Önsöz
Hatun Aydoğan
Muzaffer Bal-1
Muzaffer Bal-2
Muharrem Aydın1
Yaşar Günel
Babuko Hüseyin
Kemal Gündoğan
Durmuş Öztürk
M. Aydın2- Ç.Ahmet
Solmaz Günel
İçlim Eda Aydoğan
YağmurÖykü Doğan
Yılmaz Bakar
Cevat Günel
Alim Aydoğan
Tuğrul Kara
Cemal Aydoğan
Esma Korkmaz
Seçil Günel
Sebati Günel
Ersin Öztürk
Kazım Aydoğan
Zeynel Öztürk
Gülüzar Aydoğan
İsmail Aydoğan
Ali Öztürk
Yusuf Aydın
Garipoğlu Hüsnü

Tuğrul Kara


ANASAYFA

İ Ç İ N D E K İ L E R
1-Baş Tut Yavrum - 25 Eylül 2012
2-On Yaşımda Maaş Almaya Kasabaya Gidiyorum - 05 Ekim 2012
3-Yaktın Beni Kamil - 21 Ekim 2012
4-Yangına Müdahale - 01 Şubat 2013
5-Kar Püskürtme Aracı - 22 Şubat 2013
6-Örtün Üstümü de Öleyim - 28 Şubat 2013
7-Köy Özlemi - 14 Mart 2013
8-25 Kuruş İçin Değer miydi? - 18 Mart 2013

bizimyazarlarimiz-tugrulkara_.jpg

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg

8. Yazı – 18 Mart 2013
25 KURUŞ İÇİN DEĞER MİYDİ?

Bir akşamüstüydü. Annem, çeşmenin başında pancar yıkıyordu.
-Anne bana 25 kuruş ver, dedim yanına giderek.
-Ne yapacaksın oğlum? diye sordu annem, başını işinden kaldırmadan.
-Bakkaldan leblebi, üzüm alıp yiyeceğim.
-Oğlum, şimdi işim var. Yemek hazırlayacağım. Hem nereden bulup da 25 kuruş vereyim sana? Git başımdan.
-Hayır, vardır.
-Oğlum var git. (İnternette tıklama rekoru kıran “Oğlum bak git!” gibi. A.A.)
Yerden bir taş kapıp tehdit ettim.
-Vermezsen seni taşlarım.
Annem, kızdı ama işini sürdürdü yine.
-Defol git başımdan. Bak işim var.
Sözümün eriyimdir. Taşı fırlattım. Tam isabet. Annemin başından kan sızmaya başladı.
-Oy başım! diye bağırdı annem kanı fark edince.
Korktum. Kaçıp köyün köhne bir yerine saklandım. Hava kararırken beni alıp eve götürdüler. Beni döveceklerini sanıyordum, ama fiske bile vurmadılar.

Hâlâ düşünüyorum da...
Ey annem ne vardı, istediğimi verseydin. 25 kuruş için baş yardırmaya değer miydi?
O zamanlar, hep anneme suç bulmuştum. Ne de olsa bir çocuktum.
Peki, soruyorum: Çocukların hiç mi suçu olmaz?

Tuğrul Kara – Ankara - Mart 2013


-----------------------------------------------

7. Yazı – 14 Mart 2013
KÖY ÖZLEMİ

İlkokulu köyde bitirdim. Ortaokulu ise Ankara’da. Malûm, babamlar gurbetlik yaptığından Ankara’da bir ev kiralamışlardı. Ben de o evde kalarak okumuştum.

Okul tatil olunca kasabamıza yani Şiran’a giden bir otobüse bindirdiler beni. O zamanlar, kasabadan köye giden bir araç yoktu. Civrişon (Konaklı) sapağında indim. Biraz da yüküm var. Köy içinden köpek korkusu çekerek zar zor geçtim. Ondan sonra 3-5 kilometrelik bir yol var *, bana vız geliyor. Çünkü, köyüme, evime gidiyorum. Özlediğim insanlara kavuşmama çok az kaldı. Çok heyecanlıyım. Zaten bu heyecanımdan, mutluluğumdan güç alıyorum.

Köye yaklaştığımda heyecanım daha da arttı. Bizim ev, köy alt kısmında, girişteydi. Köye gelenler balkondan direkt görünüyordu. Az sonra olacakları hayal edince mutluluğum, heyecanım daha da artıyordu. Kolay mı? Bizimkiler balkondan benim geldiğimi fark ettiklerinde evden fırlayarak yolda heyecanla beni karşılayacaklardı.

Yeterince yaklaşınca baktım ki, annem, ablam ve daha başkaları beni gözlüyor. Şaşırdım. Kimse fırlayıp da önüme gelmeye yeltenmedi. Şimdi anlıyorum tabi, gelenin ben olduğumu nereden bileceklerdi. Her zaman geleni gideni görerek kanıksamışlardı. Ama o gün hiç de böyle mantıklı, olgun düşünemedim. İyice yaklaştığımda ablam önüme geldi. Gelse ne ki, ben büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Kendime göre karşılama töreni beklerken, umursamaz gibi bir karşılamayla karşılaşınca öyle hırslanmışım ki yerden kaptığım taşları eve fırlatmaya başladım. Birkaç parça cam taşlarımdan nasibini alıp parçalandı.

O zamanların özlemi, şimdilerin özlemleriyle kıyaslanmayacak kadar büyüktü. O zaman kolayca telefonla konuşmak, ses duyup özlem giderebilmek yoktu. Birkaç aylık ayrılık, birkaç yıllık ayrılık gibi gelirdi insana. Özlemler dağlar gibi büyük olurdu. İşte bu özlemdi bana cam kırdıran.


(Konaklı Sapağı-Kırıntı=5,6 km ...... Kırıntı-Yeniköy=2,7 km ...... Konaklı Sapağı-Yeniköy=8,3 km)

Tuğrul Kara – Ankara – 14 Mart 2013

-----------------------------------------------

6. Yazı – 28 Şubat 2013
"ÖRTÜN ÜSTÜMÜ DE ÖLEYİM"

Günümüzde insanların yaş ortalaması geçmiş yıllara göre bir hayli yükselmiştir. Çünkü teknoloji ve tıp alanında günden güne yeni gelişmeler olmaktadır. Bu da insan ömrünü uzatmaktadır.
Memleketimizin coğrafi yapısı itibariyle hayat şartlarının ekonomik verimliliğe uygun olmadığı açıktır. Toplumumuz, ekonomik şartlarını düzeltebilmek için zorunlu olarak gurbet yollarına düşüp Ankara, İstanbul ve Yurtdışı gibi yerlere gitmek zorunda kalmışlardır. Keza gidemeyenler de olmuştur.
Bugün ekonomik durumu iyi olmayanlar çoktur; ama hayli iyi olanlar da çoktur. Bazı kişiler milyoner de olmuştur. Her ne olunursa olunsun geçmişi unutmamak gerekir.

Aşağıdaki mini öykü, nereden nereye geldiğimize bir örnektir.
Yıllar önce bizim köyde komşularımızdan biri hastalanır. Vücudunda kuvvet yok, ayakta duramıyor; doktor yok, yatalak yatıyor.
Yokluk çok olsa da komşuluk çok daha iyiydi o zamanlar. İnsanlar birbirlerine gider gelir, destek olur, hâl hatır sorarlardı. Şimdi de öyle tabi, ama o zamanlar daha da dayanışma vardı.
Komşuları hastaya:
—Komşu ne oldu sana? diye sorarlar. Daha üç gün önce çok iyiydin, ayakta geziyordun. Ne oldu da birden böyle yataklara düştün?
—Ne bileyim, der hasta. Hastalandım işte, yatıyorum. İştahım da yok ama yemeğim de yok.
—Yav komşu et olsa yer misin? diye sorar komşular.
Hastanın gözleri parlar:
—İştahım yok ama yerim herhâlde, diye karşılık verir.
Komşuları, bunun üzerine:
—Öyleyse para ver de sana et alalım, derler.
Hasta şaşırır. Biraz da kinayeli bir sesle:
—Ne yani parasını ben mi vereceğim? der.
—Sen vereceksin herhâlde, bizde para ne arar?
Hasta, başını yastığa gömerken:
—O zaman örtün yorganımı üstüme de öleyim, der.

İşte böyle; “Örtün yorganımı üstüme de öleyim.” sözü , dilden dile, kulaktan kulağa günümüze kadar gelmiştir. Ben de öyküsünü yazarak karadorukaa sitesi okuyucularıyla paylaşayım istedim. Paylaşım fırsatı verdiği için Ali Aydoğan arkadaşa çok teşekkür ediyorum.

Tuğrul Kara – Ankara – 28 Şubat 2013


-----------------------------------------------

5.Yazı – 22 Şubat 2013
KAR PÜSKÜRTME ARACI

Kış koşulları ağırdır memleketimizde. Bir metreye yakın kar yağdığı olur. Yığıntı yerlerde kar kalınlığı daha da artar. Devlet kanallarıyla karla mücadele yapılmaktadır elbette. İlçe-köy arası ana yollar açılmaktadır, ama yeterli değildir. Ara yollar, kaderine teslim edilmiş durumdadır. Halk kendi gücüyle, küreğiyle, yabasıyla açmaya çalışır yollarını. Ne kadar açabilirse tabi.

Kentlerde yitirdiklerimizi yani cenazelerimizi geleneklerimiz doğrultusunda kış da olsa yaz da olsa köylerimize götürüyoruz. Yol açmaya gelen araçlar kar çok olduğundan sadece bir araç geçebilecek kadar yol açabiliyor, o da köyün girişine kadar. Köy içi yolları, sokaklar, yokuşlar, inişler temizlenemiyor.

Olaya cenaze ve mezarlık konusu dışında da bakabiliriz. Kışın köyde kalan insanlarımız, zaman zaman karda mahzur kalmaktadır. Yazın köye akın akın gelen insanlarımız, bu zorluklar nedeniyle kışın köyden uzak durmaya çalışmaktadır. Yolları açma olanaklarımızı geliştirsek, kışın köyde yaşamayı daha rahat hâle getirebilsek eminim kışın bile köye tatile gidenlerin sayısında artış olur.

Köy içindeki virajları, dar yolları, mezarlık yolunu açabilmek için “kar püskürtme aracı” alınabilir. Böyle bir araç alındığında kışın köy içi yollarını açmak mümkün olacaktır. Bu aracın maliyeti. altından kalkılamayacak kadar yüksek değildir. Satış fiyatı aracın boyutuna ve işlevine göre 3 bin lira ile 6 bin lira arasında değişmektedir. Dünyamızın pek çok yerinde kök salmış ama köye sevdalı duyarlı insanlarımız için bu maliyet nedir ki? Önemli olan gerekli görmek, karar vermek, uygulamak.

Saygılarımla.

Tuğrul Kara - Ankara – 20 Şubat 2013

----------------------------------------------

4. Yazı - 01 Şubat 2013
Köylerimiz İçin Çok Büyük Tehlike Olan
YANGINA MÜDAHALE

Köylerimizde önceleri tarlalar ekilir biçilirdi. Hayat şartları nedeniyle insanlarımız artık tarla ekme biçme işlerinden tamamen vazgeçmiş durumdadır. İlkbahar aylarında, hatta temmuz başlarına yağmur yağabiliyor. Her taraf harika bir yeşilliğe bürünüyor. Köy içleri, kullanılmayan harmanlar, bağlar, bahçeler, ekilmeyen tarlalar otlarla kaplanıyor. Otlar tarlalarda, arazide yaklaşık bir metreye kadar boy atabiliyor. Eski gibi hayvancılıkla uğraşan da kalmadığı için çayırları otları kimse biçip toplamıyor. Mevsim dönüp yağmurlar kesilince yaz ayı ortalarında bu otlar kuruyor, çıraya dönüşüyor. Her taraf küçük bir ateş kıvılcımı ile tutuşup yanma tehlikesi ile karşı karşıya geliyor.

Malûm, çeşitli kentlerdeki, ülkelerdeki insanlarımız yaz aylarında hasret gidermek, gezmek, görmek, dinlenmek amacıyla köylerimize akın ediyor. Bildiğiniz gibi köylerimizde çeşitli ağaçlar ve ormanlarımız birbirine birleşik durumdadır. Geçtiğimiz senelerde birkaç defa yangın olayları meydana geldiğini köy sevdalıları bilirler. Bu yangınlar bazen itfaiyenin de yardımıyla güçlükle söndürülmüştür.

Hastaya ilk yardım ne kadar önemli ise yangına da ilk müdahale çok önemlidir. Bir kova su, ilk çıktığında yangını büyümeden söndürebilir. Ya büyüdüğünde? Üstelik yangın mahallinde su yoksa? O zaman ne yapılabilir? İşte bu konuda bir öneride bulunmak istiyorum.

Köylerimizde traktörler bulunmaktadır. Traktörle çekilebilen beş tonluk lastik tekerlekli bir su tankeri pek zorlanmadan alınabilir. Üzerine motopomp monte edilebilir. Yeterli uzunlukta su hortumu alınabilir. Tanker dolu vaziyette köyde hazır olarak bekletilir. Böylece itfaiye gelinceye kadar ilk müdahale için çok önemli bir tedbir alınmış olunur. Hatta, iş işten geçmeden, itfaiye geç kalsa bile, su tankeri üzerindeki motopomp ucuna bağlanan hortum ve tabancası sayesinde basınçlı su ile yangına müdahale edilebilir. Su boşaldığında en yakın su kaynağından tankeri kısa zamanda doldurup yeniden yangına müdahale söz konusudur.

Bu yangın söndürme aracının maliyeti, tabiatın ve evlerimizin güvenliği göz önüne alındığında bir köy için, yeryüzüne dağılmış koca bir toplum için devede kulak misali küçüktür. Fakat yapabileceği görev, kıyaslanamaz oranda büyüktür.

Maliyet:
*2 (inç) parmaklı benzinli su motopomp yaklaşık 30 kg'dır. 7 m. derinlikten su çekebilir. 35 m. dikine su basabilir. Maliyeti yaklaşık 800 TL.
*Traktörle çekilebilir 5 tonluk lastik tekerli su tankı yaklaşık 4.000 - 5.000 TL.
*50 metre iki parmaklık yangın hortumu ve ucuna takılacak yangın söndürme tabancası yaklaşık 400 TL.
*Motopompa bağlanan 7 metre ve 2,5 parmaklık emiş hortumu yaklaşık 50 TL

Motopomplu su tankeri, yangın söndürmenin dışında şu amaçlarla da kullanılabilir.
*Derneklerimizin öncülüğünde dikilen fidanlıklar bu araçla rahatlıkla sulanabilir.
*Ev yapanlar, belirli bir ücret karşılığında tankeri kullanabilir. Böylece köy bütçesine bir gelir sağlanmış olur.

Bu yazıyı okuyan değerli halkımızın bu konuda duyarlılık göstereceğine inanıyorum. Değerli halkımızın el ele vermesi durumunda üstesinden gelemeyeceği hiçbir zorluk olamaz.

Böyle bir yazı yazmama olanak veren bir site hazırladığı için Ali Aydoğan kardeşime çok teşekkür ediyorum.

Tuğrul Kara - 31 Ocak 2013

----------------------------------------------

3. Öykü - 21 Ekim 2012
YAKTIN BENİ KAMİL

1972'li yıllar. Bizim memlekette büyüklerimiz gurbete para kazanmaya giderken yorganı bir gün önceden komşu köye götürürlerdi. Ertesi gün kendileri yürüyerek kolayca o köye gider, yorganını alarak oradaki taşıtla gurbete giderlerdi.

Bir gün babam bana ve bibimin oğlu Kamil'e dedi ki:
-Bu yorganı Kırıntı'ya bırakın, gelin.
Babamın gurbet yorganını aldık ve evden ayrıldık. Birkaç yüz metre uzaklaşmadan Kamil bana biraz para çıkarıp uzattı ve şöyle dedi:
-Yorgan benim yanımda kalsın. Sen şu parayı al, bakkala git bir paket sigara al, yolda içerek gideriz.
Hemen itiraz ettim.
-Yok, ben sigara içmem.
Kamil sert bir sesle:
-İçmezsen içme, yine de git bir paket sigara al, gel.
Kamil, benden büyüktü, güçlüydü; sözünü dinlemezsem olmazdı. Parayı alıp birkaç ev ötedeki bakkala gittim. Sigarayı alıp Kamil'in yanına dönünce babamla karşı karşıya geldim. Kamil de onun yanında dikiliyordu. Babam, bana kaşlarını çatıp bakarak:
-Nereden geliyorsun Tuğrul? diye sordu.
-Bakkaldan.
-Ne aldın peki?
Kamil'e baktım. O sessizdi. Sigara aldığımı söyleyemezdim ya:
-Leblebi, üzüm aldım, dedim.
-Hani bakayım, dedi babam.
Sonra da üstümü aradı. Üzüm, leblebi yerine cebimden çıkan sigarayı alıp Kamil'e baktı. Kamil, İstanbul'dan gelmişti. Onun bir halt edeceğini tahmin etmişti sanırım. Paketi açıp bir dal sigara çıkardı, yaktı kibritle. Bir nefes çektikten sonra döndü bize.
-Size de vereyim bir dal, siz de yakın, demesin mi?

Dalgasını geçiyordu. Başımızı yere eğdik, bizi dövecek diye bekliyoruz. Sus pus bir süre bekledi. Sigaradan bir nefes daha çekti. Sonra aniden fırladı. Üç beş adım ötemizdeki meşeden bir dal kopardı. Dalın ince dallarını, yapraklarını sıyırırken bir yandan da dudaklarındaki sigarayı tüttürüyordu. Eyvah, şimdi ayvayı yedik, diye düşündüm. Yaş meşe dalı kolay kolay kırılmazdı vurdukça. Hapı yutmuştuk. Bana dönüp yorganı yerden almamı söyledi. Bir şey anlayamadım. Kamil'e bakıp çömelmesini söyledi. Kamil çömeldi. Nasıl döveceğini merak ediyordum. Nasıl olsa sıra bana da gelecekti.

Babam, Kamil'in sırtına sorganı koyduktan sonra eşeğe biner gibi bindi. Meşe dalıyla Kamil'in kalçasını dürterken ayaklarıyla da mahmuzladı. Bir yandan da, deeh diye bağırdı. Bana dönerek, öne geçmemi söyledi. Bu arada sigarasını durmadan tüttürüyordu. Böyle garip bir yürüyüşle Kırıntı'ya doğru yola çıktık. Tabi ki babam Kamil'in sırtına tamamen binmiyordu; binmiş gibi yaparak aslında kendisi yürüyordu, yoksa Kamil onu nasıl taşısındı? Merak ediyordum, acaba hep böyle mi gidecektik? Yoksa biraz gidip bizi yeterince cezalandırdığını düşünerek bizi bırakıp geri mi dönecekti? Acaba benim sırtıma da binecek miydi?

Sigarasını bitirinceye kadar ilerledik. Sonunda Kamil'in sırtından indi. Kamil, sırtını ovalamaya çalışarak doğruldu. Ağzını açıp da tek bir söz edemiyordu, korkuyordu o da. Babam, bu kez benim sırtıma yorganı koydu ve biner gibi yaptı. Paparayı yemiştim ben de. Yeni bir sigara yakmıştı. Bir yandan deeh diyor, bir yandan beni de mahmuzluyor, dalla dürtüyordu. Çok şaşkındım. Sigara içmediğimi bildiği için benim sırtıma binmeyeceğini sanıyordum. Sigarayı Kamil'in aldırdığını bilmesi gerekiyordu. Kamil'in densizliği yüzünden şu çektiğim kepazeliğe bak diyordum kendi kendime. İnşallah benim sırtımdan çabuk iner de yine yorganı Kamil'in sırtına koyar, onun sırtına biner diye umuyordum.

Önümüzde kısa dik bir yokuş vardı. Yokuşun başlangıcında yorganı bana verdi, Kamil'in sırtına bindi. Yokuş yukarı yorgan bile ağır gelmeye başlamıştı. Değişe tokuşa Kırıntı'ya yaklaşmıştık. Bir ara kavaklardan yolun ilerisini göremez olmuştuk. Yolda birileriyle karşılaşmaktan korkuyordum. Birilerinin yanında eşek konumuna düşmek istemiyordum. Derken, karşıdan birilerinin sesleri duyulunca babam Kamil'in sırtından inip yürümeye başladı. Oh beee! Kurtulmuştuk sonunda. Kurtulmuştuk ama acaba şimdilik mi? İnsanlar uzaklaştıktan sonra yine sırtımıza biner miydi? Neyse ki yalnız kalınca da binmedi. Yorganı Kırıntı'ya bıraktıktan sonra geri dönüşte hiç konuşmadan geri dönüp Yeniköy'ün yolunu tuttuk. Yol boyunca, "Yaktın beni Kamil!" demekten başka bir şey gelmiyordu aklıma.

Tuğrul Kara - Ankara - 21 Ekim 2012


-----------------------------------------------

2. Öykü - 05 Ekim 2012
ON YAŞIMDA MAAŞ ALMAYA KASABAYA GİDİYORUM (!)

İnsanlar büyüdükçe çevreli tanımak, tecrübelerini arttırmak isterler. Ben biraz titizdim herhâlde ki daha küçükken merak salmışım çevreyi tanımaya.

Bizim köyle (Yeniköy) kasabanın (Şiran) arası on beş kilometredir. Eskiden yayan gidilip gelinirmiş kasabaya, atı olanlar da atıyla tabi. Köylüler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için şimdiki gibi sık olmasa da gerektikçe kasabaya gitmek zorunda kalırlardı.

1968'di sanırım, öyleyse 10 yaşında olmalıydım. Bir gün annemler kasabaya gideceklerdi. Ben de gitmek istedim. İstedim ama annem kesin bir şekilde itiraz etti. Şöyle dedi:
-Oğlum sen daha çok küçüksün. Onca yolu biz zaten zor gidip geliyoruz, senin ne işin var?
O öyle desin gezsin, ben farklı düşünüyordum. Çevreyi tanıma isteğim daha da kabarmıştı. Şiran yolunu, yol kenarındaki yerleri, Şiran'ı tanımam gerekirdi. Buna can atıyordum. Öyle hırslanmıştım ki Lo diyorum Muhammed demiyorum.

Annem, babam ve daha başkaları köyden ayrılıp yola düştüler. Tabi ben de arkalarındayım. Biraz gittik anam dönüp bağırdı:
-Oğlum geri dön! Bak köyden uzaklaşıyoruz. Çabuk eve git! İşimiz var, oyalama bizi. Yolumuz uzun.
Dinleyen kim. Yine ısrar ediyorum. Onlara yaklaşamasam da arayı da kapatmıyorum. Annem götürmemekte kararlıydı, ben de gitmekte. Sonunda annem patladı.
-La oğlum dönsene geri. Bak döverim seni.

Bu sefer arayı biraz açtım. Neme gerek, durduk yerde dayak yemeye ne gerek vardı? İzlemeyi sürdürünce annem beni geri kovaladı bir ara. Biraz geri kaçsam da onlar yola düşünce yine düştüm peşlerine. Annem kızgınlıktan köpürüyordu.
-Oğlum, bak çok uzaklaşıyoruz. Eve dönemezsin sonrab Hemen şimdi git artık.

Yine kendisini dinlemediğimi görünce bu sefer yerden taş kapıp üzerime fırlattı. Vurmak için atmasa da yine de çekindim, sakındım, ama takipten hiç vazgeçmedim. Bir de bakmışız ki köyden bir hayli açılmışız. Hani köyden yaklaşık iki kilometre kadar uzakta Zor Taşı denilen yer var ya oraya kadar gitmişiz. Diğer kadınlar anneme:
-Tuğrul buradan köye geri dönemez, dediler.
Bunun üzerine ennem beni yanlarına çağırdı. Büyük bir zafer kazanmış olmanın heyecanıyla yanlarına koştum. Böylelik kasabaya yaşıtlarımdan daha önce gitmeyi başararak hepsinden fazla tecrübe sahibi olacaktım. Olacaktım ama yol uzayınca bacaklarımda derman kalmadı. Annem ne kadar haklıymış meğer. Kasabaya yürüyerek gitmek gerçekten de pek zormuş. Olsun. Şansım varmış ki, kasabaya bizim köyden atla gidenlere rastlayınca beni ata bindirdiler. Böylece yaşıtlarımdan önce ata binmiş oldum. Bu da benim için çok büyük bir atılım oldu. Üstelik öğretmenim beni kasabada görmüş. Arkadaşlarımın yanında havam daha da artmıştı.

Aradan bir hayli zaman geçmişti. Tecrübemi geliştirmek için yeni bir hamle yaptım. Kasabaya gitme mücadelem birincisinden daha kolay oldu. Kasabanın beyaz ekmeği çok hoşuma gitmişti, o da çekiyordu beni.

Bir gün kasaba yolunda giderken öğretmeni gördüm.
-Tuğrul kasabada ne işin var? diye sormasın mı?
O bana samimi bir soru sorunca cesaretlenerek:
-Öğretmenim sizin ne işiniz var kasabada? diye sordum ben de.
-Maaş almaya gidiyorum, dedi o da.

Ertesi gün öğretmenim okulda arkadaşlarıma:
-Tuğrul da benimle iki aydır kasabaya maaş almaya gitti. İçinizde kasabaya başka maaş alanınız var mı? diye sordu.

İki aylık maaş alma tecrübesi bana yetti. Fazla maaş ve fazla tecrübe sahibi olursam erken yaşta öğretmenimi geçerim diye düşündüm. Bu nedenle uzun süre kasabaya gitmedim.

Tuğrul Kara - Ankara - 05 Ekim 2012


-----------------------------------------------

1.Öykü - 25 Eylül 2012
BAŞ TUT YAVRUM!

Bizim yaylamız, köyümüzün tam beş buçuk kilometre yukarısındadır. Rakım olarak 2.222 metre yüksekliktedir.

Geçmiş yıllarda yaz aylarında kağnı arabalarıyla yaylaya çıkılır, yaklaşık bir ay civarında kalınır, hayvanların yayla çevresindeki otlaklardan yararlanması sağlanırdı. Bir ay kadar sonra göç yayladan köye dönerdi. Yaylaya çıkarılan ev eşyaları tekrar öküz arabalarına yüklenir, köye dik inişli yollardan inilirdi. Araba hızlı gitmesin, devrilme tehlikesiyle karşı karşıya kalınmasın diye yenişe aşağı inilirken öküzlerin başının yukarı kaldırılması gerekiyordu. Bu işi büyüklerimiz arabanın önüne geçerek sağlıyorlardı.

Yıllardan 1970'ti sanırım; 12 yaşlarındaydım. Bir sabahın erken saatinde, ortalık henüz alaca karanlıkken öküz arabamızla yayladan ayrılmış, köye doğru yola çıkmıştık. O yaşlarda bu yaşam biçimi biz çocuklar için macera yerine geçiyordu. Büyüklerimizin yanında kendimizi de bir işe yarar olarak görüyor, gururlanıyorduk. Arabanın yanında yürüyor, yapmam gereken bir şey olursa koşturuyordum hemen.

Bir ara gökte tek tük kalan yıldızlara bakarken o kadar derin düşüncelere dalmışım ki birden kendimi arabanın önünde buldum. Başladım heyecanla öküzlere seslenmeye:
-Karagöz baş tut! Aslan öküzüm baş tut!

Aslında yaptığım iş çok tehlikeliydi. Arabanın altında kalıp ezilebilirdim. Ağbim, telaşa kapılarak:
-Tuğrul, çekil arabanın önünden! diye bağırmış.
Bağırmış ya duyan kim? Bir daha bağırmış. Ne var ki büyüklerin yaptığı önemli işi yapmanın heyecanıyla kendimi öküzlerin baş kaldırma işine o kadar kaptırmışım ki, ağbimi duymuyormuşum bile. Büyük bir heyecanla hâlâ:
- Baş tut yavrum! deyip duruyordum.

Bir yandan da gökteki birkaç yıldıza bakıyordum. Birden gökyüzü tamamen yıldızlanmasın mı? Üstelik yıldızlar alçalmış, başımın çevresinde dolanıp duruyorlardı. Nedenini anlamakta gecikmedim. Bana sesini duyuramayan ağbim çok sinirlenerek mastasını kafama indirmiş meğer.

Tuğrul Kara - Ankara

bizimyazarlarimiz-baslik-incecubuk.jpg