götürdüğümde şiddetli bir rüzgar fötrümü başımdan savurdu; ara sokağa doğru.

Rüzgar fötrümü öyle savurmuştu ki başımdan uçan fötr, çocukların çevirdi çember gibi fötrün, trafik akşının olduğu ara sokağa doğru döne döne gidiyordu. Eyvah, dedim, yeni aldığım şapkam gitti. Fötrün yolun ortasına geldiğinde bir araba kırmızı ışığa yakalanmamak için gaza bası, fötrümün üzerine geliyordu. Hemen el kaldırıp " Dur!" diye bağırdım. Arabayı süren şoför, fötrümün arabanın önüne doğru yuvarlandığını gördüğü halde, yanında oturan şahısı, " bak, yola bak," diye dürttü, sonra da arabayı hızlıca sürdü. Dur! Dur! nidalarına aldırış etmeden fötrümün üzerinden geçip ana caddeye çıktı,sonra da direksiyonu sağa kırıp, çevresindeki kendi gibi olan hayvanlara anlatacağı bir macera yaşamış olmanın hazzıyla gözden kayboldu.

Trafik yavaşlamıştı, yola çıkıp fötrümü aldım ama yamyassı olmuştu. Sinirden, arabanın- tabii öşrünü- ardından ağzıma geleni söyledim. Fötrümü sol elime aldım,s ağ elimle içine doğru bastırınca fötr eski haline döndü. Sevindim. Üstündeki tozu ve teker izini de sildikten sonra fötrümü başıma geçirdim. İşte o an Sokrates'in " hayvanın doğasına uygun davranması da erdemdir," sözü aklıma geldi, " bu iki ayaklı hayvan doğasının gereğini yaptı," deyip adama sövmekten vazgeçtim.

Yaşar Günel – Ankara


-----------------------------------------------


65. Yazı – 11 Şubat 2016
DUYGU - DÜŞÜNCENİN YATAĞI VE BİLGİ

İnsan, duyu organları aracılığıyla dış dünyadan aldığı uyarıcıları beynin karar mekanizmalarından geçirerek duygu ve düşünceye dönüştürür. Bazı insanların duygulu, bazı insanların duygusal,; bazı insanların olayları kavramadaki hassasiyeti, duyu organları aracılığıyla alınan uyarıcıların, beynin karar mekanizmalarından geçiş sürecinde yaşananların etkisindendir.
Duyu organlarının beyin karar mekanizmalarından geçiş ortamına, ben, "beynin, duygu ve düşünce yatağı" diyorum. Her insanda beynin duygu ve düşünce üreten yatağı farklı olduğu için dış dünyadan duyu organlarıyla gelen uyaranları farklı farklı değerlendirmekte, bundan da kişinin; mizac, huy, karaktere etki edecek duygu düşünce ve davranışlar ortaya çıkmaktadır.
İnsanın; duygu ve düşünceye şekil veren yatağı bütünüyle değiştirmek elinde değilse de bu duygu ve düşünce yatağına bilgi vasıtasıyla nüfuz ederek Alder'in bahsettiği gibi içgüdülerini yontabilir. İnsan, dış dünyadan aldığı uyaranlara, bilginin gücüyle, insani kalite katabilir.
Bilgi, okuma ve kavramlar, insandaki, dış dünyadan alınan duyguların biçimlendiği duygu ve düşünce yatağını değiştirebildiği rahatlıkla gözlemlenebilir. Tabii bazı şeyleri değiştirmek de bizim elimizde değildir; doğanın kendi oluşturduğu duygu düşünce yatağının değiştirilemez özelliklerinden dolayı. Dış dünyadan, duyu organları vasıtasıyla hangi uyaran girerse girsin, duygu ve düşünce üreten yatak bunları elimine edecek düzeyde değilse doğuştan oluşan bir aptallık dahiliğe çevrilemez. Çok okuyarak; duygu- düşünce yatağına daha çok kavram kazandırarak, dış dünyadan duyu organları aracılığıyla gelen bilgileri rasyonalize edip rahat bir yaşam sürebilir.
Unutulmamalı ki mutluluğun kaynaklarından biri de bilgidir. Mutluluk varılacak bir istasyon değil, bir süreçtir. Bu sürece bilgi katarak mutluluğa yelken açabiliriz.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

64. Yazı – 17 Ocak 2016
RUH TRANSFERİ

Feride Hanım o gün erken kalktı, “Yanıma biraz yiyecek alıp Dürdane'yi bir yoklayayım.” diye düşündü. Sonra da mutfağına girip aşlık dolabını karıştırmaya başladı. Aşlık dolabından aldığı bulgur, pirinç tane fasulyeyi bir poşete yerleştirdi. Pişmiş yemeklerden almak için buzdolabını açtı. Durdane’nin seveceği düşüncesiyle önceki akşam pişirmiş olduğu bamya ve pirinç pilavından da aldı bir miktar. İşlerini bitirdikten sonra, oturduğu sokağın sonundaki gecekonduda oturan Dürdane adlı yaşlı kadının evine yollandı.

Dürdane seksen yaşındaydı. Üç çocuğu yıllar önce evlenip yuvadan uçmuştu. Telefonla arama dışında yaşlı anne ve babasıyla hiç ilgilenmemişlerdi. Görüntü kâbilinden, arada bir ziyarete gelirlerdi, o kadar. Durdane, çocuklarında söz açıldığında, “Ne yapayım, canları sağ olsun da aramazlarsa aramasınlar.” diyerek acısını yüreğinin derinliklerine gömmüştü. -Semt adına dönüşmüş, insanın insan yapan erdemlerden "vefa "nın Yunan mitolojisinde Skyt ırmağının derinliklerine atılmasından, içsel olarak rahatsız olsa da aranıp sorulmamanın; tıpkı çocuklarının " vefa " erdemini Yunan mitolojisindeki Skyt ırmağının dibine göndermeleri gibi. -

Feride vasat bir zekaya sahip olsa da bazı ileri derecede zekalı insanların kaybetmiş olduğu acıma hissi, vefa, dostluk gibi değerleri kaybetmemişti. En zayıf yanlarından biri çabucak etki altına girmesiydi. Tesadüf mü diyelim ne diyelim. - İva Andirç, Drina Köprüsü adlı eserinde “Tesadüflerin insan yaşamında önemi, bazen büyük olur, insanın yaşamını olumlu ya da olumsuz yöne etkiler.” der.-

Feride ne zaman Dürdane'nin evinin yolunu tutsa zeka düzeyi yüksek ama insani erdemleri ruhundan silip atmış olan Fusun Hanım’la karşılaşıyordu. Fusun Hanım, Feride'yi, yiyecek poşetleriyle Dürdane'ye giderken gördüğünde menfi sözler sarf ediyordu.
-Kız yine mi Durdane'ye gidiyorsun? İşin mi yok! Kocasının ölümünden sonra ona dul maaşı bağlanmış. Tutsun birini kendine baksın. Hem çocukları var, onlar götürüp baksınlar. Başka işin mi yok senin.

Bu telkinlerle ne olur demeyin; bu telkinler sonunda Feride, Durdane'nin, arada bir de olsa, kapısını çalmaktan vazgeçmiş. Sonunda o da Fusun Hanım (!) gibi düşünmeye başlamış, insani duygu düşüncelerden, etki altında kalarak sıyrılmıştı. Feride Hanım zaman zaman bana rastladığında, “Dürdane'ye bir şeyler götürdüğünde Fusun'a her rastladığında onun yaptığı olumsuz konuşmalardan bahsetmiş, Fusun'un duygularını, düşüncelerini yadırgadığını ifade etmişti ama daha sonra onun etkisine girmiş ve Dürdane hakkında tıpkı Fusun gibi konuşmaya başlamıştı.
-Maaşı var. Çocukları var. Kadın tutsun, kendini baktırsın.

Bu olay, “Herkes orijinal kişilik geliştirebilir mi?” sorusunu getirmişti aklıma. Bu konu üzerinde günlerce düşünmüştüm. Daha sonra buna benzer başka olaylarda görünce bilgi birikimi az, orijinal kişilik geliştirmeyen insanların model aldıkları insanları, el kol hareketlerine kadar taklit ettikleri gibi, ruh transferi de yaptıklarına tanık oldum.
Yaşar Günel - Ankara

--------------------------------------------

63. Yazı – 13 Ocak 2016
SEVEN UNUTULMAZ ÇÜNKÜ SEVGİ BİR TRAVMADIR.

İnsan ruhu iç ve deş etkiler altında kalarak şekillenir; bir başka ifadeyle Fuzuli'nin dediği gibi, durgun akan suyun başını taştan taşa çaldığında; rutin yatağında akarken çıkardığı sesten farklı ses çıkarması gibi, insan ruhu da içsel ve dışsal etkilere bağlı olarak iç dünyamızda farklı duygu düşünce oluşturur. İnsan bu duygu düşünceleri şu veya bu yönde eyleme ( davranışa ) dönüştürürken de kavramlar oluşturur. Sevgi de insanın ruhuna, normal yatağında akan ruha dışarıdan etki yapan en etkili faktörlerden biridir. İnsanların yaşadığı sosyo- kültürel şartlar ve kişinin içsel dünyası sevgiyi farklı alğılamsına; farklı tepki vermesine neden olur. Algıya etki eden faktörler çeşitlidir. Mesela; on beş yaşındaki bir gençle, elli -altmış yaşındaki bir insanın sevgi değerlendirmesi de, algılaması da farklı olur.

Seven unutulmaz çünkü platonik aşk insanın ruhuna, o insanın iç dünyasının da kabulüyle indirilmiş bir darbedir, onun için seven unutulmaz. Platonik aşkta unutulan şey, bu travmanın, zamana bağlı olarak yan etkileridir. Suya atılan taş nasıl ki dalgalar oluşturursa, ruha inen darbe de insan ruhunda dalgalar oluşturur. Elimize değen taş; acı, sıkıntı, kaygı oluşturur, zaman elimize değen taşın ruhumuzda oluşturduğu hisleri zaman içerisinde siler ama elimize “taş”ın değdiğini unutmayız.

Platonik aşkta da böyle bir şey olur. Aşkın olan kişi heyecanlar duyar. Sevgilisinin yolunu gözler, iç dünyasında gelişen duygu ve düşüncelere bağlı olarak şiirler, mektuplar yazar. Onunla karşılaşmak için mizansenler düzenler. Duygularını birileriyle paylaşır. Hayaller kurar. Sevgilisini ipeklere kürklere, hayali de olsa, büründürür. Pencereleri pembe boyalı evleri olur. İşte, en iyi psikiyatrist olan zaman bunları siler ama, elimize değen taş gibi sevginin esas öğeri olan kişi unutulmaz. Yani sevilen unutulmaz. Silinen o duygunun yaşandığı dönemde bize yaşattığı duygular ve bu duyguların, suya atılan taşın dalgaları gibi, doğurduğu geçici davranışlardır.

Yaşar Günel - Ankara


-----------------------------------------------

62. Yazı - 24 Aralık 2015
FIRIN İŞİ

Geniş bir odada küçük, dikdörtgen şeklindeki masanın dar kısmına oturmuş ahkam kesiyordu. Bu kişiyi daha önce de görmüş, birikimli biri olarak övgüsünü duymuştum ama konuşmasını dinlememiştim. Konuşmaya başlamadan önce kar yağmış gibi beyaz saçların olan iri başını sağa sola çevirip, çekik gözleriyle, masanın etrafındakileri süzdükten sonra, konuşmaya başlayacağının alameti olarak, alt damağını oynatarak alt takma dişlerini yukarı doğru itti, sonra da yılan gibi uzun diliyle takma damağını ileri geri itti, sonra da üst çenesini bastırarak, paslı bir kapının kapı gıcırdaması gibi " hart " diye bir ses çıkarak alt damağını yerine yerleştirdi, sonra da " Arkadaşlar, " deyip konuşmaya başladı. Edebiyat, tarih üzerine sorulan soruları, dağarcığındaki bilgilerle açıklamaya / cevaplamaya çalışıyordu.

Bu soru ve cevapları dinlediğimde ismi üzerinde " Çok okumuş! Allame!" gibi dolaşan yaldızlarının içsiz, özsüz olduğunu anlayıp daha fazla zaman kaybetmemek için edebiyat sohbeti denilen ortamdan ayrıldım, kapıdan çıkarken dudaklarımdan, " fırın işi " sözü döküldü. Fırın işi: Eskinden- Birinci Dünya Savaşı yıllarında- ekmek- o sıkıntılı yıllarda, bazı bölgelerde- fırına ( hamur) konur, hemen ihtiyaca binaen geri çekilir, ihtiyaç duyulan yere gönderilirmiş. İşte bundan mülhem, donanımlı olmadığı konuda ahkam kesenlere de, bazı bilgileri içselleştirmediğini ifade etmek için " fırın işi " denilmiş. Okuyun: Faik Tonguç. Bir Yedek subayın anıları " Türkiye İş Bankası Yayınları
Yaşar Günel - Salı


----------------------------------------------

61. Yazı - 09 Aralık 2015
HAYVAN ÖLMÜŞ

Jean Jaques Ruessau " Emil " adlı eserinde öğrencisi olan Emil için " öncelikle insan olması önemli " der. İnsan olmak! Kılık - kıyafet, makam, para, kürk ( giyim-kuşam ) insanı insan yapmaya yetmediği aşikardır. İşte bu yüzden Cemil Meriç bir yazısında kılık- kıyafeti yerinde ama insani değerlerden nasibini almamış birini anlatmak için- yanlış hatırlamıyorsam- " elbise giymiş goril" der. Balzac da bir eserinde:" zer-afet, incelik, kılık kıyafette değil duygu düşünde ve davranışlarda aranmalıdır" derken birinin, yukarıda saydığım şeylere - kürk, para, makam-sahip olmasının insan olmaya yetmeyeceğini belirmiş olur. İnsanı insan yapan; duygularındaki insani derinlik, düşüncelerindeki insani öz; davranışlarının, duygu ve düşüncelerinin insani öz imbiğinden geçerek şekillenmesidir.

Yıl:.. Aralık ayı. İşe, inşaata gidecektim. Kar yağmamıştı ama şiddetli bir ayaz vardı. Rüzgar şiddetini artırdıkça, yol güzergahım üzerimde bulunan ağaçlarının yaprakları patır patır dökülüyordu. Yolum üzerimdeki bir gece kondunun önünden geçerken durup sert,deli rüzgarın bahçedeki kavak ve ceviz ağacının yapraklarını dökmesini izlemeye başladım.Yukarıdan öz suyu çekilmiş olan bir yaprak, rüzgarın emrine tabi olarak aşağı doğru düşerken alt dalların yapraklarına dokunuyor, onları da kendisiyle beraber aşağıya sürüklüyordu. Her yaprak gurubu yere düştüğünde ağacın çevresinde sapsarı bir halka oluşturuyordu.

Bir müddet bu manzarayı seyrettikten sonra, içimden hiç çalışmak gelmese de adımları sıklaştırarak çalıştığım inşaata doğru yürümeye başladım Çalışmak içimden gelmiyordu çünkü inşaatında çalıştığımız kişi, insanlık espreantosu sayılan; merhamet, vidan, empati, acıma gibi insani duygulardan yoksun biriydi. Peki, neden bu karakterde birinin yanında çalışıyorduk? İş evimize yakındı; istediğimiz zaman avans alabiliyorduk. İş sahibi olan Serdar adlı insanlıktan nasibini almamış bu kişi,- bu iş yerinden üç kişi çalışıyorduk- her işi özenle ve " şu işi de yapın, eksik kalmış " gibi uyarılar olmadan yapmamıza rağmen bize bir dakika bile nefes aldırmaz, işleri bitirip de bir an boş kaldığımızı gördüğü an tepemizde biter, Hitler dönemimde delikli kovayla su çektirilmesi gibi bizi boş bırakmamak için angarya işlere yönlendirir, asabımızı alt üst ederdi.

O gün işe gittiğimde insan kılıklı hayvan ruhlu adamın olmadığını gördüm. İş arkadaşlarımda birine sordum: " Rüstem, patronun nerede lan! " Bu sorum üzerine Rüstem'in dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm oluştu, sabah ben gelmeden önce duyduğu habere hiç üzülmemiş gibi bir tavırla, " Serdar, çartayı çekecek kadar hastaymış, " dedi. Serdar denilen yetmişine merdiven dayamış olan bu melun adam, şiddetli bir soğuk algınlığı geçirerek yatağa düşmüş, eve getirilen doktor hasta zayıf ve yaşlı olduğu için durumunun kritik olduğunu söylemiş.

O gün, ertesi gün Serdar ortalıkta görünmedi: İnşaatın işlerini Serdar adlı melunun büyük oğlu çekip çeviriyordu.Biz üç işçi kimse bize " şu işi yapın " demeden işlerinizi yapıyor, sonra da bir kenara çekilip dinleniyorduk. Üç işçi olarak içimizden, Serdar'ın ölmesini istemiyorduk ama " bu âdi adam bir ay yatsa da biz de biraz rahat etsek," diyorduk. Aradan bir hafta geçmişti ki bir sabah inşaata gittiğimde Serdar'ın, çöplerde bir şeyler arayan sokak itleri gibi şantiyenin kapısında dolandığını gördüm, içim ürperdi, " bu adam yine angarya işlerle asabımızı bozacak " diye. Diğer işçi arkadaşlar da gelince yapılacak işleri bir gün önceden düzene koyup rayına oturtturmuş olsak da, boş oturuyor gibi gözüküp melun adamın gözüne batmamak için angarya işlerle uğraşmaya başladık: etrafı sürümek, inşaatın önüne yığılmış tuğlaları iki adım ötedeki asansörün önüne taşımak gibi.

Bizim işleri bitirmiş olduğumuz bilen bu mel'un ruhlu adam, yanımıza geldi, " Çocuklar işleri yapmışsınız, gelin biraz dinlenin siz de ana kuzusunuz; dünya işi biter mi? Dünya işi dünyada kalır, " gibi sözler söylemeye başladı. Üç işçi birbirimize baktık. Bu sözler hepimizi şaşırtmıştı. Rüstem, " ulan bu adamın kafasına saksı mı düşmüş! " dedi. Ben de: " Hastalanınca öleceğini düşünmüş olmalı ki bu kadar değişmiş, " dedim. Serdar ölüm döşeğinde bize yaptıklarını hatırlamış olmalı ki, üç beş günde erdemli bir insan olup çıkmıştı: bizim gereksiz iş yapıp yorulmamızı istemiyor; yemek olarak da etli yemekler göndermeye başlamıştı. " İyi, " dedik, ölüm korkusunu bu mel'unu adamlık çizgisine getirmiş!

Yanılmışız. Ölüm korkusu, öbür tarafta hesaba çekileceği korkusu Serdar'da " sahte " bir erdem oluşturmuştu. Bir hafta geçti. Ölümün kıyısından dönüp kendisini toparlayan Serdar, yarasını atlatmış doğasının gereğini yerine getiren aç bir çakal gibi yine üzerimize çullanıp bize angarya işler yaptırmaya başlamıştı: gereksiz yere orayı burayı kazdırıyor, sonra, " yok, su, lağım borularını başka yerden geçirelim " deyip kazdırdığı yerleri tekrar dolduruyordu.

Bu iş böyle olmayacak, dedim işten çıktım. Benden bir hafta sonra da kalan iki işçinin işi bıraktığını öğrendim. Ardan beş altı yıl geçmişti ki o inşaata çalıştığım Rüstem'e rastladım, " duydun mu, " dedi," Serdar ölmüş. " Bu haberi duyduğuma Churchil'in Mussoli'nin ölün haberini duyduğunda söylediği söz aklıma geldi: " Hayvan ölmüş. " Esperanto: Arjantinli bir doktor olan Esperanto, yanlış hatırlamıyorsam 25 harfli, insanlığın ortak bir dilini oluşturmaya çalışmış. Evrensel bazı çalışmalara ve insanlığa yayılmaya çalışılan şeylere Esperanto demek bir dönem gelenek olmuş.
Yaşar Günel - Ankara

-----------------------------------------------

60. Yazı – 05 Aralık 2015
ÇİLE

Bir akşam saat 21.30 sularında mutfağın penceresinden dışarıyı seyrediyordum. Evimin önünden geçen caddenin karşısında, her birince 30 daire olan iki blok bulunuyor. Belediyenin evlere dağıttığı çöp nizamnamesi ( duyuru) gereği çöpler, saat 20.00'dan sonra dışarı bırakılmaya başlanıyor, temizlik işçileri de 21. 30'dan itibaren çöpleri; mahalle mahalle, sokak sokak sokak dolaşıp- arabayla tabii- topluyorlardı. Karşıdaki iki blokun önüne, caddenin kenarına epeyce çöp dolu poşet bırakılmıştı. Mahalledeki sokak kedi ve köpekleri çöplerin ne zaman dışarı çıkarıldığını; ne zaman temizlik işçileri tarafından toplandığını, deneme yanılma yöntemiyle öğrendikleri için, akşam saat 20.00 oldu mu sokak sokak dolaşıp çöplerden, temizlik işçileri gelmeden bir şeyler kapıp mundar keselerini- mundar kese tabiri Dante'nin İlahi Komedyasında mide için söylediği bir söz: yani ne kadar yedirirsen yedir, ertesi gün " daha yok mu, beni doyur, " der- doyurmak için sokak sokak dolaşıyorlardı;tabii yiyecek kapmak için de arada bir aralarında kapışma da yaşanıyordu.

O gün üç kedi, benim bulunduğum taraftan karşıdaki blokların oraya geçtiler. Kediler, tam çöp poşetlerini koklamaya başlamışlardı ki, zayıf bir köpek koştura koştura çöpün atıldığı yere geldi. Köpek gelince kedilerin üçü birden benim bulunduğun yere, binanın bahçesine kaçtılar. Kediler, köpeğin korkusundan yemeklerinden olmuşlardı. O arada onları dinledim. Sarımtırak tüyleri olan kedi, siyah beyaz tüyleri olan kediye döndü: - Yahu, bu salak köpek de tam gelecek zamanı buldu! dedi. Sarımtırak tüyleri olan kedi: -Sorma! dedi. Bu sokak itlerinden nedir çektiğimiz, peşimizi bırakmadıkları gibi yiyeceklerimize de musallat olmaya ( dadanmaya) başladılar. Siyah beyaz tüyleri olan kedi: - İşi çabuk bitse de çekip gitse... Birazdan temizlik işçileri gelip çöpleri toplayacaklar, ondan sonra aç açına sabaha kadar dolan dur, dedi.

Kediler konuşurken köpek çöpteki bazı poşetleri güçlü dişleriyle bazı poşetleri yırtıp bulduklarını yedikten sonra kuyruğunu sağa sola sallayarak başka bir sokağa yöneldi. Köpeğin çöplerin yanından uzaklaştığını gören üç kedi," çabuk, çabuk, işçiler gelmeden ne bulursak mideye indirelim," diyerek koşarcasına karşıya geçtiler. Üç kedi karşıya geçip de çöplerin olduğu yere geçinde iki köpek, daha önceki cılız köpek gibi koştura koştura çöplerin olduğu yere geldi; havlaya havlaya. Sarımtırak tüyleri olan kedi: " Lanet olsun, bunlar da nereden çıktı, hadi kaçalım bunlar bizi parçalamadan, " dedi, sonrada üç kedinin her biri bir yana kaçtı. Olanları izliyordum. Kedilere acıdım.

Köpekler gidince kediler karşıya geçti ama bu sefer de temizlik arabası geldi. İşçinin biri ayağının yanında dolaşan kediye: - Moruk, çok geç kalmışsın, ne yapayım çöpleri almak zorundayız, dedi, diğer iki arkadaşıyla beraber çöp dolu poşetleri çöp arabasına atmaya başladı. Çöp arabası gidince siyah beyaz tüyleri olan kedi: - Şu şansa bak, dedi. Köpekler gitti, arıdan temizlik işçileri geldi. Sarımtırak kedi: - dostum, yorumu bırak da diğer çöpler toplanmadan karnımızı doyurmaya çalışalım, dedi. Bu konuşmalar olmadı ama olay aynen yazdığım gibi gerçekleşti, kedilerin üçü de o gün bizim mahallinde çöplerden yiyecek bir şey alamadılar.
Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

59. Yazı – 29 Kasım 2015
(İlginç Bir Gözlem )
ÇUKOLATASEVER ÖRÜMCEK

Bundan yedi yıl önce, iki oda bir salon olan gecekonduda kalıyordum. Fazla eşyam olmadığı için odanın birinde kalıyor, evin salonunda ise boş zamanlarımda kitap okuyor, yazı yazıyordum. O sabah yürüyüşe gitmiştim. Eve döndüğümde “ duş alayım, “ diyerek banyoya girdim. Banyoya girdiğimde dikkatimi bir şey çekti. Banyonun penceresi, evin yanından geçen patikamsı yola bakıyordu. Dikkatimi çek şey şuydu: evin yanındaki patikamsı yola bakan pencerenin küpeştesinin köşesinde kocaman bir örümcek ağı vardı. Örümcek ağına dikkatlice baktım ama ağı ören işçiyi yani örümceği görmedim. Pencereye yanaşıp ağa dikkatle baktığımda ağı ören örümceğin küpeştenin altına gizlenmiş olduğunu fark ettim.

O an, “ dur şu örümceğe bir oyun oynayayım,” dedim, sonra da hızlıca salona dönüp yazı masamın üzerindeki beyaz kağıttan bir parça koparıp banyoya döndüm. Kağıttan, örümcek ağının tartabileceği bir parça koparıp ağa bıraktım. Kağıt, örümcek ağına düşünce küpeştenin altında dinlenmekte olan- belki de örümcek ağına düşecek avını beklemek için küpeştenin altına çekilmişti- örümcek hızlıca küpeştenin altından çıktı, paletli bir iş makinesi gibi hızlıca belli bir mesafeye kadar gelip durdu, sonra da hızlı hızlı ağını sallamaya başladı. Ağı birkaç kez sallayan örümcek daha sonra, yine paletli bir iş makinesinin andırır bir şekilde ağa düşmüş olan kağıdın olduğu yere doğru yanaşıp belli bir mesafede durdu.

Merakla örümceğin ne yapacağını izliyordum. Ağdaki kağıdın olduğu yere belli bir mesafe yaklaşıp duran örümcek, çöp bacaklarından birini uzatıp ağdaki kağıda birkaç kez dokunup geri çekti. Dikkatimi şu çekmişti: Örümceğin, kağıdın olduğu yere hızlıca yaklaşıp aninden durduğu yer, çöp bacaklarının ağdaki kağıda dokunacağı uzaklıktaydı. Ağdaki kağıda tek bacağıyla dokunan örümcek, ağa düşen nesnenin zararlı bir şey olmadığına kani olmuş olmalıydı ki, tek ayağıyla yaptığı bu yoklamadan sonra iki ayağıyla ağa düşen kağıdı yokladı. Örümcek, ağa düşen nesne hakkında tan bir kanaat sahibi olamamış olacak ki, yine bir iş makinesi gibi ağa düşen kâğıda biraz daha yaklaştı, üç dört bacağıyla ağı yokladı, sonra da ağdaki kağıdın üstüne geldi, başını aşağıya doğru eğip kaldırdı, eğip kaldırdı. Örümcek, ağa düşen nesnenin işe yarar bir şey olmadığını düşünmüş olmalıydı ki ağa düşen kağıdın etrafındaki ağları kesip kağıdı, bir alt kattaki ağa düşürdü, daha sonra da aşağıya indi, tekrar ağdaki kağıdın etrafındaki ağları kesip kağıdı yere düşürdü.

Bu işi bitiren örümcek, aşağından yukarıya ağı tamir ederek çıktı, sonra da tekrar yola bakan pencerenin küpeştenin altına gitti. Gördüklerim beni şaşırtmıştı. Bakalım, bu sefer ne yapacak? diyerek evden çıkıp bir yaprak parçası alarak banyoya döndüm. Dışarıdan aldığım yaprak parçasından örümcek ağının artabileceği kadar bir parça koparıp ağa bıraktım. Yaprak parçası ağa düşünce örümcek, daha önce ağa attığım kağıttaki aynı tepkileri gösterdi, sonra da yaprağın etrafındaki ağları kese kese yaprak parçasını yere düşürdü, ağını onardıktan sonra tekrar küpeştenin altına çekildi. Gördüklerim karşısında iyice şaşırmıştım.

O an aklıma, “ acaba ağa çikolata atsam örümcek, kağıt ve yaprakta gösterdiği tepkiyi gösterir mi? “ diye düşündüm, hemen evin salonuna döndüm. Bir gün önce çikolata almış birazı yemiştim. Masadaki çikolatadan bir parça kopardım, erimeye başlamış çikolatayı parmaklarım arasında yassı hale getirip ağı delmesin diye kontrollü bir şekilde örümcek ağına bıraktım. Ağa bir şey düştüğünü anlayan örümcek küpeştenin altından çıktı, belli bir mesafeye geldikten sonra durdu, sonra da hızlı hızlı ağı salladı. Birkaç defa ağı sallayan örümcek, daha önce yazdığım gibi ağa düşen nesneye belli bir mesafe kalana kadar yanaştı, sonra da çöp bacaklarından birini uzatıp, daha önce kağıt ve yaprağa yaptığı gibi ağa düşen nesneye dokunup çekti. Çikolata çözülmeye başlamıştı. Bacağına bir şey bulaştığını hisseden örümcek hızlıca bacağını çekti; bu sefer daha önce yaptığı gibi yapmadı çöp bacağının ucunu ağzına götürdü. Bacağına bulamış çikolatayı tadan örümcek, tekrar aynı bacağını çikolataya dokunup çekti, sonra da çikolata eriyiği bulaşmış olan bacağını ağzına götürdü.

Hayretle örümceği izliyordum. Örümcek, daha önce yaptığı gibi yaptı, paletli bir iş makinesi gibi hızlıca ilerledi, ağa düşen nesneye belli bir mesafe yaklaştı, sonra da durdu. İki ayağıyla ağına düşen nesneyi yoklayan örümcek bacağına bulaşan çikolataları yedikten sonra çikolatanın üstüne gelip başını eğdi. Örümceğim başı inip inip kalkıyordu ama ne yaptığını göremiyordum. Aradan bir dakika geçmişti ki örümcek çikolatanın düştüğü yerden ayrılıp pencere küpeştesine doğru hareketlendi. Çikolatanın olduğu yere baktığımda çikolatanın olduğu yerde yeller estiğini gördüm. “ Vay çikolatacı vay, “ dedim, hemen salona gidip bir parça daha çikolata aldım, onu da örümcek ağına bıraktım. Örümcek, daha önce yapıklarını tekrarladı: Ağı salladı. Belli bir mesafeye gelip durdu. Sonra da çöp bacaklarından birini uzatıp ağa düşen nesneyi yokladı. Çikolatanın tadını almış olan örümcek, ağa attığım çikolata parçasını da yedi. Tekrar salona gidip bir parça alıp ağa attım ama yediği çikolatalardan kesilmiş olan örümcek küpeştenin altından çıkmadı. Ben de, önceki gün başladığım kitabı okumak için odama döndüm.

Ertesi gün kalkıp ağdaki çikolataya baktığımda örümceğin, bir gün önce kesildiği için yemediği çikolatayı yiyip bitirdiğini gördüm. Örümcekle arkadaş olmuştum. Ona Şukife adını koydum. O günden sonra ara ara örümceğin ağına çikolata attım, o da yedi. Bir ay sonra arsaya inşat yapacak yüklenici geldi, “ ağabey elektriği suyu kapatıp evi boşalt, inşaata başlayacağım, “ dedi. Elektriği suyu kapatıp eşyamı şu an oturduğum eve taşıdım. Gecekondunun olduğu yer ben çıktıktan on gün sonra yıkıldı. Şukife ne oldu bilmiyorum ama o günden sonra ne zaman bir örümcek görsem Şukife aklıma geldi.

Yaşar Günel - Ankara


-----------------------------------------------

58. Yazı – 27 Kasım 2015
FİTNE

Her sabah saat, 06:00'da uyanır yürüyüşe giderim. Yürüyüş yaptığım park evime on beş dakikalık mesafededir. Altmış dakikalık yürüyüşten sonra eve dönüp günlük işlerime ilgilenirim. Yürüyüş yaptığım park eğimli bir arazi üzerindeydi. Parkın sağ tarafından ana cadde; sol tarafında ise konutlar var. Parkın eğimi ana caddeden konutların olduğu taraftaydı. Yani kısaca caddeyle konutların olduğu yer arasında kırk derecelik bir kot farkı vardı. Her sabah yürüyüşe ana caddenin oradan başlıyor, on tur atıp sporumu tamamlıyordum.

Yürüyüş pistinin düşük eğimi olan tarafta yani konutların olduğu tarafta ağaçlık bir alan vardı; beş- altı köpek bu ağaçların altını mesken tutmuş, gece sabah kadar çöp çöp dolaşıp karınlarını doyuruyor, sonra da gelip bu ağaçların altında dinleniyorlardı. Bu köpekler, parka yürüyüş yapanlara saldırmıyordu. Ben bu köpeklerden birini, tur atarken yanında her geçişimde, " karagözlüm " diyerek seviyordum. Ben bu sözü arka arkaya söylediğimde köpek sevincinden yatıp yuvarlanıyordu.

Bazen,köpeğin seviyordum. Be sevgi köpekle aramızda bir bağ oluşturmuştu; köpek beni ne zaman göre gözlerini açıp " bana sevgi sözleri yok mu? " der gibi bakıyordu. İşte yürüyüş günleri bu şekilde giderken bir sabah caddeden yürüyüşe başladığında pakta, sırtındaki tüyleri darmadağınık bir köpek gördüm.Bu köpeği daha önce o parkta görmemiştim. Hırpani kılıklı bu köpek parktaki ağaçların altına yöneldiğinde o an parkta geceleyen köpeklerden biri parkı dolaşmaya çıkmış olacak ki bu köpeği görünce hoplayıp zıplamaya başladı. Köpek o kadar ilginç hareketler yapıyordu o an içimden " yahu bu köpek kafayı mı bulmuş, " dedim. Köpek sanki bulutların üzerinde gezer gibiydi:ilk defa bir hayvanı bu kadar keyifli görmüştüm. Bu köpek, parka ilk defa gelmiş olan köpeğe yanaştı, onuna oynamaya başladı.

İki köpeğin sıra dışı yakınlaşmasını görünce olduğum yerde kaldım. Parktaki köpek, hırpani kılıklı köpekle bri müddet oynadıktan sonra yürüyüş pisti üzerinde, bir tavşan gibi hoplayıp zıplayarak ilerlemeye başladı. Diğer köpek de onun peşine takıldı. Hırpani kılıklı köpek ara sıra durduğunda park sakini olan köpek onun yanına geliyor, hırpani kılıklı köpekle oynaşıyor, o peşine düşünce de yürüyüşüne devam ediyordu. Ne kadar güzel eğleniyorlar, dedim ama kazın ayağı öyle değilmiş!?.

Park sakini köpek, hırpani kılıklı köpeği, âdeta çeke çeke diğer köpeklerin yanına götürdü. Diğer köpekler hırpani kılıklı köpeği görünce " alan savunması " kuralı gereğince hep birlikte bu köpeğe saldırdılar. Hırpani kılıklı köpek tabana kuvvet, arkasına bakmadan kaçıp yakayı kurtardı. Bu olay her canlıda olan " alan savunması " kuralıyla açıklanacak bir olay değildi!? Dedim ki " acaba fitnenin gensel bri kökeni mi var? " Çünkü bazı insanların davranışlarına bakıyorsun, âdeta fitne çıkarmak için uğraşıyor.

Yaşar Günel - Ankara


-----------------------------------------------

57. Yazı – 14 Kasım 2015
SEVGİ ÜZERİNE

Bu güne kadar sevgi üzerine yüzlerce hatta binlerce kitap yazılmış ama bana göre sevgi kavramı üzerinde bilim çevrelerinde ortak bir kanaat oluşturulamamıştır. İnsan üzerinde çalışan bilim adamlarının her biri kendi uzmanlık alanındaki bilgi birikimleri üzerine günlük yaşamdan gözleme dayanarak edindikleri kanaatleri de ekleyerek, kendilerine göre sevgi kuramı geliştirmişlerdir. Sevgi konusundaki bu yaklaşımların hiçbiri, sevgi adındaki duyguyu açıklamaya yetmediği için ardı arkası kesilmeyen sevgi kuramları, hâlâ, bir birini kovalamaktadır. Kimi bilim adamları sevgi “ emektir, “ demekte; kimi bilim adamları ise, “ sevgi tohumu insan hamurunda bulunmaktadır, “ demektedir. Kimi bilim insanları ise, sevgiyi cinsiyet hormonları tetiklemektedir, “ demektedir.

Tabii burada bahsettiğimiz sevgi yetişkin insanlar arasındaki sevgi olduğu için diğer sevgi türlerini,- diğer sevgi türlerin de bahsettiğimiz konuyla ince de olsa bağı olsa da -pas geçiyoruz. Erich From, sevgiyi karakterize ederken şunları söyler: Bir insan çiçek seviyorsa ne yapar? Sevginin somutlaşmasının tezahürü olarak çiçek diker. Çiçeği diktikten sonra bitki ihtiyaç duyduğunda suyunu verir. Kuruyan yapraklarını toplar. Gerekiyorsa çiçeğin toprağına gübre ekler, çiçeğin toprağına vitamin takviyesi yapar. Yetiştirdiği çiçek konusunda teorik bilgiler edinir. Kişi bütün bunları yaparken ne yapmış olur; çiçekle ilgilenmiş olur. Ona zaman ayırmış olur.

Bize göre sevgi sanattır. Her sanat dalında teorik ve pratik bilgi gerektiği gibi sevgi konusunda da teorik ve pratikten edinilen deneyimlerden elde edilen bilgi de gerekir. “ Bana göre yukarıdaki satırlar “ sevgi “ kavramını karakterize edemeyen izahlardır. Bu mekanik açıklamalar insanlığın binlerce yılda oluşturmuş insani tortusunu görmezden gelen açıklamalardır. İnsan sanki Spinoza’nın dediği gibi dünyaya “ tabular rasa ( boş levha) “ bir zihinle gelmiş gibi bir düşünceye sevk etmektedir. Halbuki Rousseau gibi filozoflar insanın doğuştan bazı insani özelliklerini getirdiğini ileri sürmektedir ki, benin de düşüncelerin bu yöndedir.

Schopenhauer, Say yayınlarından çıkan “ Aşka ve kadınlara dair “ adlı eserinde, aşkı insan dürtüsünün bir tezahürü olarak görür. Ona göre aşk, insan neslinin devamını sağlayamaya yönelik bir dürtüdür. İnsan partneriyle beraber olduktan sonra, doğanın ona neslin devamı için verdiği dürtüyü tatmin ettiği için aşk duygusu azalmaya başlar. Buradan şu çıkar ki, kadın- erkek zaman içerisinde, içgüdüsel dürtünün bir tezahürü olarak cinsellik yaşadıkça aşk da sihrini kaybedecektir.

Schopenhauer’in bu düşünecekleri yaşadığı yıllardaki toplumsal ilişkilerin sübjektif değerlendirmesinin tezahürüdür demek de bencileyine düşmektedir. Filozof’un kadın konusundaki bazı düşüncelerine katılsam da, kadın ve aşk konusunda söylediklerinin yaşadığı dönemim menfi insan ilişkilerinin sübjektif yorumlanması olarak değerlendiriyorum. Alman filozofunun kadın konusundaki bir değerlendirmesini yazarsam, ne demek istediğim daha da iyi anlaşılır.

Filozof’a göre kadınlar doğuştan savurganlığa meyillidir ve bunun için de para; mal- mülk gibi işlerin kontörlü kadınlara bırakılmamalıdır. Şöyle çevrenize bir bakın bakalım kaç tane savurgan kadın bulabilirsiniz. Sevgi, bana göre bir değer arayışının tezahürü olarak insanı birine yönlendirir. Eğer insanın partnerine yönelten şey sadece dürtüler olsaydı, insan nesli medeniyet doğuran bugünkü çizgisine gelmezdi. İnsanın, – ama her insanın içinde bu değerler, bana göre mevcut değildir-bir partnere yönelirken onu cinsellik gibi bir dürtü yola çıkarsa da beraberliğin devamını sağlayan şey, değerlerdir. İşte bunun için sevgi, bana göre özünde değer arayışının bir işareti addedilebilir. Mevlana “ Mesnevi “ adlı eserinde şöyle der: “ Evlilikte uyum önemlidir. Birinin ayağında’ mes ‘; diğerinin ayağında ‘çizme ‘varsa uyum olur mu? “ der; tabii buradaki uyum kılık kıyafetten izafe edilen estetik uyum değil, ruhsal uyumdur.

Russel de, “ Evliliğe Dair “ adlı eserinde, “eşlerden biri ‘ değer’e; diğer ise ‘ paraya’ daha önem verirse, bu iki insan arasında uzun süreli bir uyum olabilir mi? “ der. Söylenmek istenen şey şudur: iki insanın beraberliklerinin devam etmesi için olumlu ya da olumsuz fark etmez değer uyumu gereklidir. Hayatın gayesini Yunanlı filozof Artispidi gibi “ zevk ve sefa “ olarak gören bir zihniyete sahip insanlar, hayatın gayesini “ değer üretmek ya da üretilmiş değerler üzerinden yaşamak olan gören birinin uyuşması mümkün müdür? Asla! Değer üzerine kurulmayan bir beraberlik gider mi? Evet, gider ama bu beraberlik sorunlu, marazi bir beraberlik olarak gider; onun için Pasave: “ En iyi dert insanın alıştığı derttir, “ der. İnsanı değerleri içselleştirmiş iki insan bir araya geldiğinde aralarındaki dürtü bağı- Schpenhauer’in dediği gibi- azalsa da, bunun yerini değerler silsilesi kaplayacağı için bu beraberlik devam eder ve en ideal beraberlik de bu tür beraberliklerdir.

İnsanı diğer insana yönelten şey, değer arayışıdır. Sevgi değer arayışının tezahürüdür. Bir araya gelen insanların kanlarındaki hormon miktarı asgari düzeye düştüğünde bir birlerine yabancılaşmalarının özünde bu vardır.

Yaşar Günel - Ankara

-----------------------------------------------

56. Yazı – 21 Ekim 2015
TULUMBA

Bu gün tarih, Ekim 2015. Bundan otuz yıl önce yani 1985 yılında mahallelimizin Deli Murtaza dedikleri kişi benim şu an bulunduğum mahalleden bir arsa alıp gecekondusunu kondurdu. Özel bir şirkette çalışan Deli Murtaza, gecekondusunun çevresini tahta çitle çevirip gecekondunun yapıldığı alan dışındaki arsasını bahçeye çevirdi. Bahçesine geçimine katkı sağlamak için ağaç dikip sebzeler eken Deli Murtaza belediye suyuyla sebze yetiştirmenin pahalıya mal olduğunu anlayınca, eşin dostun tavsiyesi üzerine bahçesinin köşesine, evinin önünden geçen yolun kenarına bir emme basma tulumbası kondurdu. Tulumbadan bahçesini sulamaya başlayan Deli Murtaza'nın bu davranışı komşularına da örnek oldu, komşularından bazılar da bahçelerine tulumba kondurdu; yani beni...

Deli Murtaza, evde kaldığı hafta sonları bahçesine iniyor, benim başımdan aşağıya bir maşrapa su döküyor, sonra da benim koluma basıyordu. Deli Murtaza koluma bastıkça yağdan nasibini almamış vidalarım "gacur, gucur, " ses çıkarıyordu. Benim monte edildiğim kuyunun suyu o kadar soğuktu ki, yaz aylarında Deli Murtaza'nın komşuları bahçeye yanıma gelip, başımdan tıpkı Deli Murtaza gibi su akıtıp beni kandırarak suyumu alıp gidiyorlardı. Bu iş beni mutlu ediyordu; insanlara su sağlıyor, onların bütçelerine katkıda bulunuyordum. Su almaya gelenlerin, kulak misafiri olarak, istemden de olsa dedikodularını da dinliyorum ama ben bu gün sizlere onlardan bahsetmeyeceğim.

Mahallede meşhur olmuştum. Bazen insanların benim önümdeki sokaktan geçerken yaptıkları konuşmaları duyuyordum: " Deli Murtaza'nın kuyusunun bir suyu var, bir maşrapa iç, adamın aklını alıyor, " diyerek benim monte edilmiş olduğum kuyunun soğukluğunda bahsediyorlardı.Doğrusunu söylemek gerekirse bu ilgi itibar gururumu okşuyordu. Benim sayemde Deli Murtaza'nın itibarı artmış, adının önündeki " deli "sıfatının yerini " efendi " sıfat almıştı: " Murtaza efendinin kuyusu... " Yılar böyle geçip gidiyordu. Yıllar böyle geçip gitse de benim bulunduğum mahalleden- imar ne demekse-imar geçmiş, gecekondular birer birer yıkılıp yerlerine 5-10 katlı apartmanlar dikilmeye başlamıştı. İçimi bir korku kapladı; benim bulunduğun arsa da inşaata verilirse ben ne olacağım? " diye.

Sonunda korktuğum başıma geldi. Komşu parseller gibi benim bulunduğum parsel de inşaata verildi, yerine 5 katlı bir apartman konduruldu. Benim bulunduğum yer sokağa yakın olduğu için inşaat alanı dışında kalmıştım. Murtaza Efendinin arsasının olduğu yere inşaat yapılırken inşaatta çalışan işçiler benim suyumu kullandılar, yemek yaparken, el yüz yıkarken, kireç söndürürken...

Aradan yıllar geçti. her eve belediye suyu bağlandı. Gecekonduların önündeki bostanlar bitip gitti. İnsanların artık bana ihtiyacı kalmamıştı. Bu ilgisizlik, vefasızlık canımı sıkıyordu ama yapabileceğim bir şey de yoktu, benim çağım geçmişti. Bazen yoldan gecen çocuklar benim koluma basıp çekiyor, elini yüzünü yıkıyordu.İşte bunun gibi yaklaşımlarla teselli oluyordum. İnsanların vefasızlığına da içten içe kızmıyor değildim. Yıllar geçtikçe bana gösterilen ilgi azalmış, yalnızlığa mahkum olmuştum.

Bir sabah uyandığımda başına onlarca kişinin birikmiş olduğunu görüp şaşırdım. Kim bu insanlar diyerek sağıma soluma baktım.Çevremi saranların çoğunu tanıyordum; bizim mahallenin insanlarıydı. Çevremi saran insanların ellerinde kovalar, güğümler, cam ve plastik su bidonları vardı. İnsanlar " sıraya,sıraya! " diyerek birbirleriyle çekişmeye başlamışlardı. Ne olmuştu da birden bire itibarım eskisinden bin misli artmıştı. Başıma birikenlerden duyduğuma göre, mahalledeki su boruları bakıma alınınca insanlar evlerinde susuz kalınca ben akıllarına gelmişim. Başıma birken insanlar beni sevindirmişti, demek ki, dedim artık eskisi gibi insanlardan ilgi itibar göreceğim. Yanılmışım. Birkaç gün sonra mahalleye su verilince çevrem yine boşaldı, eski yalnızlığıma döndüm. Vefa, bir semt adını diyenlere hak verdim. Bir yolun kenarında bekliyorum; biliyorum ki insanlar bir gün yine bana gelecek ve beni sevindirecekler.

Yaşar Günel


-----------------------------------------------

55. Yazı – 13 Ekim 2015
DEDİKODU ÜZERİNE

Dedikodunun her yaş gurubuna cazip gelen bir yönü vardır. İyi- kötü bilgiyi taşıma aracı da olan dedikodu; bayağı ruhları, bir şeker parçasının sineği kendine çekmesi gibi çenen bir tılsımı vardır. Bu tılsım, kişideki ahlak, erdem, hasiyet gibi insanî haslet eksikliğinden güç almaktadır.

Bilgi sahibi olmak bir insanın erdem ve ahlak sahibi olmasına yetmemektedir. Öğrenilen bilgi, kişinin duygu- düşüncelerini değiştirip kişilik- karakter haline dönüşmüyorsa o ruh, kısa sürede soysuzlaşıp dedikodudan beslenmeye başlar.

Merak duygusu dedikoduyu; dedikodu merak duygusunu besler. Bu merak, bir ilim adamının maddenin özünü aramaya iten tecessüsten farklı bir meraktır. Bir bilim adamını ya da bir sanatçıyı tecessüse iten saik, onun doğuştan, ilkel merak duygusunu aşan insani hasletlerin, bazı insanlara göre daha köklü olmasından kaynaklanmaktadır.

İnsanda;Ahlak, erdem, şeref gibi hasletleri doğuran öz her insanda aynı düzeyde olmadığı için merak duygusu bazı insanları ilme, sanata, araştırmaya, kısacası yaratıcılığa itelerken; bu özün yeteri kadar olmayan ya da geliştirmeyen bazı insanları sıradan bir merak duygusuna ve değersiz ilgi alanlarına sevk etmektedir.

İki insan arasında bilgi taşırken subjektif değer ve yorumlar gereğinden fazla yüklenirse, yararlı dedikodu diyeceğimiz şey yerini, taşınan bilginin sahibini karalamaya yönelik bir içerik kazanır.

Sürekli üretim içinde olan ya da doğasındaki yaratıcılık etkisinde olan insan dedikoduya fazla dalmaz. Üretim içinde olan insan zamanı olmadığı için; yaratıcı zihniyete sahip olan insan ise, sıradanlığa bulaşmak istemediği için dedikodudan uzak durur. Demek ki insanları dedikodudan kısmen de olsa uzak tutmak için ya sürekli üretin içinde tutmak; bir şeylerle meşgul omasını sağlamak ya da o kişiyi yaratıcı faaliyeteler yöneltmek gerekir;sanat gibi.

Yaşar Günel - Ankara


----------------------------------------------

54. Yazı – 13 Temmuz 2013
KİTAPLAR YAŞATILMALI

Zaman zaman Ankara’da, Bit Pazarı denilen yeri dolaşırım. Ivır zıvır satılan bu yere bazı günler ikinci el çuval çuval kitaplar gelir. Geçenlerde yine bu pazara gittim. Sürekli kitap aldığım ve bu sayede de az çok hukukumuz olan Ali isimli sahsın dükkânına girdim. Ağzına kadar kitap dolu çuvallara bakarak, kitapların satılık olup olmadıklarını sordum. Kızılay’daki bazı kitap simsarlarının bu kitapları satın aldıklarını öğrendim. Ama bu kitapları henüz alan almamış.

Sevindim. İçinde beğeneceğim kitapların bulunduğuna inanıyordum. Ne yazık ki o anda üstümde fazla param yoktu. Olsun, kalan borcumu en kısa zamanda getirirdim. Bu isteğimi söyleyince Ali bey kesin bir tavırla “Olmaz!” dedi. Ne kadar ısrar ettiysem de kabul etmedi. Kitapları inceledikten sonra cebimdeki dolmuş paramı da vererek birkaç kitap satın aldım. Bu olay beni çok hüzünlendirdi.

Bu kitaplar, anladığım kadarıyla, bir kütüphane devir alınarak buraya getirilmişti. Kitapların birçoğu ciltlenmiş, kapaklarının kenarları da yaldızlanmıştı. Çiltin üst kısmında kitabın adı, alt kısımda da bunları biriktirenin adı yazılmıştı. Bu kitaplar ta 1935 – 1940’lı yıllarda alınmış, gelecek nesiller okusun diye korunmuştu büyük olasılıkla. Belki, bu kitapları biriktiren kişi, manevi zevkin ne olduğunu bildiğinden, “Bu kitaplardaki bilgiler, benden başkasının da belleğinde olmalı, bunlar okunmalı” diye düşünmüş olabilir. Belki de dişinden tırnağından artırarak bu kütüphaneyi kurmuştur. Bu kişi öldükten sonra evlatları tarafından “Kitaplar evde kalabalık yapıyor, internet çıktı bilgiye kolay ulaşılıyor zaten, her şey orada; çoluk çocuk da okumuyor.” diye düşünülerek paranın miktarı önemsenmeden satılmış olabilir. Bunun örneklerine pek çok kez rastladım.

Bir söz okumuştum, (kitap dostu bayanları tenzih ederek yazıyorum): “ Kitapların üç düşmanı vardır: Su, kadın, fare. Su, çürütür; fare, kemirir; kadın da kocası öldüğü zaman kitapları satar.

Bu olay bana tarihimizden ne kadar uzaklaştığımızı çağrıştırdı. Matematik ve Fizik eğitimi aldığı halde, tarihe merak saran Mükremin Hoca, Fransa’da devamlı gittiği bir kütüphanede, şark eserleri bölümünde bizimle ilgili- Türk Tarihiyle - Farsça bir kitap görür, “Bu kitap bizim kütüphanelerimizde de olmalı.” der, kitabı bir biçimde elde etmek ister. Kitap elyazması olduğu için fotokopi ya da elle yazama v.s gibi şeylere izin vermezler. Kitabı okurken, okuyanın başında da bir kütüphane görevlisi bekliyormuş. Mükrimin Hoca, bu kitabı ülkemize kazandırmayı kafasına koyduğu için şöyle bir yöntem izler. Her gün bu kitaptan iki üç sayfa ezberler, akşam eve gidince de, bu ezberlediklerini kâğıda geçirir. Mükrimin hoca, bu şekilde kitabı bizim kütüphanelere kazandırır. O zaman denmiş ki, entelektüel çevrelerde, “Ya ezberinde yanlış kaldıysa!” Daha sonra, bu orijinal kitabın bir nüshası daha İzmir’de ortaya çıkmış. Bu ikisi karşılaştırılınca tıpatıp aynı olduğu görülmüş.

Yaşar Günel - Ankara

---------------------------------------------


53. Yazı - 03 Haziran 2013
İBRAHİM AĞABEY

Bir gün yolda karşılaştığım bir arkadaş, yanıma yanaşıp elini omzuma koydu, dudaklarını bükerek ‘’ Ağabey, sana çok üzücü bir haber vereceğim, ‘’ dedi. Karşımdaki kişiye bakıp içimden, ‘’ Üzücü haber mi? ‘’ dedim; ve o an aklımdan, ışık hızıyla bazı yaşlı tanıdıklar geçti, ‘’ Onlardan birine bir şey mi oldu? ‘’ diye düşündüm.
Şaşkın ve meraklı bakışlarla, bana ne gibi üzücü haber vereceğini bilmediğim kişinin yüzüne baktığımda ;o, sesi titreyerek, ‘’ Ağabey, İbrahim ağabey öldü! ‘’ dedi.
O an, bu haber beni şok etti, ‘’ Ne diyorsun sen yahu? ‘’ dedim. Ben, bu üzücü haber karşısında şaşırmıştım; karşımdaki kişinin yüzünde de yaşadığı derin üzüntünün izleri vardı;. Karşımdaki kişinin gözlerinin sulandığını gördüğümde, işin ciddiyetini anladım. ‘’ Şaka mı bu? ‘’ dedim; o an bu, üzücü haber bir şaka, bir anlamsız bir şey olsun, ‘’ istedim
Tabiî ölüm haberinde latife olmaz ama bir anda sapasağlam bildiğin bir insanın ölüm haberini almak insanı derin bir üzüntü ve derin bir şaşkınlığa sevk ediyordu. O an ne diyeceğimi bilemedim, şaşkın şaşkın bana bu üzücü haberi verenin yüzüne bakarak, ‘’ Yapma yahu, daha birkaç gün önce beraberdik, sapasağlam bir adam bir anda nasıl?.. ‘’ dedim, gerisini getiremedim; çünkü, ölümü ona yakıştıramıyordum!
Neden? İbrahim hem yaşça hem de ruhça gençti. ‘’ Ağabey, İbrahim ağabey kalpten… ‘’ dedi; o da benim gibi cümlesini tamamlayamadı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı; tabiî benim de gözlerim yaşardı; içimi çekerek avucumu yumruk hâline getirip işâret parmağımın üst kısmıyla, gözlerimden akan bir – iki damla gözyaşını sildim.
Bazı insanlar vardır ki yaşı genç olmasına rağmen ruhlarını karamsarlık sarmıştır, ben onlara ‘’ ruhları yaşlanmış gençler ‘’derim; bazı insanlar vardır ki, biyolojik yaşları hayli ilerlemesine rağmen ruhları gepgençtir. Bana göre İbrahim, benim bu târifim içine giriyordu ;yani, hem ruhen hem de bedenen gençti, yaşı altmışa merdiven dayasa da.
Kitap dostu olan İbrahim kardeşim, o gün sabah âni bir kalp kriziyle ölmüştü.
O an ne yapabilirdim? diye düşündüm, İlk aklıma gelen, ‘’ Evine gideyim de eşine başsağlığı dileyeyim ‘’ dedim kendi kendime ve yönümü İbrahim’in evinden yana çevirdim.
Bu kara haber beni üzdüğü gibi geçmişe doğru da bir yolculuk yaptırdı. Kimdi İbrahim? Yirmi beş yıl önce tanıştığım gözü kara, mert, deli- dolu biriydi İbrahim. Onuna aramızdaki bağ, onunda benim de kitap tutkunu olmamızdan doğmuştu; ama tutkumuzun içerik olarak farklıydı.
İbrahim ağabeyin evinde 20- 30 arasında kitabı vardı ve o, bu kitapları kendisinin özene bezene yaptığı kitaplığının raflarına dizmişti. O, bilgiye, bilgi sahibi olana saygı duysa da kitap okumazdı. Zaman zaman ona, ‘’ İbrahim Ağabey, şu kütüphanendeki kitapları okusana ! ‘’ diye ısrarcı olama rağmen, ‘’ Okuyamıyorum arkadaş, belki de okumaya çalıştığım kitapları anlayamamamdan dolayı, bir kitabı elime aldığım zaman içimdeki istek kayboluyor ‘’ demiş, bir –iki kitap dışında kütüphanesindeki kitapları okumamıştı. Kitabı seviyordu. Parasal imkânları sınırlı olduğu için kitap alamamaktan yakınır, dostlarının kendisine hediye ettiği v kitapları raflarına dizerdi. Ben de ona kitap vermiş miydim? Hayır! Neden? İbrahim ağabey, bana da ‘’ Kütüphanemde sen de bir kitap hediye edeceksin! ‘’ diye emir cümlesi kullansa da, nedenini bende bilmiyorum ona kitap hediye etmemiştim, belki de okumayacağı için.
İbrahim ağabeyin kütüphanesinde fazlaca kitap olmasa da, o var olan kitaplarını gözü gibi korurdu. Onun kütüphanesindeki kitaplardan, bana göre okunacak nitelikte olanları evime yakın olan kütüphanelerden alıp okumuştum; ama buna rağmen zaman zaman İbrahim Ağabeye takılırdım: ‘’ İbrahim ağabey, kütüphanendeki şu şu kitapları versen de, evde okuyup getirsem ‘’ diye.
Ben, bu sözü ne zaman söylesem o, elini yukarı kaldırır davudî sesiyle, ‘’ Yooo arkadaş ben kütüphanemden dışarıya kitap çıkarmam, ‘’ derdi. Benim ya da o anda orada bulunan başka bir arkadaşın ısrarı karşsında, ‘’ Aha kitaplık, oturun burada okuyun cayınız da benden; ama hiçbir kitabımı kütüphanemden çıkarmam ‘’ derdi. Biz, onun bu huyunu bildiğimizden şaka olsun diye ona takılırdık; o ise bu işi ciddiye alır, bizim bu isteğimiz karşısında ‘’ olmaaaz! ‘’ der, konuyu kapattırırdı.
İbrahim ağabeyde ne kadar kitap tutkusu varsa, karısı Nesrin’de de o kadar kitap alerjisi vardı. Nesrin Hanımdaki bu kitap alerjisinin nedenini ne biz, ne de İbrahim ağabey bilirdi. Onlarca kez, İbrahim ağabey ile Nesrin Hanımın kitap yüzünden tartışmalarına şahit olmuştum. Nesrin Hanım aşırı derecede paragözdü. İbrahim ağabey –bir –iki kez beraber eve İbrahim Ağabeyin elinde kitap olduğu halde gitmiştik- ne zaman elinde kitapla eve gitse, Nesrin Hanım, ipini koparır, ‘’ İbrahim! ‘’ derdi, ‘’ kazandığın üç- beş kuruş para onu da kitaplara mı yatırıyorsun! ‘’ Karısının bu tür çıkışması üzerine İbrahim Ağabey bazen işi atlan alır, bazen de sert konuşurdu; tabiî bu serte konuşma da tartışmayı getirirdi. İbrahim ağabey, her ne kadar, ‘’ Nesrin, kütüphanemdeki hiçbir kitabı para vererek almadın, hepsi de—bu bir gerçekti- arkadaşlarımın hediyesi ‘’ dese de Nesrin içindeki bütün zehri kusar, o günü ona zindan ederdi.
Anladığım kadarıyla Nesrin Hanım İbrahim ağabeyi severek almamış, evlendikten sonra da sevmemişti, bu evlilik düşe kalka gidiyordu. Bu evliliği düşündüğüm zaman, ‘’ bu evlilik İbrahim Ağabey’i ya eritir ya da erdirir ‘’ derdim, kendi kendime. Bu ölüm haberini duyduğumda ‘’ bu kadın İbrahim ağabeyi erdirmedi ama eritti, ‘’ diye düşündüm.
O gün İbrahim ağabeyin evine gittim, mendebur suratlı karısına başsağlığı diledim.
Nesrin Hanım öyle bir ağlıyordu ki, onun İbrahim ağabeyle çekişmelerini, onu istemediğini, sürekli it azarına tuttuğunu bilmeyen, ‘’ Bu kadın kocasını ne kadar da çok seviyormuş, ‘’ derdi. Halbuki, ne sevgisi, rahmetli azar işteceğini bildiği için eve giderken ayakları geri geri giderdi. Ben bu işe şaşardım!? İbrahim ağabey’i elli karşısına elli kişi çıksa, savunduğu konuda haklıysa, karşısına çıkan elli, altmış kişi de olsa,ürkmez dilenirdi;a ma ne hikmetse, Nesrin Hanım karşısına çıktığında ise dur yemiş bülbüle dönerdi.
O gün başsağlığı dileyip, üzüntülü bir şekilde evime gittim. Ertesi günü de cenaze merasimine katılıp İbrahim ağabey’e son vazifemi yaptım. Nesrin Hanım, o günde ağladı, sızlandı, ben bile, ‘’ Yahu bu kadın İbrahim ağabey’i ne kadar seviyormuş da bizim haberimiz yokmuş, ‘’ diye düşündüm. Ama, ben bu göz yaşlarının, o anki acından kaynaklansa da, daha sonraki günlerdeki sızlanma ve ağlamalarının bir abartı olduğunu,; bu sızlanmaların hissetmeden dile geldiğini biliyordum; Nesrin Hanım da benim bildiğimi biliyordu.
İbrahim ağabeyin ölümünden birkaç gün sonra Nesrin Hanıma uğrayayım da veraset filan işleri olursa yardımcı olabilirim, deyim diye düşündüm. Evin önüne geldiğimde, sokak lambasının dibine atılmış olan kitapları gördüm, ‘’ Yoksa.. ‘’ dedim, ‘’ yoksa bu kitaplar İbrahim ağabeyim kitapları mı? ‘’ Yere egildim, formları dağılmış olan kitaplara baktım; evet, bu kitaplar İbrahim ağabeyin , gözü gibi koruduğu kitaplardı. ‘’ Ah, Nesirn Hanım bu yapılacak işi mi? ‘’ dedim, ‘’ bulunduğun her ortamda onu sevdiğini söylüyorsun da bu yaptığın nedir? ‘’
Yakınmanın anlamı yoktu; formaları dağılmış kitapları topladım bütün formalarını bulduğum kitapları koltuğumun altına koyup, gerisin geriye evime döndüm.
Evde, bu formları dağılmış olana kitapları bantlarla yapıştırdım, ilk sayfasına da ‘’ İbrahim ağabeyden ‘’ yazıp kütüphaneme yerleştirdim.
İbrahim ağabeyin ölümünün üzerinden beş - altı ay geç tikten sonra da zaman zaman Nesrin Hanımın, şu tür konuşmalarına şahit olmuştum: ‘’ İbrahim, yiğidim, bir birimizi ne kadar çok severdik ‘’ diye. Nesrin Hanımda âdeta bir san’at hâline gelmiş olan ikiyüzlü konuşmaları duyduğumda Willam Sakesperare’nin ‘’ Yanlışlıklar Güldürüsü ‘’ adlı tiyatro eserindeki şu sözleri anımsadım: ‘’ ‘’ Diliniz kendi onursuzluğunuzu anlatmasın. Tatlı bakın, güzel konuşun, vefasızlığı süsleyin; kötülüğü öyle bir kılığa sokun ki erdeme benzesin. Yüreğiniz kötüyse bile, görünüşünüz iyi olsun. Siz hiç yaptıklarıyla övünen hırsız gördünüz mü? Kötülüğü öyle bir kılığa sokun ki erdeme benzesin ‘’
Daha sonraları Nesrin Hanımın bir konuşmasına daha şahit oldum. Karşılıklı oturuyorduk, başladı mersiyeye: ‘’ Ah İbrahim’im ne iyi insadı, şu şu faziletleri vardı… ‘’gibi. Nesrin Hanımın yüzüne dikkatlice baktığımda, o bu bakışlardaki ‘’ ikiyüzlülük sende san’at hâlini almış ‘’ düşüncesini sezince, yanındaki kadınla konuşma bâhanesiyle bana sırtını döndü. Bu davranışta bana, A. Cehov’un ‘’ Teklif ‘’ adlı tiyatro esrindeki şu prologu (öndeyiş ) çağrıştırmıştı: ‘’ İçteki duruluğun ifadesi olan bakışlar hangi ikiyüzlüyü rahatsız etmemiştir ki’’- tabiî bu prologu aklımda kaldığı şekilde yazdım, orijinalinin farklı tarzda yazılması içeriğine helâl (zarar) getirmez.

Yaşar Günel

-----------------------------------------------

52. Yazı - 26 Mayıs 2013
BİR KİTAP BİR ANI

Bir gün yirmi yirmili yaşlarda olan bir genç arkadaş yanıma geldi, oradan buradan konuştuktan sonra:
-- Abi filanla evleniyorum, dedi.
. Bu genç arkadaş evleneceği için seviniyordu. Sevinci yüzüne, gözlerine, bakışına yansımıştı. Benden bir yorum, o da olmazsa kısa da olsa biz söz bekliyordu. Ben ne diyebilirdim ki, hayırlı olsun, dan başka.
Kaşlarını yukarı kaldırdı, gözlerini bana doğru dikmiş olarak:, sesiz kaldığımı görünce:
-- Abi, ne diyorsun? dedi. Başından evlilik geçmiş birisin, diyeceklerin vardır, söyleyeceklerini can kulağıyla da dinlerim.
Şöyle bir düşündüm, bu genç arkadaşa ne diyebilirim, diye. Evliliğini sağlam temeller (?) üzerine kurarsan; sen kadını köle, kadın da seni kendisinin ve sülâlesinin uşağı yapmaya çalışmazsa iyi bir evlilik hayatı yaşarsın. Bazı evlilikler gördüm erkek kadını bir hiç olarak görür, ezer. Bazı evlilikler de gördüm ki; erkek evliliğin başlarında kazak erkek ama daha sonra, özellikle de kırklı yaşlardan sonra karısının ve kadına bağlı olarak sülâlesinin uşağı olmuş, desem, çocuğun kafası karışacak. Bu iş ikinizde biter, çekirdek aile kuruyorsunuz her şey sizde bitmeli, hiçbir işinize kimseyi karıştırmayın. Mutluluğunuz sizin elinizde, her şey size bağlı, desem. Arka arkaya sorular gelecek, yeni açıklamalar yapmak zorunda kalacağım, kafası iyice karışacak, bu sohbet de beni iyice gerecek.
Bu genç arkadaş arka arkaya sorduğu sorularla beni sıkıştırıyordu. Ne cevap verecektim. Evli olup mutlu bri şekilde yaşayanlar da vardı, her gün karakolluk olanlarda.
O ana aklıma, Şevket Süreyya Aydemir’in ‘’ Suyu Arayan Adam ‘’ adlı eserinde geçen bir vaka geldi.
Şevket Süreyya, Birinci Dünya Savaşı yıllarında, İstanbul’dan bağlı bulunduğu askerî birlikle, doğuya Erzurum’a doğru yola çıkar. Ruslar, Erzurum ve civarını işgal etmiştir. Şevket Süreyya’nın o anki düşünceleri, hızlıca doğuya gidilecek, Ruslar Erzurum ve çevresinden uzaklaştırılacak, hattâ tâ Orta- Asya’ya kadar gidilecektir.’’
Sivas’a geldiklerinde; asker doğuya gitmekte, doğudan Rus işgalinden kaçanlar ise göçü toplamış batıya doğru gemleteymiş. Ş. Süreyya, doğudan gelen bir kâfileye yanaşır, yaşlı bir kadına:
-- Ana, oralarda durum nasıl? Korkmayın, Rusları püskürtüp ne gerekiyorsa onu yapacağız. En kısa sürede yurt- yuvanıza kavuşacaksınız, demiş.
Ş. Süreyya diyor ki, ‘’ Bu yaşlı Anadolu kadını beni baştan aşağıya süzdü, başını salladı, Ne diyeyim ki oğul, ne diyeyim ki, dedi, başını önüne eğip, önüne kattığı hayvanı dehledi, çekti gitti. Ben hâlâ onun ne demek istediğiniz anlayamamıştım. Cepheye gittiğimde ikmâl sıkıntılarını, kar’ı, soğuğu, düşmanın ateş gücünü görünce kadının ne demek sitediğini anladım, der.
Ben de, bu anıdan mülhem, nazire olarak, evlilik hakkında benden bir iki söz bekleyen genç arkadaşa, bu soruyu soracağı , tam da adamını bulmuştu, ‘’ Ne diyeyim gardaş, ne diyeyim ‘’ dedim, onu bir biçimde başımdan savuşturdum.
Şui misal misal olmaz,. Yani kötü örnek (ler ) örnek olmasın, evlenin mutlu olun. Ünlü bir politikacıya sormuşlar:
-- Evlilik nasıl gidiyor? diye.
O da:
-- Karıya biat edersen güzel gidiyor, demiş. İşte mutlu evliliğin sırlarından bir de bu, ‘’ Kadına biat etmek ‘’
Etmeyenler, siz onları dikkate almayın.
Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam kitabının okunmasını öneririm.
Yaşar Günel - Ankara

---------------------------------------------
51. Yazı – 20 Mayıs 2013
HER CANLI BİLİNÇLİ, HER İKİ AYAKLI DA İNSAN DEĞİLDİR.

Bir tarihte arkadaşımın biri, bir amelelik işi olduğunu çalışıp çalışmayacağımı sordu. Yapmadığım iş değildi ya, razı oldum. O günlerde meteliğe kurşun atıyorduk. Hani, “Cebinde iki demir paranın çarpıştığını duymamak” deyimi var ya o durumdaydım.

Ertesi gün arkadaşla buluşup Ankara - Aşağı Ayrancı da bir okula gittik. Bu okul, yabancı bir ülkenin Anaokuluydu. Müteahhitle tanıştık, yevmiye konusunda anlaşıp, o gün işe başladık. Yapacağımız iş, bu anaokulunun avlusuna dış kapıya kadar taraklı mozaik dökmekti.

O gün işe başladık. Neler yapacaktık? Önce avluyu tesviye edecektik. Sonra da, bu tesviye ettiğimiz yere blokaj taşları döşeyecek, onun üstüne de tesviye betonu atacak, onun da üstüne mozaik dökecektik. O gün, ben dahil beş altı amele ve iki usta işe başladık. Biz blokaj taşlarını ustaların yanına taşıyorduk, onlar da bu taşları, tesviye betonu atılacak yere, boydan boya çektikleri ipin hizasına göre avluya döşüyorlardı.

Derken avlunun tesviyesi, blokaj taş döşemesi ve tesviye betonu demir kapının olduğu bölüm hariç bitti. Mozaik dökecek ustalar da gelmiş işe başlamıştı. Tesviye betonun üstüne çıtalar çakılıyor, mozaik dökülüyordu. Bana da, okulun sokağa açılan kapının olduğu yerin torak tesviyesi işi verilmişti.

Demir kapının girişinde, sol tarafta, Kanada Kavağı denilen türden büyükçe bir kavak ağacı vardı. Ben tesviyeyi yaptıkça torak zeminin, bu tesviye dolayısıyla aşağıya inmesiyle, bu kavak ağacının iri çilleri ortaya çıkmış, o bölgenin tesviye yapılmasına olanak vermiyordu. Ne yapacaktım? Mozaik Ustası olan kişinin yanına gittim.
- Ali Usta, demir kapının oradaki kavak ağacının çilleri, bu tesviyeden yukarıda kalıyor, ne yapacağız? diye sordum.
Hay sormaz olaydım! Ali usta, bakmak için elinde keser olduğu hâlde benimle beraber kavak ağacının yanına geldi.
-Bu çilleri keselim, dedi. Sen bir kürek getir, çillerin çevresindeki toprağı boşlat, çiller ortaya çıksın.
Bu işlemler sırasında bu güzelim ağaç, acı çekmeyecek miydi? Ben, küreği alıp Ali ustasının yanına vardığımda o, diz çökmüş, eliyle çillerin iyice ortaya çıkması için toprağı iteliyordu.
Ali usta, elindeki keseri acımasızca kavak ağacının, iri bir çiline vurduğunda, tam o anda müteahhit oraya gelip:
- Ali, ne yapıyorsun? diye sordu.
- Ağabey, bu çilleri keselim ki beton ağacın…
Müteahhit, onun sözünü kesti.
-Dur Ali! Sakın, ağacın çillerine dokunma!
- İyi de ağabey, ne yapacağız; bu şekilde beton atsak, beton burada yüksek atar, dedi Ali usta.
Müteahhit, köyde fazla yaşamamış ama okumuş bilinçi biriydi.
-Ali, sen nasıl köylüsün? dedi. Ağacın kıymetini senin bizden iyi bilmen gerekirken, keseri almış bu güzelim ağacın can damarlarını kesiyorsun, olur mu?
- Ne yapalım? diye sordu Ali Usa pişmiş kelle gibi sırıtarak.
Müteahhit, eliyle kavak ağacının çevresini işaret etti.
- Ali, ağacın kökünün çevresinde şöyle bir dikdörtgen kalıp oluştur, çillere dokunma
Müteahhit’in dediğini yaptık, ağacın çevresine dikdörtgen şeklinde beton attık, o koça ağaç da erken ölümden kurtuldu.
Ne bu Ali ustayı, ne de bu müteahhiti unutabildim. Bu olayla da anladım ki her iki ayaklı insan, “insan” değildir.

Yaşar Günel – Ankara – 19 Mayıs 2013


----------------------------------------------

50. Yazı - 15 Mayıs 2013
KİRALIK AĞIZ (LAR)

Bir tarihte, parasal imkanı iyi olan birine “Bana, borç harç biraz para versin” diye haber gönderdim. Bu kişinin bana para vermeyeceğini iyi biliyordum, vermedi de. Daha sonra, bu kişiyle bağı olan biri, bu para isteme olayını duyunca “ Onların borçları var, güç bela geçiniyorlar” dedi.

Bu sözü söylerken de, etkisinde kaldığı, daha doğrusu taklit ettiği kişinin davranışlarını sergilemeye başladı, bir davranış duygu ve düşünce temeli olmadan nasıl bu kadar taklit edilebileceğine de hayret ettim. Daha sonraki gözlemlerimde bazı insanların ‘kiralık ağız’ olmaktan öteye gitmediğini gördüm, iyice şaşırdım.

Eskiden psikoloji kitaplarındaki teorik bilgileri okurken, bazı yazarlar hakkında ‘fazla abartmış’ dediğimi hatırlıyorum. Nedeni de şu: Psikoloji ekollerinin kurucuları, bazı insanları tam bir edilgen varlık hâline getiriyorlardı, bu kadar da olmaz, diye düşündüm ama oluyormuş.

Alfred Adler, insanları etken ve edilgen olarak iki kategoriye koyarken, Bertrand Russel ‘de (bakınız iktidar-Cem Yayınevi) bu katağoriyi savunarak bir başka boyut katar, insan davranışlarına. Ona göre şan ve şöhret tutkusu da insan davranışlarına yön verir, konumuz bu değil bunu geçelim. Adler’i, yıllar önce ilk defa okuduğumda, “Yahu bir insan nasıl bu kadar etki altında kalır, herkesin orijinal bir şahsiyeti yok mu?” diye düşünmüştüm. Bana göre, o yıllarda herkesin orijinal bir şahsiyeti vardı ve birçok kararını kendi başına alırdı. Herkes duygu, düşünce ve davranışlarının faili muhtarıydı. O yıllarda Siğmund Freud’u, Jung’u okuduğumda da bazı hatalar (!) buluyordum. Hele Ercih From’u, Villiam Rich’i ve ardıllarını okuduğumda, bir insan nasıl olur da başkasının kontrolünde haz alır, nasıl mazoşist olur diye kaç geceler sabahlara kadar düşündüm. Ama oluyormuş, bizzat yaşayıp gördüm ve bu edilgen kişilerin hiç de azımsanamayacak sayıda olduğunu da, hayretle gördüm: maddi- manevi zararlarını da görerek.

Evet, maalesef herkes Orijinal kişiliğe sahip olamıyor. Bazı insanlar, bazı insanların ‘kiralık ağzı’ olmakta, adam olanların da asabını bozmakta. Tek çare ne? Orijinal kişilik gelişmemiş bu kiralık ağızlardan uzak durmak. Bunlarda orijinal kişilik geliştirmeye çalışmanın da beyhude bir çaba olduğunu gördüm.

Kiralık ağzın, sahibinin sesi gibi onun sözlerini tekrarlar durur. Bunu iyi bilen sadist yapılı (bu kişilerin çoğu sadist yapılıdır) kişi, söyleyeceği şeyleri kendisi söylemez, zaman zaman kendisini ziyaret eden kiralık ağza söyler, kiralık ağız da, bu sadist ruhlu kişinin söylediklerini, sanki orijinal bir şey söylüyormuş gibi çevreye aktarır.
Bu insanları daha yakından tanıdıktan sonra bu insanlara kızmaz oldum. Neden? Orijinal kişilik geliştirecek zekâya sahip olmayan birine, ‘neden taklitsin, neden kiralık ağızsın‘ demenin anlamı da olamayacağı besbelli.

Yaşar Günel – Ankara – 15 Mayıs 2013
----------------------------------------------

49. Yazı - 18 Nisan 2013
İÇ İÇE GEÇMİŞ ÜÇ ANI

Bir akşam evde oturmuş bir açık oturumu izliyordum. Yeni öğretmen çıkmış genç biri çocuklarıyla bize geldi, masanın üstündeki kumandayı aldı.
-Gız, dizi başladı ya, dedi, kanalı değiştirdi.
-Yahu açık oturum var, sıradan diziyi izleyeceğinize bu açık oturumu izlesenize, dedim.
Ama baktım sözüm kâr etmiyor, odama geçtim, bir gün önce okumaya başladığım kitabımı elime aldım okumaya başladım. Evdeki çocukların hepsi ekranın başına geçti, bana göre pespaye olan diziyi gözleri fal taşı gibi açılarak izlediler.

Bir gün bir eve misafirliğe gitmiştim. Beş altı kadın oturmuş çay içerek oradan buradan konuşuyorlardı. Biraz oturmuştum ki kapı çaldı, bir bayan daha geldi, yanında da 6-7 yaşında bir çocuk. Kadınlar başladılar konuşmaya:
-Ayşe’nin perdeleri de koltuk takımına hiç uymamış gız.
-Fatma’nın kızı, Füsun’un oğluyla konuşuyormuş.
-Ahmet beyler, müteahhit’ten iki daire alacaklarmış; bir ön, biri arka cepheden
-Gız, Hande’yle görümcesi atışmışlar.
Kadınlar böyle düzeyli, evladiyelik konuşmalar yaparken çocuk da sıkıntıdan teyzesinin elini, eteğini çekip duruyordu ki, gidelim, diye. Kadın da:
-Oğlum teyzeleri dinleyelim de gideriz, dedi.
Bu konuşma beni de sıkmıştı, kalktım çıktım. Kadınların oturduğu salon kapısından çıkarken de çocuğa:
-Aydın, konuşulanları dinle, ilerde sana çoook lazım olacak, dedim.

Oradan çıktıktan sonra Siğmund Freud’un, insanda çocuklulukta şekillenen kişiliği, ömür boyu onun; duygu, düşünce ve davranışlarına yansır sözü ile Jean Jack Ruseau’nun, çocuk nasıl eğitilir konusunda yazdığı Emile adlı kitabında yazanlar aklıma geldi, yazık oluyor, şu çocuklara, dedim.
Ruseau, Emile, adlı eserinden bir bölüm:
“Çocuk bir şeye uzandığı zaman ebeveynler olarak, o şeyi alıp çocuğa vermeyin. Çocuğu almak istediği nesneye yaklaştırın, o alsın.” der.
Neden?
Anne babalara, okumamış olan eğitimcilere bu kitabı okumasını öneririm.
Bir çocuğa elimdeki kitabı gösterip:
-Bak evlat, dedim. Bu ana, babaların oku çocuğum dedikleri halde kendilerinin elini değmedikleri şey.

Yaşar Günel - Ankara


----------------------------------------------

48. Yazı - 8 Nisan 2013
AMACIN NE İSE SEN DE O'SUN

Geçen haftalarda Ziya Gökalp’in, ‘’ Malta Mektupları ‘’ adlı kitabını okudum. Orada rastladığım bir söz bana bir anımı çağırştırdı.
Önce kısa bir bilgi: Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’ında yenilince, İstanbul işgal edilir.Bu işgalin öncüsü olan İngilizler; asker, diplomat, edebiyatcı, bürokratlardan oluşan bri gurup insanımızı esir alıp Malta Adasına götürdü. Malta’ya götürülenlerden bazıları iki yılı aşkın bir süre burada esir olarak tutuldu.

Malta’da esir tutulan aydınlarımızdan biri de Ziya Göklap’ti. Ziya Gökalp, iki ylı aşkın bri süre kaldığı Malta Ada’sından, İstanbul’daki aile fertlerine mektuplar yazar. Bu mektuplar, ‘’ Ziya Gökalp Külliyatı ‘’ adı altında Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı, herkesin okumasını öneririm, ufuk açıcı bilgiler var.
Bir tarihte inşaat malzemeleri satan bir işletmede hamallık yapıyordum: gelen inşaat malzemelerini indiriyor, satılanları da yüklüyordum. İki arkadaştık. Bu işletmede bir arkadaş da kendi hesabına, tane başı hesabı biriket döküyordu.

Bu biriket döken arkadaşın ismi Hasan Hüseyin’di. Bir gün ikimizde boş kalmıştık.
İşletmenin kapısı anacadeye bakıyordu. Anayolda bakan kireç deposundaki kireçlerin üstüne oturduk, sohbet etmeye başladık. Hasan Hüseyin’e:
-Hayattan beklentilerin ne? Neler hedeflerin? Dedim.
Sigarasından bir nefes çeken Hasan Hüseyin:
- Yaşar ağabey, dedi. Bir işim, bir evim olsun. Bir de evleneyim bir –iki de çocuk olursa, dünyanın en mutlu insanı ben olurum, dedi.

Hasan Hüseyin, bu işletmede iki ay çalıştıktan sonra, briket çurufu kalmaması üzerinde oradan ayrılıp inşaatlara çalışmaya gitti. Ben de bu işletmede bir –iki ay daha çalışıp ayrıldım.
Aradan 5 – 6 yıl geçtikten sonra; bir gün, bir işyerinin kapısından geçerken Hasan Hüseyin’i gördüm, çalıştığı iş yerinin çimlerini biçiyordu. Selmalaştık. Oradan buradan konuştuk.

Hasan Hüseyin işe girmiş. Köyden bir yer satarak evini almış. Evlenmiş, iki de çocuğu olmuş. ‘’ Ağabey, o gün konuştularımın hepsi oldu, çok mutluyum, hayatan başka da beklentim yok, ‘’ dedi. ‘’ Bir de çoluk çocuğu büyütür, işe sokarsak..’’

Ziya Göklap’in Malta Mektupları’ndaki şu çümleyi okuduğumda Hasan Hüseyin aklıma gelmişti: ‘’ Bir insanın mefkuresi (gaye, amaç, hefe) ne ise, kendisi de odur.
Peki, sizin mefkureniz ne?

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

47. Yazı – 05 Mart 2013
ADAM OLMANIN KRİTERİ

İsmini şu ana hatırlayamadığım bir düşünür, “Paranın öldürdüğü ruhlar, demirin (silah) öldürdüğü bedenlerden çok çok fazladır.“ demiş. Doğru söze şapka çıkarılır!

Bir tarihte, yap- sat şeklinde inşaat yapan birinin yanında amele olarak çalışmaya başladım. Bu kıro nereden, nasıl bulmuşsa bulmuş, cebine parayı koyduğu gibi Ankara’nın yolunu tutup inşaatçılığa başlamış. Adamlığı dış görünüş olarak anlayan bu adam, inşaatın i’ sinden bile anlamıyordu. Altında arabası, sırtında takım elbisesi ve kravatıyla tam da adamdı. (!)

Çalışmaya başladım. Günler, günleri kovaladı. Her geçen gün bizde bu kıronun inşaattan anlamadığı düşüncesi pekiştiriyordu. Derken, kış ayları geldi. Aylardan aralık ayı. Dört katlı olacak binanın ikinci katının kalıbı çakılıyordu. Kalıpçılara yardım ediyorum, çivi söküyorum, kum eliyorum, kireç söndürüyorum. Kısacası bir amele ne yaparsa onları yapıyordum. Kalıp işi beklenenden uzun sürdü.
Kalıp, demir bağlaması derken, ocak ayı girdi. Kalıp bitti, demir bağlandı, ama arsa sahiplerinin de, çalışanların da kafasındaki sıkıntı yaratan soru şuydu: Bu ayda, sıcaklığım -10, -15 dereceye düştüğü günlerde beton atılır mı? Mantık, atılmaz, diyor ama adam kıro olursa, kalan sağlar bizimdir mantığına sahipse atılır. Atıldı da.

Betoncular geldi. Şiddetli bir soğuk vardı. Gazyağı tenekelerinde ateş yakıp ısındık. Saat dokuz olduğunda beton atma işi başlamıştı. Beton kovası, yukarıya gidip geldikçe herkesin sıkıntısı daha da arttı. Akşam, 19:00’da beton bitti. Hava kararmıştı. İnşaatın kalfası, ‘’ Yaşar, yandaki marongoza git, ne kadar talaş varsa al, gel, dedi.Marangozdaki talaşları boş çimento torbalarına doldurup ikinci kata çıkardım. Akşam soğuğu da çıkmış, el ayak tutmuyordu. Talaşları betonun üstüne serptik. Onların üstüne de çimento torbalarını yaydık, onların üstüne de rüzgâr savurmasın diye beş on, on on uzattık.
Biz bu tedbirleri alırken, adam görünümlü olan hayvan yukarı çıktı, kalfaya:
-Ağabey ne yapıyorsunuz ya! diye sordu.
- Abi, beton donmasın diye, aklımızca tedbir alıyoruz, dedi kalfa.
-Yahu bırak, ne donması! dedi insan kılıklı adam. Bir şeycikler olmaz, gel kafa çekmeye gidelim.
Gittiler de. O bina bitirildi, ama daha sonra, yaz ayları geldiğinde, sıcakların bastırmasıyla, o gün beton atılan katın balkonlarında çökme oldu. Şimdi o binada insanlar oturmakta.
Bu binanın önünden ne zaman geçsen tüylerim diken diken olur. Paranın-pulun, malın- mülkün, giyim-kuşamın adamı adam etmeyeceğini, bunun bir iç derinlik işi olduğunu düşürüm.

Yaşar Günel - Ankara

-----------------------------------------------

46. Yazı – 21 Şubat 2013
İÇGÜDÜSEL TAKİP

Türkçe'de, "Ana keçi nereye sıçrarsa, yavrusu da oraya sıçrar," diye güzel bir deyim vardır. Bu içgüdüsel takipe en güzel örnek sözlerden biridir. Halbuki, orijinal bir kişilik oluşması için, insan-insan ilişkilerinde gönüllü birey kulluğunun ve içgüdüsel takip olayının aşılması gerekir.
Nedir içgüdüsel takip. İnsan ve hayvanlarda, ortak içgüdüler bulunmaktadır. Bunlar; beslenme, cinsellik, korunma ( ya da güvenlik), bir de dişi de analık içgüdüsü. Bunlara, bu gün farklı doneler de eklenmek istese de, bunların, bütün canlılara teşmil edilecek ortak noktaları bulunamamıştır.
İçgüdüsel takip’e en güzel örnek, sirklerdeki aslan terbiyesini verebiliriz, daha iyi anlaşılması için. Aslan terbiyecisi, eğittiği (!) aslanı, sirk ortamına çıkardığında ona '' kırbacını şaklatarak '' hareketler yaptırır. Neden? Aslan, içgüdüsel bir takiple, av olarak gördüğü eğiticisinin her hareketini kontrol ederek, bir fırsatını bulursa, onu parçalamak ister.

Aslan terbiyecisi, aslanın bu içgüdüsel takibini kesintiye uğratmak için, sürekli olarak kırbacını şaklatır, durur. Aslan terbiyecisi, gösteri öncesi ya da gösteri sonrasında da, yönünü seyircilere döndüğünde de dahi kırbacını, belli aralıklarla şaklatır. Bu kırbaç sallamalar, aslanın şartlı refleksle terbiye edilmesi sonucunda, içgüdüsel takibini kesintiye uğratır. Eğer aslan terbiyecisi, bu kırbaç sallamalarındaki arayı fazla açar da, içgüdüsel takip kesintiye uğramazsa, aslanın terbiyecisini parçalaması kaçınılmazdır.
İnsan olarak, bu gün medenî bir profil çizsek de, geçmişimizde, on binlerce yıl sürmüş, bir vahşiliğin tortusu bulunmaktadır. Bu tortuların bazıları, zaman içerisinde, sosyal aktiviteler şeklini almıştır. Mesela, sosyal antropologlar, '' mangal '' partilerinin, insanın ilk ilkel yaşam döneminde, sürek avından sonra yakaladıkları hayvanı, bir ateş çevresinde toplanarak yemelerinin modern bir versiyonu olarak değerlerdirler. Yine erkek erkeğe eğlenceleri, tehlikeli yarışları, ilkelik dönemindeki erkekler arasında yapılan av yarışını değişik bir göstergesi olarak değerlendirilir.Örnekler çok, bunun için antropoloji kitaplarına bakılabil inir.
İşte içimizde böyle, vahşilik tortu bulunduğunu antropologlar iddia ederler. Buradan çocuk yetiştirme konusuna geçersek; bazı toplumlarda, çocuk ile ana arasındaki, '' Asal Bağlar--ya da içgüdüsel bağlar '' zamanla yerini, '' tali '' bağlara bırakmalıdır. Fakat, bir çok kez, ebeveynlerin bilgisizliği yüzünden, belli bir yaşlarda, arkada kalması gereken asal bağlar, yıllar boyu uzayıp gider. Bazı anneler, bunu asal bağ devamlılığını, '' sevgi / aşırı sevgi '' tezahürü olarak değerlendirir, çoğunun orijinal kişilik geliştirmesini ne kadar sekteye uğrattığını, maalesef bilmez. Ericson'un ipotekli kişi (lik) olarak târif ettiği bir oluşumun oluşmaması için, anne- çocuk arasındaki, doğumla başlayan asal bağların, tâ çocukluk döneminden itibaren tali bağlara bırakması gerekir.

Bu olmazsa ne olur. Çocuk da da, ilk içselleştirmeye bağlı olarak, içgüdüsel takip diyebileceğimiz bir mekanizma işler:çocuk, annenin örnek (!) bir modeli olur, ondan sonra da ,o çocuğun orijinal bir kişilik gelişmesinin yolu engellenmiş olur! Böyle bir durum için de ''geçmiş ola'' denilir, yapacak bir şey yoktur.
Erken yaşlarda, içgüdüsel takip de denilecek, bu asal bağların, CEHALET yüzünden uzatılmasına bağlı olarak, çocuk, ileriki yaşlarda da olsa, '' orijinal '' bir şahsiyet geliştiremez, sürekli olarak kendisine MODEL birini arar, durur. Mesela, bu gibi şahısların; sözleri, davranışları, değerlendirmeleri hep İPOTEKLİ olduğu kişi (ler) in davranışlarıyla --taklit olarak-- paralellik arz eder. Öyle ki, bu kişilerin el- kol hareketleri, mimikleri bile taklittir.
Bu neden kaynaklanır? Bir kere, '' gönüllü kulluk '' da diyebileceğimiz bu olayın temeli ebeveynlerin çocuğu, orijinal kişi olarak değil de, kendi protipleri olarak, bilisizce yetiştirmelerinden kaynaklanmaktadır:içgüdüsel takip de diyebiliriz.

Bu kişiler karşılaştıkları sorunlar karşısında, taklit ettikleri ipotekli oldukları kişinin davranışlarını düşünür '' acaba, o olsaydı ne yapardı ? '' gibi bağımlılık ilişkisi içinde olduğu insanların davranışlarını düşünür, hayal ederler.
Ana- çocuk arasındaki bu içgüdüsel takip ya da asal bağlar nasıl kırılacaktır? Çocuk, erken yaşlarda sosyo kültürel etkinliklere yönlendirmeli, ana –çocuk arasındaki ilişki, geleneksel çizginin dışında protokolleri olan bir bağa dönüştürülmelidir. Yoksa anne- çocuk arasında mârazi bağımlılık ilişkisi gelişir. Eli ayağı düzgü, zeki briçok çocuğun okumamasının nedenlerinden biri de budur. Bakın, erken yaşta ebeveynleriyle şu veya bu nedenle—iş ya da başka şehirde okuma- arasındaki bağ asgariye düşmüş çocukların hayatta daha başarılı olduklarını ve kendilerine daha çok güven duyduklarını gözlemleyeceksiniz.

Anne- babalar, çocuklarınızı fotokopi denilecek şekilde benzerini oluşturmanız, onun yapacağınız en büyük kötülüklerden biri olur. Bu da ipotekli – taklit bir ferdin ortaya çıkmasına neden olur. Ebeveynler, çocuklarınızla aranızda protokol ilişkisi geliştirin. Vıcık vıcık ilişki samimiyet değil şahsiyetsizlik doğurur. Bernard Shaw’a sormuşlar: ‘’ Sizin yetiştiğiniz evde ne hakimdi? ‘’ diye. O da ‘’dayak da yedim, azar da işittim ama evde şahsiyet hakimdi ‘’ demiş.

Yaşar Günel

----------------------------------------------

45. Yazı - 17 Şubat 2013
BİR RASTLANTININ ÇAĞRIŞTIRDIĞI

Geometriye giden kısa bir Kral yolu da yok; adam olmaya giden, kısa bir yolda!?.
Uzun süredir tanıdığım bir adam (!) vardı. Oldukça paralı olan bu kişi, genellikle lâcivert elbise giyerdi-neden, bilmem! Bu kişiyle bir iki defa da olsa ayaküstü konuşmuş, bir iki defa da siyasetten konuşmalarını dinlemiştim. Bu kişi, karşısında konuşan kişiyi dinlerken, başını gayri ihtiyari olarak hafifçe yukarı doğru kaldırır, karşısında konuşan kişiye bakmadan, '' Hımm, hımm!!! diyerek konuşmayı dinlerdi. Bu kişi paralı olduğu için Wiliam Sahkesperare'nin, '' Düşenin dostu olmaz, kalkan züppenin pervanenin çevresi çok olur,'' misali, çevresi adamla (!) dolu olurdu.
Bu gün, Internet cefaya giderken, bu adamı (!) biriyle tartışırken gördüm. Daha sonra öğrendim ki, bu ikili arasında, alacak verecek mes'elesi yüzünden tartışma çıkmış. Bu ağırbaşlı görünen Ayı, açtı ağzını yumdu gözünü; o an aklına, yakası açılmadık ne küfür gelirse savuruyordu. Karşısındaki de, aynı tonda, aynı düzeyde karşılık veriyordu.
Tiksinip oradan uzaklaştım. Sonra da düşündüm. adam olmak kolay mı?
Çook kolay!?. Şöyle veyâ böyle yapar, cebine biraz para doldurur, etrafına da, bu paranın parıltısına kapılan adam (!)lar toplarsın, mühim adam olmuş olursun.
Bir tarihte, bir işte çalışan bir adam, çalıştığı yere berberlik yapıyordu. Silik, sesiz sedâsız biriydi. Sonra, adamın çalıştığı yer, siyasetten el değiştirince, bu adanım eline bir telsiz, dilini de yetki verdiler; amaaam adam(!) görmeyin. Adam (!) yürüyüşü, giyinişi, kısaca her şeyi değişti. O zaman, '' Ey yetki! Eyy telsiz, sen nelere kâdirsin '' demiştim. Daha sonra, bu adamın çalıştığı yer siyasetten yine değişti, bu adam bu sefer, altyapı hizmetlerine gönderilmiş, loğar temizlemeye başlamıştı . Tabii, süngüsü de düşmüştü.
Bu ve bunlara benzeyen tipler ve bu olayların değişik versiyonlarıyla çok karşılaştım. adamım diyenin de, adam görüntüsü verenin de, o görüntünün, özden kaynaklanmadığını gördüm; hem de çook!.
Bu olay bana Oklid'i hatırlattı.
Oklid, Mısır'da İskenderiye'de, bir matematik okulu kurar, öğrenci yetiştirir, tezlerini ileri sürer. Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece eder, tezi onundur. Bir noktaya aynı uzaklıktaki noktalar, çemberi oluşturur tezi onundur. Bir doğru sonsuza kadar uzar, tezi onundur. O sırada Mısır'da Kral olan 1. Ptolemey, bir gün Oklid'i yanına çağırır:
--- Üstat, der; senin on çiltlik '' Elementler '' kitabını okudum ama bir şey anlamadım, acaba, bunu anlamamın kısa bir yolu yok mu? diye sorar..
Oklid de:
--- Geometriye giden Kral yolu ( Kısa yol) yok, der.
Adam olmnın da kısa bir yolu yok!?.Neden? Çünkü, insan olarak, binlerce yıl süren bir ilkellik geçmişimiz var. Bu ilkellik tortusu bir anda; parayla, pulla, mal- mülkle kalkmıyor, kalkamaz da. Bu işi için büyük emek sarf etmek gerek. Okumak, okumak, okuma, okumak. Okuduklarını da içselleştirmek.
Bir gün bir bakarsınız, kılık kıyafetiyle, cebindeki parayla adam (!) lık taslayan bazı insanların üstüdeki örtü bir anda kalkar, alttaki vahşî tortu, o kibarlık, efendilik görüntüsü yırtar, "Hayret, filan kişi nasıl bu tepkiyi verdi? '' gibilerden şaşkınlığa düşürebilir.
ama şaşmamalı; ben şaşmıyorum; çünkü, geometriye giden bir Kral yolu da yok, adam olmaya giden kısa bir yol da:Görüntüleri de ADAM sanmayım.

Yaşar Günel - Ankara
----------------------------------------------

44. YAŞAR GÜNEL - 17 Aralık 2012
KURNAZ KEDİ

Ben, kurnazlığın insanlarda olduğu kadar, hayvanlarda da olduğunu biliyordum ama, hayvanlarda, şahit olduğum bir olayda olduğu gibi, değişik şekilleri olduğunu bilmiyordum.
İşe yürüyerek gidip geliyordum. Yolum, bir caminin önünden geçiyordu. Bu cami, iki sokağın kesiştiği köşede bulunan marketin yanındaydı.

Bir gün, sokağın köşesini döndüm, köşedeki marketi geçip caminin önün geldiğimde, acı acı bir miyavlama sesiyle irkildim, ne oluyor yahu dedim, başımı camiden tarafa çevirdim. Bir de ne göreyim, siyah beyaz tüyleri olan bir kedi caminin, yerden 8- 10 metre yükseklikteki çatısına çıkmış acı acı miyavlıyordu. Bu kedi çatıya nasıl çıkmış? Buradan nasıl inecekti?

Onu oradan indirme arayışlarına girdim ama çatıya çıkmamın imkanı yoktu. Çevreden yardım alacağım kimse de yoktu. Caminin avlusuna girdim, cami hocası oradaysa ondan yardım isteyecektim. Camin kapısı kitliydi ve çevrede de yarım isteyeceğim kimse de yoktu. Yandaki markete yöneldim. Kedi, ara sıra aşağıya doğru bana doğru bakıyor, yalvaran insanların sesi gibi sesini incelterek, bir şeyler istiyordu. Onun sesi inceldikçe için içimi yiyordu. Hayvan kimbilir ne zamandır oradaydı, açlıktan nefesi kokuyordu belki de.

Marketten bir ekmek ve süt aldım. Ekmeği, hepsini yer ya da yemez diye ikiye böldüm, sütü ekmeğim içine, süngerin suyu emmesi gibi yedire yedire döktüm. Bu arada kedi, avazı çıktığı kadar bağırıyor, yardım ya da yemek istiyordu. Marketin duvarına çıkarak ıslak ekmeği çatıya attım. Sütlü ekmek, caminin çatısında düşünce kedi hızlıca, ekmeğin yanına geldi, yemeye başladı. İnsanlık görevimi yaptım, diyordum . O sırada adamın biri yanından geçerken bana baktı, sonra da çatıdaki kediye bakıp kurnaz kedi dedi, çekip gitti.

Kediyi az çok doyurmuştum. İşe yetişmem lazımdı. Yardım sever bir de gelir, onu çatıdan indirir, dedim yoluna devam edip işe gittim. Bu olaydan daha sonra, aralılarla birkaç kez oradan geçtiğimde, çatıda, caminin çatısında ekmek parçaları da gördüm başka yiyeceklerde. Ne iyi insanlar var, çatıdan inemeyen kediyi orada aç kalmasın diye besliyorlar dedim. Daha sonraki günlerde de, oradan geçtiğimde bu kediye, bir şeyler attım.

Bir gün o sokaktan geçerken, bu kedinin yolda dolaştığını gördüm. Kedi çatıdan inmiş, sokakta dolaşıyordu. O an oradan geçmekte olan, o mahallede oturan birine, iyi yahu dedim, kedi çatıdan inmiş, havyan kaç gündür oradan inemiyordu.

Adam, bana baktı, ağabey o kedi kurnaz kedi. O sokaktan bir geçtiği zaman, oradan inemiyormuş gibi acı acı miyavlıyor, buna acıyanlar da ona bir şeyler atıyorlar.

Bu kurnaz kedi, kendisini bir hafta bana baktırmıştı. Ama işi de öğrenmiştim. Yine bir sabah oradan geçerken, bu kurnaz kedi beni gördüğünde acı acı miyavlamaya başladı. Başımı çevirip ona baktım. Kedi, kafasını, göğsüne doğru çekiyor, sonra kafasını miyavlayarak yukarı doğru çekip, ince, insanın ta içine dokunan bir ses çıkarıyordu. Onun seslenişine aldanmadım, yoluna devam ettim. Tam, camimin sokağa bakan bitiş duvarının hizasına geldiğimde, başımı bu kurnaz kediye doğru çevirdim, yemezler aslanım, bu numarayı başkasına yuttur, dedim yoluma devam ettim. Bu günde ara sıra o sokaktan geçerim. İnanın o kedi hâlâ kurnazlığıyla birilerini kandırıp kendisini baktırıyor.

Yaşar Günel - Ankara


----------------------------------------------

43. YAŞAR GÜNEL - 07 Aralık 2012
KAVANOZDAKİ AKILLI BALIK

Bir vakitler, küçük bir kavanozda, bir Japon Balığı beslemiştik. Bu balığın eve nerden geldiğini şu an hatırlamıyorum. İçinde balık olan bu kavanozu, oturma salonun giriş kapısının yanındaki masanın üstüne koymuştuk. Balığın tek olması ve daracık bir kavanoza mahkum olması canımı sıkıyordu. Salona her giriş çıkışımda, kavanoza doğru eğiliyor, merhaba güzel balık, diyordum.

Benim bu sözümün neler yaratacağını o anlarda tabiî anlayamamıştım. Bir gün, salondan çıkarken, balığa seslendiğimde, balığın hareketlerinin hızlandığını fark ettim, acaba, bana mı öyle geldi, dedim. Bu küçük Japon balığı, benim konuşmalarımı anlayabilir miydi? O günden sonra, şöyle bir deney yapmaya başladım. Her gün, akşamları, kavanozun bulunduğu masanın yanına bir sandalye çekiyor, balıkla konuşuyordum.

Başımı, kavanozun üstüne getirip, hafifçe aşağıya doğru eğiliyor, suyun içine sesleniyordum: "Sen, ne kadar güzel balıksın! Evimize hoş geldin, şunu unutma seni çok seviyoruz. Sen, dünyanın en güzel balığısın" gibi sözleri söylüyordum. Ben, bu sözleri başım aşağıya eğik olarak söylediğim için suyun içinde dalgalanmalar oluyor, bu dalgalar, balığın küçük gövdesine çarpıyordu. Bu işi on beş yirmi gün yaptıktan sonra, bir gün balığın dalgaları hissedeceği şekilde, kavanozun üstüne eğilerek, "Sevgili balık, eğer beni anlıyorsan, suyun yüzüne çık, iki defa hava kabarcığı çıkar!" dedim. Balığın beni anlayıp, dediğimi yapacağından kuşkuluydum. Ama ne oldu, biliyor musunuz, balık suyun yüzüne çıktı, iki hava kabarcığı çıkardıktan sonra, kavanozun dibine daldı. Şaşırmıştım. Tesadüf, dedim. Balığa iki, üç, beş, altı hava kabarcığı çıkar dediğimde aynı günde balık hepsini yaptı. Üç hava kabarcığı çıkardığı zaman, dört ve beşincisinde zorlanıyor, suya, kısa bir dalış yapıyor, tekrar yukarı çıkarak istediğim sayıyı tamamlıyordu. Şaşkındım. Acaba, bana mı öyle geldi, dedim, oğlum Gökcen'i çağırdım, onun yanında da, aynı günde aynı isteklerde bulundun, balık bunları da yerine getirdi. Gökcen de şaşırmıştı.

Artık, her gün balığın başına geçip onunla, bir insanla konuşur gibi konuşuyor, aklıma gelen her şeyi ona anlatıyordum. Balık, vücuduna değen su titreşimlerini bir biçimde, değerlendiriyorsa, daha fazla sohbet edersek, konuşma frekanslarını ayırtıp beni daha iyi anlayacağına inandım. Daha sonraki günlerden bir gün kızım Gizem'i de çağırdım, "Balık, söylediklerimi anlıyor!" dedim. O, inanmayarak "Hadi be!" dedi. Onun tanıklığında da balık istediğim sayıda baloncuk çıkarınca o da bizim gibi çok şaşırdı.

Bu deney bana, "Bütün canlıların, bilinçli olsun ya da olmasın ruhu vardır " diyen Anaksimenes (M.Ö: 585-525) adlı filozofu çağrıştırdı. Ben bir adım daha ileriye gidiyorum, cansız nesnelerin de kendilerine has ruhu (ya da başka şey denilebilir) olduğuna inanıyorum.

Bu olaydan kısa bir süre sonra evden ayrıldım, bu balığın arkadaşımın ne olduğunu bilmiyorum.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

42. YAŞAR GÜNEL - 28 Kasım 2012
YAPRAK

Nedenini bilmesem de öteden beri, açların yaprakları ilgimi çeker. Bazen, yere düşmüş bir yaprağı alır, dakikalarca incelerim. Bazı yapraklarla, insan fizyolojisi arasında analoji de kurarım.

Oturduğum ev, on altı daireli bir apartmanın bahçe katı. Binanın önünde, üç metre genişliğinde, yirmi beş metre uzunluğunda bir bahçe bulunmakta. Bahçe ile sokağı, binanın arsa sınırına yapılan kırk santim yüksekliğinde istinat duvarı ayırmakta. Bu küçük bahçede üç tane bodur ağaç dikili. Bu ağaçlardan her biri benin oturduğum evin pencerelerinin hizasına denk gelmekte. Oturma odamın penceresinin hizasında, Japonların Bonzai dedikleri türden, dallarını aşağı doğru sarkıtmış olan çam ağacı, salon penceremin önünde ise, bahar dalı boyunda bir çam ağacı, mutfak penceremin önünde ise bodur dut ağacı boyunda bir çam ağacı denk gelmekte. Bazen, salonda, camın kenarına oturur, bu ağaçları seyrederim. Çam ağaçı küçük olsa da yaprakları, insanların sevgiyi sembolize etmek için çizdikleri gibi, kalp şeklinde ve ağacın cüssesine göre de büyükçeydi. Sokağın altın kısmından -sokak bir boğazı andırıyor ve rüzgar oluşuyor- esen rüzgar, bu bodur dut ağacının ince, yere doğru sarkmış dallarını ve bu dallara bağlı olan kalp şeklindeki yaprakları sallandırıyordu. Rüzgar ve yaprakların mücadelesini seyretmek ve şansın (!) yapraktan yana olması; yaprağın dalga dalga gelen rüzgardan sonra, olduğu yerde kalması beni çook duygulandırıyordu.

Kasım ayının yirmi beşi. O gün, salon penceresinin önünde oturmuş, dut ağacında kalmış olan tek yaprağı izliyordum. O an dalga dalga gelen ve gittikçe sertleşen bir rüzgar çıktı. Rüzgar, bahçenin istinat duvarını hırsla aşıyor, dut ağacında kalmış olan, ince bir dal üstüne tutunmuş olan, kalp şeklindeki iri yaprağı koparmaya çalışıyordu. Rüzgar, dut ağacındaki bütün yaprakları koparmış, gövdenin dibine dökmüştü, o iyi yaprak ise direniyordu. Arka arkaya gelen ve gittikçede sertleşen rüzgar dalgaları bodur dut ağacının, son yaprağı kalmış dalını salladıkça, 'dayan yaprak' diyordum.

Gün akşama döndükçe rüzgar, sinirden sertleşiyor, yaprağa âdeta, 'bu gün senin işini bitireceğim ' diyordu. Ben ise, ' dayan!' diye ona destek olmaya çalışıyordum. Derken, dalga dalga esen rüzğar sertleşmeye başladı, ortalık toz toprak içinde kalmıştı, havada naylonlar uçuşuyordu. 'Bu rüzğar, benim yaprağı görürecek' dedim. Tozu toprağı, yoldaki poşetleri önüne katmış olan rüzgar, bahçenin istinat duvarını aşmaya başlayınca, gözlerimi kapattım, ' bu anı görmek istemiyorum ' dedim. Birkaç dakika sonra gözlerimi açtığımda, ince dalda kalan son yaprağın yerinde yeller estiğini gördüm. Evden çıkıp bahçeye indim, o iri, kalp şeklindeki yaprağı elime aldım. Yaprağın ortasından gecen omurga ile insanın omurgası arasında bağlantı kurdum. Yaprağın, omurgaya dayanan, yaprağın kenarlarına kadar, incelerek uzanan kısmı da, insanın omurgasına bağlanan kaburga kemiklerine benzettim. Sonra, yaprağı, ağacın altında bıraktım, 'bundan sonraki görevin gübre olmaktır', deyip evime çıktım.

Yaşar Günel - 28 Kasım 2012 - Ankara

----------------------------------------------

41. YAŞAR GÜNEL - 28 Ekim 2012
EN DEĞERSİZ ŞEY

Çevremizdekilere, "Sizce, en değersiz şey nedir?" diye sorsak, kimi yalan da olsa taş- toprak der, kimi para- pul. Halbuki, bu günkü yaşantımıza baktığımızda, bir çok insan için en değersiz şeyin zaman olduğunu görürüz. Zaman, bir daha geri döndürülemeyecek bir kavram. Her sabah katlığımızda, elimize 24 saatlik tekrarı olmayan bir süre vardır. Bu süreyi nasıl harcayacağımız, zorunluluklar dışında bize kalmıştır. Hiç kuşkusuz ki çok verimli kullanmamız gerekir.

Birçok insan zamanın geçmediğinden yakınır. Hâlbuki zaman bizim irademize bağlı olmadan geçip gider. Neşeliysek zamanın hızlı aktığını, sıkıntılıysak zamanın kaplumbağa hızıyla aktığına inanırız.

Yıllar önce, ağır hasta olan, ölüm döşeğindeki bir tanıdığımı ziyaret etmiştim. Yılların çektirdiği acılar, saçlarını dökmüş, yüzünü erken yaşta kırış kırış etmiş, simsiyah saçlarını bembeyaz etmişti. Hal hatırdan sonra, kalkacağım zaman, "Bu yaşamı boşa geçirmişiz." dedi. Yaşam süresi içinde en değersiz şey olarak gördüğü zamanın sonuna gelmişti.

Bu sözü, hayatını sınırsız zevkler peşinde koşturan insanlardan da duydum. Ama kendi yaşantısını sadelikle sürdüren, toplum için çalışan insanlardan duymadım. Onlar, yaşamlarını dolu dolu yaşamışlardı ve yaşam serüvenin sonuna geldiklerinde huzur doluydular. Dudaklarının kenarında başkalarına yarar sağlayarak yaşamış olmanın oluşturduğu mutlu, huzurlu bir gülümseme vardır.

Pers Kralı Gambit, kâhinlerine danışmış, onların olurunu aldıktan sonra Mısır üzerine sefere çıkmış. Uzun süren bir kuşatmadan sonra Mısır&'ı ele geçirmiş. Gambit, Mısır kralı Samaret'in onurunu kırmak için, bir otağ kurmuş, yenik mısır kralını da yanına almış, otağının önünde kurduğu kerevetine oturmuş. Pers kralının önünden önce Mısır ordusunun generalleri, sonra askerleri, yakın korumaları, saray bürokratları. başları öne eğik halde geçmişler. Yenik Mısır kralı, bu geçit töreninin ayakta dimdik kılı bile kıpırdamadan izlemiş. Daha sonra Mısır kralının dünyalar güzeli kızını, Persli bir berber sürükleyerek götürmüş. Sonra da Mısır kralının tek oğlu, önlerinden idam edilmek üzere götürülmüş. Bütün Mısır halkı feryadı figan ettiği halde, Mısır kralının kılı bile kıpırdamamış. Herkes bu duruma şaşırmış. En sonunda, Mısır kralının hizmetçisi sürüklenerek önlerinden geçirilmiş. Kral, hizmetçisinin, yerlerde sürüklenerek götürüldüğünü görünce saçını başını yolmuş, başını tahtalara vurmuş feryadı fiğan ağlamış sızlanmış. Neden? Kral; ordu generalleri, kızı, oğlu, askerleri asılmaya götürülürken kılını kıpırdatmadı da hizmetçisi götürülürken ağlayıp sızlandı. İnsan, en değersiz şeyini kaybettiğinde, her şeyini kaybettiğini anlar da ondan.

Siz, siz olun, sonsuz bir zaman süresi içindeki yaşamınızı en değersiz hâle dönüştürmeyin, onu anlamlandırın.

Yaşar Günel - Ankara - 28 Ekim 2012

-----------------------------------------------

40. YAŞAR GÜNEL - 20 Ekim 2012
PALTO

On sekizli yaşlardaydık. Hayat, önümüzde, uzun vadede belirsizlikler içerse de yaşımız icabı içinde yaşadığımız yaşın duygu ve düşünceleri, günlük kararlarımıza yön veriyorduk. O günlerde hayatı toz pembe görüyorduk. Muhannetlik ne, adam satma ne, fitne fesat ne bilmiyorduk. O yaşın getirdiği duygulara, coşup yaşıyorduk. Duygusal dünyamıza etki eden bir söz, anında davranışlarımıza yön verebiliyordu. Tabiî bu, zayıflıktan, acizlikten kaynaklanan bir şey değildi. Unutulmamalıdır, sevgi, güven, vefa gibi duygular duruluğunu korumuş kalplerde yeşerir.

O yaşlarda, iş bulursak inşaatlara gider amelelik yapar, aldığımız harçlık düzeyindeki parayla da, heves ettiğimiz bir şey varsa, onu alırdık. Yeni bir giysi, gözüne şirin görünmek istediğimiz sevgilimizle aramızda gönül köprüsü manasına da geliyordu, o beni fark edecek, beğenecek diye. Tabiî bunlar o yaşların icabı duygu, düşüncelerdi. Yaşamı toz pembe görüyorduk. O çağlarda, bir çok gün cebimizde tek kuruş para olmadığı günlerde olurdu. Hani Balzac bir eserinde, roman kahramanın, yokluk şartlarını nitelemek için, "O, cebinde, epeydir iki frankın çarpışmasının sesini bile duymamıştı" diye nitelediği gibi biz de para sıkıntısı çekerdik.

Bir gün, bir akşamüstü üç beş arkadaş bir araya gelerek iş, hayat, sevgililer üzerinde konuşuyorduk. ... adlı arkadaşımız yanımıza geldi, herkese merhaba dedi. Sonra sevinçle, yarin kendine güzel bir palto alacağını söyledi. Biz de, "Ne kadar paran var? Alacağın palto ne renk olacak?" gibi sorular sorduk. O da, daha önce bir dükkânda gördüğü ve rengini beğendiği bir palto olduğunu, onu alacağını açıkladı. Derken, geç saatlere kadar, başında kavak yelleri estiği çağlardaki gençler ne konuşursa onlardan bahsedip evlerimize dağıldık.

Ertesi gün, her gün toplandığımız saatte bir araya geldik, kendimizce koyu bir sohbete başladık. Biraz sonra, dün yeni bir palto alacağım diyen arkadaşımız, üstünde yeni paltosuyla aramıza katıldı. Palto yeni ya hepimiz hayırlı olsun, dedik. Arkadaşımızın sevinci gözlerinden okunuyor, davranışlarına yansıyordu: ellerini paltosunun cebine sokmuş, bir sevinç ve coşku yansıması olarak, yavaş yavaş bir o yan bir bu yana dönüyordu.

Tesadüfe bakın ki arkadaşımızın aldığı paltonun aynısı, tanıdığımız bir yaşlı büyüğümüzün üstünde de vardı. Ben, bunu fark etsem de, o beğenip almış deyip, densizlik yapıp yorum yapmadım. Arkadaşlar, "Anaaa! Şu dayının sırtındaki paltonun aynısı!" dediler bastıra bastıra. Arkadaşımız, zihninde daha önce kurmadığı bağı kurarak üzülmüştü.

Benim uyarımla yersiz şakalara son verildi, arkadaşımız daha fazla üzülmesin diye konuyu değiştirdik. Yine geç saatlere kadar sohbet edip evlerimize dağıldık. Ertesi akşam tekrar aynı yerde toplandık. Yeni palto sahibi olan arkadaşımız, biraz geç de olsa aramıza katıldı. Üstündeki palto değişmişti. Bir gün önce yapılan psikolojik taciz ya da etki, her ne denirse, onun üstünde etki yapmış, o da ertesi gün paltosunu değiştirmişti. Ama yeni paltosu arkadaşımıza daha yakışmıştı. Onu kutladık. O da ilk göz ağrısının evinin çevresinde, içi daha dingin bir şekilde tur atmış, daha sonra benimle,"... bana acayip baktı." diyerek coşkusunu paylaşmıştı. İnsan psikolojisi işte.

Yaşar Günel -Ankara - 19 Ekim 2012

----------------------------------------------

39. YAŞAR GÜNEL - 11 Ekim 2012
BİR YAŞAMIN GÖZLEMİ

Ankara- Mamak'taki gecekondumuz iki oda bir salondu. Bu evin ana yola bakan odasında kitaplarımla yaşıyordum. Bir hafta sonu, oğlum Gökcen Erkin Günel, beni ziyarete geldi, bir iki gün kaldı.

Gecekondunun, genelde birçok gecekonduda olduğu gibi, banyo- tuvaleti bir aradaydı. Gökçen, bir ara lavobaya gitti, hızlıca geri geldi, "Baba, banyoda kocaman bir örümcek var " dedi. Banyoda örümcek olduğunu biliyordum. Korkmamasını söyledim. "Korkmadım da bu örümcek bayağı büyük," dedi.

Büyük bir örümcek, banyonun, evin yan tarafındaki yola açılan havalandırma penceresinin küpeştesinin köşesine, ev sahibi ne der diye düşünmeden postu sermiş yerleşmişti. Ben ona alışmış, aldırmıyordum. Lavobaya elimi yüzümü yıkamaya girdiğimde, onu ürkütüp kaçırtmak için iki elimi çırpıyordum. İlk zamanlar, o bu sesi duyduğu zaman, pencere küpeştesinin altına amiyane tabirle ikiliyordu. Ama zamanla, benim bu tepkime alıştı, ellerimi şiddetli de çırpsam kaçmıyordu artık, duyarsızlaşmıştı. "Anladık ulan, sen de mi Pavlov'u okudun?" dedim.

Örümceğe bir isim de takmıştık; Mercan. Sonra, Gökcen'le bir deney yapmaya karar verdik. Kapıya çıktım, evin yanındaki boşlukta biten otlardan ve onların çiçeklerinden bir parça kopardım. Bu otun çok küçük bir parçasını, yavaşça, örümceğin ağına bıraktım. Ot, ağa takılınca bunu hisseden Mercan, saklandığı küpeştenin altından çıktı, ağını zangır zangır sallamaya başladı. Mercan, ağı epeyce salladıktan sonra, yavaş yavaş ota doğru yaklaştı. Ota belli bir mesafe kalınca da durdu. Merak ve şaşkınlıkla onu izliyordum.

Mercan, incecik ayaklarından birini uzattı, ota değdi, hızlıca geri çekti. Mercan'ın otun yakınına kadar yaklaştığı uzaklık, tam ayaklarının uzanacağı uzaklıktaydı. Bunu nasıl ayarladı, şaştım. Bu dokunma işlemini birkaç kez tekrarlayan Mercan, tehlike sezmemiş olacak ki, ota doğru yaklaştı. Bu sefer iki ayağını uzatıp otu yokladı. Bu denemeyi de birkaç kez tekrar ettikten sonra, ağlardaki otun başına çöktü, baş kısmını aşağıya, yine ihtiyatlı olarak eğdi, geri çekti. Artık otu gördü mü, kokladı mı bilemiyorum. Otun tehlike içermediğine ve gereksiz bir şey olduğuna kanaat getirmiş olan Mercan, otu, kat kat olan ağları kese kese aşağıya düşürdü.
Daha sonra ağa, çiçek, beyaz kağıt parçası attım. Onları da önce bacaklarıyla yokladı, daha sonra kokladı ve sonra da onları da ağı keserek aşağıya düşürdü. Biz şaşkınlıkla onu izliyorduk.
Gökçen'in elinde çikolata vardı. Bir de çikolata parçası atalım dedik. Çikolatayı ağı yırtmayacak parçaya böldüm, elimle ezerek yassılaştırdım ağa attım.
Mercan Efendi yine sinirlendi ağı zangır zangır titretti. Daha sonra, çikolataya ayağını uzattığında dokunacağı mesafeye gelince durdu. Ayağının birini çikolataya dokundurdu, hızlıca geri çekti. Ayağına çikolata bulaşmıştı. Ayağını, vücudunun iç tarafına doğru çekti tam olarak göremediğim bir şeyler yaptı.
Ayağına bulaşan çikolatayı yemişti. Bu çok hoşuna gitmiş olacak ki hızlıca, çikolatanın üstüne geldi, baş kısmını eğip eğip kaldırdı. Çikolatayı yedikten sonra, tıpkı bir kedi gibi ayaklarını yaladı.

Karnı doyan Mercan, küpeştenin altına şekerleme yapmaya gitti. Onu küpeştenin altında, ağa geri getirmek için ne kadar çikolata parçası atıysam da oradan bir daha çıkmadı, ağı da sallamadı. Göreceğimiz görmüştük ve o rahat etsin diye banyodan ayrıldık. Ertesi sabah kalkıp baktığımda, ağa attığım çikolata parçalarının yerinde yeller esiyordu. Mercan onları da götürmüştü.

Hayvan, kendine yeten yiyeceğe kanaat ediyor, bir yere depolamıyordu. Ya biz insanlar? Daha sonra o evden ayrıldım, inşaat vesilesiyle o ev de yıkıldı. Ama ben Mercan'ın o dansını unutmadım.

Yaşar Günel -Ankara

----------------------------------------------

38. YAŞAR GÜNEL - 06 Ekim 2012
VİCDANDAN MAHRUMSA İNSAN NE YAPABİLİR

Geçmişte, yap-sat türü iş yapan bir müteahhitin inşaatında çalışmıştım. Ben işe başladığımda, aylardan kasımdı ve havalar soğumuştu.
İnşatta, amelelik yapıyordum. Sıva kumu eliyordum. Kireç söndürüyordum. Kalıpçılara yardım ediyordum. Yevmiye çalışan sıvacılara harç karıyorum v.s. İnşaatı yapan kişi, bina yaptığı arsayı kat karşılığı almıştı ama bu kıro, inşaatın isinden bile anlamıyordu. Cebi para dolu olarak, kırmızı mersedesine atlayıp Ankara'nın yolunu tutmuş, yap sat işine soyunmuş.

Ben inşaata başladığımda birinci katın kalıbı çakılıyordu. Kasım ayının sonunda kalıp çakma, demir bağlama işi bitti, beton atıldı. Aralık ayı ortalarına doğru da ikinci katın betonu atıldı. Aralık sonunda, kalıpçılar havalar iyice soğuyup dona çekmesen kalıbı bitirip betonu atalım diye işi sıkı tuttular, aralık sonunda kalıp bitirildi. Demir bağlanması, çimento bulunması gibi şeyler süreyi uzattı, geldik ocak ayının onuna ve beton atmaya başladık.

Hava, o gün müthiş soğuktu. Elimizi demire dokunsak, demir elimize yapışıyordu. Müteahhit işten anlamadığı için Bolulu bir kalfa tutmuştu, bu kalfa işin başında duruyordu. Kalfanın yanına gittim, "Hamza ağabey, sen de bilirsin ki bu havada beton atılmaz. Bu kişi de, bu işten zerre kadar anlamıyor, bu işe engel ol!" dedim. Kalfa:"Yahu, çok söyledim ama adam laftan anlamıyor" gibi sözler söyleyerek sorumluluktan sıyrıldı. Sonra da, "Bu kıroya laf anlatmanın imkanı yok. Sen, boşalan çimento çuvallarını al, ardiyeye git, talaş doldur getir" dedi.

Çimento torbalarının dağılmaması için ağız kısmından yırtılmasını sağladım. Sonra, o torbaları bir el arabasına doldurup ardiyenin yolunu tuttu. Ardiyeciye, sen bu çuvalları talaşla doldur, ben gelip alacağım,dedim. Ardiyeci de, "Beton mu atıyorsunuz?"diye sordu. "Evet," dedim. Dükkanındaki sobaya birkaç parça odun atan ardiyeci, "Bu havada! Allah akıl fikir versin" dedi.

Oradan ayrıldım, inşaata döndüm. Benim işim, beton atılırken kolonlarda boşluk olmasın diye, kolonları keserle tık tıklamaktı. Müteahhit, beni görünce, "Yahu, sen orada ne yapıyorsun, bırak" dedi. Kalfa, "Abi, kolonda bir tıkanma olmasın diye o işi yapılıyor "dedi. "Ha, tamam o zaman" diyen kıro yanımdan ayrıldı.

Beton işi akşam karanlığında bitti. Akşam olunca hava iyice soğumuştu. Kalfa ve ben talaş dolu çuvalları yukarı çıkardık, betonun yüzüne kalın bir tabaka olacak şekilde serptik. Üstüne de çimento çuvallarını serdik. Akşam rüzgarı da çıkmıştı. Rüzgar, çuvalları, talaşı savurmasın diye, en üste de beş onları uzattık. Tam o anda, bu kıro, betona bakmak için yukarı çıktı, "Kalfa ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Kalfa da: "Hava soğuk, gece dona çekebilir. Beton donmasın diye tedbir alıyoruz "dedi. O, "Yahu boş ver, bir şey olmaz, hadi bir yere gidelim"dedi.
Kalfa ve müteahhit aşağıya inip, ağanın (!) kırmızı mersedesine binip içmeye gittiler. O gün arsa sahipleri de, çalışanlar olarak bizler de ne dediysek adama kâr etmedi, adam betonu attırdı. Kalıplar söküldüğünden kalfaya: "Kalfa, sen olsan bu evde oturur musun?"diye sordum."Hayır, oturmam," dedi. Bu olaydan kısa bir süre sonra kalfa ve ben işten ayrıldık. Daha sonraları bu inşaatta çatlaklar olduğunu gördüm. Kışın atılan o betonun üstüne iki kat daha çıkılmıştı.

Bu olay bana evrensel bir ahlak anlayışı var mı? Ahlaksal eylemlerin amacı nedir? gibi filozofların yüzlerce yıldır sordukları soruları çağrıştırdı. Evrense bir ahlak anlayışı yoktur, diyen Epikiros gibi Hedonistlere. Thomas Hoff gibi Egoistlere. Nice, Bakunin gibi Nihilistlere. Sarete gibi varoluşuculara dayanırsak bu kıroyu kısmen de olsa haklı görenler olabilir. Ama evrensel ahlak anlayışı vardır, oluşturulabilir diyen Sokrat. Palton. Spinoza. Farabi'ye bakarsak bu kıro tam bir patolojik vakadır.

Bilgiyle erdemli davranışlara ulaşılır. Bir kişi kötülük yapıyorsa, yeterli düzeyde bilgi sahibi olamamıştır, diyen Sokrat ne kadar haklı. Peki, bu kıro yaptığı bu işten daha sonra, ahlaksal süreçin belkemiği olan vicdandan mahrumsa insan ne yapabilir. İşte bir başka soru daha: İnsan beyni, Tabula Rasa (boş levha) mıdır, yoksa, geçmişi otontik sürece kadar giden bir dizi olumlu olumsuz değerler silsilesi mi taşır, gensel olarak!?. Bu ve buna benzer kişilikler karşısında insan ne yapmalıdır? Kant gibi çevre ve irade her tür davranışlarımızda etkendir, oto determinizim açısından bakıp, kısmen de olsa, bu tip davranışlara meşruiyet mi kazandırılmalıdır?

Yaşar Günel - Ankara - 05 Ekim 2012

-----------------------------------------------

37. YAŞAR GÜNEL -12 Temmuz 2012
BİR KİŞİLİK SAPMASI: SÜLALE UŞAKLIĞI

Bazen; ilk defa karşılaştığımız insanlar, kendi tarihsel ve sosyal konumlarını esas alarak, beni de kendi kişiliklerini şekillendiren o kategori içerisinde değerlendirerekten, günümüzde tarih dışı (anakronik) kalması gereken anti sosyal bir kategoriye sokmak için, sen kimlerdensin diye soruyor, benden, gil'li bir cevap bekliyorlardı. Ben de, bu tür sorulara:ademgilden diye cevap veriyordum. Bu cevabım karşısında şaşıran da oluyordu; bırak, dalga geçme, diyen de.

Bu günkü medeni (!) insanın geçmişinde, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, milyonlarca yıl süren ilkellik tortusu bulunmaktadır. İnsanlık tarihi, başka başka yönleri olduğu gibi topluluktan, topluma; fertlikten, olabilecek kapasiteye sahip olanlar için bireyliğe geçiş tarihidir. Her birey, bir ferttir ama her fert, birey değildir. Her fertte de bireylik kapasitesi mevcut bulunmamaktadır, en azından bana göre!

İnsanın geçmişindeki tarihi kategorilerde kazanılmış bazı beceri, tutum, davranış şekilleri, kazanılmış karakterlerin kalıtımı (modifikasyon:Lamark'ın, evrim teorisinin ikinci şıkkı) olarak genlerimizde ve beynimizin kıvrımlarında, adeta taht kurmuştur. Ve bunlar arketip özellikler olarak, bu gün bile duygu, düşünce ve davranışlarımızı az- çok etkilemektedir. Bu konuda, en basit anlatımlı kitap olarak, antropolojik kitaplara başvurmadan, Jack London'un, Adem'den önce adlı kitabı okunabilir. Mesela, genelde bütün canlılardaki yılan korkusu. İnsanların, milyonlarca yıl süren avcı toplayıcılık döneminde, en çok yılan sokmasından telef olmuşlardır. Bu yılan korkusu, arketip özellik olarak, âdeta beynimizin kıvrımlarına nakşolmuştur. Ömründe hiç yılan görmeden büyütülmüş şempanze / orangutan / maymun yanına başka canlılar konulduğunda, bu hayvanlar, kafesine konulan hayvanlarla bir biçimde ilişki kurdukları halde, yılan konulduğunda, paniğe kapılmışlardır. Küçük bir çocuk zarar vermeyecek şekilde yatağın üzerine atıldığında, çocuk iki kollarını reflekssel bir şekilde açmaktadır. Keza, bir çocuk bir şeyi tuttuğunda, bütün güçüyle sıkmaktadır. Buna, bazı antropologlar şu şekilde yorum getirmektedirler: ilk atalarımız, ağaçların üstünde, vahşi hayvanlardan korunmak için konuçlanırken, sık sık aşağıya düştükleri için, yere çakılmamak, vahşi hayvanlara yem olma korkusuyla ağaç dallarına tutunmak için kollarını açmaktadırlar. Sık sık yaşanan bu olay da arketip özellik olarak, beynimizin kıvrımlarına yerleşmiştir. Bu ve benzer onlarca şey, insanlığın gen havuzunda bulunmaktadır. İnsanlığın gen havuzunda bulunan olumlu ya da olumsuz özelliklerin hepsi, tabiî ki her insanda bulunmamaktadır. Mesela, insanlığın ortak kazanımlarından olan vicdan ve bunun doğurduğu açıma hissi, psikopatlarda bulunmamaktadır. Psikopat kişiliğin tohumları, genlerle geldiği gibi, yaşam sürecinde de oluşabilmektedir.

İnsanlığın avcılık-toplayıcılık dönemi on binlerce yıl sürmüştür. İnsan toplulukları bu dönemlerde on- on beş- yirmi kişilik topluluk hâlinde yaşıyormuş. topluluğa mensup olan erkekler ava çıktığında, topluluğun esenliğini, bütünlüğünü kadınlar sağlamaktaymış. Erkek, avda telef olduğunda, bütün sorumluluk ya da yük tabiî ki kadının üstüne binmekteymiş, topluluk başka bir topluluğa eklemlenmediyse. Bu durumun, kadının beyinin kıvrımlarında, arketip özellik olarak yer aldığı iddia edilebilir mi?

İnsanlık, belirli tarihi kategorilerden geçmiştir ve bu da, kesin çizgilerle birbirinden ayrılmasa da isimlendirilmiştir, üretime bağlı olarak. Farklı üretim biçimleri, üretim biçimine bağlı olarak farklı sosyal üniteler oluşturmuştur:kast, klan,aşiret, sülale gibi. Üretim biçimleri değiştiğinde, bu sosyal (!) ünitelerden bazıları da tarihe karışmıştır. Bu da kolay olmamıştır. 1789 Fransız ihtilali ve 1800'li yıllarda İngiltere'deki hızlı sanayileşme ve bunun getirdiği şehirleşme, feodaliteyi ortadan kaldırmıştır, zaman içerisinde. Milli devletler oluşup, merkezi hükümetler oluşurken, feodalitenin dayanaklarının tasfiye edilmesi için, kaçınılmaz olarak, bir dizi önlemler alınıştır. Mesela, Avrupa'da feodal beylere, merkezi yönetim:ya sanayici ol ya da toprakların müsadere edilecek denilmiştir. Tarihsel süreci iyi okuyan feodaller, Avrupa'nın ilk sanayicileri olmuştur. Kilisenin ortaçağdaki fonksiyonu bilindiği için arka planda tutulmuştur. Yeni oluşan merkezi devletlerin ve gelişen sanayi dallarının ihtiyaçlarını karşılamak için, seçkin eğitim sistemi olan dahiliyeci eğitim sisteminden, fonksiyonalist eğitim sistemine, esasiyeci eğitim sistemine geçilmiştir. Bu eğitim sistemlerini, yeri geldiğinde, başka yazılarımda açarım. Bu süreç sonunda, bu gün Avrupa'da;aşiretçilik, kalncılık, sülalecilik v.s hemen hemen hiç yok gibidir. Çünkü bunlar, gelişen üretim ve onun doğurdukları arasında yaşayamazdı, yaşayamamıştır da: san'at, bilim, felsefe ve üretime dönük eğitim: bağımlı değil bağlı, ipotekli kişilik değil, orijinal kişilik geliştireceği de âşikârdır. Avrupa'da, kültürel kodlanma dışında etnik bir GİL yoktur.

Bizde ise, feodalite tasfiye edilemediği için, bu gün tarih dışı kalması gereken anti sosyal üniteler tasfiye edilememiştir. Osmanlı İmparatorluğunda, 1840 yılına kadar, belirgin bir şekilde özel mülkiyet oluşmamıştır. Osmanlı'da toprak miri arazi ve vakıflar şeklinde şekillenmişti. Avrupa'da, Osmanlı için Vakıflar imparatorluğu denilmektedir. Osmanlı toprak, üretim sistemini es geçelim. Cumhuriyetle beraber hızlı bir sanayileşme sürecine girilse de, bu süreç, feoalite kalıntıları olan anti sosyal üniteleri ortadan kaldırmamıştır. Bunlardan biri de, bazı çevrelerde görülen, toplumsal bir mikrop olan sülaleciliktir. Her mikrop gibi, sülalecilik mikrobu da bulaşıcıdır ve birey insan oluşumunun önündeki engellerden birisidir.

-----------------------------------------------

36.YAŞAR GÜNEL - 25 Haziran 2012
SEN, GAVUR PARASIYLA BEŞ PARA ETMEZSİN!

Ankara'da, Cebeci tren istasyonuna inen merdivenlerin önünde, ana yolun kenarında, yüzüm, eski konservatuar binasına dönük olarak dolmuş bekliyordum. Dakikalar geçtiği halde dolmuş gelmemişti. Yanımda, ayaküstü da olsa karıştıracağım kitap olmadığı için, bu boş beklemek beni sıkmıştı:kendi adıma, hayatımın tek bir saniyesini bile gereksiz bir biçimde geçirmek istemem.

O an, arka taratan, bir tartışmaya işaret eden sözler geldi:yalancı, ikiyüzlü.., diye. Duraktaki herkes gibi, ben de, geriye dönüp baktım. İki kişi itişip kakışıyordu. Bu kişilerden biri takım elbiseliydi. Alkol müptelası olduğu yüzünden belli olan bu adam, kibarlığının nişanesi olarak,ceketinin yakasına da beyaz bir mendil iliştirmişti. Mendil, ilk olarak İngiltere'de, farklı sosyal sınıfları sembolize eden bir bez parçasıyken,1. Richardın, ihtiyaca binaen kullanmasıyla oluştu, yaygınlaştı. Tabi, kibar adam, bunu bilemezdi. Öbür kişi ise, sade,köylü bir vatandaştı. Bacağında, yeşilimtırak bir pantol vardı. Sırtında da, bel çeperini biraz aşan, meşin ceket. Köylü adam, takım elbiselinin yakasına yapıştı, kendine doğru çekti. Adam, korkudan mı, yoksa, yeni takım elbisesi, köylünün hiddetinden doğacak tekisinden paçavraya döneceğinden midir, bilinmez, bu harekete tepki vermedi. Köylü adam, sol eliyle adamın yakasını sıkı sıkıya tutuktan sonra, sağ elini havya kaldırdı: "Ulan, bu kaçıncı yalan! Şimdi, senielimden kimse kurtaramaz!" dedi, seksenmeye başladı. Adam,"Hamdi, bir beni dinle" diyerek, adamın bileklerine yapıştı. Köylü, adamın yakasını bıraktığı anda, takım elbiseli adam, köylünün elinden kurtulmasını fırsat bilerek hızlıca, Cebeci tren istasyonuna inen merdivenlerden inmeye başladı. Köylü adam, kaçanın arkasından gitmedi, merdivenlerin başına geldi, birkaç sunturlu küfür savurduktan sonra," Ulan,sen, gavur parasıyla beş para etmezsin!" dedi. O an dolmuş geldi bindim. Bu tartışmanın nedenini de öğrenemedim.

Dolmuşta, adamın söylediği son sözü düşünüyordum:adam, sen, gavur parasıyla beş para etmezsin,sözünü bilerek mi söylemişti?

Bilindiği gibi insan için;sosyal platformda, biyolojik tahta oturmuş, psikolojik varlıktır, tanımı yapılır. Esasında insan bir biyolojik yapıyla, bir ruhtan ibarettir. İnsandaki ruh unsuru ortadan katlığında, sadece bir cesettir. Bana göre insanın ruhuyla, bedeni arasında paralellik vardır.Ruh vücudu, yerine göre biçimlendirdiği gibi, benden de ruhu şekillendirmekte. İnsan bedeninde de, ruhunda da, birbirlerine paralel bir denge var. Bu denge, biri lehine bozulduğunda, diğerinde psikosomatik rahatsızlıklar çıkmakta. Tabii, bütün hastalıklar bu denkleme oturmaz ama, birçok hastalıklarında vücutla ruh arasındaki paralelliğin bozulmasından doğduğu da bana göre âşikârdır. İnsan vücudundaki dengeye, tıp bilmi,Homostasis Denge der. Yani, insan vücudunda, belli değer aralıklarında olması gereken bazı maddeler mevcuttur; belli oranda;fosfor, glikoz, kalsiyum, su, magnezyum. Bu maddeler, vücutta, bulunması gereken değer aralığından aşağı olması ya da yukarı olması durumuda, vücut bunun belirtilerini bir biçimde gösterir: Troid hormonunun az-çok olmasına bağlı olarak sinirlilik ya da uyuşuk olma hali, demir eksikliği olduğunda, kişinin iradesi dışında toprak yemesi v.s gibi. İnsan vücudunda, sağlıklı bir bünye için, bu oranın korunması elzemdir: yoksa, bu maddelerin eksiliği veya fazlalığı hastalık olarak ortaya çıkar.

İnsan ruhunda da bir iç denge mevcutur.Bu denge bozulduğunda da psikosomatik rahatsızlıkların doğacağı âşikârdır. İnsan ruhunda, aynen bedeninde olduğu gibi bir denge olması gerekir. Burada, vitanim, minarelerin yerini ise;ar, hayâ, utanma, adalet hissi, toplumsal dayanışma, vicdan v.s gibi normlar belirler. İnsan, bedeniye paralellik arz eden, bu dengeyi bozduğunda ilke etapta pişmanlık belirtileri sergiler,gerisi mâlum:hastalık. İnsan ruhundaki bu dengeyi koruması için çareler arar, bazen iradenin yardımıyla: Freund'un savunma mekanizmaları gibi. Bedeni yetersizlik durumunda, insan yapamadığı şeyi, bana göre değil, gibi akılla rasyonalize edeceği gibi, başka alanlarda başarı göstererek, bunu aşabilir. Buna psikoloji de Denkleştirme denilmektedir. Mesela utanma hissi. Olumsuz bir davranış sergileyen insan suçüstü yakalandiğında, ruhtaki denge sarsıldığı için utanır, yüzü kızarır, mahcup hâle gelir. Bilim, son zamana kadar, insanın utanma durumunda sadece yüzünün ve ensesinin kızardığını kabul ediyordu. Bu gün ise, bilinen bütün vücudun kızara bileceği. Kendi halinde çıplak bir insanın üstündeki örtü birden bire kaldırıldığı zaman, vücudun birçok yerinde kızarıklılar olduğu tespit edilmiş, eski tezden vazgeçilmiştir. Ruh yalan söylenince, karşısındaki kişi anlasa da anlamasa da vücut tepki verir:nefes alış değişir. Göz bebeği büyür. Atar damar yükselir. Ruhtaki yalana karşı olma dengesinin bozulmasıyla (beyaz yalanlar hariç) vücut derisi, refleks psyction galvanigqu denilen bir teki gösterir. Bu tepki, tamamıyla iradenin dışında olan, ahlaki normları normal standartlarda tutmaya çalışan,hypotalaıyue merkezine aittir.

Dershnede çalışırken, öğrenciler derslere girdiğinde, sınıf koridorlarını ve merdivenleri paspas ediyordum. Paspas attığımda, bazen, pat diye bir öğrenci çıkıp geliyordu. Benim paspas attığımı gören öğrenci, ayaklarının ucuna basıp,ayy, özür dilerim, deyip mahcup şekilde geçiyordu: bu iç sesti. Bazıları ise, hiç aldırmıyor, vurup geçiyordu. Hayatı boyunca, çeşitli nedenlerle binlerce kez yalan söyleyen, ruhtaki, vücuttaki gibi dengeyi bozan insanların ilerde, yıllar içerisinde katlana katlana büyüyen bu çelişkiler sonunca hastalanması kaçınılmazdır. Ruh dengesi için birçok örnek veririm ama, yazı çok uzar.

Ruh beden dengesi konusunda, okuduğum bir kitaptan bir örnek yazayım. Yıllar önce, bir kitap okumuştum, adı:sevdaya sevdalıyım. Bu kitabı yazan kadın yıllarca;bar, pavyon, meyhane, ker'lerde çalışmış, daha sonra da, bu işin patronluğunu yapmış. Bu, otobiyografik eserde bu kadın yazar, şöyle yazıyordu: Bu âleme gelip, bir hafta içinde, kırk yıllık hayat kadını gibi davrananlar olduğu gibi; mecburiyetten,kırk yıldır bu işin içinde olup da, hâla;alkol, sığara v.s ile uyum sağlamaya çalışanlar vardı.

Yani, insanın ruhu ile bedeni arasında bir denge olabileceğini söylüyorum. Gelelim, duraktaki adamın söylediklerine. İnsan vücudunda:beş galon su.Yedi kalıp sabun çıkacak yağ. 9 bin kurşunkalemlik karbon. 2200 kibritlik fosfor. 5 cm lik bir çivi oluşturacak demir., 250 gram sülfür bulunmaktadır. Bunları maden haline getirdiğimiz zaman, piyasa değeri bir liradır. Yani, ruh yoksa, insan, adamın bilinçsizce dediği gibi olabilir mi? Her gün onlarca yalan söyleyen, insanları kandıran, dolandıran, fitne çıkaran, iki yüzlülük yapan birinin ruhu da, bir anlamda, ruh vücut dengesi bozulduğu için yok demektir, böyle bir durum ortaya çıkarsa da, adam haklıdır. Siz, siz olun ruh beden bütünlüğünü koruyun:yalan-dolandan vs. vs. uzak durun. Saygılarımla. Bu, kendi çapımda yapılmış değerlendirme yazısıdır, bir gözlem eseridir.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

35.YAŞAR GÜNEL - 18 Haziran 2012
SİZİN DE BİR ENGİNARINIZ OLSUN

Âşık Veysel'in dediği gibi, iki kapılı bir handa yaşıyoruz. Dünya denilen bu hana, geldiğimiz andan itibaren büyük bir mücadele içerisine giriyoruz. Hatta, bu yaşam(a) mücadelesi, ta anne karnından başlamakta: çaba, çaba, çaba. Okul yılları ayrı bir koşturmaca. Dersler, ödevler. Sonra, bu koşuşturma arasında, çocuk da olsa bir parça nefes aldıracak enginarlarımız: sokaklarda, ter içinde kalıncaya kadar koşturmaca, ceylan, saklambaç, körebe oyunu. Ergenlik dönemine denk gelen bu oyunlara eşlik eden motive edici etki yapan, ilk platonik aşklar.

Okul yılları bittikten sonra, iş- evlilik koşuşturması. Sabah, erkenden kalıp büyük şehirlerin trafik yoğunluğunda koşuşturma. Evden çık, dolmuş ya da otobüs durağına git. Dakikalarca, ise geç kalacağım stresi altında, söylene söylene araba bekle. İş yerine gidince is stresi. Hâlden anlamaz insanlarla uğraşma, meram anlatma. Çekememezlik, fitne fesatla uğraşma. Akşam olup eve dönülünce evde bir koşuşturma. O dedi ki, bu dedi kilerle uğraşma. Elektrik-su, borç ödemeleri kuyruklarda bekleme. Az- çok olan bütçeyi denkleştirmek için, kalemi eline alıp dakikalarca yapılan, gelir gider hesapları.

Albert Enistein'i, İngiltere kraliçesi bir davete çağırır. Arkadaşı diyor ki: Enistein'le hazırlamaya devam ettiğim bir kitaptan-davete gidiyorduk. Albert üstünü değiştirmek için elbisesini çıkardığında cebinden, küçük çocukların taşıdığı çakılar çıktı. Bisküvi kırıntıları. Konser biletleri. Kraliçenin, sarımtırak, davet kağıdının üstünde de hesaplar yazılıydı. Matematik hesapları galiba, dedim, pusulayı elime aldım, baktım, bakkala, elli sent verdim. Temizlikçiye şu kadar v.s yazıyordu. Hesap kitap işini, sadece biz yapmamışız, yani.

Sonra çocuklar. Onların okuması için yapılacak masraflar. Odun kömür derdi. Yani, hayat tam bir koşuşturma. Tabii, hayatın, bu kadar olumsuzlukları yanında, az da olsa mutlu saatleri de yok değil. Bu kadar koşuşturmanın içinde, insana nefes aldıracak, biraz rahatlatacak enginarları olmalı, değil mi?

Peki, enginar ne? Dünyaca ünlü bir orkestra şefi, seçkin davetlilerin katılacağı bir konser düzenlemesi önerisiyle karşılaşır, kabul eder. Orkestraya katılacak çalgıcılar ayarlanır. Çalınacak parçalar sanatkârlara dağıtılır. Konserin verileceği salon ayarlanır. Gazetecilere, konserle ilgili bilgiler verilir. Provalar yapılır. Bütün bunları, o ünlü orkestra şefi düzenler. Provalara başlanır. Zaman azalmış, konser vakti yaklaşmıştır. Konserde, bir falso olmasın diye sıkı provalara devam edilir. Seçkin konukların karşısında, bir tek hata yapılmasın ister, ünlü orkestra sefi. Fakat, o, provaları, iş stresiyle sıklaştırdıkça, bir piyano çalan hata yapar, bir, klarnet çalan. Prova artıkça, hataların azalması gerekirken, tam tersi olur, hatalar artar. Şef, çılgına dönecek durumdadır. En seçkin sanatkârların, küçük de olsa hatalar yapması, onu adeta çıldırtır.

Orkestra şefi, bu stres altındayken, bir gün ressam olan bir arkadaşını ziyarete gider. Oradan buradan konuşulurken, ressam, gerginsin, der, orkestra şefine. O da durumunu anlatır. Bunun üzerine, ressam, dostum, benimle beraber bahçeye gel, der. İkili bahçeye inerler. Ressam, bir enginarın başında durur, dakikalarca onu seyreder. Arkadaşına da, bak, güneşin enginarlar üzerindeki dansını görüyor musun, der. Yoğunlaş, bak. Ressam dakikalarca enginarı seyrettikten sonra, dostum, der, günlük hayatın sıkıntıları bitmez. Ara sıra ara verip, kendine nefes aldır, işin dışına çık. Senin sıkıntının başarı başarısızlık değil, senin hayatında bir enginarın yok, der. Orkestra şefi, bu olaydan etkilenip, ertesi gün, bütün kadrosunu toplar, konser öncesine kadar serbestsiniz, der. Herkes şaşkındır. Öyle ya, konser günü yaklaşmış, provalardaki aksaklıklar bitirilememiştir. Orkestra şefi de, eline bir kitap alır, yoğunlaşır, konseri filan aklından çıkarır. İçindeki ya başaramazsak kaygısı da kaybolmuştur. Konser günü gelir, orkestra sahneye çıkar, falsosuz güzel bir konser verir, büyük alkış toplar.

İşte, yoğun iş-güç, sıkıntı; o dedi ki, bu dedi ki lafları arasında, biraz rahat enfes almak için, sizinde bir enginarınız olmalı. Mesela, Ali Hoca'nın enginarları: kitap yazmak, fotoğraf, film çekmek, siteyle ilgilenmek, dost sohbetlerine katılmak vb.

Sizi, yoğun hayat mücadelesinden, biraz olsun koparıp rahatlatacak enginar(lar)ınız yok mu? O zaman işiniz zor.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

34- YAŞAR GÜNEL - 16 Haziran 2012
SEVGİ- İÇGÜDÜ
ANALOJİ

Bir inşaata amelelik yapıyordum. Yap-sat türü inşaat, ana yolun kenarındaydı. O gün, bir gün önce gelmiş olan ince sıva kumunu, ince elekten geçsin diye yola seriyor daha sonra, kumun kuruyan kısmını eliyordum. O arada merhabam olan biri caddeden geçti. Üstünde takım elbise, ayağında rugan pabuçlar, elinde de bir demet çiçek vardı. Bana baktı, başıyla selam verdikten sonra, hızlı hızlı cadde boyunca ilerlerken, elindeki çiçeği havaya kaldırdı, sevgilime, dostum, sevgilime, dedi. Ben de bekârdım, o da.

Bu tanıdığımın kullandığı kavramlar, tamamıyla özden yoksundu. Dost değildik. Dostluk, zamanın getirdiği, çağın metalaştırdığı anti-değerler üzerine şekillenemezdi. Dostluğu bir başka yazıda yazarım. Bu kişinin hissettiği duygu da sevgi değildi. Sevgilime! Sev, emir fiiline eklenen sevgi, hissedilen duygu yoğunluğunu iade eder. Yönelme ekine eklenen, birinci tekil şahıs eki ve sahiplenmeyi ve yine yönelmeyi iade eden ekiyle oluşan bu kısa cümle, sevgiyi ifade eder mi? Sevgilime, bir sevgi tezahürü mü, mal bulmuş mağribinin böbürlenme ifadesi mi? Bu ve benzeri sözler sevgiyi ifade eder mi? Sevdim! Sevdik! Sevmiştik. Di'li geçmiş, mişli geçmiş bu ifadeler, sevgiyi değil, hüsranı ifade eder.
Bazı içgüdüsel davranışlar, ilkel toplumsal davranışlar ve insan ve hayvan arasındaki, genetik kodlardan gelen ortak bazı özellikler, davranış kalıpları, sevgi gösterisi olarak yorumlanamaz.

Bir gün, bir eve oturmaya gidiyordum. Gideceğim evin sokağına gitmem için otuz kırk metre dik bir yokuştan inip sola dönen bir sokağa sapmam gerekiyordu. Benim, dikine indiğim sokakla, gideceğim sokağın kesiştiği noktada, bir gecekondunun önünde bir çöp bidonu vardı. Bidonun üstünde de o an, tüyleri siyah beyaz renkli olan bir kedi bulunuyordu. Kedi, çöp bidonunun çemberine çıkmış, arka patileriyle çöp bidonunun çemberine sıkı sıkıya yapışmış, başını da bidona sokmuş, beyaz bir poşeti yırtmaya uğraşıyordu, hatur, hutur sesler çıkararak. Tam o anda, çöp bidonunun yanında hamile bir kedi geldi. Dişi kedi, başını hafifçe yukarıya doğru kaldırdı, yalvarır bir ses tonuyla, miyav! dedi. Sanki, bana da bir şey ver ya da bırak, der gibiydi. Bu ince, yalvaran ses beni durdurdu. Bakalım, kedi ne yapacak? dedim. Bekleyip onları seyretmeye başladım.

Çöp bidonun üstündeki kedi, ağzı ve tırmıklarıyla beyaz bir poşeti parçalamaya çalışıyordu, poşetin içinden aldığı kokuya ulaşmak için. Dışarıda, çöp bidonunun dibindeki kedi ise yalvaran seslerle miyavlayıp duruyordu. Sonunda poşeti yırtmış olan kedi, ağzında bir parça tavuk etiyle çemberin ağzında göründü. Kedi, aşağıya doğru baktı. Karnı şiş olan hamile kedi, hâlâ miyavlıyordu. Çöp bidonunun çemberinde, bir müddet, aşağıdaki kediye bakan erkek kedi, ağzındaki et parçasını aşağıya attı. O anda da beni görmüştü. İnsanlar sokak kedileri için potansiyel tehlike oldukları için, kedi beni görür görmez, çöp bidonunun yanındaki bahçe duvarına atladı, hızlıca oradan uzaklaştı. Tabii, o kaçınca, yerdeki eti alan kedi de tüydü: korku, bulaşıcı bir duygudur. Kediler, çöplerde buldukları yenecek şeyleri, eğer yavruları, katı yiyecek durumdaysa, yemez onlara getirirler, bir çok hayvan böyle yapar.

Karıncalar toplumsal böcekler sınıfına girer. Karınca kültürü, ilkel, içgüdüsel toplumsal birlik sergilese de, sosyal davranışlar geliştirip medeniyet doğuracak kültürü oluşturamazlar, bütün hayvanlar gibi. İçgüdüsel bazı davranışlar da sevgi tezahürü olarak değerlendirilemez. Bu tür davranışlar üzerinde de, sevgi kavramı oturtulamaz. Sevginin, içgüdüden azade bir şey olması lazım!

Bir karınca kolonisi incelendiğinde, konumuzla bağlantılı olan ilkel, içgüdüsel davranışlar şöyledir: okuduğum kitaplardan aklımda kalanlar. İşçi karıncanın biri dışarı çıkar. Dışarıda bir yaprak üzerindeki çiğ tanesini emer yuvaya döner. İçeri, yuvaya giren karınca, ağzına aldığı suyu, yuvadaki larvalara dağıtır. Bu arada, su içmek isteyen karıncalar, su taşıyan karıncanın yanına gelir, hafifçe çenesine dokunurlar. Karınca, onlara da, sırayla ağzındaki sudan verir. Dışarıdan yiyecek taşıyan karıncalar da aynı ilkel, içgüdüsel davranışları sergilerler. Hatta, bazı parazitler, yemek ya da su getirecek işçi karıncanın yolunu bekler, karınca gelince, diğer karıncalar gibi çenesine su-yemek diye dokununca, karınca onlara da su- yiyecek verir. Bilim adamları, tüy kadar ince bir cisimle, karıncaların çenelerine vurduklarında, karınca, çenesine uzanan çubuğun üzerine su ve yemek, ne taşıyorsa bırakır. Bilim adamları su ve yemeğe bir miktar radyoaktif madde katarlar, bu yardımlaşma bütün üyeleri kapsıyor mu diye. Taşıyıcı karınca yuvaya döndükten sonra, dışarı çıkan diğer karıncaların salgıları incelendiğinde, su- yiyeceğin hepsine dağıtılmış olduğunu gözlemlerler. Yuvaya başka bir karınca kolonisi saldırdığı zaman, karıncalar canı pahasına yuvayı savunurlar.

Başka hayvanlarda, başka çanlılarda da görülen bu özgeçici ya da diğerkam davranışları sevgi olarak adlandırabilir miyiz? On binlerce yıl sürmüş toplayıcılık ve avcılık döneminden genlerimize sinmiş arketip unsurlardan Jung, bunlara başlangıç imgeleri, der- olan bazı davranış kalıplarına ve bunların, biraz daha rafine haline gelmiş olanlarına, hangi canlı sergilerse sergilesin sevgi denir mi? Bir canlının, yavrusunu biyolojik olarak iyi beslemesi sevgi tezahürü mü? Bir başka boyutunu da bir başka yazıda işleyeceğim. Sevgi konusunda yazın, bu kavramı ete kemiğe büründürelim.

Yirmili yaşlarımda birine rastlamıştım. Genç adam, bir deri bir kemik kalmıştı. Arkadaşım olan arkadaşına sormuştum, hasta mı? diye. O da: sevdalı, dedi, istediği kızı vermediler, yemeden içmeden kesildi. Ben de, bu mârazi bir duygu, bu adamın yüreğinin değil, beyninin desteğe, tedaviye ihtiyacı var, demiştim.

Uzun yazsam Ali Hoca kızar. Kısa yazsam, meram anlatılmıyor, ne yapsak ki?!.

Yaşar Günel - Ankara

(Ağzım var dilim yok, ne iğneliyip duruyorsun. A.A.)

----------------------------------------------

33.YAŞAR GÜNEL - 11 Haziran 2012
EVLİLİK ÜSTÜNE BİR YAKLAŞIM

Bir gün çalıştığım işyerinde Hakan adlı bir arkadaşla oturmuş, oradan buradan konuşuyorduk. O anda Hakan'ın cep telefonu çaldı. Telefondaki eşiydi. Kadının söylediklerini duymasam da, Hakan'ın tavırlarından, bu konuşmadan, daha doğrusu monologdan bayağı sinirlendiği belliydi. "Olur mu yahu, bu saatte nasıl izin alırım?" diyordu. Karşıdaki ses ısrarcı olmuş olmalıydı ki, Hakan'ın yüzünün rengi, davranışları değişti. Sonra, tamam kes almaya çalışırım, dedi.

Bu telefon konuşması sırasında Hakan’ın yüz mimikleri görülmeye değerdi. Gözleri bayılmak ya da ölmek üzere olan kişilerinki gibi, göz bebeği, göz güllerinin (göz kasları) irade denetiminden çıkmış gibi yukarıya doğru kayıp, üst göz kapağının altına kaybolacak duruma geliyordu. Uzun kaşlarını, üsten makasla kesmiş olan Hakan'ın kaşlarının, gözlerine yakın olan kısmında birer tane uzun tüy kalmıştı. Telefonda sinirli sinirli konuşan, öfkesini denetleyemeye çalışan Hakan'ın, aynaya bakılmadan kesilmiş olan kaşlarında kalan her iki yandaki birer tüy, kedilerin bıyıkları (antenleri) gibi oynayıp duruyordu. Telefondaki konuşmayı dinlerken, ağzını yumruk gibi sıkıyor, arada bir, ağzını açmadan, başını da hafice aşağı doğru sallayarak, hımm, hımm, anladım, diyordu. Öfkeden kaşlarını sıktıkça, kaşları da hafiften aşağı doğru sarkıyor, alnında çizikler oluşuyordu. Bir elini de yanında dikildiği masanın üstüne koymuş, parmaklarını korku veya öfke anındaki insanların korku veya öfkesini yatıştırmağa katkı yapması için, gayri ihtiyari olarak yaptığı gibi ritmik bir şekilde tımbırdatıp duruyordu. Yüzü, Alain'in Söyleşiler-1 adlı eserinde yazdığı gibi, güvercinlerin boyunlarını devamlı çevirmesinden dolayı, boyunlarının devamlı renk değiştirmesi gibi, renkten renge giriyordu.

Telefon konuşması bitiğinde, dertli gönül dili söyletir, sözü uyarınca Hakan'a, neler olduğunu sormadım. Biliyordum ki konuşacaktı, konuştu da.
-Olur mu ağabey, dedi. Eşim diyor ki, izin al, gel uydu antenini düzelt. Antenin ayarı bozuldu, dizinin saati de geldi diyor.
İş saatin bitmesine dört saat varken, ben nasıl izin isterim, ne gerekçeyle? Ben de işi makaraya sardım ve:
-Aslanım patrona durumu olduğu gibi anlat, izin iste, dedim.

Olmaz dese de telefon birkaç kez daha acı acı çaldı, istek aynı kişiden ve aynıydı.
Hakan'ın bunun gibi birkaç olayına daha istemeden de olsa şahitlik etmiştim. Kısacası Hakan, kaba söyleyişle ipi kaptırmıştı. Her seferinde de Hakan, eşinin isteklerine, olmaz diye irade ortaya koysa da devamını getirememiş, tıpış tıpış kadının dediklerini yapmıştı. Ve o gün, anten düzeltmek için izin aldı.

Bu ve buna benzer olaylar, evlilik kavramı üzerine, beni tekrar tekrar düşünmeye itti. Eskiden Tv'de oynayan Kaynanalar dizisi vardı. Baskın karakterdeki Tijen ile çekinik karakterdeki Timur. Tijen alttan girer, üsten çıkar Timur'a istediğini yaptırırdı.

Mevlana, Mesnevi adlı eserinde, evlilik kurumunun sağlıklı yürümesi için, tarafların birbiriyle uyumlu olması gerektiğini ifade etmek için, ayakkabının biri çizme olur bir de mes olursa uyum olur mu? der.

Bertnard Russel de, Evlilik ve Ahlak kitabında şöyle yazar: (Sayfa: 92 - Say yayımları) Her iki tarafında tam anlamıyla bir eşitlik duygusu olmalı. Değer ölçülerine bakışta bir paralellik olmalı. Örneğin eşlerden biri sadece paraya değer verirken, diğeri sadece dürüst çalışmaya değer verirse, her şey yıkılır. Bu örnek sadece parayla sınırlı değil. Evlilikte içgüdüsel istekler rutine girince, eşlerin arasında, ortak paylaşacakları değerler ön plana çıkmalı, sevgi değerler üzerinden çiçekler açmalıdır.

Arkadaşımın hâli ne olacak? Ne olacak Timurlaşacak, huzuru bulacak. Erkekler Timurlaşmamalı, kadınlar da erkeği Timurlaştırmamalı. Kadın veya erkek, karşısındakinin kişiliği ve değerleri içinde kaybolmamalıdır.

Bu yazı bütün evlikleri kapsamına almaz. Bu yazıyla evlilik kurumu üstüne ahkam kesmek istemedim; sadece, evlilik üstüne kısa bir yaklaşımdır.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

32.YAŞAR GÜNEL - 07 Haziran 2012
AHLAK BİR BÜTÜNDÜR YA DA KİŞİLİK BÖLÜNMESİ

Her gün işe giderken belli bir güzergâhı takip ederim, alışkanlık. Evden çıkar, dolmuşa biner, Dikimevi'nde inerim. Sonra, dolmuştan indiğim yerdeki trafik lambasında yaya geç ışığı yandığında, yolun karşı tarafına geçer, işyerine doğru, yolumun geri kısmını yürüyerek kat ederim. Erken uyanmışsam, dolmuşa binmem, sabah sporu yapmak için yürüyerek, o yolu kat ederim.

Trafik ışığını geçtikten sonra yürüyüş güzergahının sol tarafında, anayolun kenarını mesken tutmuş, yılardır burada, yerleşik hâle gelmiş, seyyar işi yapan bir adam (!) görürdüm. Eli yüzü düzgün olan bu adam, kendi hâlinde, hâlim selim biri profili çizmişti kafamda.

Bir gün, dershaneden -geçim, ne yaparsınız!- broşür dağıtımına gönderildim, tam da bu adamın karşısına. Başladım broşür dağıtmaya. Bu konuda da ilginç gözlemlerim oldu, yeri gelince yazarım. Mesela, broşürü sağ elime alıp, karşıdan gelene uzattığımda on kişiden ikisi üçü alıyordu. Broşürü sağ elimde tutup, sağ elimi aşağı sarkıtıp broşür vereceğim kişi tam önüme geldiğinde, sağ elimi aniden kaldırıp broşürü birden uzattığımda on kişiden yedi- sekizi broşürü alıyordu:Bu, benim için ilginç gözlemlerimden sadece biriydi. Bu benim ilk broşür dağıtma günümdü. İstemeyerek, çıkmıştım. Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin hesabı. Zorunluydum, paraya ihtiyacım vardı. Yaptığım işlerde iyi gözlemler yaparak iç dünyamı da zenginleştirdim, insan davranışları konusunda.

Adamla karşı karşıyaydık. O bağırıyor, haydi yarın son gün gelin, diye; ben ise sesleniyordum, Bey efendi, Hamın efendi broşür alın, diye. Bu adam, ula şurayı bir süpüreyim, diye sesli sesli söylenerek yerinden kalktı, karşıdaki esnaflardan birinin dükkânına girdi, elinde bir fırça ile dışarı çıktı. Sonra, tretuvardan anayola indi, sırtı bana dönük olarak tezgâhının olduğu yeri süpürmeye başladı. Fırçayı, yüzünün dönük olduğu tarafa doğru uzatıyor, hızlı hızlı geri çekiyordu. Süpürdüğü yerin kaba pisliğini aldıktan sonra, fırçasını yine, aynı yöne uzatıp bu sefer gayet yavaşça çekerek, süpürdüğü yeri tertemiz hâle getiriyordu. Adam, daha önce temizlik şirketinde çalışmış mı bilmiyorum ama, fırçasını oldukça becerikli kullanıyordu.

Tezgâhının çevresini güzelce temizleyen adam, süpürdüklerini bir araya topladı. Ben, bir taraftan broşür dağıtıyorum, bir taraftan da adamı gözlemliyorum. Çöpü bir araya toplayan adam, yönünü bana döndü, kar kürür gibi, bir araya topladığı çöpü, benden tarafa doğru itelemeye başladı. Ara sıra da tretuvarın üstüne fırça atıyor, oradan çektiği çer çöpü de benim tarafa itiyordu. Tabii, ben ondan birkaç metre uzakta ve tretuvarın üstündeyim.
Fırçayla, sorumsuz insanların yola, yaya kaldırımına attığı çöpleri bir araya toplayıp, bana doğru süpüren adam, bir taraftan da, ne terbiyesiz insanlar var yahu, tuttuklarını oraya buraya atmışlar, dedi. Adamın, bu işi yapanları eleştirisinde hatta sövmesinde de haklı, olduğunu düşündüm. Biraz sonra, bir araya biriktirdiği çöpleri faraş getirip alır, bir çöp bidonuna atar diye düşünüp onu takdir ettim.

Süpürgeyle çöp toplama işini bitiren adam (!) topladığı çöpleri, tretuvarın yoldan yükselti oluşturan bordür taşlarının kenarına yaydı. Sonra da ayağıyla bastırarak çöpleri, bordür taşlarının dip kısmına pekiştirdi, temizliğini bitirip, fırçayı aldığı esnafa iade etti. Adamın temizlik işi bitmişti. Ben de bu adama (!) yaptığı temizlikten dolayı şapka çıkardım. Bu olay bana Sığmund Ferud'a da bir dönem hocalık yapmış olan dahiliye doktoru Bruchker'in, ambivalans kavramını çağrıştırdı. Bu tabiri tıp ve felsefe dünyasına Dr. Bruchker hediye etmiştir. Anlamı da şu: Çift değerlilik, birbirine karşıt düşünce ve duyguların bir arada bulunması: sevgi-nefret, temizlik-kirlilik v.s Bu adamı(!) uyardım mı? Hayır! Neden? Çünkü, bu memleketin delisi bitmez ki bağlayasın, ölüsü bitmez ki ağlayasın, berdevam, sözü uyarınca, etkisi olmayacağını biliyorum.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

31.YAŞAR GÜNEL - 01 Haziran 2012
SOSYAL MİKROPLAR

Mikrop, yeryüzünde yaşayan en küçük canlı birimi olarak adlandırılır. Virüs, bakteri, protozoa, fungas belli başlı mikrop türleridir. Bunlardan başka, bir de sosyal mikroplar vardır. Bugün insanlara görülen mikropların birçoğu hayvanlardan, mutasyonsal değişiklik geçirerek insanlara geçmiştir. Bu konuda, Tubitak yayınlarından çıkan tüfek, çelik ve mikrop kitabı okunabilir. Bu tür mikroplar, mutasyon değişikliğine uğrayarak insanlara geçtiğinde, ilk etapta binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. Zaman içerisinde, insan organizması, bu mikroplara karşı direnç geliştirmiş, bazı mikrop savar aşıların bulunmasıyla bu problem az- çok çözülmüştür. Bir de biyolojik silah olarak laboratuarlarda üretilen mikroplar var.
Geçmişte bir ara, kısa süreliğine bir kahvede çalışmıştım. Kahve müdavimlerinden olan iki kişinin konuşmasına, istemeden de olsa kulak misafiri olmuştum. Biri, "Ahmet yanlış yapmış, savunulacak yeri yok," dedi. Öbürü, "Ahmet, Atilla'yı veya başkasını da dolandırmış olsa da, bizim nazarımızda haklıdır," dedi.

Konuşma bu doğrultuda devam edip gitmişti. İşin aslını daha sonra öğrendim. Ahmet adlı kişi, bir kaç kişiyi dolandırmış. Ahmet'in arkadaşı, dost(!)u olan Osman, onu yereceğine savunuyordu. Hem de, aslanıııım, çok büyüttün, bu tür işleri yapan, sadece Ahmet mi? diye.
Bu konuşma, beni derinden etkilemişti. Bir kişi insanları dolandırıyor, normal bir insanın bu tür davranıştan dolayı tiksinmesi, huylanması gerekirken, Osman adlı kişi, ne var canım, kim yapmıyor, diyerek pisliği sıradanlaştırıp, normalleştiriyordu. Birkaç gün bu olayın etkisinde kaldım. O zamanlar toy biriydim. Sonraki yaşam sürecinde, bu tür onlarca olayla karşılaşınca, bu tür insanların birer "Sosyal Mikrop" olduğuna kanaat getirdim.

Sosyal mikropların karakteristik kişilik özellikleri nelerdir? Sosyal mikroplar nasıl tanınır? diye uzun zaman düşündüm.
*Sosyal mikrop zekidir, kadını da erkeği de. Zekası sayesinde, birçok zayıf kişilikli insanı etkileyip kendi kanaatleri doğrultusuna sürükleyebilir. Cesurlardır.
*İyi bir tahsil yapmış olabilirler ya da duyum yoluyla da olsa az-çok birikim yapmışlardır. *İnsanları etkileme güçleri yüksektir. Karışık görülen bir olayda, birçok kişinin meselenin içinde kaybolduğu ortamda, o, olayların içinde kaybolmaz, olaylara tepeden bakar, çözüm üretir, bu da onu daha saygın konuma getirir.
*Vicdan duyguları gelişmemiştir, ama birçok insanın samimi vicdan görüntülerinin üstünde vicdanlı insan profili çizebilirler.
*Klancı, aşiretçi, sülalecidirler, evrensel insani bir bakış açısına hiçbir zaman kavuşamazlar.
*En acı bir olay karşısında bile timsah gözyaşları döker, insani bir duygu olan acı ve acıma konusunda müthiş bir rol yapabilirler.
*Ağırbaşlı, efendi görünürler. Kılık kıyafetlerine önem verirler. Burada aklıma, Namık Kemal'in, İntibah adlı eserindeki bir sözü geldi: nurdan derili yılan. Bu söz, sosyal mikropların üstüne cuk diye oturur.
*Risk almayı severler, bu özellikleri de, sosyal konumlarını yükseltir, çevrelerinde insan (!) halkası oluştururlar.
*Basın-yayın organlarında çıkan çeşitli yolsuzluk, dolandırıcılık olaylarına aşırı tepki gösterir, kendi kalanında kalan pisliklere duyarsız kalırlar.
*Kısacası Akıl Şizofrenisiyle maluldürler. Sosyal mikrop pisliği başkası yaparsa kınar, reddeder, yakın çevresi yaparsa, ne olmuş canım, ne büyütüyorsunuz, der, tıpkı, yıllar önce kahvede rastladığım Osman gibi.

Sosyal mikropların etki gücünü söyle ifade edebilirim. Suya atılan bir taş, nasıl genişleyerek halkalar oluşturursa, sosyal mikroplar da, bazı özellikleri sayesinde böyle etki yaparlar. Mesela, bir konuda sosyal mikrop, geniş bakış acısıyla bir söz söyler, sonra susar. Sosyal mikrobun etkilediği ikinci halkadaki kişiler, onun bakış acısıyla konuşurlar, halka halka devam eder bu etki.

Sosyal mikrop nasıl tanınır? Diyelim ki bir kişi birini dolandırdı. Sahtekârlık yaptı. Sosyal mikrop olan kişi, bu davranışları yapan klanından biri ise, bunu yapanı kınamaz, ne olmuş, ne var, çok büyütüyorsunuz, der, pisliği sıradanlaştırıp normalleştirir. Sosyal mikroplar birbirlerini sevmeseler de, kinlerini, öfkelerini ustaca gizler, birbirini onura de ederler.
Sosyal mikroplar konusu, başlı başına bir kitap olur. Amiyane tabirle, yamuk yapan insandan bir huylanırsam, bu yamuğu sıradanlaştıran sosyal mikroplardan bin tiksinirim; çünkü bunlar, toplumun sosyal dokusunu bozmaktadırlar.

Yaşar Günel - Ankara

---------------------------------------------

30.YAŞAR GÜNEL - 25 Mayıs 2012
BİR ÇINAR
(Maltepeli Şükrü Öğretmen)

İnsanların yaşam süresinde, gönül galerisinden onlarca, yüzlerce insan gelip geçer. Bu insanlardan unutulmayanlar ise iyi, kötü davranış sergileyenlerle, erdemli insanlardır. Bir gün öğle saatlerinde, evime doğru yürürken, emekli bir öğretmene rastladım. Hoş beş, merhabadan sonra, nereye gittiğini sordum. İkinci adrese, dedi, yani kahveye. Yadırgayan bakışlarım altında, yolun karşı tarafına geçti, ben de evime doğru yürümeye devam ettim.
Benim inancıma göre, öğretmen bir fenerdir, güneştir, işlevi hiç bitmez. Öğretmen, adı üstünde, öğrenen, öğreten. Öğreten insan, emekli olur mu? O, işten emekli olur ama sosyal sorumluluğu sonuna kadar devam eder, etmelidir.

On beş yıl önce, Ankara'da bir belediyenin önünde beyanname dolduruyordum. Bir gün uzun boylu, zayıf ama kemikli, iri cüsseli biri yanıma geldi, benim beyannamemi doldurur musunuz? diye sordu. Ben de, tabiî, buyurun, oturun, diyerek, müşteri otursun diye yanımda bulundurduğum sandalyeyi işaret ettim.
İnce kişiliği davranışlarına sinmiş olan Şükrü öğretmen, yanımdaki sandalyeye oturdu. Sonra, koltuğunun altındaki çantasından evrak çıkarırken, belediyeye ne zaman gelsen, sizin elinizde kitap görüyorum, dedi. Ben de kitap tutkunu olduğumu söyledim.

Şükrü öğretmenin üzerinde o gün epeyce yıpranmış ama tertemiz, ütülü, gri renkte bir takım elbise vardı. Onu takım elbisesiz, kravatsız, kirli sakallı olarak, hiç ama hiç görmedim. Sürekli giydiği beyaz gömleğini de bu gün, yılar sonra, tertemiz ruhunun simgesi olarak değerlendiriyorum. Çelebiliği, bilgeliği, nezaketi ve bunlara kaynaklık eden sosyal yönü gelişmiş kişiliğiyle beni derinden etkiledi.

Yanıma her uğrayışında koyu bir sohbete dalardık. Yine kişiliğinin yansıması olan zarif el kol hareketleriyle konuştuğumuz güncel konularda, birikiminden kaynaklanan düşüncelerini anlatır, sonra da yanımdan kalkarken, "Ha, Yaşar, sana tiyatro bileti getirdim, onu vermeyi unutuyordum," der, çantasından çıkardığı, emekli maaşıyla aldığı biletleri elime sıkıştırırdı. Sonra da, bu oyunu mutlaka seyret, der, oyun hakkında da biraz konuşur, çantasını koltuğunun altına kor, tekrar görüşmek üzere, der yanımdan ayrılırdı.

Şükrü öğretmen, o gün çantasından bir tomar tapu çıkardı, hepsinin beyannamesini bana doldurttu. Kendisi oturduğu apartmanın yöneticisi olduğu için, kişiliğine güvene binaen, bina sakinleri beyanname işlerini ona tevdi etmişler. Beyan doldurma işi bittikten sonra, çantasından daha sonra da devamlı yaptığı gibi tiyatro biletleri çıkardı, oyunu izleyerek bana verdi.

Şükrü öğretmen yanıma her uğrayışında ya tiyatro bileti getiriyordu, ya da tiyatro programı. Bir gün Şükrü öğretmen yanımdan ayrıldıktan sonra, ben de peşinden vergi dairesine gittim. Vergi dairesinin salonuna girdiğimde, Şükrü öğretmen bir bankonun önünde bir iki kişiye tiyatro bileti veriyordu. Diğer bankolara da baktığımda, oradaki memurların da elinde tiyatro biletleri vardı. O, cumhuriyetin çınarı, her gelişinde sadece bana değil, merhabası olan bütün memurlara ya tiyatro bileti getiriyordu ya da programı. Oyun programı getirip dağıtmasını, bilet alacak parası olmadığına işaretti. Ne zaman bilet parası vermek istesem, olmaz, derdi. Beyan doldurma parasını almam dediğimde de, onu da kabul etmez, ben kızına, torunuma, dedesi olarak süt parası veriyorum, derdi. Şu an bile kalın çerçeveli gözlüğü, beyaz gömleği, ütülü elbisesi ve tıraşlı haliyle gözlerimin önünde olan, Atatürk sevgisinden, yüksek görev anlayışı ruhuna sinmiş Şükrü öğretmenimi sevgi saygıyla anıyorum.
Yaşatmaya çalıştığı tiyatroların sonsuza dek yaşaması dileğimle.

Yaşar Günel - Ankara

------------------------------------------------

29.YAŞAR GÜNEL - 20 Mayıs 2012
SEVGİ, BİR İHTİYAÇTIR.

Sevgi, bütün canlılar için bir ihtiyaçtır. İnsanın da, hayvanın da, bitkinin de sevgiye ihtiyacı vardır. İnsan dışındaki bu canlılar, şuurlu olmasalar da, sevgiyi hissedebilmekte, buna karşılık vermektedirler. Bu durumu bir örnekle anlatayım. Babukolar köye gitmiş, ben de onların evinde kalıyordum. Babukoların evinin yanındaki, Hasan ağabeylerin evinde de kiracı vardı. İki çocuğu olan kiracının, bir de köpeği vardı.

Kiracının köpeği Çapkın, ufak tefek bir köpekti. Sevimli ama bakımsızdı. Uzun, hafif kıvırcık tüyleri, bakımsızlıktan dolayı keçeleşmişti. Onu ne zaman rastlasam başını hafifçe ileri uzatmış, kısa bacağının birini çenesinin altına getirmiş, hatır hatır kaşınır görürdüm. Aramızda, ilk etapta, insani bir kavramla söylersem, bir hukuk (diyalog) oluşmadan önce Çapkın, kaşınırken veya sokakta uyuz uyuz dolaşırken beni gördüğünde, gözlerini kapatıp görüşünü engelleyen perçemlerini, başını sağa sola sallayıp bakış acısı elde eder, sonra da vücuduyla orantılı küçük ağzını açar, keskin dişlerini bana gösterip ileri geri hareketler yaparak, bende korku oluşturmaya çalışırdı. Ben de, onun üstüne doğru hamle yapar, onu azdırırdım. Bazen de, korkmuşum duygusunu hissetsin diye, onun bana havladığı yerin ters istikâmetinde adımlar atardım ki bu Çapkın'ın daha da erkeklik taslamasına neden olurdu. İşte, bu ve buna benzer çekişmelerden sonra Çapkın'la aramızda dostluk oluştu.

Çakın'a yaptığım yemeklerden veriyordum. Bazen de, kasaplardan kemik getiriyordum. Aramızdaki dostluk iyice pekiştikten sonra, beni ısırmayacağına inanınca onu sevmeye başladım. Çapkın'ın başını okşadığımda, elimi sırtında gezdirdiğimde, başını, ellerim tenine daha iyi temas etsin diye yukarı kaldırıyor, sırtını, sırtı okşanan bir kedi gibi kamburlaştırıyordu. Çapkın, kirden, keçeleşmiş tüylerinden dolayı kaşınıyordu. Bana da mikrop bulaşır diye, elime eldiven takarak başını, sırtını kaşımaya başladım, bir taraftan da sahiplerine, bunun tüylerini kesin, hayvanı yıkayın, diye uyarılarda bulunuyordum. Bu uyarılarımın köpeğin sahibinin üzerinde etkisi olmadığını görünce canım sıkılıyordu. Çapkın, benim tımar etmemden memnun oluyordu. Eskiden, beni görünce keskin dişlerini göstererek hırlayan Çapkın, artık beni gördüğünde, kaldığın yerden devam et, der gibi gelip önüme yatıyordu. Ben, Çapkın'ın başını, sırtını, elime eldiven takarak tımar ettikçe, o, sırt üstü yatıyor, karın bölgesini ısırmaya çalışarak, bu bölgelerim de kaşınıyor, oralarımı da tımar et, diyordu. Ben de sırtını, başını, çenesinin altını, karnını tımar ediyordum. Bu tımar sonunda rahatlayan Çapkın, çevremde dolaşıyor, bacaklarıma atılıyor, ellerimi yalıyordu.

Bu böyle olmayacak, dedim, köpeğin sahibine arka arkaya telkin, baskı oluşturdum, Çapkın'ın tüylerini kesin, yıkayın, diye. Ertesi sabah kalkıp da kapıya çıktığımda Çapkın'ın tüyleri, sıfır numara baş tıraşı gibi kesildiğini ve yıkandığını görünce, ilk önce Çapkını tanıyamadım. Tüyleri varken, kendi cinsi köpeklere göre iri görünen Çapkın, tüyleri kesilince, âdeta tüyleri yolunmuş tavuğa dönmüş, küçücük kalmıştı. Çapkın, bu ne hal, dedim, gülmeye başladım. Keçeleşmiş tüylerinden kurtulmuş, şampuanla yıkanmış olan Çakın'ın üstünden koca bir yük kalkmıştı. Keyfi yerindeydi. Beni görünce, üstüme atıldı. Yere çömeldim. Elimi ayağımı yalamaya başladı. Etrafımda dolaşıyor, vals yapıyordu.

Çapkınla aramızda sevgi temelli dostluk oluşmuştu. Her sabah katlığımda, Çapkın dış kapının önünde yatar buluyordum. O, artık, kendi kapılarında yatmıyordu. Ben de onu, kirlerinden arındığı, hastalık riski az çok da olsa gittiği için bol bol seviyor, onunla oynuyordum. Fakat, Babukoların köyden dönüş zamanı yaklaşmıştı. Çapkını kapıdan uzaklaştırayım diye, ara sıra verdiğim yemeği kestim. Kapıya gelince de kovmaya başladım. Ne yaparsan yapayım, Çapkın kapıdan gitmiyordu. Kovuyorum, yok. Başından kovayla su döküyordum, yok. Hatta, dış kapıyı açık bulursa, antreye giriyor, bir daha çıkmıyordu.

Çapkın'ı kapıdan uzaklaştırmayı başarmadım. Babukolar köyden geldi, antrede Çapkın'ı gören Babuko, bu nereden geldi? diye sordu. Kiracının köpeği, dedim. O günden sonra Baboku ve ben, ne yaptıysak Çapkın'ı kapıdan kovamadık. Çapkın, antreden çıkmıyor, bize dişlerini gösterip hırlıyordu. Baboku, buna yemek verdin, sen alıştırdın, dedi. Halbuki, Çapkın'a yemek vermeyi çoktan kesmiştim. Çakın, neden kapıdan gitmiyordu, biliyor musunuz, sevgiden. Ben, onu sevmiş, tımar etmiştim. O da, onu içten sevdiğimi anlamış mutlu olmuştu.

Çapkın kovalaması bir müddet devam etti. Sahibi, Çapkın'ı kömürlüğe hapsettiğinde, Çapkın'ın ayağı kapıdan kesiliyordu. Kömürlükten çıktığında da, soluğu, Babukoların kapısında alıyor, beni arıyordu. Sonra, kiracı taşındı. Çapkın, iki alt sokaktaki evlerinden de kaçıp yanıma geliyordu. Bir gün duydum ki, Çapkın'a bir araba çarpmış ölmüş. Sevgiden anlayan bir hayvan dostumu kaybetmiştim.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

28.YAŞAR GÜNEL - 17 Mayıs 2012
KONUŞAN - AĞLAYAN KİTAPLAR

Bir Pazar günü evime en yakın olan bir kütüphaneye gitmiştim. Bu kütüphaneye ilk defa gidiyordum. Üç katlı binanın ikinci katında bulunan kitaplık bölümüne çıkmak için merdivenlere yöneldiğimde, yanımdan üç afacan çocuk hızlıca geçti, merdivenleri tırmandı. Okuma odasına girdiğimde gözlerim bu üç afacanı aradı ama onlar, salonda yoktu. Okuma salonunun köşesinden üst kata çıkan merdivenlerin başındaki, bilgisayarlar üst katta, yazısını okuyunca durumu anladım. Bu afacanlar, kütüphaneye, kitap okumaya değil bilgisayar oyunu oynamaya gelmişlerdi.

Okuma salonu görevlisine merhaba dedikten sonra kitapların olduğu bölüme yöneldim. Okuma salonunun orta kısmında sıralar vardı. Elli kişilik salon, o gün bomboştu. Kitaplar ise, okuma sıralarının sağındaki solundaki raflara dizilmiş, konularına göre de tasnif edilmişti. Boş sıralara hüzünle baktım. Sonra, kütüphaneye gelirken yolda, parkta rastladığım insanları düşünüp, kitaplara karşı bu ilgisizlik neden? diye düşündüm. Ve sıra sıra dizili rafların arasında dolaşmaya başladım.

Bomboş kütüphanede, kitapların sesini duyuyordum. Her biri bana bir şeyler fısıldıyordu: Beni al, oku; beni al, oku, diye. Raftan bir kitap çekip aldım, rafın önündeki masaya oturdum, kitabın arkasındaki tanıtım cümlelerini okumaya başladım. O anda kitap konuşmaya başladı:
-Benim nasıl oluştuğumu, belki bir kitap tutkunu olarak az çok sen biliyorsundur da, yine de anlatayım. Bu yazar, çok zor şartlarda okudu, kendini yetiştirdi. Sonra, okulunu bitirdikten sonra, gecesini gündüzüne kattı, ders kitaplarının dışında kitaplar devirdi. Bir kitap alabilmek için, geçim zorluğunda ne gibi özveriler verdiğini ben, bizzat, bu kitabın oluşma sürecinde şahit oldum. İç dünyasını, hiçbir çıkar beklentisi olmadan zenginleştiren bu yazar, öğrendiklerini toplumla paylaşmak için yine gecesini gündüzüne katarak beni ve diğer kitaplarını oluşturdu. Kitap alırken maddî olarak zorlanan bu yazar, kitaplarının basımında da büyük zorluklarla karşılaştı. Ama o bu zorluklar karşısında yılmadı, yorulmadı, azimle çalıştı. Sosyal sorumluluk duygusu gelişmiş olan yazar, ilk kitabını eline aldığında, "İçinde yaşadığım topluma, bir nebze de olsa katkım olduysa, ne mutlu bana," dedi.

Kitap, anlatımını sürdürdü:
-Benim kitap olarak oluşma sürecimde, ormanlardaki yaşlı ağaçlar da işe yaradı.Her biri kağıda dönüştü. Hasılı benim, ben olup raflarda yerimi alana kadar bir dizi emek harcandı. Sonra, devlet milli bütçeden kaynak ayırıp beni satın aldı, herkes faydalansın diye, kütüphanelere dağıttı.
Hazin olan ne biliyor musun? Sen beni raftan alana kadar, rafların temizliği hariç kimse beni eline almadı. Beni, yirmi yıldır beklediğim raftan alıp, ilk okuyacak kişi sensin. Sen, bugün beni alıp evine götürüp okumazsan, belki, bir beş on yıl daha raflarda kalacağım.

Bu konuşma beni hüzünlendirmişti. Kitabı koltuğumun altına koydum. Kendilerini de almamı söyleyen kitapların dizili olduğu raflarına arasında dolaştım. Son rafa geldiğimde, Lozan Konferansı Tutanaklarına rast geldim. Bire bir Lozan görüşmelerini yazan bu kitabın ilk sayfasını açtığımda, bu kitabın da, rafa konulduğu günden beri, çıkış yapmadığını görünce, bu kitabın iki cildini, tamam, sizi de alıyorum, dedim, diğer ciltlerini daha sonra alırım diyerek, kitapları koltuğumun altına koyup, kütüphane görevlisinin bulunduğu masaya yöneldim.
Görevliye işlemleri yaptırdıktan sonra kitaplar da, ben de mutlu olarak evin yolunu tuttum.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

27.YAŞAR GÜNEL - 11 Mayıs 2012
KÖYÜMÜZE BİR MÜZE KURALIM

Toplumu meydana getiren insanlar geçmişlerini merak eder, araştırırlar. Toplulukla toplumu ayıran özellikler nelerdir. Toplum, taşıdığı tarihsel kültür dinamiklerini, ilişkiye girdiği toplumlardan elde ettiği, kazandığı evrensel değerlerle harmanlayarak kurumsallaştıran insan gurubudur. Toplumu bir arada tutan, bütünlüğünü koruyan, yazılı olmayan, insanlığı genişletilebilecek değerleri vardır. Toplulukta ise insanları bir arada tutan değerler manzumesi değil, çoğunlukla, belirli bir zaman aralığında meydana gelen, ortaya çıkan çıkar birliğidir. Çıkar birliği bittiği anda ya da kişisel çıkar çatışmalarının en üst düzeye çıktığı anda topluluğun dağılacağı açıktır.

Topluluk hâlinden toplum hâline, insani değerleri içselleştirerek dönüşen insan grupları, üretimden ya da sosyal hayattan edindiklerini gelecek kuşaklara aktarırlar: alet-edevat olarak ya da değerler birikimi olarak. Teknolojinin getirdiği modern aletler, insanların bir dönem kullandığı üretim aletlerini ve bunların doğurduğu geleneklerin bir kısmını, bir kenara attırsa da, gelecek nesillerin, içinde yaşadıkları toplumun geçmişinden haberdar olması için, bir dönem üretim aracı olarak kullanılan objelerin depolanması, saklanması, sergilenmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu işin bir yolu da MÜZE kurmaktan geçer.

Dünyada müzeler ilk olarak, kuralları oluşmasa, kurumsallaşmasa da, aristokrat çevrelerin birbirlerine gönderdikleri hediyelerin depolanması, saklanması, ziyaretçilere gösterilmesi şeklinde olmuştur. İlk müzecilik faaliyetleri Fransa'da ortaya çıkmış, bizde ise 1800'lü yıllarda, bu işin önemi anlaşılmıştır.

Bu gün, gördüğüm kadarıyla, büyüklerimizden biri hakka yürüdüğü zaman, kısa bir süre sonra, o kişinin kullandığı bütün araç gereç elden çıkarılmaktadır: Tahta beşikler, bakır kaplar, elişi, göz nuru dökülerek yapılmış ırbıklar, düvenler v.s. Halbuki bütün bu nesneler, gelecek kuşakların geçmişleriyle bağ kurmasını sağlayacağı gibi, toplumun ilerleme çizgisi konusunda da bilgi kaynağı olabilir.

Kısacası, diyorum ki köyümüzde (Kırıntı-Yeniköy ortak olarak, ya da her köy kendi bünyesinde) bir müze kuralım da, bu kültürel değerlerimizi gelecek kuşaklara taşıyalım, çevre köylere de örnek olalım. Her aile, elinde bulunan geleneksel üretim aletlerini, kişisel eşyaları bu müzeye verebilir. Müzenin görsel arşivi oluşturulabilir: filmler, yaşlı insanlarımızla yapılmış sohbetler gibi.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

26.YAŞAR GÜNEL - 09 Mayıs 2012
RUH FAKİRİ BİRİ

Bu kısa hikayedeki kişiyi tanıdığımda prestij erozyonu içerisinde kıvranan, silik bir kişiliğe sahip biriydi; hâlâ da öyle, tabiî bence. Bu kişi az çok kazancıyla kimseye muhtaç olmadan yaşasa da, kendisine prestij (!) kazandıracak iş ve para arayışı içerisindeydi.

Derken, işleri talihinde yardımıyla rast gitti ve birkaç ev ve dükkâna, gösterişli bir arabaya sahip oldu. Cebine de, artık kendisine Bey dedirttirecek miktarda para girmişti. Willam Sahlespearein, Düşenin dostu olmaz, kalkan züppenin pervanesi çok olur sözünü doğrularcasına, etrafını paranın insanı adam yaptığına (!) inanan yalaka- dalkavuk güruhu sarmıştı.

Paranın oluşturduğu dar bir itibar çevresi, onu tatmin etmedi. Ve, oturdu düşünmeye başladı: nasıl, daha itibarlı olurum, diye. Bulunduğu çevrede itibarlı olmanın yolu; para- pul, makam- mevki sahibi olmaktan, bir de siyasette söz sahibi olmaktan geçmekteydi. Bu çevrede siyasetin kulvarında yer almak, başka çevrelerdeki gibi DERİN birikim gerektirmiyordu. Para- pul, makam siyasetinin yolunu açıyordu, siyaset de makam, para-pulun yolunu.

...Bey, bürosunda, elleri cebinde, kendisine güven sağlayan, fakat yeterli prestij sağlayamayan paralarını sıka sıka dolaşmaya başladı. Geçmişte yaşadığı eziklikler, iç dünyasını dürtüyor, Bir şeyler yapmalı! diyordu. Bürosundaki, kapının girişindeki boy aynasının karşısına geçti, aynadaki görüntüsüne baktı. Sağ eliyle, kısa saclarını sıvazladı, Siyasete girmeliyim! dedi; bu halka, bir öncü lâzım diye söylendi. Üstünde lâcivert çizgili takım elbise vardı. Ayağında da, siyah renkli kaliteli bir iskarpin. Beyaz gömleğinin üstüne taktığı kravatı da, takım elbisesiyle uyumlu renkteydi:lâcivert.Bu kıyafet bana yakıştı dedi. Kesin siyasete girmeliyim diyerek, görkemli masasına oturdu, siyasete katılma konusunda fikrini alma konusunda, bir iki kişiye danışmaya karar verdi.

Etrafını saran yalaka,dalkavuk, tufeyli takımı,; gir tabiî, sen siyasete girmeyeceksin de, kim girecek diyerek, ezikliğinin tezahürü olan iç sesini teşvik etti, dostları(!). Ve, ... Bey, bir partinin ilçesine kaydını yaptırdı, sağa- sola mâvi boncuk dağıtarak, kısa sürede, kayıtlı olduğu partinin aranan bir ismi oldu: partiye her gidişinde hediyeler götürerek, parti için, onun deyimiyle özveri gösterip, arabasıyla koşturarak, parti tur konvoylarına katılarak.

...Beyin çevresini, kısa sürede ahlak erozyonuna uğramış, sosyal mikroplar sarmıştı. Bu tufeyli takımı, ona, bey, diyordu; o da, onlara. Kısa bir ek anektod: Celâl Sılay, bir gün Yahya Kemal'e yanaşmış, Yahya Bey, demiş bundan sonra birbirimize USTAD diyelim, demiş. Yahya Kemal de, Tabiî beyefendi, biz birbirimize, bu sözü söylemezsek, kim, bize söyler, demiş.

Şimdilik, siyasetin alt kulvarlarında dolaşan, prestij peşinde koşan, bu ve buna benzer büyük (!) siyaset erbaplarını her gördüğümde, Bozkurt Güvenç'in, Japon Kültürü adlı eserinde okuduğum veciz söz aklıma gelir, gülümser geçerim: Bazı insanlar, adam oldukları için iş yapar; bazı insanlar da, adam sayılmak için.

Bu ülke hayâli bir ülkedir, bu şahıs da hayali bir şahıstır.

Yaşar GÜNEL - Ankara

----------------------------------------------

25.YAŞAR GÜNEL - 03 Mayıs 2012
YAZMA ÜSTÜNE-2

Bir iş için sanat ve bilgi yetmez, sabır da lazım, Goethe. Faust adlı eser. Aynı kitap, sayfa: 48:Elime, ne geçerse okuyordum. Bir alıntı da Jean Jack Rousseau'dan. Kitap adı:İtiraflar. Öteki yayınevi. Cemil Meriç Bir eserinde, İtiraflar için, edebiyata müptezellik, İtiraflar eliyle bulaştı, der. Ben, bu değerlendirmeye katılmıyorum. Okuduğum biyoğrafi, otobiyografik kitaplarının içinde; özelini, kalemini sakınmadan yazan tek kişi, Jean Jack Rousseau'yu gördüm. Sayfa: 46:Ünlü kitap kiralayıcısı la Tribu, bana her türden kitaplar sağlıyordu. İyi kötü, hepsine razıydım. Hiçbir şey seçmiyordum. Hepsini eşit bir susuzlukla okuyordum. Tezgah başında okuyor, emanetleri vermeye giderken okuyordum. Gardıropta saatlerce okuyor ve orada saatlerce kendimi unutuyordum. Okumadan başım dönüyor ve artık okumaktan başka bir şey yapmıyordum. Ustam, beni gözetliyor, yakalıyor, dövüyor, kitaplarımı alıyordu. Ne kadar kitap yırtıldı. Ne kadar kitap yakıldı, pencereden atıldı. Ödeyecek bir şeyim olmadığı zaman La Tribu'ya, kitap kiralayıcısına; gömleklerimi, kravatlarımı, pılı pırtımı veriyordum. Her Pazar günü bana verilen üç sol düzenli (para) olarak La Tribu'ya gidiyordu... Kendimi tamamen yeni zevkime kaptırdığımdan, artık okumaktan başka bir şey yapmıyor, artık çalışmıyordum.( Elime geçen parayla kitap alınca ) cebimdeki yeni kitabın sayalarını karıştırmak için kalbim sabırsızlıkla çarpıyordu. Yalnız kalır kalmaz onu cebimden çıkarıyor okuyordum. La Tribu, bana ödünç kitaplar veriyordu..Alacağına karşı verdiğim öndelikler çok küçüktü ve kitabı cebime koyduktan sonra artık hiçbir şey düşünmüyordum. Yazmak eyleminin saç ayaklarından biri de iyi bir birikim yapmak, entelektüel câmiayla bağ kurmaktır. Yazmak, dünyada bir dönem, aristokrat çevrelerin gelenekselleştirdiği. Dahiliyeci eğitim işini, kişinin, iç sesini dinleyerek, özelinde uygulamasıdır. Dünyada, bugüne kadar uygulanan eğitim sistemleri:Dahiliyeci, Geleneksel, Esasiyeci, yeniden yapılanmacı. sistemleridir. Dahiliyeci eğitim sistemi, aristokrat çevrelerin âile veya aristokrat kast içi eğitim sistemidir ki, dünya genelinde, bilimin getirdiği her türlü yeni bilgi aristokrat çevrelerdeki bireylere aktarılırdı;seçkin eğiticiler eliyle. Bizde, Osmanlı'daki Enderun'u da, Dahiliyeci sistemden sayabiliriz. Eğitim sistemlerini, bir başka yazıda yazarız. Yazmak isteyen kişi, iç sesin motive etmesiyle her bilgiyi içselleştirmeye çalışır. Buna ben, iç dahiliyeci eğitim. Kişi, geleneksel yaşamın çizdiği çizginin ve geleneksel yaşamı dizayn eden bilginin dışındaki üst bilgilere sahip olup, kendini yeniden yapılandırır:metamorfoz. Jean Jack Rousseau, otobiyografik eserinde yazdığı, okuma serüveninin başlangıçını ifade eden bu satırlar, daha on üç yaşındayken başından geçenlerdir. Daha önce de dediğim gibi;okuma, yazma, herhangi bir menfaat beklentisi olmadan iç sesin eseridir. Aynen vicdan, kadirşinaslık, sevgi gibi. Hatta, Alman filozofu Shopenhauer, Ahlak da iç ses, der ki, ben de bu söze katılırım. Ali Hocanın, bir ara sitenin üst kısmında yazdığı Montesküyo'nun sözü de, ahlaki bir iç sesin eseridir ve ben o sözü sevdiğimi yazmıştım. Devam edecek. Saygılarımla
(Kitap önerim: J.J, Rouseau'nun, Emil ve İtirafları. Goethe'nin Faus adlı eseri.)

Yaşar Günel - Ankara

---------------------------------------------

24.YAŞAR GÜNEL 18 Nisan 2012
BİLGİ, MANTIK VE SEVGİ

İnsanın dünyaya gelirken, boş bir levhayla (beyin- bellek) geldiği iddia edildiği gibi, genetik kodlarla belli bilgilerle donanmış olarak dünyaya gelmiş olduğumuz da iddia edilir. Ben de ikinci fikirden yanayım. İnsanın yaşam sürecinde edindiği bilgiler, kişinin mantığını da şekillendirir.

Nedir mantık? Mantık, kabaca, insanın düşünce ürünlerinin kalite kontrolünü yapan mekanizmadır. Yani, insan bir şey düşündüğü zaman, kişinin mantığı oluşum biçimine bağlı olarak, bu düşünceyi onaylar ya da reddeder. Bazı insanların, kendilerine normal gelen düşünce ve davranışlarının bize saçma gelmesi, bu mantık farklılığından kaynaklanmaktadır.

Mantık çeşitleri: Skolastik, formel, matematiksel mantık. Lise yıllarında bir arkadaş, matematik hocamıza, Hocam, p ve q gibi matematiksel mantık önermeleri, daha geniş bir ifadeyle mantık ne işimize yarar da bize öğretiliyor, diye sormuştu. Hoca da bir hikâye anlattı: Eski yıllarda bir ülkenin meclisine, bir bilim adamı da vekil olarak seçilmiş. Bir gün bu mecliste eften püften bir konu üzerine günlerce, haftalarca tartışılmış. Bilim adamı, bu tartışmaları kenarda izlerken, bir vekil, bir de bilim adamı konuşsun, demiş. Meclis kürsüsüne çıkan bilim adamı, bu meclisin yarısı deli! Demiş, kürsüden aşağı inmiş. Bütün meclis ayağa kalkmış, bir bilim adamı, yüce meclise üyeleri için nasıl böyle konuşur, demişler, özür dilemesini istemişler. Tartışma şiddetlenince bilim adamı kürsüye çıkmış, Özür diliyor, sözümü geri alıyorum, bu meclisin yarısı deli değildir, demiş, kürsüden inmiş. İşte matematiksel mantık.

Bilgi, insanın doğasında bulunan egoizmi aşırır, kişiyi benlikten sıyırır, benliğin toplumsal boyut kazanmasına katkıda bulunur, insanın doğasındaki insani niteliklerin üzerindeki vahşilikle, ilkellikle sarmalanmış tortuyu siler, insanın içinde mündeçim (var olan, mayasında olan) özü ortaya çıkarır. İşte, kısa bir sevgi hikâyesi. Sadi'nin Bostan ve Gülistan kitabında geçer. Bu olay, 1100'lü yılarda geçer. Adamın biri biricik oğlunu kaybetmiş, sokak sokak, oğlum oğlum, diye sızlanarak onu arıyormuş. Adam sokakta, önüne gelene, eşkâlini tarif ederek oğlunu sorarmış: oğlumu gördünüz mü? Diye. Günlerce üzüntüsüne eşlik eden gözyaşlarıyla oğlunu arayan üzüntülü babaya, adamın biri , oğlun, işte şurada! Diyerek, o zamanki eğitim kurumlarının birinin kapısını gösterir. Oğlunu bulacağı umuduyla okula adamını atan adan, beş altı yıl orda kalır, zamanın ileri bilgilerini öğrenir. Bu adam, bir gün sokakta dolaşırken, adamın biri onu tanır, şu adam, bir vakit, bana, yana yana oğlumu sormuştu. Durumu içimi parçalamıştı, sorayım bakayım, oğlunu bulmuş mu? Der, adama yanaşıp sorar: Bey, sen, bir tarihte oğlunu kaybetmiş, dertli dertli sızlanarak oğlunu arıyordun. Senin sızlanmaların içime dert olmuş ki, aradan yıllar geçse de seni unutmadım. Ne yaptın, oğlunu buldun mu diye sorar.

Adam, o anda yoldan geçmekte olan bir erkek çocuğunu yanına çağırır, başını okşar sever, bu benim oğlum, der. Bir kız çocuğunu çağırır, bu benim kızım, der. Yıllar içinde adamın aldığı bilgiler, içindeki ilkellik tortusunu eritmiş, insanın içindeki (mündeçim) o saf sevgiyi ortaya çıkarmış, bu da sevgi duygusunun evrenselleşmesine vesile olmuştur. Bilgi, sevgiyi de evrenselleştir. Bilgi, mantığı şekillendiren etkenlerin başında gelir de, nasıl bilgi? Enfermasyon ve bilgi çağında, bizi mankurtlaştıran bilgi, özümüzü ve önümüzü görmemizi engeller. Mankurtlaşmak, Cengiz Aytmatov'un, "Gün olur, asra bedel" adlı kitabından. Bu kitap okunmalıdır.

(Ali hoca, yazılarımı belli süre aralıkları içerisinde yayımlamazsan, seni, Abdülhamit'în sansürcü başı, Ebu Ziyaetin'e benzetirim, haberin olsun, bir yazıyla.)

Yaşar Günel - Ankara

(Yaşar bey, önceki yazınla bu yazı arasına bir haftalık süre girmiş. Nasıl,uygun mu bu süre? :)) Sevgiler.)

----------------------------------------------

23. Yazı - Yaşar Günel - 11 Nisan 2012
İLKELİ İNSAN OLMAK

Eskiler, duygu düşünce davranış bütünlüğünü sağlamış insana, fikri- zikri bir adam, demiş. Tasavvufta da, bu insanlara insani kamil, denilmiştir. Bugün yaşamımızda, ne yazık ki, ilkeli insanlara az rastlamaktayız. Lidyalıların icadı; el kiri denilen para ve çıkar insanın âdeta içini dışına çıkarmıştır. Bilindiği gibi, Freud'un formülleştirdiği gibi insanın içinde ölüm ve yaşam enerjisi çarpışmaktadır. İnsan, yaşam süresinde bulunduğu çevreyle birlikte hangisini, beslerse, kişiliğini o belirlemekte. Etnos, yani ölüm;çıkarı, bencilliği buna bağlı olarak da;kıskançlık, çatışmalar, yalan-dolan, küçük menfaat hesaplarıyla adam satmaları. Eros ise, yaşamı beslemektedir:dürüstlük, doğruluk ve bunlara bağlı olarak ilkeli yaşamak. Hangisi içimizde kaybolmalı, minimalize edilmeli, hangisi? Freud'un cinsellik değerlendirmesini, bilmediğimden değil, bilerek, konu dışı tuttum. Kişiliğimizin esas unusuru olmalıdır? İçimiz, dışımıza çıkmış değil mi? Hani nerede âdil insan? Hani, nerede fitne-fesat, dedikodu bilemeyen insan.

Bir bakıyorsunuz bir insan menfaat çatışması yüzünden birileri hakkında ağıza alınmayacak laflar eder, üç- beş gün sonra da, birbirlerini öperler. Biri, diğerinden borç alır, üstüne yatar. Bir başkası, beş kuruşluk çıkar için adam satar. İşin ilginç tarafı da, bu tür davranışlar, ne olmuş, çok büyütüyorsunuz denilerek, vasatlık, toplumda yaygınlaştırılır, her tür pislik sıradan hâle getirlir. İlkeli insan bütün bunlara karşı çıktığı gibi, iğrenerek de bakar. Sıradanlık o kadar gelenekselleşmiş ki, yapılan hata yüzünden, bir özür bile beyan edilmez olmuş. İlkeli olmak, kendini sınırlamak değildir. Böyle diyen psikoloğlar, bana göre halt etmiş!

Kısa bir öykü:
Adamın birinin arkadaşı, ahbabı, değer dostu varmış. Oğlu, bir gün babasına sormuş. Baba, arkadaş, ahbap, dost dediğin insanlar arasında ne fark var? Baba, değer dostluğunu anlatmak için, bir koyun kesmiş, eti bir çuvala koymuş. Oğluna, bir çuval et veren adam, bunu filan arkadaşıma götür, şunları da söyle demiş. Çocuk, babasının arkadaşının evine gitmiş, kapıyı çalmış, "Amca, babam birini kesti, doğradı, adamı bu çuvala koydu, sen bu kanıtı ortadan kaybedecekmişsin." der. Çuvaldan damlayan kana bakan adam, "Git oğlum, ben senin babanı tanımıyorum." der. Çocuk eve döner, durumu babasına anlatır. Baba, çuvalı ahbabına gönderir. O da, çocuğu tersleyip geri çevirir. Adam, çuvalı bu kez değer dostu olan adama gönderir. Çocuk, iki adama söylediğini, ona da söyler. Ya, öyle mi diyen adam, çuvalı çocuğun elinden alır, çocuğun yanağına hafif bir sille vurur: babana selam söyle, bu et rakıyla iyi gider, der. İlkeli dostunu iyi tanımış olan değer dostu, onun böyle bir pislik yapmayacağını bilir. Böyle insanlara köşe taşı denilir. Kendine özgüveni yüksek, yüksek ahlaklı, insanı ve doğayı seven çocuklarımız bu kişilik özelliklerine sahip insanların rehberliğinde, onlarla özdeşleşerek yetişir.

Ülkemiz, büyük Atatürk'ün dediği gibi, muassır medeniyetin üstüne ancak bu şekilde çıkar. Para- pul için her tür fırıldağı çevirip, belli bir rahata erdikten sonra, ahlakcı kesilenlerden tiskinmemek elde değil. İlkeli insanın ne yapacağı ne yapmayacağı az- çok bellidir, bilinir.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

22. Yazı - Yaşar Günel - 30 Mart 2012
YAZMA ÜSTÜNE-1

Ortaokul yılarında; bana, ilerde ne olmak istiyorsun ? diye sorduklarında, yazar olacağım, diyordum. Herkesin doktor, öğretmen, polis olacağım, dedikleri o dönemde benim, yazar olacağım, sözüm, o günler için soyut bir ifade olsa da, zamanla anladım ki bu bir iç sesti. İçimden bir ses, ben elime ne geçerse okudukça, oku, daha da oku! diyordu. Bu okuma temposu, beni yazmaya da itti. Tabiî, yazma olayı, okuma gibi değildi. İşin içine girince, farklı boyutları da olduğunu, âmiyâne tâbirle, yamukluklar görerek az-çok öğrendik. Yazma serüveninde yamuklukları aşmanın, orijinal eserler çıkarmanın en önemli faktörlerinden bir de "para" Bir kitabın 20- 25 liraya satıldığı bir ortamda, ayda sekiz-on kitap alıp okumak, gazete taramak, derlediklerini kendi imkânlarına güç belâ bastırmak kolay mı?
o
Zar- zor bastırdığım kitapların seren camını (sürecini) yazsam, başlı başına bir kitap olur. Bir ara Türk Tarih Kurumu'nda gazete tarıyordum. 1940 yılı Akşam Gazetesi'nin iki günlük sayısını CD'ye attırdım, 15 lira tutmuştu. Görevliye, bu gazetenin bir yıllık sayısını CD!ye attırsam, ne kadar tutar, dedim; 250 TL, dedi. Düşünün, on yıllık bir gazeteyi taramak istesen, iki bucuk milyar tutacak. Geçineceksin, kitap alıp okuyacaksın, yazacaksın, bastırmaya para bulacaksın ya da finansör,zor iş;ayrıca, önündeki mânevi engelleri de aşacaksın!?. Birkaç yayım evinin kapısını da çaldım. Adamların dedikleri şu: bu halk kitap okumuyor, kardeşim. Sen, Allâme-i cihân olsan, orijinal şey de yazsan, basamayız. Biz, genelde şöyle çalışıyoruz:yaar, itabını, ham hâlinde getirir, biz düzenlemelerini yapar, yazara, şu kadara basarız, deriz. Yazar, basım ücretini öder, dağıtımı da biz yaparız, para dönerse yazara öderiz. İsim yapmış, kamuoyuna mâl olmuş bir yazar, yazdığı kitapta, üç yüz sayfa, havada kuş uçuyor, yazsa, kitapları kpış kapış gider;iyi niyetle yola çıkmış bir yazar bize kazandırmaz ki kitabını basalım.

Yazmak, yaz emir fiiline, mak mastarı eklemek, her dönem kolay olmamış, çulsuzlar için, tabiî. Kemal Tahir, otobiyografik bir eserinde Karılar Koğuşu, "İlle de parasızlık" der. Ahmet Rasim, evinden yayımcıya ya da arkadaşlarıyla oturup sohbet ettiği kahveye giderken, Maltepe tren güzergahından geçermiş. Tren geçtiği an, tanıdıklar görüp alaya almasınlar diye, tren geçene kadar bir direk ya da çalı arkasına saklanırmış. Mehmet Rauf anılarında, yazma serüvenini şöyle anlatır, bir de veciz sözle ders verir: Okumayı yazmayı seven birkaç arkadaş bir araya gelip yayımcılığa atıldık. Sevinçliydik. Şu kadar dergi basarız, şu kadar satar. Yazdığımız kitaplar satıştan şu kadar para gelir, yeni kitaplar alır okur, yeni kitaplar yazarız, dedik. Dergiyi basıp bayilere gönderdik. Kitaplarımız basıp dağıtıcılara verdik. Verdiklerimiz aynen, geri iade edildi." der;sonra, "arkadaş, bu ülkede;kasap ol, bakkal ol, berber ol, manav ol da yazarlığa heves etme" der. Sonra da ekler; "bu ülkede yazarın kitaptan geçinmesi için yüz yıl gerekir." Cemil Meriç de bir eserinde, okuyup yazanın, bir bakara oyuncusu (kumarbaz) kadar itibarı olmadığını gördüm, der. Bu bölümü, İncil'den bir sözle bitireyim: Hiç kimse, kendi şehrinden, ülkesinden peygamber çıkmaz, kabul görmez, der, haklı mı?

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

21. Yazı - Yaşar Günel - 25 Mart 2012
HAYVAN DOSTLARIMIZDAN - 3

Gecekondumuzun önünde iri ve tatlı meyveler veren kaysı ağacımız vardı. Beyaz tüyleri olan, bir de kedim vardı, adı: Pamuk. Ben evin balkonuna oturduğumda, Pamuk'ta, bu kaysı ağacının dibine oturur, benden yiyecek bir şeyler beklerdi. Bir gün saksağanın biri, bu kaysı ağacına kondu, sonra da cak- cak- cak diye bar bar bağırmaya başladı. Pamuk, ona aldırmadı. Pamuk'un aldırmadığını gören saksağan, ağacın, dalların ayrıldığı gövde kısmına kadar indi, tam kedimin başının üstüne geldi, Pamuk'a serenatlar (!) düzmeye başladı: cak- cak- cak... Bu bağırtının, ardı arkası kesilmiyordu. Pamuk, kes sesini, dercesine, aslan (!) gibi kükredi amma, saksağan onun bu uyarısını dikkate almadığı gibi, işi daha da azıttı, Pamuk'a bir pike dalışı yaptı. Pamuk, sinirle saldırdığında ise, o, bumerang gibi bir dönüş yaptı, tekrar, ağacının gövdesinden dalların ayrıldığı yere kondu, yine nakaratlarına başladı: cak- cak- cak... Kafası şişen Pamuk, hızlıca ağaca, miyavlayarak (herhâlde, kedice, sen çok oldun, dedi) çıktı. Saksağan, bir üst dala geçti. Bir beş dakika, ağacın üstünde kedi kovaladı, saksağan daldan dala geçti. Pamuk, amaan, bu saksağanla uğraşılmaz, miyavlamasıyla ağaçtan inmeye kalktığı zaman, saksağan, Pamuk'u, gagasıyla gagalıyor tekrar peşine takılmasına yol açıyordu. Bir aşağı bir yukarı bu kovalamaca devam etti. En sonunda, Pamuk, lânet olsun sana, dedi, saksağanın peşini bırakıp ağaçtan indi. Saksağan, Pamuk'u ağacın altında da bırakmadı, gagalamaya çalışıyordu, oynayalım, diye. Pamuk, baktı ki, evinde de olsa rahat yok, bahçe duvarından indi, asfalttan karşıya geçti, gözden kayboldu. Bu olayı, nasıl yorumlarız?

Saksağana, HIRSIZ dedim!?. Neden? Saksağanların kaşık, çatal, küpe kolye, elmas v.s gibi parlak renkli, özellikle de beyaz renkli olanlara karşı zaafı olduğunu okumuştum. Bir ara Türk Tarih Kurumu'nda gazete tararken, İngiltere çıkışlı bir haber okumuştum. Londra'da, kır yürüyüşüne çıkan adamın biri, merak ettiği bir saksağan yuvasına gidip baktığında, adamın tâlihi bir anda dönmüş. Adam, saksağanın yuvasında çatal, kaşık, küpe dışında, değeri çok yüksek bir elmas bulur. Adam, o günlerde, 1945'li yıllar, elması satar, büyük bir servete konar. O sene, bu olaydan etkilenen İngiliz vatandaşlarından bir kısmı, İngiltere'deki saksağan yuvalarını yol etmişler. Bu adamdan sonra, yeni bir elmas bulan olmuş mu, Akşam Gazetesi'nin sonraki sayılarında bununla ilgili bir yazı yoktu.

Hayvan dostlarımızın hayatımıza katkısı olduğu gibi olumsuzlukları da mevcuttur. Meselâ, bu gün insanlarda görülen birçok mikrop, hayvanlardaki mikropların genetik değişime uğramasıyla insanları konak olarak kullanmaya başlamışlardır. Mikroplar, adlı bir yazıyla bunu da yazarız. Bu yazı vesilesiyle üç kitap önereyim. Nice, Böyle Buyurdu Zerdüşt, adlı kitabında, damda gezinen kedileri sevmem, der. Sadi de Bostan Ve Gülistan adlı eserlerinin birinde, kedilerin kanadı olsaydı serçeler bitmişti, der. Bu üç kitabın her birini dört kez okudum, herkese bu kitapları öneririm. Saygılarımla.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

20. Yazı - Yaşar Günel - 22 Mart 2012
HAYVAN DOSTLARIMIZDAN -2

Yürüyüş yapmayı seven biriyim. Her yürüyüş yaptığımda, vücudumdaki negatif enerjinin, güneş karşısında eriyen karlar gibi eridiğini, dağıldığını hissederim. Bir gün, Ankara'da, Kurtuluş Parkı'nın içinden geçerken, bir olay dikkatimi çekti. Kurtuluş Parkı'nın, Dikimevi istikametindeki girişinde bulunan büfelerin önüne geldiğimde, bir saksağanın, büfenin yanında bulunan masalardan birinin üstünde, kubara kubara dolandığını gördüm. Bu, ne yapıyor yahu? diye söylendim.

Saksağan, masanın üstüne bırakılmış olan, huni şeklindeki, üst tarafı yırtılıp atılmış, dip kısmı kalmış olan, bir dondurma külâhı ile âdeta cebelleşiyordu. Saksağan, gagasını dondurma külâhına sokmaya çalışıyor, külâh, bu itmeyle masanın kenarına doğru gidiyordu. Büfenin yanındaki masanın tam karşısındaki banka oturup, daha önce hakkında epeyce yazı okuduğum saksağanı seyretmeye başladım: ne yapacaktı, acaba?

Saksağan, dondurma külâhını iteleyip dururken, dondurma külâhı masanın üstünden, yanındaki sandalyenin üstüne düştü, oradan da yere. Dondurmadaki tadı almış olan saksağanda masadan, önce sandalyenin üstüne indi sonra da yere. Yere inen saksağan, tekrar gagasını külâha sokmaya çalıştı. O, gagasını, külâhın içine doğru uzattığında, külâh geri geri gidiyordu. Hırsız saksağan, külâhın dip kısmındaki dondurmayı yemeyi başaramayacaksın, dedim ama yanıldım.

Gagasını dondurma külâhına sokup, dondurmayı bu yolla yiyemeyen saksağan, dondurma külâhının arka kısmına geçti, ayağının birini, dondurma külâhının dip kısmına bastırdı, külâhı ayağıyla sabitleştirdi, sonra da, gagasını külâha sokup dondurmayı yemeye başladı. Bir müddet dondurmayı bu şekilde yiyen saksağan, dondurmanın dip kısmına yine ulaşamayınca, bu sefer de gagasını dondurma külâhına iyice soktu, sonra da, gagasını açtı, külâhı genişletti, dondurmaya yine ulaştı. Bu şekilde de külâhın dibindeki dondurmayı tam olarak bitiremeyen saksağan, benim şaşkın şaşkın bakışlarıma aldırmadan, külâhın ön kısmına geçti. Bu sefer de, külâhın ön kısmına bastı, gagasını, bir mızrak saplar gibi, dondurma külâhının arka kısmına batırıp çıkarmaya başladı. Külâhı delen saksağan, yine gagasını açtığı yere sokup, çenesini esnetip yırtığı genişletti, kalan dondurmayı da yedi, bitirdi. Sonra da, bana hava atar gibi kubara kubara masanın çevresinde dolaştı. Sonra da, yanıldın Yaşar bey, der gibi, yine kubara kubara çamların içine doğru yöneldi. Cam ağaçlarının içinden geçen saksağan, benim, arkasından şaşkın şaşkın bakmışlarımın nezaretinde, bodur çalıların arasında kayboldu.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

19. Yazı - Yaşar Günel - 13 Mart 2012
HAYVAN DOSTLARIMIZDAN -1

İsmini, şimdi hatırlayamadığım bir düşünür, "insanları tanıdıkça, hayvanları daha çok sevdim, onları insanlardan, kendime daha yakın buldum," der. Niche olabilir. Bir hayvan sever olarak, bir-iki gözlemimi yazacağım. Bu yazıda kısmen değinilen konuları da zaman içerisinde işleyeceğim: mesela, sevgi...

Temizlik işçisi olarak çalıştığım dershanenin bulunduğu bina on katlı olup, bu binanın 15-20 metre boyunda, dar bir havalandırma boşluğu bulunmaktadır. Bir gün merdivenleri çıkarken, dördüncü katta kantini çalıştıran, Erçin beyle, asma katta karşılaştım. Erçin adlı arkadaş, asma kattan, havalandırma boşluğuna açılan pencereyi açmış, bir şeyler yapıyordu. Ne yapıyorsun Erçin bey? Dedim. Dayı, aşağıda yavru güvercinler var, onlara ekmek doğruyorum, dedi. Dershanede, bana dayı diye hitap ediliyor. O an, tarih dersi bitmiş, on dakika sonra matematik dersine girilecek olan bir sınıfı temizliğini yapmam gerektiğinden hızlıca beşinci kata çıktım. Tabiî, iki yavru güvercini merak ettiğimden pencereden anlık olarak uzanıp baksam da yavru kuşları göremedim.

Sonra, müsait bir anımda, dördüncü katın merdiven basamaklarından, apartman boşluğuna açılan pencereyi açtım, aşağıya baktım, yine yavru kuşları göremedim. Kuş muş yok, Erçin benimle dalga geçmiş, diye düşündüm ama Erçin bey öyle biri değildi. Kaldı ki, benim dershanedeki diyaloğum öğrenci-öğretmen-çalışan da olsa, protokol ilişkisi içindedir: gereksiz davranışlardan, şakadan, dalgadan hoşlanmam.

Bir ara asma kata indiğimde, güvercinler aklıma geldi. Havalandırma boşluğuna açılan pencereyi açtım, görünürde kuş yoktu. Havalandırma boşluğunun tabanında pet şişe, izmarit, boş sığara kapları, doğranmış ekmekler vardı ama yavru kuşlar ortalıkta yoktu. Havalandırma boşluğunda, her katın bittiği hizada, küpeşte çıkışları bulunuyor, herhâlde, bu kuşlar yavru değil, bu dikine giden tünelden çıkacak kadar büyüktü, diye düşündüm. Tam, pencereyi kapatıyordum ki, viik, diye bir ses işittim. O da ne? dedim. Başımı, pencereden iyice uzatıp boşluğun tabanını, radarla tarar gibi, gözlerimle taradım.

Arşimet'in, suyun kaldırma kuvvetini bulduğunda bağırdığı gibi, buldum, kuşlar burada! dedim. Evet, kuşlar oradaydı. Yavru kuşlar, pencerenin açılma sesinden tedirgin olmuş olacaklar ki, asma katın, havalandırma boşluğuna doğru çıkıntı yapan küpeştenin altına gizlenmişlerdi. Dostlarımı görünce sevindim: kara- kura, iri bir civciv büyüklüğünde iki kuş.

Sonra, başımı pencereden iyice uzatıp yukarıya, havalandırma boşluğunun çıkışına baktım. Üste, havalandırma boşluluğunun çatı kısmındaki cam kırılmış ve ana-kuş oradan aşağıya inmiş yumurtalarını bırakmış. Havalandırma boşluğunun koridoru o kadar dardı ki, ana kuşun oradan nasıl inip çıktığına şaştım.

O günden sonra, ara sıra havalandırma boşluğunu kontrol etsem de, bir kez bile olsa, ana kuşun oradan inip çıkışına rastlayamadım. Internet ortamında izlediğim belgesellerden esinlenerek, keşke kameram olsa da, ana kuşun o boşluktan inip çıkışını kaydedebilsem, diye içim burkularak düşündüm. Bir ana-kuş, 15- 20 metre derinliğinde olan, gayet dar bir havalandırma boşluğuna yumurtlayıp yavrulaması ve her gün, ölümü göze alarak, o boşluğa inmesi nasıl îzah edilebilir? Sevgi mi? İçgüdü mü? Bu ve bundan sonra yazacaklarım içgüdüyse, peki, sevgi nedir? Ana kuşa kendi canını tehlikeye attıran dürtü ne? Şunu da belirteyim ki, havalandırma boşluğunda 3-4 tane de kuş leşi var, birkaç da kırık yumurta. Ya bu kuşlar buraya yumurtladı, bu kuşlar büyüdü, çıkmadı, burada öldü kaldılar ya da, kuşlar biraz büyüdüler, anne kuşun başına bir iş geldi, yavru kuşlar büyüseler de, bu dehlizden çıkacak beceri, kanatları, tecrübeleri olmadığı için öldüler. Ya da ana kuş, havalandırma boşluğunun duvarlarına kanat manevraları yaparken çarpıp öldü ya da ana kuş hastalanıp orada öldü.

Bu kuşlara, tüylerindeki renk farklılıklarından dolayı Gündüz ve Gece ismini koydum. Gündüz ve Gece şimdilik yaşıyorlar ve keyifleri yerinde. Ben de ara sıra onları kontrol ediyor, bazen havalandırmanın üst çıkışına bakıp analarımızın, "yemedim yedirdim, içmedim içirdim," sözünü hatırlayıp sevgi ve içgüdü farkını ve birbirleriyle bağlantısını düşünüyorum. Bu bir özveriyse, bu özveri iradi mi? Ee, hayvanda akıl yoksa, bu irade neyin nesi? Bu içgüdüyse, sevgi ne? Özveri kavramı, antropolojik olarak insana has bir kavramsa, ana-kuşun bu davranışı, sadece içgüdüyle izah edilebilir mi?

Antropolojide, ananın attığı bir canlının başka bir ana tarafından kabul edilip bakılmasına, tekleme, denir. Bu, zamanla, ilk organizmalardan genler vasıtasıyla insana intikal ettiği iddia edilir. Özveride de, içgüdüsel temeller var mı? İçgüdüsel özveriyle, insani özveri nasıl ayrılacak?
Kısaca, sevgi nedir?
Saygılarımla.

Yaşar Günel

----------------------------------------------

18 Yazı - Yaşar Günel - 21 Şubat 2012
BİR DEYİM VE BİR KAVRAM

Bir yazımda, labirent kavramını yazmıştım. Bir önceki yazıda da, Augeas'in Ahırı'nı. Labirent kavramı ve Augeas'un Ahırı deyimi nasıl ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Tarihte birçok şey, ilk kaynağından çıktıktan sonra, kültürel yayılma (düfüzyon) yoluyla, zaman içerisinde tüm insanlığa mal olmuştur. Mesela, çatal-bıçak Roma'dan. Patates, ABD'de-Meksika'dan. Eşek, kedi Mısır'dan. İnek, Anadolu'dan. Köpek, Güneydoğu Asya'dan. Mısır, ABD-Meksika. Buğday,arpa, Bereketli Hilal. Kahve, Etopya'dan yayılmıştır. Kavimlerin zorunlu yer değiştirmeleri, ticaretin gelişmesiyle, sadece evcilleştirilmiş bitki ve hayvanlar yayılmadı, iyi- kötü değerler de yayıldı. İşte bunlardan ikisinin yayılması.
Bazı yerlerin aşırı kirliliği ya da bazı ruhların hiçbir şeyden tiksinmemesi durumu, Augeas'in Ahırı gibi deyimi ile anlatılır. Hikâye şu: Elis yöresinin kralı (Anadolu'dan Suriye'ye kadar uzanan torak parçası) Augeas'in, yıllardır temizlenmeyen, içinde üç bin büyükbaş hayvanın barındığı bir ahırı vardır.
Ahır yıllardır temizlenmediği için, gübre yığını içindedir. Tarlalara gübre serpilmediği için de, ürünler verimsizdir. Kral Augeas, ahırını temizlemesi için kimi çağırdıysa, başaramaz. Bu iş, Heraklet'e (Herkül, Tanrı Zeus ile Alkmenin oğlu) verilir. Amaç pisliği temizleyemeyecek olan Heraklet'in itibarını sarsmak. Heraklet, rivayete göre, Dicle ve Fırat ırmaklarının yataklarını değiştirerek, ahırın içinden geçirir, ahırı temizler. Kral, Heraklet'le yaptığı, ahırı temizle, büyükbaş hayvanların onda biri senin anlaşmasına uymaz. Heraklet'te, kralı öldürür. İşte buradan, bazı kirli durum ya da ruhlar için, Augeas'in ahırından daha kirli denir. Benzer bir hikâye, Mevlana'dan: Mevlana, adamlarıyla beraber, bir mezbahanın yanından geçerken, adamlar, mezbahadaki deri, et, gübre ve pislik akan dereyi göstererek:üstat, akan pisliğe bak, derler. Mevlana da: Siz, bazı insanların içinden akan pisliği görseniz, bu su ondan durudur, der. Labirent kavramının, nereden neş'et ettiğini de yazalım da, bu yazıyı okuyanların mitolojiye merakı artsın, araştırsın, okusun.
Labirent dolambaçlı ev anlamına gelmektedir. Yunan mitolojisinden neş'et etmiştir. Atina şehir devletini Kral Ageus'us yönetmektedir. Theseus da, Ageus'un oğludur. Girit'i ise Kral Minos yönetmektedir. ( Ortaokul tarih kitaplarında okuduğumuz, antik minos uygarlığı) Atina şehir devletine, babası Kral olan Theseus, Amazonların kraliçesi Antipe'i kaçırır. Amazonlar, bizim Samsun Bafra tarafından yaşadıkları iddia edilir. Theseus'un, Antepe'den, Hıpolyte adı konulan bir oğlu olur. Amazonlar, Kraliçeleri Antipe'nin kaçırılmasına kızar, Atina'ya saldırırlar. Amazon Kraliçesi Antipe, bu saldırı anında, Atina yakınlarında ölür.
Girit Kralı Mınos, her yıl ülkesindeki en güzel boğayı, denizler hâkimi Posiedon'a sunmaktadır. O yıl, Mınos, Girit'in en güzel beyaz boğasını, Pasiedon'u kandıracağını sanarak sunmaz. Posiedon buna çok sinirlenir ve Mınos'un karısı olan Pashae'yi beyaz boğaya aşık eder. Beyaz boğanın aşkından deliye dönen Pashae, sıkıntısını, zanaatkar Deodulus'a acar. O da tahta'dan bir inek yapar, Pasiphae bu tahtadan ineğin içine girer. Beyaz boğayla birlikte olur. Bu beraberlikten başı boğa, gövdesi insan şeklinde olan Mınostrous doğar. Kral Mınos, zanaatkar Doedolus'a, bu acayip mahluku saklayacak bir yer yap, dışarı çıkmasın! Der. Zanaatkâr Doedolus, Labirent, dolambaçlı evi yapar; insan eti de yiyebilen Mınosotorus, o labirente konur.
Mınos Kralının oğlu Atina yakınlarında öldürülünce, Kral Mınos öfke kusar Atina'da, kuraklık kıtlık oluşur. Atinalılar, Mınos'un bu öfkesini yatıştırmak için her dokuz yıl da bir, kurayla seçtikleri 7 erkek 7 kız genç Mınostrous'a yem olması için Girit'e verirler. Atina'da, Girit'e gidip, labirentte yaşayan Mınostrous'a yem olacak çocukları taşıyan gemilere siyah bayrak asılmaktadır. Atinalı çocuklar Labirente konulunca, çıkış yolunu bulunmamakta telef olup gitmektedirler.
Atina Kralı Ageus'un oğlu Theseus, Labirent'te yaşayan Mınostrous'u yok etmek için yola çıkar. Baba Ageus, oğlum, Girit'ten sağ olarak dönersen gemine beyaz bayrak çek, der. Theseus, Girit'e varınca, Girit Kralı Mınos'un Kızı Arıodre O'na âşık olur, labirentte yolunu kaybetmemesi için ip verir. Thesaus,bu ip sayesinde labirentte yani, dolambaçlı evde yolunu kaybetmez, Mınostrous'u öldürür. Girit Kralı Mınos'un kızı Arıodreyi'de alır, Atina'ya doğru yola çıkar. Theseus yolda beyaz bayrak çekmeyi unutur. Baba Ageus, Atina'ya doğru yanaşan gemideki siyah bayrağı görünce oğlu Thesus'un, Labirentte, Mınostrous'a yem olduğunu düşünür, kendini kayalıklardan aşağı atar. Bu arada Thesaus, Girit Kralı Mınos'un kızı Ariodra'yı yolda bırakır. İşte, labirent, dolambaç bu olaydan ortaya çıkmıştır.
Ali hoca, site başlığına koyduğun Montesquie'nin vecizesi de enfes:Bir kişiye yapılmış haksızlık, bütün topluma yönelmiş bir tehdittir. Bu söz, Tomas More'nin Ütopyasında ya da Francis Bacon'un Kayıp ülke Atlantis'inde karşılığını bulur, bizde değil. Bu konuyla ilgili bir yazı da, süreç içerisinde gelecek. Herkese saygılar.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

17. Yazı - Yaşar Günel - 12 Şubat 2012
SIRADANLIK BULAŞICIDIR / BUNALTIR

Bir gün, bir bankada fatura kuyruğundayken, koltuğumun altında taşıdığım, Hintlilerin, kutsal metinlerinden olan, Upsinhadlar'ı açıp okumaya başladım. Yanımda oturan şahıs, sağına soluna bakarak:
-Ağabey akıllı yahu, zamanı nasıl geçireceğini biliyor, dedi, çevremizde bulunanlara.
Sonra da sormaya başladı:
-Öğretmen misin?
-Değilim.
-Nerelisin?
-Gümüşhaneliyim.
-Gümüşhaneli filanca müteahhit var tanır mısın?
-Yok, tanımam.
-Ne iş yaparsın?
-İşim yok.
-Seni, Gümüşhaneli filanla tanıştırayım, iyi adamdır, sana iş bulur. Nerede oturuyorsun?
-Cengizhan mahallesinde.
-Vay be, âbi be, benim emmimin oğlu da orada oturur, tanır mısın? Adı Süleyman.
-Tanımam. Uzun boyludur, sitelerde mobilyacıda çalışır.
Adam, habire isim sayıyor, tanıyıp tanımadığımı soruyor. Hatta bazen, bazı isimler için, tanıman lazım! diyerek, sitayişte bile bulunuyordu.

Bu adamın, sıradan konuşmalarına kulaklarımı tıkadım, Alman Filozofu Arthur Shopenhauer'in Aforizmalar kitabındaki şu sözü anımsadım:
"Özellikle ahlaki ve entelektüel açıdan geri kalmış iki kişinin, birbirlerini ilk bakışta tanıdıklarını, gayretle birbirlerine yanaşmaya çalıştıklarını, birbirlerini dostane selamlayarak, sanki eski dostlarmış gibi birbirlerine doğru koştuklarını gözetlemek dikkat çekicidir. O kadar dikkat çekicidir ki, günümüzdeki ruhun, yeniden doğması öğretisine uygun olarak (Reankarnasyon), bunların daha önceki yaşamlarında dost oldukları düşünüle bilinir. Zihinsel dünyası zengin tek bir insanla, ilişki yeterli olabilir. Sıradan insan uyumlu ve arkadaş canlısı olur;çünkü, bunun için başkalarına katlanmak, kendi kendine katlanmaktan daha kolaydır. Kendi köşesine çekilmek değerliliğin ve seçkinliğin kanıtıdır."

16 Mart 1920'de, İstanbul, emperyal güçler tarafından işgal edilir. Aydın, bürokrat, askerlerden oluşan bir gurup insanımız, İngilizler tarafından Malta Adası'na sürgüne gönderilir: Şükrü Kaya (daha sonra başbakanlık yaptı) Yunus Nadi (gazeteci) , Salah Cimcoz( daha sonra vekil, gazeteci), Ali Çetinkaya (daha sonra bayındırlık bakanı), Süleyman Nazif (şâir-yazar) ve diğerleri... İlk tutuklanma kâfilesinde yer almayan Ubeydullah efendi de, ikinci tutuklama dalgasında Malta'ya gönderilir. Ubeydullah efendi, Meclisi Mebusan'da ve Cumhuriyet Meclisimizde vekil olarak görev yapmıştır. Ubeydullah efendi, Malta'ya ulaşıp da, o dönemin seçkin kişilerine kavuşunca, "Şükür kavuşturana, İstanbul'da adamsızlıktan patladım be!" der. Derken, İngilizler, Ubeydullah efendiyi, serbest bırakırlar. İstanbul'a dönen Ubeydullah efendi, sohbet edeceği kalburüstü bir adam bulamaz. İstanbul'da herkes, para, geçim, para konuşuyordur. Ubeydullah efendi, İşletişim yayınlarından çıkan anılarında, avamın arasında fazla kalan havas da, bir müddet sonra avamlaşmaya başlıyor, der. İngilizler, tekrar Ubeydullah efendiyi tutuklar, Malta'ya sürerler. Matladaki İngiliz gardiyanlar da Ubeydullah efendiden bıkmışlardır:sert, gözü pek, dünyayı gezmiş, bilgisi görgüsü fazla biridir. İngiliz gardiyan, Türk tutsakların koğuşuna girer, sizin deli geliyor der. İçeridekiler, Ubeydullah'ın geldiğini anlar, hem üzülür, hem de seviniriler. Sevinirler, bilgili, gözü pek bir arkadaşları gelmiş, sohbetlerine çeşni katacaktır. Üzülürler, bir arkadaşları daha, İngilizlere esir düşmüştür. İstanbul'un kuru kalabalığından, seçkin insanların arasına düşen, Ubeydullah efendi, "Şükür size kavuştum, İstanbul'da adam kalmamış der, adam'Ubeydullah efendinin anılarını mutlaka okuyunuz.

Etienne de La Boitie'nin, 'Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev" adlı kitabından. Sayfa: 48: Lidya, devrinin zengin bir ülkesidir. Yunan kralı Kyors, Lidya'yı ve başkentleri olan Sardes'i ele geçirmek için saldırır. Lidya ve başkenti Sardes düşer. Yunan kralı Kyros, Lidya kralı Kroisos'u, esir olarak yanına Yunanistan'a götürür. Lidya, Yunanlı askerlerin denetimindedir. Lidya haklı bu duruma katlanmaz isyan eder. İsyan, askerle bastırılır ama, bu iş Yunanlılara pahalıya mâl olur. Bir müddet sonra, tekrar isyan başlar. Yunan kralı, çareyi Lidya halkının sıradanlıkların peşine düşürmekte bulur. Lidya'nın belli başlı kentlerinde genelevler, gazinolar, eğlence merkezleri açılır. Halkın bunlara talebi artıp, Yunan'a karşı direnç düşünce, Yunanlılar, sıradanlıkları daha da yaygınlaşıştırlar:genelevler, gazinolar, eğlence merkezleri çoğalır, Kyors'da Lidya ve Sardes'te asker bulundurmaktan kurtulur.
Sıradanlık bulaşıcıdır, bunaltıcıdır. Sıradan insanın istek tutkuları da sıradandır. Euripedes, Bakaların İsyanı adlı kitaptan. Sayfa, 62: İnsani tutkular, Tanrıya yakışmaz. Upanişahadlar, sayfa: 131:keyifle, boş olma, aynı şeydir. Sayfa:169 istekler yanılgıyla örtülmüştür. Yanılgı, gerçek isteklerin üstünü örter. İnsanlar Om'u (huzur) bulmak için uğraşırlar, yanılgılar (sıradan istek ve arzular) onu buldurmaz.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

16. Yazı - Yaşar Günel - 07 Şubat 2012
DOĞRULUK HASTALIĞI
(Hatun Aydoğan'ın Bir Yazısı Üstüne)

Bir yazımda, toplumdaki çürümeyi simgeleyen kiracı olayından bahsetmiştim. Hatun Aydoğan da, benzer sıkıntıdan muzdarip olduğundan bahsetmiş, tüm ortam ve koşullarda dürüst olmak, başlıklı yazı göndermişti.

Tüm ortam ve koşullarda dürüst olmak, idea (fikir) olarak iyi, fakat realitede geçerliliği yok. Bu yazı bana, toplumda kaybolmuş olan bir hastalığı çağrıştırdı. Bu hastalıktan sanırım Ali hoca da muzdarip: "Doğruluk Hastalığı." Bu hastalığı, Türkiye'de, ruhsal hastalıkların müessesleşmesinde, büyük katkısı olan, Bakırköy Akıl Hastanesi'nin de kurucusu da olan Mahzar Osman'dan okumuştum.

Tevfik Fikret ile Mahzar Osman samimi iki arkadaşlardır. Tevfik Fikret, Hatun Aydoğan'ın dediği gibi her ortamda dürüst davranışlar sergileyen biridir. İki yüzlülükler, fitneciler, çıkarcılar, dost mu düşman mı olduğu belli olmayan, çıkara göre davranış sergileyen tipler. İnsan, nasıl bu kadar bozulabilir? diyen Tevfik Fikret'i çileden çıkarır. Tevfik Fikret, Hisar sırtlarındaki Aşiyan'a çekilir. Bir gün Tevfik Fikret, Mahzar Osman'a:
-Hoca, benim hastalığım nedir? Bu hastalığın tıptaki adı nedir? diye sorar.
Mahzar Osman:
-Dostum, senin hastalığına tıpta doğruluk hastalığı denir. Bu kadar kendini zorlama, der.

Toplumdaki sosyal çürüme, çeşitli nedenlerden dolayı çoğaldığı ortamlarda, bu hastalığa yakalananların sayısı gittikçe azalır. Ruhu, Auğıas'un ahırından daha kirli insanların kol gezdiği sosyal şartlarda, her ortamda, dürüst olmak ve öyle kalmak kolay değildir.
Ömer Seyfettin'den, hayali de olsa, sosyal mesajlar veren kısa bir hikâye:

Ülkenin birinde okumuş üç beş kişi bir araya gelmişler ve halka:
-Bir süre sonra susuzluk olacak, sonra da yağmur yağacak. Bu yağmur suyundan içenler delirecek, herkes, su tedarik etsin, demişler.

Buradaki delirme, bazı kavramlara farklı anlamlar yükleyerek davranışlar sergilemedir: sosyal çürüme... Derken, bir susuzluk yaşanır. Ardından yağmur. Bu yağmur (değerlerin bozulması) suyundan içen herkes, okumuş kesimden farklı davranışlar sergilemeye başlarlar. Okumuşların da suyu azalır. Okumuş, birkaç bilge sokağa çıkıp da toplum yararına davranış sergilediklerinde, halk, "Delilere bakın!" der.

Değer yozlaşmasının yaygınlaştığı bir ortamda, günlerce sıkıntı çeken, bu okumuş üç beş kişi, bir araya gelir ve:
-Bu kadar deli içerisinde akıllı olmak deliliktir, getirin şu sudan (değerlerden) biz de içelim, derler.
Sosyal çürümenin kol gezdiği ortamlarda, her şartta dürüst kalmak için altyapı olması lazım. Yani, kimseye muhtaç olmayacak para, entelektüel birikim ve öyle bir çevre; sıradanlıktan hoşlanmayan, kurnazlığı, açıkgözlülüğü, fırsat düşkünlüğünü kâr olarak, kişilik hanesine yazmamış, bir şahsiyet, tabiî, temiz bir gen!

Avrupa'da, bir dönem filozoflar, ahlakın payandalarını tartışırken, bir filozof:
-insan, ne şartta olursa olsun yalan söylememeli, der.
Başka bir filozof da şöyle der:
-Arkadaş, sırtında para çuvalıyla, gece yarısı bir ormandan geçiyorsun. Yolda, bir gurup eşkıya önünü keser, sırtındaki çuvalda ne var? diye sorar. Para var desen eşkıya belki para için seni öldürecek. Yok, yiyecek ve giyeceğim var desen, belki eşkıya sözüne inanacak, seni bırakacak, ama o durumda da yalan söylemiş olacaksın.

Her ortamda, her şartta dürüst kalmak kolay değildir. Tevfik Fikret'in rahatsızlığı olan "Doğruluk Hastalığı" bu kişiliğin tezahürü olarak ortaya çıkmıştır.

Ben şöyle yapıyorum:
Düalist (ikircikli) davranış sergileyenlerden,
Laf getirip götürenlerden,
Bir gün söylediğini çıkara bağlı olarak bir başka gün yalanlayacak davranış sergileyenlerden,
Kadın ve kadına bağlı olarak sülale kölesi olanlardan,
İnsanî değer yargılarını dejenere edenlerden,
Okumayanlardan zorunlu merhaba dışında uzak duruyorum.

Konu uzun aslında, ama kısa keseyim. Bu yazıda geçen, Ağıus'ın ahırı ve daha önceki yazımda bahsettiğim labirent kavramlarının ortaya çıkışını, Ali hocanın himmetiyle (izin vermesiyle) yazacağım. Birçok örnek vererek konuyu daha da açmak isterdim, ama Ali hoca, Abdülhamit'in sansürcü başı gibi, "Kısa yaz!" dedi.
Umarım meramımı anlatabilmişimdir

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

15. Yazı - Yaşar Günel - 01 Şubat 2012
YAŞAMI MANALANDIRMAK

Aşık Veysel'in dediği gibi, iki kapılı bir handa yaşıyoruz. Dünya denilen yer bir han. İnsanlar ise az da yaşasa çok uzun süreli de yaşasa, bir gün gelip bir bilinmeyene doğru terk-i hayat edecek bir yolcu. Önemli olan bu handa öylesine yaşayıp gitmek değil, yaşamı manalandırmaktır.
On yıl önce emekli olmuş olan biri, bir gün, yahu Yaşar, zaman geçmiyor, dedi. Ben de, o zaman yaşamı manalandır oku - yaz, sanat veya sosyal bir faaliyetle uğraş, dedim. Elin adamı doksan yaşında yaratıcı olur, bizim bu büyüğümüz altmış yaşında içten emekli olduğu gibi ruhen de emekli olmuştu. Evde boş yuva sendromu yaşıyor, sokakta ise arkadaş yokluğu.
Boş yuva sendromu nedir? İnsanlar belli bir yaşa gelince sosyal sorumluluk biyolojik ihtiyaçlar, hasıl olur, işe girer, evlenir. Evlilikte iş güç, çok çocuk, çocukların okuması, hayata hazırlanması, işe girmesi, evlenmesi gibi hayatı zorunlu labirentlerinde dolaşan insanlar, bir dönem gelir çocuklarını iş güç sahibi yapar evlendirir. Moda deyimle çocuklar yuvadan uçunca, karı koca evde baş başa kalırlar. Çiftlerden biri veya ikisi emekli olmuştur. Yaşam süreleri içerisinde hayatlarına yeni pencereler, okumak, tiyatro, kültürel geziler v.s. aşmadıkları için, o koşuşturmalardan sonra bir yalnızlık boşluğuna düşerler ki buna boş yuva sendromu denir.
Yaşar, zaman geçmiyor yahu diyen kişi, zaman kavramını da yanlış kullanıyordu. İzafi bir kavram olan zaman, bizim anladığımız anlamda akıp gitmekteydi. Bu söze itiraz edip, zaman su gibi akıp gidiyor, dediğimde, vakit geçmiyor canım dedi. Bu da yanlış bir ifadeydi. Vakit, manalandırılmış bir zaman dilimidir, zaman ise akıp gider. Zamanın bir dilimi olan vakti manalandırmak da bizim elimizde olan bir şeydir. Manalandırmış, değer atfedilmiş vakte, sabah vakti, darı vakti bir örnektir. Vakit geçmiyor demek manalandırılmış zaman dilimini, endüstri toplumunun oluştuğu boş zaman kavramına dönüştürmektir. Bilindiği gibi, tarım toplumunda insan her an üretim içerisinde olması gerektiği için boş zaman kavramı netlik arz etmiyordu. Sanayileşmenin gelişmesi, buna bağlı olarak endüstri toplumuna geçilmesiyle birlikte işçi - memur, zaman içerisinde 0.8 - 17.00 saatleri arasında çalışmasıyla arta kalan zaman ve hafta sonları insanları boş zaman veya vakitle tanıştırdı.
Ey insan zamanı dolu dolu yaşa ki bazı zamanlarda daha dolu yoğun yaşa ki, vakit manalaşsın sende sıkıntıdan kurtul. Zaman, varolandan daha hızlı akıp gitse ey insan nereye gideceksin? Dünya denilen hanın çıkış kapısından çıkışını hızlandırırsın o kadar. Arthur Sphenhour, Aforizmalar adlı kitabının, 142 sayfasında şöyle der: kendi halinde akıp giden zamanı hızlandırmak en pahalı girişimdir. Voltaire de: Yaşını ruhuna sahip olmayan, yaşının tüm sıkıntılarını çeker der. Hayatımızın en güzel saatlerini boşu boşuna harcar, sonra da, ah ömrüm bitti deriz. İnsanı her şey yapan kafadır. O kafayı da boş saatlerimizi değerlendirmek için çalışmalıdır. Bedensel çalışma, nasıl kasları işlevsel bir hale dönüştürüp güçlendiriyorsa, idealler için yaşamak kafayı çalıştırır, bunamayı engeller. Ne der, Homeoros, İlyada'sında: Haydi yavrum kendini sık, kefeni yırt, bol ödüllü iyi yaşamayı elinden kaçırma. Kafadır, oduncuyu oduncu yapan, gücü değil. İtalyan şair Arıoto'da Boş zaman, cahiller için can sıkıntısıdır. Der. Sıradan insan onu geçirmeyi akıllı insan ise onu değerlendirmeyi düşünür. Almanlar, zihinsel gereksinimi olmayan, kafasal idealleri olmayan insanlara, Flister der. Yakup Kadri Karaosmanoğlu otobiyografik kitaplarından birinde şöyle der: çocuklarda, tosbağa hızıyla giden, geçmeyen zaman, kırk yaşından sonra dört nala giden bir at hızında akıp gider.
Bu olay bana bir başka olayı çağrıştırdı. 1982 yılında Samsun ilimize gitmiştim. Müteahhitlik yapan, rahmetli Durmuş Günel, o yıl bana, Samsundan iş aldım, çalışırsan gel, demişti. Bende, olur, gelirim demiştim. Bir gün, dingilli bir kamyona yüklediğimiz inşaat malzemeleriyle Samsun'a doğru yola çıktık. Maceralı bir yolculuktan sonra, menfez köprü yapacağımız Samsun ilinin Kavak ilçesinin Kahya köyüne vardık, şantiyemizi kurup işe başladık.
Şantiyemizde yatıp kalkıyorduk. Yiyecek tedariki için hafta da bir kurulan Kavak pazarına gidiyorduk. Ne zaman, traktörle Kavak pazarına gitsem, Kavak ilçesinin girişindeki, gidiş yönümüze göre sol tarafta düşen eski bir mezarlık dikkatimi çekiyordu.
Bir gün Kavak pazarına giderken mezarlığın yanına gelince şoföre dur ineceğim diye seslendim.Şoför ve köylülerin meraklı ve şaşkın bakışları arasında traktörün römorkundan aşağı atladım, siz gidin akşam köye dönüş saatinde sizi bulurum dedim.
Traktör gittikten sonra bodur çalılarla dolu, otların diz boyuna ulaştığı eski mezarlığa girdim. Mezar taşlarından bazıları cillenmişti. Bazı mezar taşları devrilmişti. Bazı mezar taşlarına da murçla isim kazılmaya çalışmış yarım bırakılmıştı.
Bir müddet mezarlıkta dolaştıktan sonra Kavak ilçesine doğru yürümeye başladım bir taraftan yürüyor, bir taraftan da düşünüyordum bu mezar taşlarının altında yatan insanlardan kimisi, belki son derece varlıklı bir hayat sürmüştü. Kimileri ise, kim bilir ne yoksulluk, ne sıkıntılar çekmişti.Peki, bir dönem bu dünyada yaşayıp gitmiş olan bu insanlardan bir iz bir eser yada sözlü rivayet şeklinde de olsa bir anlatı var mıydı? Yoktu. Bu dünyaya gelip bir süre iyi -kötü yaşayıp sır olup gitmişlerdi.
Mezarlıktan ayrıldığım andan şantiyeye gelene kadar kafamda şu soru yankılanmıştı: Yaşamanın bir gayesi olmalıydı. İnsanın varoluş süreci, soğuk sessiz bir mezar taşında bitmemeliydi.
İnsanının dünyada varoluşunun bir gayesi, yaşam süresince varmak istediği ulvi hedefleri olmalıydı. İnsan yaşadığı zaman dilimi içerisinde bir şeyler yaparak, yaşamı manalandırmalı bir iz, eser, ses - seda bırakmalıdır. İnsan varoluşunun şöyle bir gayesi olabilir mi? Dünyaya gel büyü bir işe gir veya bir iş kur bir eş bul biyolojik ihtiyaçların için uğraş, sonra senin yaşadığının aynısını yaşayacak, bir anlamda fotokopi yaşam sürecek çoluk - çocuk bırak, biraz da gübre. Soğuk mezar taşını geçmeyecek bir yaşam sür, bir iki nesil sonra da unutul git. Yaşamın anlamı bu mu? Yaşam böyle mi manalandırılır?
Bu olay ve birinci olaydaki şahız bana şair Ahmet Haşim'in bir yazısını hatırlattı. Şöyle der Ahmet Haşim: gelişim sınırı olmayan insanı veya bir insanın kendisini, gelişimin duvarına dayanmış bir hayvanın beklentileri düzeyinde tutmak insanlığa, insanı kendisine ihanettir.
Ne demek ister Ahmet Haşim. Açalım: Bilindiği gibi hayvanların beslenme cinsiyet güvenlik dişisinde analık içgüdüleri mevcuttur. Hayvanların bütün çabası bu içgüdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Hayvan bu içgüdülerini düzenli bir şekilde doyurduğu an Asude bir yaşam sürmüş olur. Hayvan bu fasit dairenin dışına çıkamaz.
Lamark'ın evrim teorisinde dediği gibi, kullanılan organizma gelişir, kullanılmayan organizma körelir. Kullanıldıkça, sınırsız bir kapasiteye ulaşan bir beyin gücüne sahip, genetik olarak hareketlenmeyi bekleyen atıl yetenek donanıma sahip olan insanın, o beyin ve beceri kapasitesini tıpkı hayvanların yaptığı gibi içgüdüleri tatmin düzeyinde tutmak, zeka beceri farkını, bu iç güdüleri hem cinslerinden daha iyi doyurulması yolunda harcamak ya da insanı bu düzeyde tutmak insanlığa ve tabiî insanın kendisine en büyük ihanettir.
İncil'de, Hz. İsa, çarmıha gerilmeye götürülürken, ey insanlar benim nereye gittiğimi neden sormuyorsunuz der. Ben de bundan mülhem, ey sin nereye? Ölümden öte köy var mı? Bu dünyada bir gün gitmek, ama nasıl gitmek. Kısa yaşamı üst düzeyde manalandırırsak, ölümden öte köy de, ad da var. Bir gün bu dünyadan gitmek ama Yunus Emre gibi, Hace Bektaş gibi, Mozart gibi, Sinan gibi gitmek veya çabalamak. Herkes Sinan, Yunus olamaz. Doğru! Ama her insanın, genlerinden gelen atıl durumda dirilmeyi bekleyen becerileri ya da zihinsel kapasitesi vardır. İş, bunu fark edip, ya da harekete geçeceği ortamı sağlayıp geliştirmeye kalmakta.
Yaşar Günel - Ankara - 01 Şubat 2012


Yaşar bey, okuyuculardan edindiğim izlenimlere göre daha rahat okunduğu için kısa yazılar tercih edilmektedir. Halbuki sizin yazınız gerçekten çok uzun. Olduğu gibi yayınlanmasını çok istediğiniz için yayınladım ama bundan sonraki yazılar, bunun üçte biri, dörtte biri uzunluğunda olursa sevinirim. Hoşgörünüze güvenerek böyle bir istekte bulundum. - A.A.

----------------------------------------------

14. Yazı - Yaşar Günel - 10 Ocak 2012
BİR YAZININ ÇAĞRIŞTIRDIĞI...

En önce şunu söylemeyim:bu yazı, bir güzelleme yazısı değil, idealist bir insanı takdir ve bir yazının çağrıştırdığı tarihsel bir anıdır. Bilindiği gibi, güzelleme yazısı, geçmişte edinilmiş ya da gelecekte edinilecek maddi- manevi çıkar yüzünden yazılan yazıdır. Ali hocanın, büyük bir sosyal fonksiyonu olan Karadorukaa sitesini kurması ve büyük bir özveriyle ayakta tutmaya çalışması, gönderilen yazıları, beli bir formatta düzenlemesi takdire şayandır.
Bir Internet sitesi kurup, buraya gönderilen yazıları, yayıma koymak, ancak idealist ruhlu bir insanın başarılacağı bir şeydir; çünkü, bu iş, -maddî- çıkarı olmayan bir uğraş olduğu gibi, büyük bir özveri de gerektiren bir iştir. Bu sitedeki yazılar vasıtasıyla gelecek nesillere, değerini bilen çıkarsa, büyük bir kültürel hazine bırakılmaktadır.
Kitaplar vasıtasıyla tarihe doğru yolculuk yaptığımızda, geçmişe yönelik bırakılan, yazılı kültürel hazinenin önemini daha da iyi anlıyoruz. Mesela, Ali hocanın bir yazısının çağrıştırdığı, tarihimizde önemli bir figür olan Teodor Kasap, 185o lerde, Paris'te eğitim görürken, bizim kökenimizin geldiği insanlar, o zaman nerelerdi? Öyle ya yüz- yüz eli yıl öncesine dair yazılı kayıt yok. Son yazımda yazdığım Müsebbip, vakayı adliyeden sözcüklerinin Ali hoca tarafından, öztürkçe karşılıklarının yazılması, bana, Teodor Kasap'la ilgili bir anısını çağrıştırdı.
Teodor Kasap, bizde, ilke defa mizah dergisini çıkaran kişidir.Diyojen Degisi. Teodor Kasap, Kayserili, Rum kökenli Osmanlı vatandaşıdır. Genlerinde idealist kodlar olan Teodor Kasap, küçük yaşta İstanbul'a gider, bir manifatura mağazasında işe başlar. Okuma tutkusu olan Teodor Kasap, çalıştığı işyerine bir taraftan çalışırken bir taraftan da devamlı olarak kitap okurmuş. Bu durum, Kırım Savaşı dolayısıyla ülkemizde bulunan bir Fransız subayının dikkatini çeker. Fransız Subay, Teodor Kasap'a:
-Okumayı çok seviyor musun? diye sorar.
O an, kendi kendine öğrendiği Fransızca bir kitap okuyan Teodor Kasap,
-Evet, der.
Fransız Subayı:
-Seni Fransa'ya götürüp okutsam, benimle gelir misin? diye sorar.
Teodor Kasap, evet cevabını verince, ailesinden izin alan subay, Onu Fransa'ya götürür. Bu subay, ünlü romancı, Aleksander Dumas'ın kuzeniymiş. Teodor Kasap, Fransa'da okula yazdırılır. Okuldaki arkadaşlarından biri de, kuduz hastalığının ilâcını bulan Pastör'müş. Başarılı bir eğitim gören Teodor Kasap, bir dönem Aleksandr Dumas'ın katipliğini de yapar ve İstanbul'a döner. İstanbul'da; Namık Kemal, Recai zade Ekrem, Âli bey ( bu Âli bey, çıkardıkları dergiye Diyojen Adını verendir.) birlikte dergi çıkarırlar.
Dönem, Abdülhamit'in, basın üzerine koyu bir sansür uyguladığı dönemdir. Diyojen Dergisi'ne yazı verenler, yazdıkları yazının üstüne, Kasap'a havale yazıp, Teodor Kasap'a gönderirlermiş. Teodor Kasap, bu yazıları okuyup, sansürden geçemeyecek, dergiyi kapattıracak yazıları çıkarı ya da düzeltin diye işaretleyip yazarına geri gönderirmiş.
İşte, bu işleme Harf çalma denilirmiş. Ben de, buradan mülhem, yazılarıma;site kurallarına uygun düzenleme yapması, gözden kaçırdığım kelimeleri düzeltmesi için, Ali Hocaya havale diyerek göndereceğim.
Ali hoca, gelecek nesillere iz bırakacak bu yazıları, ilerde, bir biçimde kitaplaştırmasına da vesile olursan, ne güzel olur. Özverili çalışmaların için bir daha teşekkürler.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

13. Yazı - Yaşar Günel - 09 Ocak 2012
ÖZGÜRLEŞMEK BAŞKA...

Birkaç gün önce, Ankara'da, belediye otobüsünde iki kişinin tartışmasına tanık olmuştum. Bu olayla, özgürleşmek kavramını bir hakimiyet göstergesi olarak algılayan, bazı kadınların var olduğu hakkındaki izlenimim iyice pekişti.

Otobüste gayet sık giyinmiş, süslü püslü olan kadın, bir anda patlayıp, "Memeeet, sen ne beceriksiz adamsın, benim dediğimden çıkmayacaksın, demedim mi?" diye bağırdı. Otobüsteki herkes, utancından kızarıp ne yapacağını şaşırmış adama bakıyordu. Kadın ise, lafları, makineli tüfek gibi saydırıyordu adamcağıza. Adam, ilk durakta "Bu kadın beni canımdan bezdirdi!" diyerek otobüsten indi. Kadın inmedi. Bu ve bunun değişik versiyonunu ya yaşamışızdır veya tanık olmuşuzdur.
Bir mini anıyla vermek istediğim mesajı açık bir hâle getireyim.

Bir dönem öğretim üyeliği de yapmış olan, kendi dalında kıymetli kitapları da olan psikiyatrist Engin Geçtan, Ankara'da, Eğitim fakültesinde ders verirken, bir gurup kız öğrenci, hocanın samimiyetinden faydalanarak, okul idaresinden dert yanarlar:
-Hocam, özgürlük kadınların hakkı değil mi? Okul idaresi, bize fazla karışıyor.
Hoca, kızların bazı gereksiz ve taşkın hareketlerine birkaç kez tanık olduğu için onlara şöyle der:
-Bazen, kız öğrencilerin, ellerinde sıgara, umursamaz şekilde koridorlarında dolaştıklarını gördüm. Özgürlük güzel bir şey. Cumhuriyetle beraber, kadının toplumsal statüsü ileri bir düzeye ulaştı, ama bazı kadınlar, özgürleşme ile erkeksileşmeyi ayıramadı.
Evet, maalesef, bazı kadınların davranışlarına bakınca, özgürlük algısının, pek de sağlıklı olduğu iddia edilemez.

Bir öykücük de Dışişleri eski bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil'den aktarayım. Çağlayangil, bir ortamda, bir kadının, erkek gibi pervasız hareketler yaptığını görünce, bu durumu yadırgamış, şöyle bir mısra yazmış: "Elinde binlik şişe, ayağında pantolon, marifet pantolon giymek değil, erkeksen ayakta işe."

Düşüncem şu: Kadın, mevcut toplumsal konumunun daha da ilerisine gitmeli, daha özgürleşmeli, ama özgürleşmekle, erkeksileşmeyi ayırmalıdır.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

12. Yazı - YAŞAR GÜNEL - 01 Ocak 2012
NADAN (LIK ) ÜSTÜNE

Nadan, kelime anlamı olarak kaba, cahil, görgüsüz, endazesiz konuşan, yazan anlamına gelir. Nadanlık, neden neş'et eder? Kişiyi, nadanlaşmaya iten faktörler nelerdir? Nadanlık, bir kişilik midir?
Bilim dünyasının ortak kabulüyle kişilik şöyle tarif edilmektedir: Kişilik, doğuştan gelen ve sonradan kazanılan özelliklerin bütünüdür. Kişiliği oluşturan faktörler genetik + çevre faktörüdür. Çevre faktörünün içine, insanın yaşadığı çevre girdiği gibi, insanın kendini yapılandırma süreci de girer: okumak, sanatsal faaliyetlerde bulunmak gibi. Can çıkar, huy çıkmaz, denilen şey, kişiliği faktörlerinden biri olan mizaçtır. Mizaç, insanlığın binlerce yıllık yaşamının şekillendirdiği tortudur. Bu tortunun, sosyal çevre ya da sıkı da olsa, bir eğitimle değiştiği pek nadirdir; hattâ, iddia edebilirim ki, imkansızdır. mesela, kıskançlığı ortadan kaldıracak bir eğitim, düşünemiyorum. Zeka, beceri, karakter de, insan kişiliğinin bir parçasıdır. Hani, bir birine kızılınca, yanlışlıkla, kişiliksiz denir. Kişiliksiz insan olmaz. Karaktersiz, denilir. Karakter de, toplumun sosyal, kültürel, ahlak değer yargılarını kullanış biçimidir. Mesela, bir kişi, ben doğruyum, der, sahtekârlık yaparsa karaktersiz bir kişilik sergilemiş olur. Karakterli kişinin sözü davranışı birdir:fikri neyse, zikri de odur. Karaktersiz kişinin ise, sözü ve davranışı farklıdır.
Nadanlık da bir kişiliktir. Bir tarihte şahit olduğum bir olay: İki kişi, bir kızı ister. Kız, bu iki kişiden birine doğru eğilim gösterdiğinde diğer kişi, kızın gönlüne yer etmeye başlamış olan kişiyi, kızın gözünden düşürmek için, "Harun'da okul bitirecek kapasite nerede, o babasının torpiliyle okulu bitirdi." demişti. İşte bu, nadanlıktı.
Bugünkü insanın geçmişinde, binlerce yıllık, ilkellik tortusu bulunmaktadır. Eğitim, sosyal çevre, okuyarak kendini yeniden yapılandırma yoluyla insan, bu ilkellik tortusundan kurtulmaya çalışsa da, bu tortu bazen kıskançlık, bilgiçlik, çekemezlik, uzaklaşma, uzak durma, karalama,adını ağzına almama vs gibi söz, davranış biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Kişi doğuştan ya da iyi bir eğitim alamadığı için nadan olabilir. Bir de, eğitimli(!) nadanlar vardır. Nadan diyalog kurmaz, monologla idare eder. Onun için, bilenler: "Nadan ile sohbet etmek güçtür bilene, çünkü, nadan, ne gelirse söyler dilinde" demiştir. Hemen, Ömer Seyfettin'in Nadan hikayesini bulup okuyun, öneririm.

*İnsanlar, başaklar gibidir, olgunlaştıkça başlarını aşağı doğru eğerler - Montaiğne.
*İlim, ilim bilmektir, sen kendin bilmezsin ya, nice okumaktır. - Yûnus Emre.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

11. Yazı - Yaşar Günel- 21 Kasım 2011
SULUCAKARAHÖYÜKLÜ HACE BEKTAŞ ile ATİNALI TİMON

Bu yazımda, tarihi iki şahsiyeti, kısa bir yazıyla karşılaştıracağım. Bunlardan biri Hace Bektaş Veli, diğeri Atinalı Timon.

... Hace Bektaş ( Hacı değil!) Hiçbir kaynakta, Hace Bektaş'ın, Hacca gittiğini okumadım. 1200 lü yılları anlatan, o dönemi bilen Ahmet Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri adlı, iki ciltlik eserinde, Hace'nin namaz kılmadığını vs anlatır. Bu kitabı bulup okuyun. Hace, okumuş, asîl, soylu, seçkin kişi anlamında kullanılmakta olan bir sıfattır.
... Hace Bektaş, 1209- 1271 yılları arasında yaşamıştır. Atinalı Timon'un, ne zaman yaşadığı, tam olarak belli değilse de, Atina'nın şehir devleti olduğu dönemlerde yaşadığı tahmin edilmektedir.
... Hace Bektaş, iç dünyasını, Horasan'da zenginleştirdikten sonra, Anadolu'ya gelip Sulucakarahöyük'e yerleşmiştir. Atinalı Timon ise, Atina, şehir devletinin seçkin zenginlerinden biridir. Elinde avucunda ne var ne yok, hepsini hazzın kucağında yaşayan dostları yolunda harcar. Beş parasız kalan Timon, çevresindekilerden borç para isteyince, serveti bittiği için, dostlukları da bitirenler, Timon'a beş kuruş borç vermezler. O da, hepsine lanet okuyarak dağlara çekilir, toplumun kötülüğünü ister.
... Hace Bektaş'in cebi boş, gönlü zengindir. Atinalı Timon, cebi dolu biridir. Hace Bektaş, 1200'lü yılardaki, Mogol istilası döneminde, toplumda başlayan çözülmeden etkilenmemek, zamanın siyasî otoritesinin uygulamalarına destek sağlayıcı konuma düşmemek için, Sulucakarahöyük'e çekilmiştir. Atinalı Timon ise, elindeki serveti kaybettiği için şehir dışına çekilmiştir.
... Hace Bektaş, toplumcu bir kişiliğe sahiptir. Timon ise, bireycidir. Hace Bektaş, toplumun mutluluğu, huzuru için çalışmıştır. Timon ise, servetini kaybedince, toplum düşmanı kesilmiştir.
... Hace Bektaş, geleneksel değer yargılarını sorgulamıştır. Timon ise, yaşadığı dönemin geleneksel değer yargılarına dört elle sarılmıştır.
... Hace Bektaş fertlerin, iç dünyalarını zenginleştirerek, bireyleşmesini sağlamaya çalışmıştır. Atinalı Timon'a göreyse saygınlığın yolu zenginlikten geçer.
... Hace Bektaş, zamanın otoriter güçleriyle işbirliği yapmamıştır. Atinalı Timon ise, çıkara dayalı, Atina şehir otoritesinin bir parçasıdır.
... Hace Bektaş, incinsen de incitme der. Atinalı Timon ise, öz çıkarları için incitmekten asla kaçınmaz.
... Hece Bektaş, her şartta iyiliği esas alır. Atinalı Timon'un yüreği servetini kaybetmesinden dolayı daima kinle kaplıdır.
... Atinalı Timon, yaşadığı mağaranın yanındaki incir ağacını keseceği zaman, Atinalılara iyilik etmek ister(!) O zaman Atina'da, servet ve itibarını kaybedenler, bu incir ağacına gelip kendilerini asarlarmış. Ocağına incir ağacı dikmek, deyimi, belki de buradan gelir.
... Atinalı iyiliksevmez Timon, "İncir ağacını keseceğim, asılmak isteyen varsa, acele etsin!" diye.
Atinalılara haber gönderir.

İşte, batıdan ve bizden, iki kanaat önderi ve işte farkları.

(William Şhakseperare'nin, Atinalı Timon ve Kral Lear adlı kitaplarıyla Hace Bektaş, Yunus Emre, Ahî Evren'in hayatlarını karşılaştırmalı olarak okunmasını öneririm.)

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

10. Yazı - Yaşar Günel- 10 Kasım 2011
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Her 10 Kasım'da olduğu gibi bu 10 Kasım'da da tarihin Türk insanına bahşettiği o büyük dahiyi, Atatürk'ü bir daha anacağız.

Nâçizâne, sıkı bir kitap okuru olarak şunu açıkça söyleyebilirim ki, Türkiye'deki siyasi akımların hiçbirisi, bana göre Atatürk'ü lâyıkıyla anlayamadı. Körün, fili tarif etmesi gibi her siyasi akım, farklı bir Atatürk tarifi çizdi.

"Türk Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür. Hayatta, en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir."
"Efendiler ve ey millet, biliniz ki Türkiye Cumhuriyet'i şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz."
"İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, delalettir, cehalettir."
... ve daha nice güzel sözün sahibi bir dâhiyi bütünlük içinde kavrayamadık.

Anadolu topraklarının siyasi ve toprak bütünlüğünü parçalamaya yönelik Mondros ve Sevr anlaşmaları gibi güçlü bir batılı tezgah, Mustafa Kemal'in önderliğindeki halkımız tarafından alaşağı edildi. Çağdaş bir cumhuriyet ve yaşam tarzı onun sayesinde kuruldu. Bu büyük insanı takdir etmemek mümkün mü?

Atatürk'ün silah arkadaşlarından olan Fethi Okyar'ın oğlu tarihçi Osman Okyar der ki:
-O dönemi okuyunca insan şaşıyor. Elde yok, avuçta yok. O yoklukta bu ülkeyi nasıl kurtarmışız? Mustafa Kemal olmasaydı, bu iş zor başarılırdı.

Ben de:
-Büyük ATATÜRK, vatan sana minnettardır; sadece 10 Kasımlarda değil, seni her an saygıyla, sevgiyle anıyoruz, diyerek yazımı tamamlıyorum.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

09. Yazı - Yaşar Günel- 04 Kasım 2011
FERT VE BİREY

"Kimi kişiler, henüz benliklerini bulamadıklarını söylerler. Hâlbuki, benlik, insanın bulduğu değil, yarattığı bir şeydir." - Thomas Szoz.
"Zaman, insanları değil, armutları olgunlaştırır."- Necip Fazıl Kısakürek.

Psikologlar,(Erich From) anne- çocuk arasındaki, doğumla beraber başlayan bağımlılık ilişkilerine, "asal bağlar" der. Çocuğun bütün ihtiyaçları anne tarafından karşılanır:beslenme, temizlik, sevgi ihtiyacı. Çocuk büyüdükçe,asal bağların bazılarını kendisi karşılamaya başlar:yemesi, temizliği v.s. Bu, anne ile çocuk arasındaki bağımlılık ilişkisini, psikolojik buyuta taşır.

*
Fertleşen çocuk büyüdükçe, dış alemin farkına varmaya başlar. Dış alemle (insan-hayvan-doğa) ilişkisi gelişmeye başlaması, çocuğun sosyalleşmesini sağladığı gibi, bireyleşmesinin de ilk adımı olur. İşte bu noktada, anne, çocukla arasındaki ilişkisini protokol kurallarına çekmesi gereklidir. Dış dünyayla kurulan, asal bağların yerini alan bağlara tâli bağlar denir: arkadaş ilişkileri, oyun. Bireyleşmeye doğru adım atan çocukta, dış alem bir kaygı doğabilir. Anne, bu kaygıyı, farkında olmadan ya da cehaletinden körükleyebilir. Buna bir örnek vereyim. Can adında bir çocuk vardı. Bu çocuk, ne zaman sokağa, arkadaşlarıyla oyun oynamak için çıksa, annesi de arkasından kapıya çıkıyor, oyun boyunca ona göz kulak oluyordu. Anneyi uyardım ama bir işe yaramadı. Bu ve buna benzer onlarca örnek, çocukta, kendine güven duygusunu zedelediği gibi, sosyalleşmesini engelleyerek bireylik yolunu da kapatıyordu.

Çocuk, sosyalleşme sürecinde yaşadığı kaygıların dozu arttıkça, kendisine güvenlik sağladığına inandığı, ait olma duygusunu tatmin ettiği, ana- çocuk arasındaki asal bağlara geri dönmek ister.(reğrasyon). Asal bağları aşıp özgün kişilik geliştirmeyen insan, koskoca adam da olsa, zorluklarla karşılaştığı anda, kişilik bütünlüğünü korumak için, geriye dönüş (çocukluğa) belirtileri gösterir. Meselâ, koca koca kızların bebek gibi konuşması.

Eğitimli anne, çocukla arasındaki ilişkiyi sınırlayıp zaman içerisinde, bu bağımlı / asal ilişkiyi asgari düzeye indirecek adımları atar. Çocukla arasındaki ilişkiyi sınırlar. Bu da, çocuğun özgüveninin gelişmesini sağladığı gibi, bireyleşmesinin de yolunu açar. Tarihten bir örnek: Mithat Paşa, çocuklarının eğitimi için Avrupa7dan mürebbiye (eğitmen) getirir. Bu kadının ilk işi, çocuk-ebeveyn ilişkisini asgariye indirecek şartları oluşturmak olur: çocukların odası ayrılır. Çocuklar ebeveynleriyle günde bir saat, o da protokol ortamında görüşürler. Keza, İsmet Paşa'nın çocukları da, Vehbi Koç'un çocukları da, "Babamızla ilişkimiz, âdeta protokol ilişkisi gibiydi," derler, anılarında.

Bizde ise, çocukluğun ilk yıllarında kalıp aşılması gereken, ana- çocuk arasındaki asal bağlar, annenin cehaleti yüzünden, nitelik değiştirerek ömür boyu sürer. Bunun sonucu olarak, bireyleşemeyen anne ve annenin çevresine bağlı fertler oluşur.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

08.Yazı - Yaşar Günel - 28 Ekim 2011
NANKÖR KİM?

Albert Einstein, "Bir önyargıyı ortadan kaldırmak, bir atomu parçalamaktan daha zordur." der.
*
Bir gün evimin, balkonundaydım. Aniden, bir "Tok!" sesi ve acı bir frenle irkildim. Yolun aşağısından, hızla gelen arabanın biri, karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir kediye çarpmıştı. Araba durdu. Arabanın camları açıktı. Kadın, "Selim, bir şeye çarptın!" dedi. Arabadan inmeye yeltenen adam, Ne oldu, anlarız!" dedi. Arabadan üç kişi indi:Şoför, karısı, bir de 13- 14 yaşında bir kız çocuğu.

Şoför, hızlıca arabanın önüne geldi, "Bir şey değil canım, kediymiş!" dedi. Adam, arabasının bagajını açıp bir parça gazete kâğıdı aldı, can çekişen kediyi kuyruğundan tutup havaya kaldırdı. O anda kız, "Baba, kedi yaşıyor!" dedi. Bu câni ruhlu adam, kuyruğundan tuttuğu kediyi çöpe attıktan sonra, ellerini çırptı, "Kalan yaşamını, orada tamamlasın, hadi arabaya binin, düğüne geç kalmayalım," dedi. Arabaya bindi gittiler.

Olay, o kadar ani oldu ki, bir şey söylemeye bile fırsat kalmamıştı. Evden çıkıp, kedinin atıldığı çöpe gittim. Zavallı kedi ölmüştü, kaskatıydı. Bu öküz, bir kediye değil, bir insana da çarpabilirdi.

Bu olaydan sonra,"Kedi-insan" ilişkisi hakkında okuduklarım aklıma geldi, "Vefa" sadece bir semt adıymış diyenlere hak verdim.
*
İnsan dostu olan kedilerin ilk evcilleştirildiği yer Mısır'dır. Mısır'da, ambarlara konulan tahılları farelerden, kediler kormuş. Mısır'da kedi, bir dönem kutsallaştırılmış, kedilerin Mısır dışına çıkarılası yasaklanmış. Kedi öldürmenin cezası da ölümmüş. Mısırlılar, çalınan bir kedilerini iade etsinler diye, Perslilere savaş açmışlar. Denizciler uzun seyahatlere çıktıklarında korsanlar, nakliye yapanlar, kâşifler, gemilerine, ambarlarını, farelerden korusun diye kedi almadan denize açılmamışlar. Avrupa'da veba salgını baş gösterdiğinde, vebayı yayan farelerle, kediler uğraşmış. Bizde de, posta teşkilatı kurulduğunda, posta işleme merkezlerinde kediler istihdam edilmiş; hattâ, kedilere, resmî olarak harcırah çıkarılmış. Bu harcırahlar, tabiî para olarak değil, yiyecek olarak ödenmiş, ciğer, et, süt gibi. Hatta, o dönemin (1940'lar) gazetelerinde, "kedilerin harcırahları kesilmesin, artırılsın, yoksa, farelerden rüşvet almaya başlarlar ki, mektuplar elimize geçmez!.. " gibi, harcırahı teşvik eden yazılar çıkmıştır. Bunun gibi, onlarca örnek sayarım.
*
İnsanoğlunun yaşamına geç giren kedilere nankör demişiz. Köpek, insanın yaşamına 8-10 bin yıl önce girmesine rağmen, kedilerin yaşamımıza katılışı 3-4 bin yıllık süredir. İnsana ram olmayan, buna rağmen insanoğluna birçok katkısı olmuş olan bir dostumuza, nankör, demesi, bana göre vefasızlığın tâ kendisidir. "Hafıza-i beşer, nisyanla malûldür (insanda unutma hastalığı vardır.)"sözü, insanların bu dostlarına karşı takındığı vefasızlığı teyit eder niteliktedir.
*
Bu olay ve bu adamın davranışı bana, Prof. Dr. Rasim Adasal'ın (psikiyatrist) bir sözünü hatırlattı. Şöyle der Adasal: "Bu dünyada, insan gibi hayvanlar olduğu gibi, hayvan gibi insanlar da var!"

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

07.Yazı - Yaşar Günel - 24 Ekim 2011
BEYİN, NE İŞ YAPAR?

Düşünmemizi, analiz yapmamızı, vücudumuzun motor etkinliklerini sağlayan, koordine eden üç organımız var: Üst beyin, beyincik, beyin sapı. İnsan doğanın içinde ama diğer canlılardan farklılık göstererek insanlaştıkça, sosyalleşmek zorunda kaldı. Bu, üst beyinin gelişmesini sağladı. Üst beyin, beyincik ve beyin sapıyla işbirliği içinde "bilinçli bir yaşam" sürdürmemizi sağlar.
*
Bir gün koltuğumun altında beş, altı kitapla yolda yürürken pek de samimi olmadığım bir arkadaşla (daha doğrusu bir tanışla) karşılaştım. Tahsin adındaki bu tanış, beni görür görmez biraz da alaycı bir sesle, "Yahu Yaşar, bu kitaplardan hâlâ bıkmadın mı?" diye sordu.

Ona ayaküstü de olsa üst beyin, beyincik, beyin sapının etkinliklerini anlattım. Anlattıklarımın yaşamayı sadece biyolojik faaliyet olarak algılayan bu "İşkembe Kulunun" bir kulağından girip öbür kulağından çıkacağını biliyordum. Onun yaşam biçimine göre, ona entelektüel nitelikler kazandıracak olan üst beyine gerek yoktu. Bu adama beyincik ve beyin sapı yeter de artardı bile.

Yerden bir taş alıp ona uzatırken, "Tahsin, bu taşı yaşamın boyunca üzerinde taşımamı istesem ne dersin?" diye sordum. Tahsin, doğal olarak "Öyle saçmalık mı olur?" diye karşılık verdi. Ben de taşı gediğine koydum: "Kullanmadıktan sonra ha beynini taşımışsın ha bu taşı, ne fark eder?"
*
Üst beynini kullanmayan insanların daha erken bunadıkları da bilinmektedir. Lamark, evrim teorisinde, "Kullanılan organizma gelişir, kullanılmayan organizma körelir." der. Sizler beyninizi taşlaştırmayın.
*
Ev işlerine giden bir kadına sormuşlar:
-Göz, ne iş yapar?
-Görmemizi sağlar, demiş kadın.
-Kulak, ne iş yapar?
-Duyar
-Beyin, ne iş yapar?
-Beyim mi? Beyim iş bulursa çalışır, iş bulamadığı zaman da evde yatar.
Siz, siz olun, erkenden bunamamak için işi olmayan beyinizi yatırın da, beyninizi yatırmayın.
*
"İşkembe Kulu" deyimi, hayatta, sadece biyolojik olarak bakanlara Bernard Shaw tarafından söylenmiş bir sözdür. Albert Einstein'in bir sözü ile bitirelim. Einstein, "Bazı insanların yaşamını sürdürebilmesi için, onların yaşamına bakarak diyorum ki, bu insanlarda üst beyin olmasa da, yokluğunu çekmezlermiş." Üst beyni kullanıp geliştirmek de bizim elimizde.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

06.Yazı - Yaşar Günel - Ankara - 14 Ekim 2011
ALAN KAVRAMI

Biz, bugün medenî (?) bir insan portresi çizsek de bu gün var olan insanın geçmişinde on binlerce yıllık doğal - vahşî yaşamın tortusunu taşıdığımız aşikâr.
Var olan her canlı, hayatını sürdürebilmek için bir alan sahiplenmeye yönelir.
Alan savunması ya da bir başka ifadeyle bir alanı sahiplenme, sâdece insanlarda değil, hayvanlarda da mevcuttur. En basitinden evde beslenen bir kedi ya da köpek, kendi kişisel alanına bir başka hayvan girdiği ya da girmeye yeltendiği zaman, biyolojik varlığının bir belirtisi olarak saldırganlaşarak alan savunması yapar.
Tarihi süreçte, insanın kültürlenmesiyle birlikte, alan kavramının özü farklı bir boyut kazandı. Sosyal bir varlık olan insanın alan kavramı, sürü şeklinde yaşayan hayvanın alan kavramından farklılaştı.

Kişinin evi, masası, bahçesi, odası, kendi kişiliğin (?) belirtisinin bir parçası olarak, kişisel alanı olarak değerlendirebilinir. Aynen vahşi bir hayvandaki gibi insan da, bu alanlarına saldırı olarak addettiği bir durumla karşılaşırsa, savunma pozisyonuna girebilir ya da saldırganlaşabilir

Bir şahıs, evindeki mobilyasına çentik atmaz ama parktaki bankı, bir çakıyla delik deşik edebilir. Bir şahıs, bahçesine ektiği çiçekleri çiğnemez ama parktaki çiçekleri pekâla çiğneyebilir. Bir başkası, yediği bir çikolatanın veya içtiği sigaranın kâğıdını evine atmaz da, rahatça sokağa atabilir. Bunun gibi onlarca örnek sıralanabilir.
İnsanda, kişisel alan kavramının özü, eğitimle toplumsal bir boyut kazanır.

Cahil bir adamın kişisel alan kavramı ile kendini eğitmiş bir insanın alan kavramı farklıdır. Daha doğrusu, cahil insan, alan kavramının ne olduğunu dahi bilmez. Onun kişisel alanı, sahip olduğu şeylerle sınırlıdır: evi, bahçesi, masası gibi.
Eğitimli insan ise daha geniş açıdan bakar; "Bu sokaklar, caddeler, parklar, ormanlar, ağaçlar, kuşlar benim, bu ülke benim!" der, sokağı kirletmez, kamu malına zarar vermez.

Eğitim, kişisel alan kavramını, bireysel boyuttan, toplumsal boyuta çıkardığına göre, içselleştirilmiş eğitime daha fazla önem vermeliyiz. Aldığımız, edindiğimiz bilgiler, davranışlarımıza yansımıyorsa, ruhumuzdaki binlerce yıllık ilkellik, vahşilik tortusunu dönüştürmüyor, sosyalleştirmiyorsa okuduklarımızı içselleştirmemişiz demektir.
Montaigne'nin bir sözü ile bitirelim: "Herkes, dünyayı değiştirmeyi düşünüyor da, kendini değiştirmeyi düşünmüyor." Bizler fertlikten kurtulup bireyleşirsek, dönüşümü kendimizden başlatırsak, dünya da değişir. Her birey bir ferttir, ama her fert birey değildir. Ferdi, bireyleştiren de eğitimdir. Fert ve birey farkı, bir dahi yazıda.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

05. Yazı - Yaşar Günel - 08 Ekim 2011
AHLAK EROZYONU

Erozyon, bilindiği gibi, verimli toprakların, su (sel) ve rüzgar sebebiyle kaybedilmesidir. Verimli toprakları, (humuslu) erozyondan korumanın en etken yolu, toprağın ağaçlandırılmasıdır. Ağacın cilleri, toprak altında, bir ahtapotun kolları gibi sağa sola yayılarak erozyonu engellemektedir.

İnsanı insan yapan sevgi, vefa, adalet, vicdan, ahlak gibi özellikler de insanlardaki erozyonu engelleyen, sevgi denen ağacın cilleridir. Nasıl ki, ağacını kaybeden toprak, niteliklerini koruyamazsa insan da, kendini insan yapan özellikleri koruyamazsa / korumazsa âdem olamaz. Âdem de, hecelersek: Â-dem; yani demlenmiş, merhâle almış insan demektir. Anadolu tasavvufundaki ifadeyle kâmil insan demektir. Bu tür özellikleri koruyamayan varlıklara hayvan denir. Ben de, bu insanlara sosyal mikroplar diyorum.

Bizim babadan kalma gecekonduyu, bir tarihte kiraya vermiştik. Kiracı, âbi, sana güvenim tam! diyerek, teminat olarak, bana açık senet vermişti, yamuk yaparsam, istediğin rakamı yaz! diye. Bu adam, yüksek olmayan kirayı 5- 6 ay ödedikten sonra, ödememeye başladı. Sonra da, arkasında epeyce kira borcu, elektrik, su faturası bırakarak evden çıktı. Borçlarını ödemedi. Elimde bos senet vardı ama ben bu senetin suiistimalini yapamazdım. Zaten sonra adliyeden araştırdığımda, adamın, icrada bekleyen 40- 50 alacaklısı olduğunu öğrendim.

Aradan 3, 4 yıl geçtikten sonra bir gün, tesadüfen sokakta karşılaştık. Ben, konuşmak istemesem de o yanıma yanaştı, yılışık bir şekilde Âbi n'aber? dedi. Sonra da, oradan buradan konuşmaya başladı. Aynı yöne doğru yürüdüğümüz için ayrılamadım.
Bu vatandaş, bir iki kişiye para vermiş, alamamış. Bir iki kişiye de kefil olmuş, onlar borçlarını ödemeyince, maaşında icra da olsa, iş yerine sürekli gelip sıkıştırılınca, kefil olduğu borçları ödemek zorunda kalmış. Morali bozuk gözüküyordu. Onunla yürüdüğümüz yolda, yol ayrımına gelmiştik ki, bana, şu veciz ifadeyi kullandı: "Âbi, her taraf sahtekâr dolmuş, doğru dürüst, güvenilecek bir adam kalmamış be!" dedi.

Merhabalaştığımız, her konuşmasında erdemden, faziletten bahseden bir adam vardı. Bakkallık yapan bu adam, bir gün, yâhu, herkes sahtekâr olmuş, dedi. Ne olduğunu sordum. "Seyyar arabasıyla satış yapan birinden ucuz diye, 2, 3 çuval çekirdek aldım, dükkana getirdim ki, bozulmuş, küflü! Ne yapayım, toptancıdan birkaç çuval daha çekirdek aldım, onları ona karıştırıp sattım!" dedi.

Biliyorsunuz, küf, kanserin en önemli faktörlerinden biri. O gün, içimde fırtınalar koptu. O günden sonra, bu kişiyle zorunlu olarak karşı karşıya gelmedikten sonra merhabalaşmadım. Bu kişi, benim için bir sohbet ortamı olsa da konuşsam diye arayabileceğim bir değildi artık. Aramızda, geçmişten gelen bir hukuk (diyalog) olsa da...

Daha sonraları bu kişilerin ve buna benzeyen davranışlar sergileyen insanların, siyasetten ahkâm kesmelerinden, âdeta iğrendim. Üç beş kuruşluk çıkar için, bizi biz yapan hak, adalet, sevgi, vefa, vicdan gibi değerlerimizi, erozyona uğratmayalım. Hata, herkes yapabilir ama, insan bilerek, isteyerek hata, yanlış yapmamalıdır. Bilerek, zincirleme yanlış yapan insanlara da, ben "sosyal mikroplar" diyorum.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

04. Yazı - Yaşar Günel - 05 Ekim 2011
ÇOCUKLARIN YANINDA BİRAZ DAHA DİKKAT!

İnsanla hayvanın ortak içgüdüsel özellikleri olarak şunlar sıralanır: Güvenlik, beslenme, cinsellik, bir de (dişide) annelik. Bunlar, hayvanlarla ortak özelliklerimiz. Bu gün, bilim dünyasında hipotez olarak kabul edilse de, insanın doğumuyla beraber, dostluk, adalet, sevgi gibi özellikleri de beraber getirdiğidir ki, bu görüşe okuduklarım ve gözlemlerim doğrultusunda ben de katılıyorum. Yani adalet, sevgi, vicdan, hak gibi özlliklerin tohumlarını dünyaya gelişimizle beraber getiririz. Peki, insanda, tohum olarak var olan bu özellikleri sosyal yaşamımızda, bilerek ya da bilmeyerek güçlendiriyor muyuz, köreliyor muyuz?
*
Bir gün, gazete almak için evden çıktım, ana caddeye doğru yürüyordum. Önde iki kadın ve 13-14 yaşlarında bir çocuk yürüyordu. Kadınlar, kendi aralarında günlük sorunlarını konuşuyor, parasızlıktan, geçim zorluğundan dert yanıyorlardı.
-Gız Hatce, evin işi hiç bitmiyor gı!
-Bitmez, bitmez! Allah seni inandırsın, dün bir hamur işi yaptım, bütün günümü aldı.
-Ah, şöyle dolu dolu paran olacak da irahat yaşayacaksın. Az bî maaşla geçim oluyor mu ki?
Aynı yöne doğru yürüdüğümüz için, istemeden, bu konuşmaları duyuyordum. Bir ara çocuk, anasını çekiştirmeye başladı:
-Anne, bana para ver!
Çocuk, sözünün arkasını getirmeden, kadın, koluna girmiş olarak yürüyen çocuğu iterek:
-Git öte, canımı yakma! diye azarladı ve çocuğun kafasına şaplağı yapıştırdı.
Canı yanan çocuk susarken, annesi yanındaki kadına dönerek şöyle dedi:
-Elimdeki para, anca aybaşını getirir. Bu da, para ver, top alacağım diye yakama yapıştı. Bekle, baban maaşını alınca alırsın.
Tam o anda, yolun karşısından uzun boylu, alımlı güzel bir bayan çıktı. Bayan, bize doğru geliyordu. Kadınlar, karşıdan gelen kadını görünce, çocuğun yanında, o kadını çekiştirmeye başladılar:
-Şuna bak gı!. Çalımına bak. Kendini bir b.k sanıyor.
Daha neler neler. Gösterişli kadın, soldaki sokağa saptı. Ben de gazete bayiine gitmek için, yolun karşı tarafına geçtim.
*
Bu olaydan bir hafta sonra, bir üst sokakta, bu kadınla çocuğa tekrar rastladım. Çocuk, yine anasının koluna girmiş, ana- oğul yârenlik ederek gidiyorlardı. Rastlantıya bakın ki bir hafta önce hakkında ileri geri konuşulan güzel kadın yolun karşısından geliyordu. İki kadın karşılaştıklarında çocuklu kadın, bir hafta önce olumsuz sözleri söyleyen kendisi değilmiş gibi karşıdan güzel kadına sarıldı, öptü ve:
-Gııız, neredesin, kendini özlettin! dedi. İnsan, gelir bir çay, kahve neym içer!
Güzel kadın,mesafeli bir tavırla "Bir gün geliriz," diyerek geçiştirdi.
Diğeri ısrar etti.
-Geliriz olmaz! Sen gelmiyorsan, pasta börek yapıverem de biz gelelim. Çayı da sen korsun, bir gözel otururuz.
-Olur, kısmet.
Ayrıldılar.
*
Şimdi... Bu olaya tanık olan çocuğun durumunu şöylesine bir gözden geçirelim. Aile ortamında, sosyal ilişkilerde, her gün bu ve benzeri onlarca davranışlarla karşılaşırsa, bu çocukta sağlıklı bir zihin yapısı oluşabilir mi? Çocuk, bir günde, 5 defa bu tür ve benzeri davranışlarla karşılaşsa ayda 150 kez karşılaşmış olur. Yılda 1800, on yılda 18 bin.
Çocukların, daha çok sosyal öğrenme yoluyla, büyükleri taklit ederek öğrendiğini düşünürsek, aynı çevrede yaşayıp da on yılda 18 bin "Anormal" davranışlara tanık olan çocukta doğuştan getirdiği, insanî özellikler törpülene törpülene bitmez mi? Peki, insanî özelliklerini yalanın, ikiyüzlülüğün, sahtekârlığın, yılışıklığın, yalakalığın kol gezdiği bir ortamda yitiren çocuğun birinci paragraftaki canlıdan ne farkı kalır?
"Lütfen, çocukların yanında ikircikli tavırlar takınarak, onların zihinlerini allak bullak etmeyelim."

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

03. Yazı - Yaşar Günel - 02 Ekim 2011
İHTİYARLIK YILLARI

İnsanlar ihtiyarlayınca, nelerden şikâyet edilir? İhtiyarlık, vücudu zayıflatır. Zevklerden mahrûm eder. Ölüme yaklaştırır. İhtiyarlar ölüme yakındır, denir ama, gençleri ölüme götüren nedenler, ihtiyarlarınkinden kat be kat fazladır. Gençlerin ölmesi, harlı bir ateşin bol su ile söndürülmesi gibidir. İhtiyarların ölmesi ise, geçmiş bir ateşin, hiçbir tesirle değil de, kendi kendine sönmesi gibidir. Ölümün, her saat insana kıyabileceğini düşünen kimse, yüreğini sağlam tutabilir mi? Ölümü, hayattan, kendi evinden değil de, misafirlikten ayrılıyormuş gibi düşün. Aklı kıt olanlar, kendi kusurlarını ihtiyarlığa yüklerler. Düşüncesizlik, çiçeği burnundakilere; akıllılık da, yaşını başını almış olanlara vergidir. Kimin seviyesiz olduğu para ile anlaşılır. Platon,''Zevk, kötülüklerin yemidir'' demiştir. İnsan, yaşlanmadığı zaman, kendisini kötülüklerden kurtaracak olan zevklerin kaybından neden şikâyet etsin?

İhtiyarlık, konuşma hevesini artırır, yeme içme hevesini azaltır. İlmi çalışma, aklı başında ve iyi yetişmiş kimselerde, yaş ilerledikce artan bir zevktir. Solun,'' her gün, bildiklerime bir şeyler katarak ihtiyarlıyorum'' demiştir. Sen de yaş ilerlemesinden şikâyet edeceğine, kendini zenginleştir. Sağlam karakterli bir insanı, vazifesinden alıkoyacak hiçbir şey olamaz.
İnsan, erdemden ayrılırsa, dostluk devam edemez. Pislikler, dostluk perdesiyle örtülmemelidir. Dostluğu ortadan kaldırmaya çabalamak, güneşle dünyanın bağını koparmak gibidir. Dostluğun sınırını şöyle çizmeli: Dostların ahlâkı tertemiz olmalıdır. Siyasete atılmış olanların arasında gerçek dostluk, zor kurulur. İhtiyarlıktaki çimrilik, yol kısaldıkça, yolluğu artırmaktan daha saçma ne olabilir. Kendisini işine veren kişi, ihtiyarlığın ne zaman geldiğini anlamaz. Bunaklık, zihnini çalıştırmayan, hafif akıllı insanlarda oluşur. Doğru olmayan birçok ihtirasın önüne geçtiği için, ihtiyarlığa teşekkür etmeliyiz. Erdemsiz dostluk olmaz.

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

02.Yazı - Yaşar Günel - 16 Eylül 2011
İNSAN AKLININ FONKSİYONLARI-1

Bilim dünyasının genel kabulü, insanların beyninin onda birini kullandığı yönünde. Bazı insanlara bakıldığı zaman, bu insanların beyinlerinin yüzde birini bile kullanmadıkları görülmektedir. Bu onda bir ya da yüzde bir ne amaçla kullanılmakta acaba? Diğer kısımlarını dumura uğrattıkları da âşikar. İnsan denilen şey / nesne / varlık, Alexıs Carrell'in ifadesiyle meçhûl!?

İnsanda bir beyin var; ama sanki yaşam, çevre koşullarından, koşullanmadan, sosyal öğrenmeden, genetik birçok odası varmış gibi. İnsanın beyninde farklı kabul odacıklarımı var; yoksa, bu dejenerasyonun ürünü mü?
***

Birkaç ay önce bir sabah saat sekizde oturduğum evden ayrılıp aheste aheste yürüyerek ana caddeye çıktım. Nâm-ı diğer Babuko telefon etmiş, çay içmeye çağırmıştı. Geliş gidiş şeklindeki iki yönlü caddenin sağ tarafında yürüyordum. Belediye, anayolun orta kısmına çim ekmiş, üç dört metre aralıklarla da ağaçlandırmıştı. Ağaçları ve çimleri korumak için yılan kıvrımı gibi bodur ağaç ya da çalılar dikilmişti. Yeşilliği çiğnemek gibi bir ayı kültürüm olmadığı için 25-30 metre yürüyerek yaya şeridinin olduğu yere geldim. Trafiğin yayalara geç işareti olan yeşil ışığın yanmasını beklemeye başladım.(İki ayaklı ayılar için yeşil ışık her dâim yanmakta olup onlar beklemezler.)

Bir ara arkamda, iki araba durdu. Lüks olan bu arabaların birinden üç, diğerinden de dört kişi çıktı. O anda trafik lambası yeşil yanmasa da trafik tavsamıştı. Lambanın yeşil yanmasını beklemeden, bir metre uzak oldukları yaya kaldırımına da gelmeyi gereksiz görerek, ayı gibi orta refüje daldılar, o güzelim bodur ağaçları çiğneyerek karşıya geçtiler. Bu kişiler, kıyafetlerinden belliydi, inşaat işçileriydi. Bu işçiler karşıya geçtiğinde trafik lambası da yeşil yanmıştı. Ben de karşıya geçtim. Yolun sol tarafında, ana cadde boyunca yürüyordum. Beş on adım atmıştım ki ana caddeye çıkan bir ara yoldan gâyet süslü püslü bir bayan çıktı, o da işçilerin yaptığı gibi, yaya geçidi yerine, orta refüje daldı, bodur ağaçları çiğneyerek karşıya geçti.Bu nasıl işti böyle? Biraz daha yürüdükten sonra, bir kadının on yaşlarında bir çocuğu çekiştirerek refüje doğru sürüklediğini gördüm. Ana-oğul onlar da yeşilliği çiğneyerek karşıya geçti. Bu çocuk okulda, "Yeşili sev, doğayı koru" öğütlerini dinlese ne olacak ki? Durun, bitmedi daha! Bu kez türbanlı bir bayanla onun ardından boynunda medeniyet yuları taşıyan birkaç erkek, yeşilliği çiğneyerek karşıya geçtiler.

Yeşilliği okumuşu çiğnedi, süslü püslüsü çiğnedi, kravatlısı çiğnedi, türbanlısı çiğnedi, çocuk yetiştiren ana ve okula giden oğul çiğnedi. Bu insanların kafasında norm mu yoktu, yoksa dejenerasyonla beyinlerde farklı odacıklar mı teşekkül etmişti? Bu kültürel bir yozlaşmanın işareti mi? Cehaletten kaynaklanan ALAN KAVRAMININ SIĞLIĞI MI?

(Alan kavramını bir başka yazıda yazacağım.)

Yaşar Günel - Ankara

----------------------------------------------

01 - Yazı: Yaşar Günel - 13 Eylül 2011
KÜTÜPHANELERİMİZİN DURUMU

Bu yıl, (2011) yaz aylarını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kütüphanesinde geçirerek "Tanımadığımız Meşhurlar" başlığı altında, 1945-1946 yılları içerisinde yayımlanmış bulunan, bazı Türk tarihinin seçkin simalarından anıları derledim. Bu anı derleme, benim için keyifli olduğu kadar, hüzün verici de oldu. Neden?

Ülkemizde, maalesef kütüphanelerimiz, âdeta kitaplık mezarlığına dönmüş durumda!? Geçen yıl, Türk Tarih Kurumunda derleme çalışması yapmıştım; bu sene de Siyasalda. Yeni bilgiler öğrenmek, bilginin engin denizine açılmak beni sonsuz mutlu ediyordu! Türk tarihi; Siyasal tarihiyle, kültür tarihiyle, Türklerin yaşadığı coğrafyayla, âdeta bir okyanus! İnsan okudukça, "Yâhu, ne kadar bilmediğim şey varmış, ne kadar cahilmişim!" demekten kendini alamıyor.

Kütüphanelerimizde bir bilgi deryası yatmakta iken, insanlarımızın kayıtsızlığı, insanı hüzünlendirmez de, ne yapar?!. Ankara'nın belli başlı kütüphanelerini mesken tutuğum süre içinde, bir tek sade vatandaşa rastlamadım! Öğretim görevlileri ve öğrenciler dışında, ne yazık ki, kütüphanelerimizde bir tek öğretmenizle de müşerref olamadım! İdealist hocaları tenzih ederek diyorum ki"Neredesiniz hocalar, okey başında mısınız yoksa?"

Kütüphaneler ve okumanın önemiyle ilgili konular bir kaç paragrafla geçiştirilecek gibi değil, belki bir gün ilerde yine yazarım. Hatta, kitap okumanın önemine başkalarının da değinmesinden mutlu olurum.

Yaşar GÜNEL - Ankara

----------------------------------------------

sozdenyaziya-ince-cubuk-cokince.jpg